Ana SayfaGüncel YazılarPatlamaların ışığında bir tahlil denemesi

Patlamaların ışığında bir tahlil denemesi

Ahmet Davutoğlu-Recep Tayyip Erdoğan ikilisinde somutlaşıp şahikalaşan AKP aklının “büyük oyunu” ters sonuç verdi ve Türkiye Suriye’ye gireceğine Suriye Türkiye’ye girdi.

Aslında Suriye, AKP’nin agresif Suriye politikası şekillendiği ânda, daha 2011’den itibaren mülteciler şeklinde Türkiye’ye girmeye başlamıştı. Bu yıl başından itibaren ise Suriye’de savaşan tarafların “askerî yollar ve araçlarla” giderek hızlanan ve boyutlanan bir şekilde Türkiye’ye girişine tanık oluyoruz. İşlerin mantığı gereği bu askerî yollar ve araçlar politik amaçları gerçekleştirmek için kullanılıyor ve Suriyeli taraflar bu yollar ve araçlardan artık sadece Türkiye’nin dış politikasını etkilemek ve yönlendirmek değil iç politikasını dizayn etmek için de yararlanıyor. Bunda da şaşılacak ya da bizden istendiği gibi yavaş yavaş Osmanlıca konuşmaya başlayacaksak taaccüb edilecek bir şey yok. Mahir Çayan’ın ünlü emperyalizm tahlilini önümüzdeki güncel duruma uyarlarsak, Suriye Türkiye’de artık içsel bir olgu hâline gelmişse Suriyeli aktörlerin Türkiye siyasetini etkilemeye ve şekillendirmeye başlaması da gayet doğal.

Askerî yollarla ve araçlarla Türkiye’ye giren “Suriyeli” taraflardan biri, tartışmasız ve kesin bir biçimde İslam Devleti ya da daha iyi bilinen eski kısaltmasıyla IŞİD veya Arapça kısaltmasıyla DAİŞ yahut AKP lügatindeki kısaltmasıyla DEAŞ. AKP hükümetinin başı Davutoğlu’nun dünya kamuoyuna verdiği resmî bilgiye göre Türkiye’ye giren bir başka Suriyeli taraf ise Suriye Kürtlerinin örgütü YPG. Türkiye tarafında yeterince Kürt örgütü varken YPG’nin neden böyle bir girişe lüzum gördüğü ise, anlaşıldığı kadarıyla iknası arzulanan muhataplar nezdinde, en kibar ifadesiyle en fazla, daha ikna edici açıklama ve kanıt gerektiren bir enformasyon olarak kaldı.

Şimdi, olayların akış hızına yetişemeyen, üstelik sert darbelerle sık sık formatlanan hafızamızı tazelemek adına, Türkiye’nin iç işlerine müdahil olan bu Suriyeli güçleri bu noktaya getiren süreçlere tek tek bakalım.

İslam Devleti (IŞİD, DAİŞ veya DEAŞ)

Elbette IŞİD’in sadece Suriyeli hattâ ağırlıklı olarak Suriyeli bir aktör ya da güç olmadığının farkındayım. Ondan bu şekilde söz edişim, Türkiye’ye Suriye’den, Suriye vesilesiyle ve AKP’nin Suriye politikasının doğrudan bir sonucu olarak girmiş olmasından ve anlatım kolaylığı bakımından.

Aslında bir bakıma, IŞİD’in Türkiye’ye “girişi” daha doğru bir şekilde “gönderilenin geri dönüşü” şeklinde tanımlanabilir. Dünya basınında ve diplomatik mahfillerindeki yerleşik ve kolay kolay değiştirilemeyecek kanıya göre, IŞİD’in silahlarının ve askerî gücünün en medyatik ve korkutucu kısmını oluşturan yabancı savaşçılarının önemli bir bölümü Suriye’ye Türkiye üzerinden girmiş. (Hiçbir zorlama altında kıl kadar sapmadıkları sınanmış ve denenmiş, sırf sahip olmakla kalmayıp yaymakla da mükellef olduklarına inandıkları örnek ahlâkları ve bağlı oldukları yüksek değerler gereği, asla yalana, ya da haydi yine Osmanlıca alıştırma yapalım, hilaf-i hakikat beyanlara tenezzül ve tevessül eylemeyişleriyle temayüz eden AKP ricali lisan-i şedit ile inkâr ettiğine göre, elbette asılsız bir kanaattir, ama algı, bu. Ve öyle bir algı ki bu, Osmanlı ecdadımızın dediği gibi, “şuyuu vukuundan beter”.)

AKP aklı, başlangıçta IŞİD’i Suriye sahasında varlık gösteren büyük güçlerin yaptığı gibi oyuna bizzat ve bedence katılmaksızın ya da katılmadan önce yolunu hazırlamak üzere, kendi adına kullanabileceği bir âlet ya da siyasal jargonda şimdilerde daha tercih edilen adıyla bir “vekil” olarak gördü. Üstelik, Suriye iç savaşına müdahil olunurken yaşanmakta olan özgüven patlaması ve sanal güç sarhoşluğu içinde Ankara’daki “oyun kurucular” için IŞİD tek seçenek ya da tek yatırım olmak şöyle dursun, Suriye’de kullanıma hazır gördükleri sürüsüne bereket potansiyel vekil ya da âletten sadece birisiydi. Hesap edilmeyen şey, bu âletin de kendisine ait ve hiç de yabana atılamayacak bir aklının, bu vekilin kendi bağımsız gündeminin ve “stratejik derinliğinin” olmasıydı. Şimdi anlaşılıyor ki, AKP’nin Davutoğlu-Erdoğan şahıslarında ete kemiğe bürünüp zirveleşen aklı, olanca cesametine, azametine ve derinliğine rağmen, oyun kurucu ile oyuncunun, usta ile âletin, asil ile vekilin aklının ve gündeminin ayrışıp karşıtlaşabileceğini öngörecek ve böyle olursa ne yapılacağını hesaplayacak çapta ve menzilde değilmiş. 

Gene de ilk başta işler yolundaymış ve her iki aklın yolu birmiş gibi görünüyordu. IŞİD’in Suriye’de sağlam bir köprübaşı tutana dek AKP aklı tarafından bir âlet sanılmaya ve bir ölçüde de öyle davranmaya itirazı yoktu. Gerçi, AKP aklının gözleri özgüven patlamasının ve iktidar yanılsamasının yarattığı bir iyimserlik bulutuyla perdelenmemiş olsaydı, IŞİD’in ta başından, daha o ilk balayı günlerinde bile önceliği kendi bağımsız gündemini uygulamaya verdiğini görebilirdi. Çünkü IŞİD, Suriye’ye yerleşir yerleşmez asıl mesaisini Esad rejimi ile savaşmaktan çok (kendileriyle de çatıştığı diğer selefî rakipleriyle eylem birliği değilse de strateji benzerliği içinde) Suriye’nin yerli muhalefetini yani AKP’nin sahadaki olası öbür vekillerini tasfiye etmeye çalışmaya verdi. Bu tasfiyenin önemli ölçüde başarılı olduğunda kuşku yok. Savaşın başında Suriye muhalefetinin ortak askerî aygıtı olarak parlatılan Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) adından başka geriye pek az şey kaldı. Ya onca masraf ve çabayla çoğu İstanbul’da kurulan, genişletilen, daraltılan, bileşimleri ve adları değiştirilen, bozulan, yeniden kurulan onca “ulusal siyasal cephe”, “konsey” ya da “çatı kuruluşu”; onların adını bile hatırlayan var mı? Bu tasfiyenin Türkiye’nin Suriye’deki seçeneklerini, dolayısıyla “oyun kurma” yeteneğini azalttığında ve IŞİD’e olan mecburiyetini artırdığında da yine kuşku yok. 

IŞİD, Suriye’de sağlamca yerleşir yerleşmez uysal bir âlet ya da iradesiz bir vekil olmayacağını, Ankara ile ilişkisini de bir “asil-vekil” ilişkisi olarak tanımlamaktan çok uzak bulunduğunu gösterdi. Kendisini yeryüzündeki tek gerçek ve meşru İslâmî yönetim olarak gören, “cihad” ve “fetih” hedefleriyle halifelik ilânında bulunan bir örgütün önünde sonunda küfür cephesinde saydığı bir devletle “eşitler arasında bir ilişki”den (o da şimdilik) azına razı olması da beklenemezdi zaten. Sınırdaki, çoğu kez Türkiye kamuoyuna yansıtılmayan ufak çaplı diş göstermeleri saymazsak, IŞİD Türkiye’yi hedef alan en az iki (unutuluşa terk edilmiş gibi gözüken ve faili konusunda kanıta dayalı bir açıklama hâlâ getirilmemiş olan, resmen 52 ölüme yol açtığı bildirilen 11 Mayıs 2013 Reyhanlı saldırısını da onun yapmış olması söz konusuysa üç) ciddî eylemle ilişkinin sınırlarını Ankara’ya hatırlattı. Bunlardan ilki 11 Haziran 2014’te Türkiye’nin (Irak’taki) Musul başkonsolosluğunun basılarak konsolos dâhil 49 Türk memurun tam 101 gün boyunca tutsak tutulmasıydı. İkincisi, 22 Şubat 2015’de Türkiye’yi sınır dışında asker bulundurduğu, uluslararası hukukça tanınmış tek “prestij toprağı” olan (Suriye’deki) Süleyman Şah türbesini boşaltarak merhumun kemiklerini alelacele kilometrelerce öteye, üstelik (yine “şiddetle inkâr edilen”; demek ki asılsız!) iddialara göre YPG’nin izniyle ve onun korumasında, taşımaya zorlamasıydı. Bu iki eylem Türkiye’nin “büyük devlet” ve “bölgesel güç” olma iddialarına ve uluslararası itibarına indirilmiş ağır darbelerdi.

Yine de sırf bunlara bakarak henüz IŞİD’in Türkiye’ye “girdiği” (eğer hiç çıkmışsa tabiî) söylenemezdi. Bu eylemler Türkiye’ye karşı olsa da Türkiye sınırları dışında olmuştu (Reyhanlı’dan emin olamıyoruz) ve IŞİD Türkiye’ye açık ya da zımnî bir savaş ilânında da bulunmamıştı. Bu yüzden bunları savaş eylemleri olmaktan çok, hatırlatma ve mesaj amaçlı birer “silahlı diplomasi” ya da “askerî araçlarla yürütülen müzakere” eylemi olarak görmek doğru olur. Hattâ, yine aynı sıralarda, 16 Ocak 2015’te İstanbul Sultanahmet’te bir polisin ve intihar eylemcisinin ölümüyle sonuçlanan saldırı bile, Türkiye sınırları içinde gerçekleşmiş olsa da hem hedefin seçilmişliğine ve sınırlılığına, hem eylemin görece düşük profilli ve amatör niteliğine bakarak, bu kategoride yani Türkiye’nin iç politikasını etkilemekten çok dış politikasına ya da örgütle ilişkisini düzenleme biçimine yönelik mesaj kaygısı güden bir “silahlı diplomasi” örneği olarak ele alınabilir. Musul başkonsolosluğunun işgalinden sonra 13 Eylül 2014’te başlayıp kırılması gelecek yılın (kent için) Ocak ve (bölge kırsalında) Nisan sonlarını bulan Kobani saldırısı, bütün bunlara rağmen ilişkinin kopmadığını, Suriye’de hâlâ ortak önceliklerin bulunduğunu gösteriyordu. Üstelik, IŞİD’in bölgedeki ve dünyadaki çok uzun düşmanlar listesinde adı geçenlerden sadece biri olan ve kendi hedefleri açısından çok âcil bir öncelik olduğu söylenemeyecek Suriye Kürtlerine bu kadar ısrarla ve bu kadar ağır bedelleri göze alarak yüklenmesi, Kobani savaşının asıl olarak Türkiye adına yürütülen bir savaş olduğu gerçeğine işaret ediyordu. Bu saldırının başarısızlığı ve getirdiği ağır yük, “asil” ile “vekil” ilişkilerindeki esas kırılmada ve Suriyeli aktörlerin Türkiye’ye girişinde büyük rol oynayacaktı. Bunun ayrıntılarını, Türkiye’ye “girdiği” söylenen ikinci Suriyeli oyuncuyla ilgili bölümde daha geniş ele alacağım. 

IŞİD’in Türkiye’ye girişini 5 Haziran 2015’te HDP’nin Diyarbakır mitingindeki patlamayla ya da daha iyisi, 20 Temmuz 2015 Suruç katliamıyla tarihlemek ilk bakışta doğru gözükebilir. Bu saldırılar açıkça Türkiye sınırları içinde olmuştu. Ama bu yargıya varmakta acele edilmemelidir. Çünkü bu katliamlar, IŞİD’in Türkiye’nin iç politikasını kendi bağımsız politik hedefleri doğrultusunda etkileyip şekillendirmek üzere bağımsız bir aktör olarak gerçekleştirdiği eylemler değildi. Burada bile şu sözde “vekâlet ilişkisinin” devam ettiği ve birinci eylemin doğrudan bir “seçim kampanyası desteği”, ikincisinin Suriye’deki Kürtlerle en azından ilk raundu ağır bir yenilgiyle sonuçlanan hesaplaşmanın Türkiye’ye taşınması olduğu görülebilir. Suruç katliamı IŞİD açısından salt bir intikam eylemi olabilir ama zamanlaması ve hedefi bakımından, sadece AKP hükümetinin değil, bizzat Türkiye devletinin AKP hükümetinden çok önce baş düşman (kayda değer bir düşman olamayacak kadar takatsiz ve mecalsiz kaldığı zamanlarda ise günah keçisi) olarak belirlemiş olduğu bir kesimin tam istenen zamanda darbelenmesiydi. Belki söylemeye bile hacet yok, Suruç saldırısının bir devamı ya da ikinci perdesinden başka bir şey olmayan 10 Ekim 2015 Ankara Gar katliamı da aynı kapsamda değerlendirilmelidir.

O hâlde, IŞİD’in Türkiye’nin iç politik gelişmelerinde hesaba katılması gereken bağımsız bir aktör olarak sahneye girişinin kesin tarihini 12 Ocak 2016’daki ikinci Sultanahmet saldırısı ile başlatabiliriz. Saldırının değil AKP kitlesini, laik yani IŞİD’in kitabına göre katli her koşulda vacip Türk vatandaşlarını bile değil, münhasıran Alman turistlerini hedeflemesi, bu kalıbın İstiklal Caddesinde 19 Mart’taki ikinci saldırıda da (bu kez İsrailli turistler hedeflenerek) tekrarlanması, İslam Devletinin AKP Türkiye’sine karşı hâlâ bir nezâket sınırını gözetiyor olduğunu düşündürtüyor. Ama böyle kibarlık ve hatır gözetme şimdilik gerçekten söz konusuysa bile bu, eylemlerin Türkiye’nin ekonomisini, uluslararası konumunu ve kaldıysa kaldığı kadarıyla itibarını, psikolojisini, sosyal yapısını hedefleyen ve yakın gelecekte alacağı yönü ve şekli belirlemeyi, en azından etkilemeyi amaçlayan açık bir savaşın başlangıç hamlesi olduğu gerçeğini değiştirmez.  Gelecek hamlelerin (IŞİD gücünü koruduğu ölçüde) daha sert ve daha ayrım gözetmez olacağını kestirmek felâket tellâllığı olmayacaktır. IŞİD’in, hızla savaşlar ve iç savaşlar coğrafyası Orta Doğu’ya çekilen Türkiye’de yerleşik bir politik güç olmaya yönelik çok da uzun vâdeli olmayan hesaplarının bulunduğu ortada. Bu durumda, ülkede ve bölgede olayların kazandığı ve daha da artması beklenen hıza bakıldığında Şam’daki Emevi Camiinde AKP’nin politika yapıcılarınca hâlâ edâ edilemeyen o ünlü vaad edilmiş Cuma namazının IŞİD tarafından İstanbul’da yeniden camiye çevrilmiş Ayasofya’da kılınıp kılınmayacağı pek de retorik bir soru sayılmaz.

 

YPG (Yekîneyên Parastina Gel)

Tekrar olacak ama girişte söylediğimi bir daha söyleyeyim: Türkiye hükümetinin en yetkili kişisinin yani başbakanın açıklamasına göre, Suriye’de savaşan taraflardan askerî yollar/araçlar ve politik amaçlarla Türkiye’ye giren ikinci aktör YPG. Yine tekrar: Türkiye’de Türkiye devletinin terörist olarak tanımladığı ve uluslararası muhataplarının çoğuna böyle kabûl ettirdiği yerli bir(kaç?) Kürt örgütü varken, YPG’nin neden böyle bir şeye lüzum gördüğü, teorisinden pratiğine tam bir diplomasi ustası olanı Davutoğlu’nun bile dışarıdaki müttefiklerine ve muhataplarına ikna edici bir açıklama getirmekte zorluk çektiği bir konu gibi görünüyor.

Türkiye hükümetinin başbakanının resmî açıklaması doğrultusunda YPG’nin Türkiye’ye girdiğini veri kabûl etmek zorundaysak, o zaman bu girişin nasıl ve neden olduğuna kafa yoralım.

AKP hükümetlerinin Suriye iç savaşına müdahil olmasında başlangıçtaki hesabı Suriye’yi aşan bir ufka sahipti. Bu girişimin AKP hükümeti açısından asıl dürtüsü, yükselen bir bölgesel güç (hattâ sadece kitlelerini değil, kendilerini de en azından bir süreliğine gerçekten inandırmış olmaları neden mümkün olmasın, bir dünya gücü?) olma vehmini ve fantezisini pratiğe geçirme hevesiydi. Beşar Esad’ın çabucak devrilip Suriye’de yandaş bir rejimin kurulmasıyla, AKP Türkiye’si Akdeniz’in doğusundan güneyine uzanan, Avrupa’nın küçük bir parçasından başlayarak Asya ve Afrika’nın hatırı sayılır kısımlarını kapsayan bir alanda dost hükümetlerin yönetimindeki bir (Sünni) İslam kuşağının önder ülkesi olarak güneşin altında hak ettiği yeri alacaktı. Yani, ”üç kıtaya hükmeden” Osmanlı’nın, çağın koşullarına uygun bir şekilde ihyasının temeli atılmış olacaktı. (Sadece temeli, bilindiği gibi çözülüş döneminde bile Osmanlı etki ya da en azından iddia alanı bu bölgeyle sınırlı değildi.)

Önderliğine talip olunanların bu önderliği tartışmaksızın kabûl edeceğine yönelik bu inanç ve güvenin nereden geldiğini ve ne kadar gerçekçi olduğunu şimdi sorgulamayalım. Bu sorgulamayı ertelersek, belirlendiği sırada bu iddialı hedefe ulaşılabileceğine dair gerçekçi gibi görünen nedenler bulunuyordu. Yeni Suriye stratejisinin belirlendiği sırada Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler hükümetleri iş başındaydı, Kaddafi sonrası Libya ile ilgili de büyük umutlar ve beklentiler vardı. Bölgede hesapları olan Batılı emperyalistlerle (onları işkillendirmeden usuletle ve suhuletle yürütülecek usta işi diplomasi sâyesinde) AKP Türkiye’sinin dış politika çıkarlarını ençoklayacak bir işbirliği sürdürülebileceği umuluyordu. Eski gücünün çok uzağında olduğu düşünülen Rusya ile uluslararası tecrit ve ambargo altındaki İran’ın sonucu etkileyebilecek bir varlık gösteremeyeceklerine inanılıyordu. İç politikada ise AKP gücünün doruğunda gözüküyordu, iktidarının ilk yarısında hâlâ gözetmek zorunda olduğu “askerî vesayet”ten kurtulmuş, bu konuda büyük yardımını gördüğü ve iyi kullandığı Gülen Cemaatinin artık rahatsızlık veren ortaklığından kurtulmak için başlatacağı tasfiye operasyonunun hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamış, tanımı yapılmamış bir “Çözüm Süreci” ile Kürt sorununda fiilî şiddetin önemli ölçüde hafiflemesini sağlamış ve en önemlisi henüz Gezi travmasını yaşamamıştı. Yani AKP için “Arap Baharı” ile önüne açıldığını sandığı dünya tazeliğini ve güzelliğini korumaktaydı, kendisi de gençti, diriydi, enerjikti, içeride ve dışarıda seviyor seviliyordu, ya da öyle sanıyordu. (Kısacası, mevsim bahardı, umutlar vardı – “Winter is coming” sloganıyla Gezi gençliğinin çok yakında patlayacağını o zamanlar kim nasıl tahmin edebilirdi?)

Ne var ki Ankara evindeki hesap Orta Doğu çarşısında tutmadı. Esad rejimi kendisinden bekleneni yapıp çabucak def olup gidivereceğine asap bozucu bir yaşama azmi gösterirken Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in art arda iktidardan edilmesi, Libya’da Kaddafi sonrasında ortaya çıkan fetret ortamında Türkiye’nin sahadaki güçler tarafından süratle kenara itilmesi ve ardından içeride AKP’nin ve ondan da çok ‘’kurucu liderinin” kimyasını düzelmeyecek şekilde bozan ve her cephede saldıran konumundan savunma konumuna geçmek zorunda bırakan Gezi ayaklanmasının patlaması, üç kıtada oynayan önder bir oyuncu olmanın Türkiye’nin fiilî gücünün ve becerisinin çok ötesinde bir hayal olduğunu gösterdi. Türkiye’nin Orta Doğu genişliğindeki hedef ve heveslerini bir yana bırakıp tekrar sınır komşularıyla ilgili çapına ve gücüne daha uygun hesaplarla yetinmesi gerekiyordu.

Ama işler buraya geldiğinde, böylece hedef küçültmek kaçınılmaz hâle gelse de, küçültülen hedefi tutturmak zorlaşmıştı. Bu noktada, Suriye Kürtlerinin ve onların tartışmasız en büyük temsilcisi olma konumunu kazandığı görülen PYD’nin (Partiya Yekîtiya Demokratik – Demokratik Birlik Partisi) ve başka bileşenleri olsa da esas olarak bu partinin silahlı gücü olan YPG’nin (Yekîneyên Parastina Gel – Halk Savunma Birlikleri) iç savaşta bir üçüncü taraf olarak belirmesi (Suriye rejiminin akademik bilgeliğe ters düşen terbiyesizce bir direnç, edepsizce bir dayanma gücü göstermesi, ABD’nin kararsızlığı ve Rusya ile İran’ın giderek artan ağırlığının yanı sıra) AKP aklının Suriye politikasını çıkmaza sokan başlıca etmenlerden biri oldu. Aslında, “biri” demek bu etmenin önemini hafif göstermek olur, başlıcasıydı. Çünkü Suriye Kürtlerinin bağımsız bir taraf ve hesaba katılması zorunlu olan bir politik/askerî güç olarak varlığını ispat edişi Türkiye’nin Suriye politikasını yeniden düzenlemesini gerektirecek önemde bir gelişmeydi.

Suriye Kürtlerinin ve YPG’nin sahneye çıkışı AKP’nin Suriye stratejisinin sonu ve Türkiye’nin bu ülkeyle ilgili geleneksel stratejisine dönüş anlamına geliyordu. Hayal dünyasından yaptığı huruç harekâtı katı gerçekliğe toslayan AKP hükümeti yayılmacı politikadan savunmacı politikaya geri dönmek zorunda kaldı. Bunu, Ordu (TSK) ile AKP arasında son bir yılda gözlenen yakınlaşmanın hem nedenlerinden hem sonuçlarından biri olarak okumak mümkün.

Geleneksel savunmacı politikaya dönülmesi AKP’nin (ve muhtemelen TSK’nın) sınırı aşıp Suriye’ye girmeyi her zamankinden de çok arzuladığı gerçeğiyle bir paradoks oluşturmuyor. Çünkü Suriye’ye girmekle artık amaçlanan, Şam’a AKP Türkiye’sinin vekili olacak bir dost rejim oturtmak değil, pekişme ve yayılma eğilimi gösteren Suriye Kürt yönetimini dağıtmak, yani savunma hattını Suriye içinde kurmak.  

AKP (ve TSK) açısından en iyi senaryo, Suriye’nin tercihan Birleşmiş Milletler onayıyla, Türkiye ordusunun da dâhil olduğu uluslararası bir güç (NATO) tarafından işgali olurdu. Böyle bir durumda hem savunmacı stratejinin hedefi yerini bulur yani Rojava yönetimi yok edilir ya da evcilleştirilir hem de hayatın acı gerçekleri yüzünden terk edilmek zorunda kalınan AKP stratejisi bir ölçüde gerçekleşmiş yani Esad yönetimi değiştirilmiş olurdu. Ne var ki Türkiye’nin bu doğrultuda yaptığı bütün çağrılar ve (2015 Kasım’ında Rus savaş uçağının düşürülmesi gibi) aldığı inisiyatifler şimdiye dek sonuçsuz kaldı. Uluslararası politikada Rusya ve İran’ın girişimleriyle oluşan son tablo böyle bir ihtimali şu ân için daha da uzak bir ufka itmiş bulunuyor.

Bu bağlamda Davutoğlu’nun Ankara Merasim Sokakta patlayan bombanın daha dumanı bile dağılmadan saldırıyı bir YPG militanının yaptığını açıklaması Suriye’ye bir askerî müdahale için meşru bir gerekçe yaratma yönünde umutsuz bir çabaydı.

Ama Başbakan Davutoğlu özünde haklıydı. Failin söylediği kişi değil de bir başkası çıkması, olayın sorumluluğunu YPG’nin reddedip TAK denilen bir başka örgütün üstlenmesi bu gerçeği değiştirmez. YPG Türkiye’ye girmiştir, Türkiye’dedir. Aslında YPG, PYD Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırında üç “kanton”da özerklik ilân ettiği ânda Türkiye’ye “girmişti”. Ama IŞİD için yaptığımız gibi YPG’nin Türkiye’ye girişi için de sembolik bir kesin tarih belirlememiz gerekirse bunun için belli bir günü değil belirli bir zaman dilimini almak zorundayız. YPG’nin Türkiye’ye girişi 2014 Eylül’ünden 2015 Ocak ayı sonlarına uzanan Kobani direnişi ile oldu. YPG epik yansımaları olan bu beş aylık savunma savaşıyla her ülkeden ve her çizgiden çeşitli Kürt hareketlerinin 100 yıllık, PKK’nin 40 yıllık mücadelelerinde yapabildiğinin kat kat fazlasını yaptı ve Kürt meselesini (Kürt tarihinde görülmemiş bir sempati ve prestijle) dünya kamuoyunun ilgisinin ve devletlerarası politikanın çeperlerinden çıkartıp merkezine oturttu.   

Can düşmanının katkısı ve desteği olmasaydı, YPG bu başarıyı tek başına kendi gücüyle ve kendi propaganda olanaklarıyla asla elde edemezdi. IŞİD’in sadece “fıtratının gereği” olarak değil bilinçli bir politik stratejik tercihle bile isteye kendisini dünyanın karşısına bir “korku ve nefret objesi” olarak yerleştirmesi YPG’ye altın bir fırsat sunmuştu. Bu olmasaydı, Kobani savaşının Batı medyasında yansıtılışı ve kamuoyundaki algısı “Orta Doğu denen mezbelelikte birbirlerini öldürüp duran alt-insan güruhları arasında sıradan bir boğazlaşma” olmaktan pek öteye gitmezdi. IŞİD’in kendi kendisi hakkında bilinçli olarak çizdiği bu resim sâyesinde, Irak ve Suriye orduları da dâhil sahadaki tüm hasımları karşısında ağır darbeler alırken YPG’nin gösterdiği direnç ve kazandığı zafer, Suriye Kürtlerine “tüm dünyayı hedef alan vahşetin karanlık güçlerine karşı canları pahasına uygarlığın değerlerini savunan kahramanlar” olarak görülmemiş bir pâye, itibar, sempati, şan ve şeref kazandırdı. Bundan böyle YPG’yi hedef alacak her güç, dünyanın gözünde kazanmış olduğu bu imajı hesaba katmak zorundadır.

Kobani “krizinin yönetilmesi” (bu şık ifadeyi cümle içinde kullanmanın sonunda bana da nasip olmasından ayrıca kıvanç duyuyorum) AKP açısından fiyaskoya varan bir iç ve dış politika felâketi oldu. Ve eğer YPG Türkiye’ye girdiyse AKP’nin Kobani’de istemeden açmış olduğu kapıdan girdi. AKP Türkiye’si Kobani politikasıyla ilgili tarafların hepsiyle birden aynı ânda arayı bozmak gibi şahane bir beceriksizliği becermeyi başardı: Türkiye yönetiminin bu arada IŞİD’in çabucak “işi ileceği” umuduyla Kobani’de hava gücü dışında tam donanımlı bir orduya karşı hafif silahlarla destansı bir direniş sergileyen YPG savaşçılarına dışarıdan silah ve savaşçı yardımı gönderilmesini aylarca oyalamasının iç ve dış politikadaki bedelleri ağırdı. AKP hükümeti bunu yaparak kendi kamuoylarına Suriye ve Irak’ta baş düşman olarak IŞİD’i gördüklerini açıklamış ve özellikle Suriye’de örgüte karşı eylemli mücadeleye başlamış olan Batılı müttefiklerinin gözündeki zaten sorgulanmaya başlamış olan güvenilirliğini iyice zayıflattı. Göz göre göre gelen bir katliama çanak tutmak şeklinde okunan bu tavır, içeride Türkiye Kürtlerinin çileden çıkmasına, patlamasına ve PKK çizgisinin Kürt nüfusun o zamana dek kendisinden uzak, AKP’ye yakın durmuş kesiminde önemli destek bularak kentlerdeki varlığını iyice güçlendirmesine yol açtı. Bu kadarla kalsa gene iyiydi: AKP hükümetinin sonunda uluslararası baskılara boyun eğerek Türkiye üzerinden Kobani’ye Irak Kürtlerinden silah ve savaşçı desteğinin gelmesine razı olmak zorunda kalmasının IŞİD tarafından nasıl karşılandığını tahmin edebiliriz. O hâlde IŞİD’in de Türkiye’ye YPG’ye göre biraz gecikerek de olsa Kobani kapısından girdiğini, 12 Ocak 2016’da Sultanahmet Meydanında patlayan bombanın fitilinin tam bir yıl önce 2015 Ocağında Kobani önlerinde ateşlenmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Başbakan Davutoğlu’na katılarak YPG’nin Türkiye’ye girmiş olduğunu söyledim. Elbette bu giriş bedence değil ruhça oldu. Bedence girişe gerek yoktu, çünkü sınırın Türkiye tarafında bir beden zaten mevcuttu. PKK’nin AKP hükümetinin savaş ilânını görünüşe göre ondan bile daha hevesle kabûl etmesi doğrudan YPG’nin varlığıyla ilgili. PKK, dağdan kent içlerine taşıyarak yeni boyutlara ulaştırdığı bu savaşı, esasta,  her ikisinin de merkezinde YPG’nin varlığının bulunduğu biri taktik biri stratejik iki gerekçeye dayandırıyor gibi gözüküyor. Taktik hesabın savaş uçağının düşürülmesinden sonra Rusya’nın benimsediği katı tutum yüzünden hayli azalmış olsa da ortadan kalktığı söylenemeyecek bir ihtimale, yani Rojava’ya yönelebilecek bir Türk kara harekâtı ihtimaline karşı TSK’yı kendi sınırları içinde bloke etmek olduğunu düşünenler var.

Bu düşünce isabetli olabilir ama asıl önemli olan stratejik hesap, PKK’nin savaşı sivillerin yoğun olduğu kent içlerine taşımakla YPG’nin Kobani’de kazandığı itibardan kendi coğrafyası için yararlanmak ve böylece Türkiye’nin Kürt sorununun uluslararasılaştırmak deyim yerindeyse “Filistinlileştirmek” hedefiydi.*

Şu ân için PKK’nin bu hedefinde kayda değer bir başarı elde edemediği görülüyor. Türkiye’nin uluslararası müttefikleri (ABD ve Avrupa Birliği), ulusalcısından İslamcısına her kesimden Türk’teki yaygın kanaatin aksine en azından bu konuda ve en azından şu âna kadar, oldukça güvenilir müttefikler olduklarını gösterdiler. Yani ucuz ve sözde “anti-emperyalizm”cilerin iddiasının aksine, dünya sisteminin hâkimlerinin yani emperyalizmin tercihi esas olarak Kürtlerden değil hâlâ Türkiye’den yanadır. Savaşı uzatabilirse bu tablonun yavaş yavaş değişmeye başlayacağı beklenebilir ama şu âna kadar, Rojava’da YPG’nin IŞİD’e karşı direnişinin aksine PKK’nin Türk ordusu ve polisine karşı giriştiği alan savunması karşısında dünya büyük ölçüde kör, sağır ve dilsiz kaldı. Batılı medya da bölgeden gelen aşağılama, ölüm ve yıkım haberlerine ve görüntülerine Kobani ile kıyaslanamayacak derecede az ilgi gösterdi. Son birkaç yılda yaşanan itibar yitimi ve imaj aşınmasına rağmen Türkiye’nin kolay gözden çıkarılamayacak bir ülke olduğunu gösterir bu, ama ülkenin taşıdığı bu önemin hükümeti ya da cumhurbaşkanı için de geçerli olduğu anlamına gelmez. Giderek sürat kazanan gelişmeler ve tesadüflerin üst üste birikmesi, meselâ İran asıllı bir hayırsever işadamının birdenbire küçük kızını eğlenmesi için ABD’deki Disneyland’e götürmeye karar vermesi gibi âni ve münferit olaylar bunu düşündürtüyor.

 

PKK ve TAK

17 Şubat ve 13 Mart’ta Ankara’yı vuran ve (YPG’nin değil) TAK’ın (Teyrêbazên Azadiya Kurdistan – Kürdistan Özgürlük Şahinleri) üstlendiği saldırıları da bunun, yani PKK’nin giriştiği kent savaşında gözettiği stratejik hedefi yani savaşı Türkiye Kürtlerine genel bir sempati yaratacak şekilde uluslararasılaştırmayı hiç olmazsa şimdilik başaramayışının sonucu olarak okumak gerekiyor. Saldırıların ardında Kürt kentlerini haftalar hattâ aylardır yakıp yıkan savaşın, göze alınan ve verilen kayıpların dünya ve Türkiye devletleri ve kamuoyları üzerinde amaçlanan etkiyi ve tepkiyi yaratmamasının doğurduğu öfke ve hayal kırıklığının muhakkak ki çok önemli payı var. Bu olsaydı yani YPG’nin Kobani’de başardığı şekilde savaşın Kürtlerin lehine bir sempati dalgasıyla uluslararası gündemin göbeğine taşınması başarılsaydı, Fırat’ın batısında sivil halkı da hedefleyen, en azından gözden çıkaran bu tür saldırılar asla gerçekleşmezdi. (Tıpkı, YPG’nin savunma durumu dışında şu ânda IŞİD dışındaki hiçbir hedefe saldırmaya ihtiyacının bulunmaması gibi.)

Genel ve yaygın kanı TAK’ın PKK’nin kendi üstlenemeyeceği işleri yaptırmak için kurmuş olduğu basit bir birimden başka bir şey olmadığı yönündeyken, gerek PKK gerek TAK kendilerini aynı insan havuzundan beslenip büyük yakınlıklar ve ortaklıklar taşısalar da birbirinden ayrı ve bağımsız özneler olarak tanıtmaya çalışıyorlar. Genel kanıya, yani TAK’ın şu ya da bu şekilde PKK’nin kurup yönlendirdiği ve kontrol ettiği bir yapı olduğuna katılıyorum. Mesele, bu kontrolün derecesi ve sürdürülebilirliği.

Çünkü, Metin Kayaoğlu’nun bazı çevrelerde okuma için gereken zamandan bile önce büyük bir infial oluşturmuşa benzeyen son yazısında sakin kafayla okunursa görülebileceği gibi, özellikle 13 Mart’taki ikincisi olmak üzere TAK’ın bombaları sivillerin yanı sıra PKK’nin “Türkiyeli devrimci ve demokrat kesimleri mücadele yolunda stratejik müttefik olarak kabul ve ilan etmiş” olan ve böylece Türkiye halkını kazanılması gereken müttefik olarak belirlemiş gözüken deklare edilmiş politik çizgisini de vurdu. TAK’ın bu tür eylemleri devam ettiği sürece PKK’nin Kürt sorununun çözümünü Türkiye içinde arayacağı, mücadelesinin Türkiye genelinin demokrasi mücadelesinden ayrılamayacağı yolundaki söylemlerinin hedeflediği muhataplarında inandırıcı olması pek beklenemez.

Bu durumda, TAK’ın eylemleri PKK’nin bir yol ayrımına gelmiş olduğu şeklinde yorumlanabilir mi? PKK, kuruluşundan itibaren Abdullah Öcalan’ın da şüphesiz kişisel gayretleriyle ama esas olarak bilinçli bir örgütsel tercihle “lider tapıncına” dayalı bir hareket görüntüsü sunmuştu. PKK söyleminde “önderlik” kavramı her zaman çok önemli olmuştu ancak içerdiği çoğulluk ve kolektiflik çağrışımlarına rağmen 1999 yılında Türkiye devletinin eline verildikten sonra da Öcalan’ın şahsı için kullanılan bir unvandır. Sözü kanun ve tüzük olan tek ve mutlak liderinin sahneden çekilmesiyle örgütün yön duygusunu yitireceğini ve parçalanacağını umanlar varsa yanıldılar. PKK liderini yitirmenin yarattığı şoku çeşitli zorluklar yaşasa da atlattı. Başlangıçtaki kopuşlar kontrol edilebildi. PKK gövdesinden biri solunda (Devrimci Çizgi) biri sağında (PWD) iki alternatif çıkarma çabaları boşa çıktı ve PKK kitlesini, silahlı gücünü ve politik varlığını korudu. Üstelik, PKK Öcalan’ın alandan ayrılmasıyla ilk defa kelimenin gerçek anlamında (yani çoğul ve kolektif) bir “önderlik” kurumuna sahip olmuştu.

Öcalan’a kayıtsız şartsız ideolojik ve siyasal sadakatini ilân etse, Öcalan’ın genel doğrultuyu ve statejiyi belirlemekte hâlâ hatırı sayılır bir etkisi olmakta devam etse de, işlerin fiilî yürütülüşü bu kurum ya da kurulun elindedir. Ve bu kurul kolektif ve çoğul yapısına rağmen (yine umanlar varsa) kendi içinde görünür çatışmalar ve sürtüşmeler yaşamadan örgütün varlığını koruma ve bölgedeki gelişmeleri ustaca kullanarak gücünü artırma yeteneğine sahip olduğunu gösterdi. 

Şimdi, PKK’nin bizzat Öcalan’ın yönlendirmesiyle kabûl ve ilân edilmiş politikasına ters düşecek ve açıkça zarar verecek eylemlerden çekinmiyor görüntüsü veren bir örgütün varlığına ve eylemlerini sürdürmesine izin verilmesinin anlamı nedir?

TAK’ın PKK’den ayrı ve bağımsız hareket eden bir örgüt olduğu iddiası doğruysa yukarıdaki sorunun bir bölümü gereksiz olur. Çünkü bu durumda bu örgütün PKK’nin deklare edilmiş politikasına ve hedeflerine ters düşen ve zarar veren eylemler yapmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ama sorunun, varlığına ve eylemlerine neden izin verildiği (ya da hoşgörü gösterildiği) bölümü geçerliliğini korur. Çünkü bu durumda, PKK muhatapları ve hattâ kendi kitlesiyle arasına giren, onlarla iletişimini bozan, verdiği mesajları karıştıran, anlaşılmasını güçleştiren bir parazitle karşı karşıya demektir. PKK’nin kendi dalga boyunda ya da yayın alanında çıkan kontrolsüz sesler yani parazitler konusundaki geleneksel tutumu hatırlandığında, TAK’a karşı kullandığı ölçülü ve anlayışlı dil, bu iddianın yani TAK’ın ayrı ve bağımsız bir örgüt olduğunun inandırıcılığını azaltan bir başka gösterge.

TAK’ın PKK’nin tam kontrolünde bir şok biriminden başka bir şey olmadığı yönündeki genel kanı doğruysa o zaman, bizzat PKK’nin kendi deklare edilmiş politik programına zarar veren eylemlerde bulunulmasında sakınca görmediği sonucuna varmamak, mantık silsilesini ve politik analizi yarıda kesmek, sonuna dek götürmekten korkmak olur. Mantık ve analiz buraya dek sürdürülünce de, bölgede değişen şartların PKK’yi ilân ve kabûl edilmiş politikasını bir kez daha değiştirmeyi düşünmeye başlayacağı bir noktaya mı getirmekte olduğu sorusu kaçınılmaz oluyor.

Fırat’ın batısında bu soruyu sormaya ve olası sonuçları üzerine kafa yormaya hazır bir özne ya da özneler var mı?

 

* İşin ironik yanı, PKK’nin Kürt sorununu Filistinlileştirmek istediği sırada Filistin sorununun çoktan “Kürdistanlılaşmış” yani uluslararası politika gündeminin merkezinden çeperine inmiş/itilmiş olması. Bunda IŞİD gibi örgütlerin oluşmasına büyük katkıda bulunduğu İslam karşıtı iklim ve İslamcı Hamas’ın Filistin siyasetindeki yükselişi etkili oldu. Filistin davası, onyılların mücadelesiyle dünya kamuoyunda kazanmış olduğu sempati ve duygudaşlığı büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar