Ana SayfaArşivSayı 6Lukacs: Devrimci Bir Özne Arayışı

Lukacs: Devrimci Bir Özne Arayışı

 

 

George Lukacs:

Devrimci Bir Özne Arayışı

Andrew Arato

Çeviri: Mehmet Küçük

George Lukacs 1910 yılından itibaren bir devrimciydi, ama devrimsiz bir devrimci. Yirmi yıl sonra, devrimci olamadığı “devrim ülkesi”nde bir sürgündü. Bu dönemde temel ilgisi, dünya devriminin “öznesi”nin bulunmasına dönüktü. Bu arayış 1923 yılından itibaren yalnız bu yazının başlığı değil, aynı zamanda bir ölçüde kuramsal önvarsayımı da olan tarihsel bir “özne-nesne” diyalektiği kuramına doğru evrildi.[1]

Lukacs, Budapeşte’de 1885 yılında zengin bir Yahudi banker ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Macaristan’da eğitim gördü; ayrıca Berlin Üniversitesi’nde Georg Simmel ile (1909-1910), Heidelberg’de yeni-Kantçı Emil Lask ve Max Weber ile (1913-1914) birlikte çalıştı. On yedi yaşında yayımlanan ilk yazın eleştirisi çalışmaları, Batı’nın burjuva kültürüyle karşılaştığında daha fazla derinleşecek olan, Macar yaşam ve kültürünün durumuna karşı beslediği düşmanlığı sergiler. Birinci Dünya Savaşı eleştirilerinin önemini artırırken, Rus Devrimi ütopyacı olmayan siyasi bir alternatif olanağı sağlamış oldu. Lukacs 1918 yılının Aralık ayında yeni Macar Komünist Partisine katıldı; başarısız 1918 Macar Sovyet Cumhuriyeti’nde Kızıl Ordunun bir birliğinde siyasi komiser olmasının yanı sıra Eğitim Komiseri olarak görev yaptı. Avusturya’daki sürgün yıllarında, düşünsel zirvesine (Geschichte und Klassenbewusstsein (Tarih ve Sınıf Bilinci-1923)) başlıklı eseriyle varan siyasi ve kuramsal çalışmalarını sürdürdü. Siyasi çalışmaları, Macar Komünist Partisinin Landler hizbi adına (Bela Kun’a Karşı) 1928 yılında yazdığı “Blum Tezleri”yle sonuçlandı. İki çalışması da açıkça farklı gerekçelerle komünist Enternasyonal tarafından kınandı ve Lukacs her iki durumda da özeleştiri verdi. Geschichte und Klassenbewusstsein’ı açıkça yadsıyarak reddetmesi, Sovyetler Birliği’nde yazın çalışmaları ve estetikle uğraştığı, ama siyaset üzerine hiç bir şey yazmadığı sürgün yıllarında gerçekleşti. Genç Hegel üzerine geliştirdiği önemli çalışmayı Sovyetler’de bulunduğu sırada yazmasına karşın o tarihte yayımlamadı. Lukacs, 1945 yılında Macaristan’a döndü; sanat ve kültürün kurumsal ve yönetsel müdahalelerle karşılaşmaması gerektiğini savunmasına karşın, Sosyal Demokrat ve Batılı İdeolojiye karşı bir koçbaşı olarak kullanıldı[2]. Macar Komünist Partisinin iktidara gelmesinden sonra ve Rajk mahkemesinden hemen önce Parti önderliğinin saldırılarına uğradı. Kamusal yaşamdan dışlandı ve ancak 1956 ayaklanmaları sırasında kurulan İmre Nagy’nin koalisyon hükümetinde Kültür Bakanı olduğu de-Stalinizasyon döneminde siyasi ve kültürel yaşama dönebildi. Lukacs, bu hükümette Varşova Paktının reddedilmesine karşı oy kullanan tek kişiydi. Kamusal yaşamdan yine geçici olarak çekilmeye zorlanmasına karşın, uluslararası ünüyle birlikte bu olay onu ciddi suçlamalardan korumuş oldu. 1960 lı yıllarda çalışmaları yeniden yayımlandı ve etrafında (bu, hayatında üçüncü kez oluyordu) üniversitede ders vermeleri hala yasak olan genç Marksist aydınlardan oluşan bir çevre gelişmeye başladı. 85 yaşında Zur Ontologie des geselschaftlichen Seins (Toplumsal Varoluşun Varlıkbilimine Doğru) başlıklı çalışmasını tamamlamak için uğraşıyordu. Lukacs’ın yaklaşık yetmiş yıllık çalışmalarının etrafında döndüğü kimi temel sorunlara ışık tutabilmek için, bu yazı, sözünü ettiğimiz gelişmenin 1923 yılına kadar olan bölümünün temel sorunlarıyla sınırlı kalacak.

1. Değiştirilmesi Gereken Bir Dünyanın Kulturkritik’i.

“Nesnel kültür” (Şeylerin yeşertilmesi (cultivation) ve “öznel kültür” (şeylerin yeşertilmesi aracılığıyla insanların yeşertilmesi) arasında giderek trajikleşen kopmaya Simmel önceden işaret etmişti. Simmel bir anlamda, Das Kapital’den Marx’ın yabancılaşma kuramını alarak insanlık tarihini (kendileri başlangıçta doğal nesnelerle girilen etkileşimden kazanılmış olan) öznel beceri ve yetilerin, yaratılmış nesneler ya da nesnel yöntemler biçiminde “nesnelleşmesi” (ya da dışsallaşması) olarak kavradı. İnsanların, özneden bağımsız kendi hareketine sahip bir nesneler dünyası yaratarak, kendilerinin yaratmış olduğu nesnelerin denetimini ve bilincini yitirebileceğini kabul etti. Bu denetimin yitirilmesinin temel biçimlerinden biri işçinin, üründen, üretim araçlarından ve öbür işçilerden artan derecede ayrılmasıdır. Ama Marx için yabancılaşma tarihsel bir sorunken, Simmel yabancılaşmayı, işbölümü ve insanın insan üzerindeki tahakkümünü sonsuz ve sonsuza kadar artacak fenomenler olarak, insanın trajik kaderi olarak gördü[3].

Lukacs’ın kültür eleştirisi, Simmel’inkinden, bu eleştiriyi derinleştirerek ve felsefi sonuçlarını ifade ederek yola çıkar. Simmel’e göre, genel toplumsal insanlıktan çıkma durumundan kaçabilen alanlar (özellikle sanat ve felsefe-insanın “içyaşantısı”na ilişkin dünyalar-)vardı. Lukacs’ın çağdaş kültür çözümlemesi ise, bu alanların bile yükselen kapitalizme özgü uzmanlaşmaya kurban gittiğini gösterdi. Özne ve nesne birbirinden ayrılmış, insani öznellik nesnelleştirilmişti. Bundan dolayı, yabancılaşmanın altedilebileceği dolayımların keşfedilmesi zorunluydu.

Lukacs bu sorunla Kant’ın üçüncü Çatışkısı, yani “iradeci öznelcilik” ve “gerekirci nesnelcilik” arasındaki çelişki çerçevesinde yüzleşmek zorunda kaldı. Saf Aklın Eleştirisi’nde Kant, biri dünyada zorunluluğun egemen olduğunu, diğeri özgürlüğün var olduğunu gösteren iki “kanıt”ı uzlaştırmaya girişir. Ortaya koyduğu çözüm, bu iki zıt kutbu gerçekliğin iki farklı kertesine yerleştirerek çelişkiyi muhafaza eder. Katı gerekircilik fenomenler kertesinde (böylece doğada ve doğa biliminde) geçerliyken, özgürlük numen, “kendinde şey” kertesinde (böylece ahlaki yaşam ve etikte) varolur. Böylece özgürlük tek bireyin iç ahlaki dünyasıyla sınırlandırılır ve insanların birbirleriyle etkileşimi zorunluluğun yönettiği doğal bir ortamda yer alır.

Başlangıcından beri altetmeye çalışmış olsa da, Kant’ın Üçüncü Çatışkısı Lukacs’ın çalışmalarını derinden etkiledi. Sanatı öznel kültürün bir işlevi olarak çözümlediği ilk çalışmalarında Kantçı etiği insanları hemcinslerinden yabancılaştırdığı için eleştirdi, ama Kant’ın koyduğu sorunu yalnızca bireyci, çatışkıyı hala muhafaza eden yarı dinsel kavramsal bir mitolojiye başvurarak “altedebilirdi”[4]. Erken dönem çalışması olan Modern Dramanın Gelişim Tarihi Lukacs’ı, sanatı “nesnel kültür”le (toplumsal ve ekonomik gelişme) ilişkilendiren Marksist bir konuma yaklaştırsa da, tarihsel maddeciliği yalnızca bir “sosyoloji” olarak gördü. Bu nedenle, sınıf savaşımını yalnızca dışsal ve yüzeysel bir düzeyde kültürle ilişkilendirebilirdi.

Üçüncü Çatışkının koyduğu özne-nesne sorunu, kolayca görülebilir şekilde genç Lukacs’ın felsefi ilgilerinin merkezinde yer alıyordu. Bu sorun 1912 yılında gerçekleştirdiği sistematik felsefi denemenin yayımlanmış olan bir bölümünde temel öneme sahipti[5]. Bu çalışmasında, özne ve nesne birliğine yalnızca estetikte ulaşılabileceğini, ama bunun yalnızca yaratıcının öznelliğinin sanatsal olmayan bütün görünümlerinden soyutlanması ve yaratının, benzer şekilde, soyutlama düzeyinde ele alınması kaydıyla ortaya çıkabileceğini öne sürdü. Gelgelelim, etikte, özne ve nesnenin bu birleşimi olanaklı değildir. Lukacs, Kant’ın etiğinin en aşırı biçimini alarak etikte nesnelliğin hiç bir şekilde varolmadığını öne sürer. Gerçi bütün insanların öznelliği konusunda ısrarlıdır, ama bu içgörü bile dışsallaştırılamaz, Lukacs bu noktada, anlamlı bir şekilde, böylesi bir nesnelleşmeyi zorlamaya giriştiğimiz zaman etiği aşarak ütopyaya adım attığımıza işaret eder.

Biçimsel etiğin bakış açısı ne olursa olsun, Lukacs’a göre, ütopya, 1914 yılında gündemin ilk maddesini işgal ediyordu. Bu Bağlamda, 1914-1915 yıllarında yazdığı ünlü Roman Kuramı’nda, Tarih ve Sınıf Bilinci’nin kavramsal gücünün kimi öğelerini önceden sergileyecek şekilde yabancılaşma dünyasının tarihsel bir çözümlenişini sergilemiş olmasına karşın, drama tarihi çalışmasında kullandığı sınıfsal çözümlemeyi terkeder. Avrupa Sosyal Demokrasisinin Dünya Savaşına boyun eğmesiyle birlikte, Lukacs artık yaşadığı dönemi yalnızca burjuvazinin çöküş çağı olarak değil, ama “Bütünlüklü bir düşüş” çağı olarak gördü. Sonuçta, bu çağın altedilmesi, insanların içsel hayatının dönüşümünü gözeten ütopyacı bir perspektif çerçevesinde sunulur[6]. Ufukta beliren başka bir alternatif dikkatini çekmesine rağmen, Lukacs 1917 yılında bile bu ütopyacı modelde ısrar etti. Bu alternatif karşısında geçici olarak bile olsa direndi, çünkü Lukacs’a göre “proletaryanın ideolojisi, dayanışma anlayışı bugün hala öylesine soyut ki, -sınıf mücadelesinin askeri silahlarından başka- hayatın bütün görünümlerini kapsayan gerçek bir ahlak sağlamaya gücü yok” [7].

2. Etik İdealizmden Praxis Diyalektiğine

Gramsci’nin “metafizik bir olay” olarak tanımladığı, Bloch’un “novum” dediği Rus Devrimi, Lukacs’ın Marksizm ve proletarya karşısındaki tutumunu kökten değiştirdi. Bu değişme doğrudan ya da tam değildi; hem Macaristan’daki somut tarihsel koşullarla, hem de Lukacs’ın  kendi kuramsal evrimiyle bağlantılıydı. 1917 yılı ve Geschicte und Klassenbewusstsein’in yayımlanması arasında yazılan siyasi ve kuramsal denemeler, Lukacs’ı özne-nesne sorununun nihai olarak başarılı olmasa bile yeni ufuklar açıcı kuramsal çözümüne götüren diyalektik yolu anlamak bakımından önemli. Buraya kadar yazdıklarımızdan da görüleceği gibi, özne- nesne sorunsalının içermeleri proletaryanın sınıf bilinci, kendiliğindenlik, partinin rolü, sosyalizmin kaçınılmazlığı gibi sorular ve bugün olduğu gibi o zaman da devrimci hareketin başına bela olan bütün öbür yakıcı konularla doğrudan doğruya ilintilidir.

İşçilerin, Bolşevik Devriminden önce bile, büyük güçlerin savaş politikalarına boyun eğmelerini sağlamak giderek güçleşmekteydi. Rusya’daki olaylar, bir koalisyon hükümetinin kurulmasına neden olan Ekim 1918 “devrim”ine yol açan Macaristan’daki Ocak 1918 genel greviyle sonuçlanan bu süreci hızlandırdı. Macar Komünist Partisi Kasım ayında kuruldu ve 21 Mart 1919’da Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle birlikte iktidara geldi.

Lukacs, savaş yılları boyunca, giderek Ervin Szabo’ya, Macar Sosyal Demokrasisinin anarko-sendikalist sol kanadının önderine yaklaşmıştı. Sorel ve Rosa Luxemburg’u okumasının yanı sıra, Marx’ı da yeniden okuyordu[8]. Lukacs, 1918 yılının Mart ayında Szabo’yla etik ve dünya görüşü sorunları hakkında kamuoyu önünde tartışmaya girdi[9]. Lukacs’ın “etik idealizm”i, doğasının siyasi açıdan ilerici olduğunu söyleyerek savunması, kendi praxis kavramında önemli bir değişmeyi temsil eder. Bundan böyle praxisi Kant’çı etikle bir tutmadı. Pratik dünyasının nesnelliği dışlamadığını, aslında “nesne”nin değişmesini ya da kendi için bir nesne haline gelmiş bir öznenin değişmesini ima ettiğini ilk kez savunabiliyordu. Pratik, etik ve siyaset olarak ikiye ayrılır. Siyasetin amacı kurumları dönüştürmek (ya da korumak) iken, etiğin amacı insanın içsel dönüşümünü sağlamaktır. Siyasetin her zaman kurumların ampirik doğasını gözönüne alması gerekirken, etik için yalnızca aşkın bir “olması gereken” önemlidir. Felsefi bir konum olarak “etik idealizm” bütün insanların değişmez değeri konusundaki (Kant’çı, Fichte’ci) talebe, insanların araçsallaştırılması karşısındaki direnişe yaslanır. “Etik idealizm”in güttüğü siyaset bu talebi bütün kurumlara yöneltir ve sürekli devrim gereksinimini ima eder. Szabo haklı olarak, Lukacs’ın kurumların nesnel gelişimini pek gözönüne almadığına ve ideallerin yalnızca bu kurumların doğalarındaki “nesnel olanaklılıklar”la ilişkilendirilebildiği takdirde kurumlara karşı yöneltilebileceğine işaret ediyordu. Lukacs bu eleştiriyi sonraki çalışmalarında gözönünde bulundurdu.

Lukacs için Kasım 1918 bir karar ayı idi. Yeni kurulan Macar Komünist Partisine hemen katılmadı, aslında Bolşevikleri “Ahlaki Bir Sorun Olarak Bolşevizm” başlıklı kısa yazısında eleştirmişti[10]. Ortaya koyduğu argümanın yapısı felsefi geçmişinden kaynaklanmaktadır, ama bunun bizi yanıltmaması gerekir: Daha sonra “Taktik ve Etik”te Komünist Partisine katılışını yine aynı argümanların çoğunu kullanarak meşrulaştırdı[11]. “Ahlaki Bir Sorun Olarak Bolşevizm” başlıklı yazıda, kendi sınıf çıkarlarını gerçekleştirmek yoluyla genel olarak insanlığın özgürlüğe kavuşmasını sağlayacak olan proletarya anlayışının (Marksizmin temel kavramı), Hegelci “Aklın Hilesi” kavramına dayandığını savunur. Ama bu arzu edilir sonucu garantileyecek tarih-üstü bir özne olmadığı için bu düzenleme “ruhsuz ampirik gerçeklik” ve “ütopyacı etik irade” şeklinde bölünür ve böylece Üçüncü Çatışkıya geri dönülmüş olur. Lukacs, buna uygun olarak, Marksizmi hem sınıf mücadelesinin ve çatışmasının sosyolojisi olarak, hem de sosyalist bir dünya düzeninin ütopyacı koyutu ve etik “olması gereken”ine yaslanan bir tarih felsefesi olarak gördü. Proletaryanın zaferi sosyolojinin nesnel bir sonucudur, ama bunun bir önkoşul oluşturduğu demokratik sosyalist dünya düzeni yalnızca proletaryanın ahlaki iradesinin sonucu olabilir. Lukacs’ın 1920 yılı öncesinde dünyanın dönüştürülmesinin ahlaki öznesi’nin arayışı peşinde yazdığı tüm makaleler, giderek artan bir şekilde tarihsel bir bağlamda yer alsa da, bu ikiliği barındırır.

Lukacs, sonuçta Bolşevik yanlısı olmayan bir karar verdi. Çünkü, birincisi, demokratik dünya düzeninin demokratik olmayan araçlara başvurularak hedeflenebileceğine ikna olmamıştı; ikincisi, Bolşevizm sabırlı ve inatçı bir demokratik çalışmanın gerektirdiğinden daha fazla özveri istiyordu. Ama 1918 yılının Aralık ayında bunun tam tersi bir tutum takındı. Muhtemelen 1919 yılının Ocak ve Mart ayları arasında yazılan “Taktik ve Etik”, Sosyalist araçların temel ölçütü olarak yalnızca bu araçların yeni dünya düzeninin bilincini aktörlerde uyandırıp uyandırmadığına bakmak gerektiğini ve devrimcinin şiddet öğesi içeren araçlarının (ahlaki bir insan için) en büyük özveriyi kapsadığını öne sürer[12]. İlk argüman sınıfın taktiğiyle, ikincisi bireyin etiğiyle ilgilidir. Her iki durumda da seçme öğesi korunur ve bunun nesnel temeli önceden olduğundan daha tarihsel bir şekilde sunulur. Bu bağlamda, biri göreli olarak geç bir tarih olan Macaristan Sovyet Cumhuriyeti süresince, diğeri sürgünün ilk yılında yazılmış olan, komünist ahlak konusunun işlendiği iki makaleyi ele almak yararlı olacaktır. Bu iki makale arasında öznellik kavramında önemli bir değişme bulabiliriz.

“Komünist Üretimde Ahlakın Rolü” başlıklı yazısında, şimdi hükümetin bir üyesi olan Lukacs kendini üretim ve iş disiplini sorunlarına adadı[13]. Ağır ekonomik sorunlar karşısında olası iki çözüm vardır: Proletarya, ya disiplinin kendisine zorla kabul ettirilmesi yolunda özgür ahlaki karara varabilir, ya da kendisini bir disipline boyun eğmeye zorlayacak kurumsal araçları yaratabilir. Birinci seçenek “zorunluluk çağı”ndan “özgürlük çağı”na doğru önemli bir adım anlamına gelir. Proletaryanın özgür bir devrimci özne olması için gerekli nesnel olanak, kendisinin zaferiyle sonuçlanan tarihsel süreç tarafından yaratılmıştır. Ama özgürlük nesnel yasaların bir sonucu değildir: Özgürlük, seçmenin ürünü olduğu taktirde proletarya tarihsel gelişmenin bir parçası, “özgürlük çağı”na doğru gidişin itici gücü haline gelir. Öte yandan, kurumsal zorlama bir adım geri atmak, yaratılmış olan kurumların sonradan yıkılması gerektiği gibi oldukça tehlikeli bir sonucu gerektiren öznel özgürlükten vazgeçmektir. Lukacs haklı idi. Çöküş  halinde ve yalıtılmış  Sovyet Cumhuriyeti koşulları altında, “işçilerin özgür kararı”nın gerçekleştirilmesinin mümkün olmayan bir mit olduğu kanıtlandı.

Lukacs’ın Avusturya’da sürgündeyken yazdığı “Komünist Partisinin Ahlaki Misyonu”, Komünist Enternasyonal’in ulusal bölümlerinin Bolşevikleştirilmesinin hala direnişle karşılaştığı bir zamanda ortaya çıktı[14]. Lukacs bu yazıda kaba bir Bolşevikleştirici gibi görünüyor. Lukacs’ın Parti hakkındaki görüşlerine daha sonra eğilecek olmamıza rağmen, burada bilinmesi gereken, ilk başlardaki umudunu büyük ölçüde yitirmiş olmasıdır. Lukacs, önceleri gerçek bir Sosyalist dünya düzeninin önkoşulu olarak gördüğü insanların içsel dönüşümünü talep eden görüşün şimdi bir küçük burjuva tutuculuğu olduğunu söyler ve böylece bütün umutların gerçekleştirilmesini uzak bir geleceğe havale eder. “Komünist Cumartesiler”de çalışmakta olan işçilerin özgür insiyatifini öven Lenin’in yazdığı bir makaleyi zikreder. Lukacs, “Komünist Cumartesiler(in)… hiç bir şekilde Sovyet Hükümetinin kurumsal etkinlikleri olmayıp, daha ziyade Komünist Partinin ahlaki etkinlikleri” olduğunu savunur. Kurumsal zorlama tehlikelidir, ama komünist Parti bir kurum değildir[15]. Komünist Parti “proletaryanın devrimci iradesinin örgütsel dışavurumu”dur. Bu noktada okuyucu, haklı olarak, bir safsatayla karşı karşıya olduğunu düşünebilir.

Lukacs bu makaleden sonra Komünist ahlak üzerine hiç bir şey yazmadı, ama Parti üzerine epey kalem oynattı. Açıkçası, iki kavram bir sonuca bağlanmadan dağıldı. Ama proletaryanın “üstü örtük” devrimci ahlaki iradesi böylece gerçekten tarih içinde dışsallaştırılabilir miydi? Bu sorunun anlamını kavramak için bile, adımlarımızı geriye atmamız, Macaristan Sovyet cumhuriyeti döneminden başlayarak hem Lukacs’ın Marksizminin, hem de Parti anlayışının gelişiminin taslağını çıkarmamız gerekir.

Lukacs ‘ın komünist ahlak üzerine kaleme aldığı yazılar, “nesnel” tarihsel olanaklar bağlamında öznenin (önce bireyin, sonra sınıfın ve sonunda Partinin) iradi kararlarına duyduğu ilgiyi açığa vurur Kantçı çatışkının tarihselleştirilmiş bir biçimi bu yazılarda korunmaktadır. Ancak, diyalektiğin asıl anlamı tam da bu sorunun çözümünde yatar. Bu sorun öznel açıdan, yani tek başına ahlaki kararlar açısından çözüme kavuşturulamaz. Sorunla, aynı zamanda, nesnel açıdan, yani tarihsel gelişme açısından karşılaşmak gerekiyordu. Tarihsel maddeciliğin yaygın formülasyonunda öznel yan (yani, bilinç), nesnel ekonomik gelişme yasalarının pasif bir işlevi kılınır. Genç Lukacs’ın sorunu, bir anlamda bu görüşü kabul etmesi, ama öte yandan tarihte bilinçli pratiğin yaratıcılığına bir yer bulmaya girişmesiydi. Lukacs, öznel praxisin, özgürlüğün sürece katılabileceği ve tarihsel bir güç olabileceği noktaları ya da eklemleri bulmaya girişerek, nesnel süreci tekrar ele aldı. Böylece tam en büyük potansiyel özgürlüğü devrimci özneye atfetmeye gönüllü olduğu sırada, Marksizmin bir görünümünü tarihsel gelişimin gerekirci bilimi olarak yorumlamayı sürdürdü. Hemen Macaristan Cumhuriyeti’nden önce diyalektiğe ilişkin ortaya koyduğu ilk yorumlar, Sosyal Demokratlar arasında revaçta olan birçok unsurları (diyalektiğin zorunlu yasaları, sabit üçlü*) içermekteydi. Lukacs, “Ortodoks Marksizm Nedir?”in ilk taslağında, Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler”inden Praxis anlayışını, yani kendi nesnesini değiştirdiği derecede pratikleşen kuram anlayışını alarak sundu[16]. Aynı zamanda, nesnel süreç boyunca bile bir rolü olduğunu düşündüğü bilim kavramını da ortaya attı[17]. Ama her iki durumda da nesnel sürece dokunmayıp öylece bıraktı. Birinci durumda, praxise iradi bir anlam yükledi, yani proletaryanın kararının devrim yolunda karşılaşacağı olgusal güçlükleri aşması için yeterli olacağını öne sürdü. O tarihte, devrimci praxisin (bütün diyalektikte olduğu gibi) dolaysızlığı altedebilmek için olguların dolaysızlığından işe başlaması gerektiğini kavrayamadı. İkinci durumda, “zorunluluk çağı”nda bilincin rolünü daha ileri bilinç durumlarını geliştirmeye hizmet etmekle sınırladı. Süreç ve bilinç birbirinden tamamen ayrılmış, birleşmeleri gelecekteki bir geçiş   noktasına -devrimci uğrak- bırakılmıştı. Üstelik, bu yazılarda Hegelci  “bütünlük” kategorisini zaten kullanmış olmasına karşın, bir tek tarihsel bütünün uğrakları olarak bilinç ve sürecin diyalektik ilişkisini bu kategori altında soyut da olsa pek geliştirmemişti. Bu son kavram, kaba bir tarihsel maddecilik anlayışının reddedilmesi demek olacaktı (bu sıralar yönelmeye başladığı doğrultu).

Nesnel zorunluluk ve öznel özgürlüğün (“zorunluluk çağı”nı izleyen “özgürlük çağı” anlayışının aldığı tarihsel biçimde) sert bir şekilde tamamen karşı karşıya konması durumunda bir değişiklik olmasa da, Sovyet Cumhuriyeti döneminde yazdığı iki deneme, “Eski Kültür ve Yeni Kültür”[18] ve “Tarihsel Maddeciliğin Değişen İşlevi”nin[19]ilk değişkesi, sözü edilen çelişkiyi daha somutlaştırmaya ve tarihselleştirmeye başladı. Her iki yazı tarihsel maddeciliğin yönteminin dogmatik boyutlarının yeniden incelenmesini kapsıyordu.

“Eski Kültür ve Yeni Kültür”, Lukacs’ın (ve Simmel’in) daha önceki kültür eleştirilerinin özetlenmesini, radikalleştirilmesini ve aşılmasını temsil eder.[20] Bu yazı, burjuva sanatın derece derece yıkılması anlamına gelen, kapitalist koşullar altında “mutlak kültür”ün tamamen nesnel (yani ekonomik) kültüre indirgenmesini çözümler. Tüm sınıfların üretimin gerekliliklerine boyun eğdirilmesi, “içsel hayat”ın değerleri olarak, kendi içinde amaçlar olarak sanat ürünlerinin yeşertilmesi için zorunlu olan yönetici sınıfın kullandığı göreli özgürlüğün bile yok olması anlamına gelir. Sanat ürünleri birer meta haline gelirken, geriye kalan biricik “estetik” değer mübadele değeridir. Hayatın hiç bir alanı kapitalist yabancılaşma dünyasından sıyrılamaz. Ama Lukacs, kapitalizmin çökmesinin nesnel olarak zorunlu olduğunu ve bunun da sınıfsız bir toplumda insanların özgür eylemleriyle yaratılacak yeni bir kültürün nesnel olanaklılığı anlamına geldiğini öne sürer. “Toplumun dönüştürülmesi yalnızca bir çerçeve, özgür insanların kendiliğinden yaratıcılığı ve öz yönetimi için bir olanaklılıktır”. Ve bu toplumun “yeni kültür”ü özne- nesne sorununun çözüme kavuşturulmasına elverişli olacaktır.

“Tarihsel Maddeciliğin Değişen İşlevi“ başlıklı yazısında aynı yöntembilim uygulanır. Kapitalizm çağında tarihsel maddecilik öncelikle sınıfsal bir silahtır. Ancak, “özgürlük çağı”nda tarihsel maddeciliğin işlevi bilimsel araştırma olacaktır. Tarihsel maddeciliğin işlevinin bu şekilde değişmesi özeleştiriyle, tarihsel maddeciliğin kendi kendisine uygulanmasıyla gerçekleştirilecektir. Sonuçta tarihsel maddecilik kapitalist dönemin bir ideolojisine, sosyo-ekonomik altyapının gelişiminin bir işlevine dönüşür. Tarihsel maddeciliğin gerçekliği, kendisinin uygulanma döneminde mutlaktır, ama bu döneme görelidir. Tarihsel maddecilik tarihin bir döneminin yasalarını ortaya çıkarır. Kullandığı kategoriler tarihseldir, mutlak değil. Kapitalizm çağında, tarihsel maddecilik hayatın bütün öbür alanlarını haklı olarak ekonominin bir işlevine indirger çünkü aslında ekonominin kendisi hayatın bütün alanlarını kendi pazar ilişkilerine indirgemektedir. “Eski Kültür ve Yeni Kültür”ün teziyle aynı olan bir örnek verilebilir. Absoluter Geist (mutlak kültür: Sanat, din ve felsefe) ve Objectiver Geist (nesnel kültür: Siyaset, hukuk, teknoloji vb. “şeyleşmiş” alanlar) arasındaki ayrımın kökten silinmesi[21]. Tarihsel maddeciliğin kendi kendine uygulanması, ekonominin ideolojik müdahaleden tamamen bağımsız olmadığı ve mutlak kültürü üreten bir aylak sınıfın mevcut olduğu kapitalizm öncesi toplumlara uygulanamayacağını gösterir. Tarihsel maddecilik, bütün insanların ürettiği mutlak kültürün ekonomiye egemen olacağı özgürlük çağı için de uygulanamaz. Bu değişme, siyasetin ekonomi karşısındaki önceliğinin kurulduğu proletarya iktidarı sürecinde ortaya çıkar.

Lukacs 1920 yılında Avusturya’da sürgünde idi. Karşı devrim Macaristan’da şiddetlenmiş ve Lukacs kendini bir ayağıyla Bolşevikleştiricilerin safında bulmuştu. Bu durumda, devrimci hareketin sorunlarını yeniden değerlendirmek gibi karmaşık bir görev üstlendi. “Sınıf Bilinci” başlıklı yazısında iki soru ortaya attı: Nesnel süreçte bilincin rolü nedir ve nesnel gelişme devrimci bilincin ortaya çıkmasında ne gibi zorluklar doğurur? Veri bir anda tek tek unsurlarının düşündüklerinden daha ziyade, sınıfın tarihsel çıkarlarıyla tanımlanan sınıf bilinci kavramını birinci soruyla, şeyleşme kavramını da ikinci soruyla uğraşmak üzere sundu. Lukacs her iki uğraşında da ampirik gerçeklik ve kavram arasındaki zorunlu dolayımlar üstünde durmadı. Kendi dolaysız çıkarlarından ayrı olduğu düşünülen proletaryanın sınıf bilinci özne ve nesnenin birliğini temsil eder çünkü, proletarya yalnız kendisini gerçeklik olarak ve bundan dolayı tarihsel dönemin altedilişi olarak tanır. Sınıf bilinci kuram ve pratiğin birliğidir çünkü bu bilincin kendisi, nesnesinin (yani, kendisinin ve bundan dolayı dünyanın) dönüştürülmesinde bir uğraktır. Bu bilinç ilk kez kapitalizm çağında ve yalnızca proletarya için olanaklılık kazanmıştır. Proletaryanın kendisini, kapitalist üretim ilişkileri tarafından belirlenmiş bir nesne olmaktan çıkararak, kendi iradesini ortaya koymaya muktedir bir özne haline gelecek şekilde değiştirmesi, bu bilinç aracılığıyla ulaşılan gerçekliği bir silah olarak kullanmasıyla gerçekleşir.

Can alıcı soru şu: Proletarya ne zaman ve nasıl bilinçlenir? Lukacs şöyle yazıyor:

Güdüleyici itilimlerin kör gücü “otomatik olarak” kendi amacına, özyıkımına doğru sürüklenir… Özgürlük çağına geçiş uğrağı (Augenblick) nesnel olarak ortaya çıkar çıkmaz… (kapitalist gelişmenin) kör güçleri açıkça karşı konulmaz bir itkiyle yıkıma doğru sürüklenir ve yalnızca proletaryanın bilinçli iradesi insanlığı bir felâketten koruyabilir…Kapitalizmin nihai ekonomik bunalımı başladığında devrimin kaderi (ve devrimle birlikte bütün insanlığın kaderi) proletaryanın ideolojik olgunlaşma düzeyine, sınıf bilincine bağlıdır[22].

Ama eğer Lukacs’la birlikte, bu sürecin “otomatik”, yasalara bağlı ve kör olduğunu, proletaryanın da (henüz) bunun bilincinde olmadığını varsayarsak iki soruyla karşılaşırız. Proletarya niçin bilinçsizdir? Ve bu durumun gerekçeleri varsa, bu gerekçeler hangi koşullarda altedilir? Şeyleşme kuramı -Marx’ın “meta fetişizmi” tartışması, Weber’in “akılcılık” düşüncesi, Simmel’in yabancılaşma tanımı ve Hegel ile Marx’tan alınan diyalektik dolayım gibi kavramların orijinal bir bileşimi- bu soruya yanıt bulmak için sunulur. Lukacs, bu kuramı bütün yönleriyle yalnız 1922 yılında, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde yer alan ünlü şeyleşme bölümünde geliştirdi.

1920 yılında yazılmış olan “Sınıf Bilinci”nde şeyleşme kavramı çok daha basit biçime bürünmüştü. Proletarya bütün kapitalist hayat biçimlerinin yadsınmasıdır. Bu yadsıma ilk önce yalnızca sistemin atomize ya da yalıtılmış kısımlarının eleştirisi biçiminde (daha yüksek ücret, daha iyi iş koşulları talepleri -yani, ekonomizm) ifadesini bulur. Parçaların bütünden yalıtılması tam da şeyleşmenin sonucudur. Sınıf bilinci bu çeşitli uğrakların bütününü kavrama durumunu anlatır ve sorun bütünlük bilincinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır. Lukacs’ın 1920 yılında bu soruya bir yanıtı yoktu; yalnızca sınıf bilinci yaklaşımının “işaretlerini” verebildi -örneğin, işçi konseylerini, daha önce birbirinden ayrılmış olan siyasi ve ekonomik düzeyleri birleştirmelerinden ötürü “kapitalist şeyleşmenin siyasi ekonomik yenilgisi” olarak gördü. Ayrıca, Lukacs, proletaryanın bilincinin özeleştirisinin şeyleşmeye karşı girişilen mücadelede en az dışsal dünyanın eleştirisi denli önemli olduğunu öne sürer[23]. Bu kuramsal yetersizlik, Lukacs’ın pratik siyasi evrimini önemli ölçüde etkiledi. Lukacs’ın devrimci özne olarak Partiye yönelmesinin, nesnel tarihsel süreç içinde proletaryanın devrimci öznelliğinin rolünü somut olarak incelemede gösterdiği kuramsal ve pratik yeteneksizliğin sonucu olduğunun burada vurgulanması gerekiyor.

Macar ve Alman konseylerinin yenilgiye uğradığı, Rusya’daki sovyetlerin adım adım daha geleneksel yönetim vasıtalarına dönüştüğü bir tarihte, 1920 yılında, konseylerinin şeyleşme karşısında elde edilen bir zafer olduğunu öne sürmenin farklı bir anlamı vardı. Siyaset yine şeyleşmiş dünyanın yalıtık bir alanına dönüşmüştü; Lukacs’ın Sovyet yönetiminin “kurumsal edimleri”ne karşı Komünist Partisinin “ahlaki edimi”ni önermesi bu değişmeyi kavradığına tanıklık eder[24]. Lukacs, “Komünist Partinin Misyonu”[25] başlıklı makalesinde, partinin, Rus siyasetinin proleter enternasyonalizmini tehlikeye atan bürokratik, yarı-burjuva unsurları hükümetten temizlenmesini isteyen bir Rus “Sol Komünist”i W. Sorin’i destekledi. Başka bir anlatımla, Partiyi, şeyleşmeye geri dönüş karşısında bir garantör olarak gördü.

Şu anda tarihsel olarak avantajlı bir noktada durmamızdan ötürü, partiyi mitleştirmenin zorlukları yenmede pek bir çözüm olamayacağını biliyoruz. Ama Lukacs’ın gelişimi, özellikle Macaristan Sovyet Cumhuriyeti döneminde kaleme aldığı “Parti ve Sınıf” başlıklı yazı hiç de mitleştirici olmadığı için, basitçe geriye dönük bir yargıya maruz bırakılamaz. Lukacs, sendikalist Szabo’yu izleyerek, partinin, sınıfı tam da yıkmaya çalıştığı toplumla tümleştirmesi yüzünden proleter sınıfın ve parti biçiminin birbirleriyle çeliştiğini öne sürer. Ama sendikalistlere bundan daha fazla yaklaşmaz; çünkü aynı zamanda bu çelişkinin diyalektik olduğunu da söyler. Buna göre, proletarya, 19. yüzyılda burjuva parti biçimini zorunlu olarak benimsedi; çünkü, burjuva devleti yıkamayacak kadar zayıf, ama siyasetten kaçınamayacak denli güçlü idi. Macaristan örneğinde, Macar Komünist Partisinin kurulması ve onun taktikleri -örneğin, burjuva yasallığının tamamen terkedilmesi- proletaryanın artık çok zayıf olmadığını ortaya koyuyordu. Sovyet Cumhuriyetinin kurulması Komünistlerin doğru yolda olduğunun göstergesiydi. Ama bu, aynı zamanda, diyalektik olarak, tarihsel rolünü yerine getirmiş olmasından ötürü artık bir öncü olarak Macar Komünist Partisine gerek olmadığı anlamına da geliyordu. Lukacs, bu bakımdan Macar devriminin Rus devrimine baskın çıktığını ve dünya devriminde yeni bir evreyi tanıttığını ileri sürdü.

Lukacs, Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin iflasından hemen sonra, Komünist Partisinin devrimci sonunu (Aufhebung) öne sürmekte yanılmış olduğunu itiraf etti. Leninist Parti tipine yönelmeye ve bir parti miti yaratma eğilimi göstermeye başladı[26].

Lukacs’ın, Leninist partinin uluslararası yapısına ilişkin ilk düşünceleri kesinlikle çok ortodoks değildi. Komünist Enternasyonalin bir tek değil, birçok eşit merkezi komitelerden oluşan bir federasyon çevresinde örgütlenmesi gerektiğini önerdi. Aslında, uzak bölgelerdeki mücadelelerin özgüllükleri karşısında anlamsız kaçacağını düşündüğü için, bir tek Mokova merkez komitesi fikrini açıkça reddetti. Üçüncü Enternasyonalin ahlaki “olması gereken”i, amacı, kesinlikle proletaryanın tam birliğini sağlamaktır diyordu. Gelgelelim, birçok gelişmekte olan farklı hareketlerin birliği örgütsel açıdan önvarsayıldığı taktirde bu amaç zedelenecektir[27]. Lukacs’ın, Macar partisinin özerkliği hakkındaki ciddiyeti ve Macaristan’ın durumunun benzersizliği, iki yıl sonra Bela Kun önderliğini bürokratik ve kariyerist gerekçelerle (Komintern’de) Macaristan’ın durumunu dikkate almamakla suçlamasına yol açtı[28]. Aynı zamanda, Batı Avrupa’nın sorunlarına Komintern’in gözlükleriyle bakmaya eğilim gösterdi[29].

Lukacs’ın, kuramsal kavrayış gücü 1921 yılından itibaren açıkça gelişmiş tek tek olayları yargılama yeteneğine baskın çıkar olmuştu. Bir yandan kitlelerin “kendiliğindenlik”i hakkında diyalektik bir konum geliştirdi ve hem maceracı “komploculuk”u hem de evrimci “oportünizm”i diyalektik ve Marksist olmamakla suçladı. Devrimin, Rosa Luxemburg’u izleyerek, partinin her eyleminin, bilinçli bir şekilde, kendiliğindenliği devrimci sınıf bilincine yükseltmeye çalışarak kitlelerin kendiliğindenliğinden  hareket edilmesi gereken bir süreç olduğu konusunda ısrar etti. Marx’ın Feuerbach üzerine birinci tezinden hareket ederek, oportünizm ve komploculuğu mekanik maddeciliğe geri döndükleri, bilinç (özne) ile hareketi (nesne) birbirinden ayırdıkları, praxis ve sınıf bilincinin kitlelerin etkinliğinden doğması gerektiğini anlayamadıkları için mahkum etti. Kuramsal olarak, Partinin rolü, genel sınıf durumunun tüm görünümlerini ve kısmi sınıfsal eylemleri proleter sınıf bilinci düzeyine yükseltmekle sınırlıdır[30]. Görüldüğü gibi, bu, tam anlamıyla Leninist bir konum değil. Öte yandan, hemen birkaç ay sonra Almanya’daki “Mart eylemi”nin kaba maceracılığını mazur gördü.[31] Hatta, küçük bir öncünün yalıtık “saldırgan eylemleri”nin, işçi sınıfının “Mensevik” pasifliğini fiilen yok edebileceğini öne sürdü.

Lukacs’ın parti örgütlenmesi hakkındaki ilk belirtik çalışması olan “Devrimci İnsiyatifin Örgütsel Sorunları” Enternasyonalin önderliğini izleyerek “Mart eylemi” hakkında daha eleştirel bir tutum takındığı bir zamanda ortaya çıktı[32]. Lukacs ‘a göre “Mart eylemi”nde yanlış olan, bu eylemin Leninist olması değil, aksine yeterince Leninist olmamasıydı! Tam anlamıyla merkezileşmiş ve disiplinli, öncü parti olmaksızın “saldırı taktiği”nin işlemeyeceğini öne sürdü. Üstelik, böyle bir örgütün yaratılması, kendi içinde doğru ve başarılı saldırı taktiklerine yolaçacaktır. Ama, Lukacs’ın taslağını çıkardığı örgütsel gereklilikler oldukça yüksek düzeyde bir sınıf bilincini ve bundan ötürü de öznel unsurun vurgulanmasını gerektirir. Bütün görünüşe ve kendi savlarına rağmen, Lukacs’ın konumu Leninist parti tipiyle özdeş değildir. Güçlü anti-bürokratik konumu Lukacs’ı bir ölçüde orijinal sayılabilecek bir yol katetmeye zorladı. Kendisinin önermiş olduğu parti tipinin yaratılmasının yalnızca bir sürecin sonucu olabileceğini ve bunun farklı ülkelerde kimi değişiklikler göstereceğini ileri sürdü. Söz konusu sürecin başlıca görünümü örgüt ve taktiklerin birbirinden ayrılamaz oluşudur: Bir parti siyasi eylemde bulunmak için örgütlenmesini tamamlayıncaya kadar bekleyemezse de, siyasi eylemlerde bulunurken örgütlenme işini de savsaklayamaz. Örgütlenme süreci kitlelerin gelişimiyle bağlantılıdır: Süreç yalnızca  “sınıfın öznel ve nesnel devrimci gelişimiyle sürekli etkileşim”de bulunarak tamamlanır. Sonuçta örgüt, iradi olarak, “özünde…öncünün bilinçli ve özgür edimi”[33] olarak tanımlanır.

Lukacs’ın konumu oldukça sorunlu. Örgüt bir süreç ya da giderek artan bilinçli siyasi eylem olarak anlaşılmadığı taktirde, parti üyelerinin bilincinin, dinamik tarzda merkezileşmiş bir parti için gereken düzeye yükseltilemeyeceğini inandırıcı bir şekilde öne sürmektedir. Bu durumda, merkezileşme ancak bürokratik bir tarzda gerçekleştirilebilir ve bütün bürokratik biçimler şeyleşmenin proletaryanın örgütüne sızmasını temsil eder. Bundan kaçınmanın tek yolu, sınıf bilinci ve merkezileşmeyi bir tek sürecin tamamlayıcı parçaları olarak birlikte geliştirmektir. Ama, bir yandan iradi tanım ve öte yandan sürecin başından itibaren mevcut olan tamamıyla merkezi denetim üzerindeki ısrar, sürecin kendisini altüst etmektedir. Bireysel olarak henüz sınıf bilincine sahip olmayanların bilinçli ve özgür eylemi anlayışı bir mitten ibarettir ve bu mit aracılığıyla iradecilik, bürokratik iradeciliğe dönüşür. Çoğu 1922 yılında yazılan Geschichte und Klassenbewusstsein, ayrıntılı bir şekilde çözümlemesi yapılmış bir şeyleşme dünyasında, bir yandan Leninist parti kuramını, öte yandan da sınıf bilinci ölçütünü daha fazla geliştirerek bu ikilemi çok daha kaçınılmaz hale getirdi.

3. Şeyleşme Dünyasında Özne-Nesne Diyalektiği

Tarih ve Sınıf Bilinci genç Lukacs’ın kuramsal çalışmalarının ürünüdür. Bu kitap önceki çalışmalarının sistematize edilmesinden daha fazla bir şeydir; kavramsal gücü ve tarihsel malzemesinin zenginliği açısından Lukacs’ın gelişmesinde yeni bir aşamayı temsil eder. Yalnızca şeyleşme ve örgüt hakkındaki bölümlerin 1922 yılında yazılmış olduğu savı biraz yanıltıcı. Geliştirilmiş şeyleşme kuramı önceden yazmış olduklarını büyük ölçüde değiştirdi ve Lukacs’ı bunları yeniden gözden geçirmeye zorladı. Aşağıdaki paragraflarda yalnız, kendi başlarına kitap uzunluğunda olan iki yeni bölüm üzerinde duracağız.

Lukacs, “Şeyleşme ve Proletaryanın Bilinci”ni (“şeyleşme bölümü”) yazdığında hem genç Marx’ın çalışmalarının kuramsal merkezine, yabancılaşma kuramına geri dönüyor ve hem de olgun Marx’ın Das Kapital’inin ana bölümünde, “metaların fetişizmi”nde yer alan sonuçların büyük zenginliğini açığa çıkarıyordu. Lukacs’ın özellikle Marx’ın birçok erken dönem elyazmalarına ulaşma olanağının olmadığı düşünülürse, Marx’ın bu iki temel dönemi arasındaki bağları bundan daha dramatik bir şekilde kurmak olanaksızdır. Ama, Marx’ın “yabancılaşma” (Entfremdung) kavramını, Lukacs’ın “şeyleşme” (Verdinglichung) kavramıyla özdeşleştirmek yanıltıcı olur.

Şeyleşme kavramının Tarih ve Sınıf Bilinci‘nde diyalektik olarak işleyen bir merkezi vardır. Aslında bu merkez yabancılaşmanın eleştirisi “uğrak”ını içerir; ama yabancılaşmanın kendisi siyasi ekonominin eleştirisinden biçimsel olarak çıkarsanırken, şeyleşme sosyolojinin ve dolayısıyla kapitalist toplumun bütünlüğünün bir eleştirisine kadar uzatılır. Lukacs, Rus Devrimi deneyiminden sonra ve gelecekteki bir Dünya Devrimine duyduğu umudu korumaya devam ederken, bundan daha fazlasını da yapmaya çalıştı. Dolayımları, özellikle de eleştirisini yaptığı şeyleşmiş dünyanın altedilmesinin somut olanaklarını ortaya koyacak praxis kavramını geliştirmek istedi. Altetmenin yöntemi, yani diyalektik için klasik Alman felsefesinin derinliklerine daldı; diyalektiğin, dünyayı değiştirmeye muktedir sınıfın praxisi ve bilinci tarafından somutlaştırılabileceğini ve tarihselleştirilebileceğini göstermeye girişti. Bu büyük görevi yerine getirmede başarılı olamadı (ve endüstriyel işçi sınıfı şeyleşme dünyasını altedemedi); ama karşılaştığı zorlukları anlayabilmek için “şeyleşme bölümü”nün, bu bölümde merkezi bir yer işgal eden özne-nesne sorunsalına özel bir dikkat harcayarak daha yakından incelenmesi gerekiyor.

Marx’a göre meta “gizemli bir şeydir, çünkü emeğin toplumsal niteliği insanların karşısına bu ürüne yerleşmiş nesnel bir nitelik olarak çıkar”[34]. Bu, aslında “insanlar arasında belirli bir toplumsal ilişki” (yani, verili bir toplumsal ve ekonomik üretim sistemi içindeki bir toplumun toplam üretken emek gücünün parçalarını oluşturan işçiler arasındaki belirli bir ilişki) olan metalar arasındaki pazar ilişkilerinin, üreticilerin kendileri için “şeyler arasında cereyan eden bir ilişkinin fantastik biçimi”ne bürünmesi anlamına gelir. Lukacs’ın şeyleşme kavramı, her şeyden önce, üreticilerin insani toplumsal ilişkilerinin, (üretilmiş) metaların şeylerarası ilişkileri olarak görünmesine (ortaya çıkmasına ve görünmesine) işaret eder. Marx’a göre, buna benzer şeylerarası ilişki sistemi pazarda giderek ikinci bir doğa biçimini alır (ya da görünür); burjuva siyasi ekonomistleri bu doğanın yasalarını ebedi yasalarmışçasına ortaya koyan “sağın bilimadamları”dır. Sistemin kendisi ve bu sistemin bilimadamları, meta dünyasının yasalarının değiştirilemez olduğu yanılsamasını üretir[35].

Marx, kendisinin ortaya koyduğu “siyasi ekonomi eleştirisi”ni hem sistemin, hem de bu sistemin “bilim”inin tarihsel bir eleştirisi olarak gördü, İlk çalışmalarında Simmel’in yabancılaşma kavramını zaten kullanmış olan Lukacs, yabancılaşma kavramını, tarihsel ve sistematik olarak doğrudan doğruya bu kavramın temelinde bulunan emeğin yabancılaşması kavramından çıkarsadı. Metaların “ikinci doğa”sının ortaya çıkışı, diyordu Lukacs, “insanları, kendi etkinlikleriyle, kendi çalışmalarıyla nesnel bir şey olarak, onlardan bağımsız bir şey”, en az fizik doğanın yasaları denli yabancı yasalar aracılığıyla onları yöneten bir şey olarak karşı karşıya getirir[36]. Bundan dolayı, özne (işçi) ve nesnesi (işçiden bağımsız yasalara boyun eğen ürün) arasındaki kopma ve metaların fetişizmi birbirlerini karşılıklı koşullandıran tarihsel süreçlerdir.

Lukacs, öznelliğin yokoluşunu çözümlerken daha da ileri gider. Emek gücü bir meta haline geldiğinde, öznenin fiziksel yetileri kendisinden kopar ve nesnel sürecin yasaları içinde hareket eden bir  “şey”e dönüşür. İş sürecinin psikolojik görünümleri dikkatlice çözümlendiğinde ve güdümlendiğinde bile (Taylorizm), öznenin “iç dünya”sı kendisinden koparak nesnel üretim sistemiyle tümleşikleşir. İşçi, yani özne, üretim sürecinin ve hatta bu süreçteki kendi işinin edilginleştirilmiş pasif izleyicisi olarak kalır[37]. Lukacs’ın, şeyleşmenin gelişmesinde emeğin oynadığı rol hakkında Marx denli açık görüşleri yok. Lukacs, öznelliğin birçok boyutunun indirgenmesi sürecinin, artan işbölümünün sonuçlarıyla örtüştüğünü göstermektedir. Artan işbölümü, üstü örtük tarzda, meta sisteminin tarihsel bir önkoşulu olarak görülür. Ama, Lukacs’ın çözümlemeye, yöntembilimsel olarak, dolaysız görünüşle, meta dünyasıyla başlamak konusundaki ısrarı, otomatik olarak kendi başlangıç noktasını Marx’ınkinden farklı kıldı. Her durumda, şeyleşme fenomenlerini tartışırken artan işbölümü ve uzmanlaşmayı varsaydı ya da tersine, bunları tarihsel olarak olumsal “meta” kavramından sistematik biçimde çıkarsama yoluna gitti. Bir kez bunu başardıktan sonra, bütün iş sürecinin sağın bir hesaplama ve öngörü etrafında örgütlenen oldukça kısmi süreçlere indirgenmesinin (gerçeklikte ve kuramda), yalnızca şeyleşme dünyasının öbür yüzü olduğunu göstermekte güçlük çekmedi[38].

Lukacs, bu noktada, aynı zamanda temel tezlerinden birini, yani hayatın tüm boyutlarının giderek indirgendiği “meta biçimi”nin kapitalist çağın temel biçimi olduğunu tanıtlayabilirdi. Lukacs, Max Weber’in dikkatlice sınırlandırılmış kısmi sistemlerin sağın hesaplanması ve öngörüsüne dayanan Batı Akılcılığı kavramını, (Weber’i izleyerek) fabrikadan tüm yönetsel biçimlere ve modern bilimin tüm biçimlerine doğru yaydı. Kapitalist hayatın tüm görünümlerinin nesnel şeyleşmesinin öznel karşılığı bilincin şeyleşmesinde bulunuyordu. Şeyleşme dünyasının “olgular”ını nihai olarak kabul eden ve yöntembilimini bile bile varoluşun kısmi alanlarının (nesnel dünyanın kolayca hesaplanabilir ve denetlenebilir parçalara ayrılmasına karşılık gelen alanlar) nicel boyutlarının incelenmesi ve hesaplanmasıyla sınırlandıran herhangi bir bilimsel ve yönetsel biçim, şeyleşmiş bir bilim ya da yönetimdi.[39]

Lukacs, şeyleşme fenomenini betimledikten sonra, şeyleşmeyi altetmek için “yöntem araştırması”na girişti. Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler”inde yer alan bir sonucu, yani “idealizm”in diyalektiğin “aktif” yönünü sağladığını belirten düşünceyi izleyerek, varlığın bütünlüğünü kapsayabilen ve üretebilen bir özne peşinde yürütülen başarısız bir arayış olarak yorumladığı klasik Alman felsefesi konusunda etkileyici bir tarih çalışmasına başladı. Tefekkür (contemplation) ve “pratik” düzeylerinde sürekli olarak akıldışılığın çözümlenemez alanlarına çarpan (örneğin, Kantçı “kendinde şey” ya da Fichteci “Mutlak Ego”) bu büyük başarısızlığın izini sürdü. Yeni bir öznellik kavramının nasıl Fichte ve Hegel’in çalışmalarında adım adım ortaya çıktığını gösterdi: Nesnesini kendisi yarattığı için bilen bir özne, artık bireysel “ben” değil,daha ziyade “biz” olan bir özne, henüz varolmayan, ama yaratıcı sürecin sonunda ortaya çıkacak olan bir özne[40]. Son olarak da, Lukacs, Hegel’in kavramsal açıdan başarılı özne görüşünün, öznelliğin somut, tarihsel içeriğine açık olmadığı için yarı-dinsel kavramsal bir mitolojiye vardığını gösterdi.[41] Böylesi bir kavramsal mitoloji, barındırdıkları derinliğe rağmen burjuva dünyanın sınırlarının ötesine nüfuz edemeyen düşünürler için kaçınılmazdı. Lukacs, diyalektik yöntemin “kendi varoluşunun temelinden hareket ederek kendisinde özdeş özne-nesneyi, etkinliğin öznesini, tarihsel oluşun ‘biz’ini keşfetmeye muktedir sınıf (proletarya)” tarafından somutlaştırabileceği, tarihselleştirilebileceği ve kullanışlı kılınabileceği konusunda ısrarlıydı.

Lukacs’ın “özdeş özne-nesne” kavramı özellikle güç bir kavram. Lukacs, Fichte ve Hegel’in bu kavramı tüm ampirik gerçekliğin çıkarılabileceği, “üretilebileceği” bir nokta olarak geliştirdiklerini savunuyordu. Ama, her iki filozof da, ampirik gerçeklikte bilen ve eyleyen öznenin nesnesinden katı bir şekilde ayrıldığını biliyordu. Hegel’de “özdeş özne-nesne” tarihin mutlak öznesi için kullandığı başka bir kavrama dönüştü ve sistemindeki bu dinsel kalıntıdan ötürü Marx tarafından eleştirildi. Ancak Marx’ın orijinal ve etkileyici eleştirisini, bayağı Marksizmin praxis diyalektiğini, tarihsel diyalektiği bir kenara atarak yorumlamasından ötürü, Lukacs bu kavramsal şemayı yeniden canlandırdı. Lukacs, Hegel’in yöntembiliminin taşıdığı tehlikelerden dikkatlice kaçınmaya çalıştı. Özne ve nesne diyalektiğini tarihle sınırlandırdı ve Hegel ile Engels’i, özünde tarihsel diyalektikle aynı olacağı varsayılan bir doğanın diyalektiği kavramını geliştirmeye çalıştıkları için eleştirdi. Hegel ve Fichte’yle birlikte, dolaysız ampirik gerçeklikte tüm öznelliğin nesnellikten katı bir şekilde ayrılmasının söz konusu olduğunu savunmaya devam etmesine karşın, Lukacs’a göre bunun nedeni, kapitalizmin ampirik gerçekliğinin, şeyleşmenin yabancılaşmış dünyasından ibaret olmasıydı. Bu dolaysızlığın ötesinde uzanan tarihsel dolayımları çözümleyebileceğine inandığı için tam bu noktada Hegel ve Fichte ile ilişkisini kesmeyi umdu. Bu, somut olarak, kendisinin şeyleşme fenomenlerini betimleyerek eleştirmesinin devamıydı. Bu betimlemeden, proletaryanın şeyleşme dünyasında başlıca ekonomik sürecin nesnesine indirgendiği sonucu çıktı. Geriye kalan öznellik sadece pasif ve “tefekkür” halindeki[42]izleyicinin öznelliğiydi. İşte, yerine getirilmesi gereken görev, proletaryayı özne haline, tarihin “biz”i haline gelebilecek, bilinçli praxisiyle dünyayı dönüştürebilecek bir sınıf haline getirmektir.[43]Ama, Lukacs, hala Lenin ve Luxemburg arasında bir seçim yapamıyordu. Kendini “sınıf-bilinçli” bir sınıf haline getirmeyi yalnızca proletaryanın başarabileceğini ve Marx’ın “eğiticinin de eğitilmesi gerektiği” sözlerinin unutulmaması gerektiğini savunuyordu.

Buraya kadar göstermeye çalıştığımız gibi, sorun, Lukacs’ın 1922 yılından itibaren sınıf bilincini geliştirmek konusundaki büyük kuramsal ve pratik güçlüklerin farkında olmasıydı. Ve Hegel’in Fenomenoloji‘sinin ilk bölümüne yaslanarak ortaya koyduğu dolaysızlık ve dolayımın diyalektiğinin soyut betimlemesinin oldukça etkileyici olmasına karşın; dolayım konusundaki fiili girişimleri, şeyleşmenin katı dolaysız yapısının nasıl çözülebileceği, işçinin tamamıyla üretimin bir nesnesine indirgenmesinin nasıl olup da kendisinin bir meta olduğu bilincine ulaşması için gerekli zemini hazırlayabileceği (Hegel’in Fenomenoloji‘sindeki “köle-efendi” diyalektiğine bakınız) ve sınıfın tarihin bir nesnesine indirgenmesinin nasıl olup da tarihsel praxisle bir ve aynı olan bir sınıf bilinci için elverişli zemini yaratabileceği gibi konularda Lukacs’ın fiili önerileri oldukça çok sorunluydu ve tarihsel gelişmeler bunları daha da sorunlu kıldı.

4. Sonuç

Bugünkü perspektifimizden bakıldığında, Sol artık “eski işçi sınıfı”nın potansiyel devrimci öznelliği ve gerekirci ekonomik bir kuramın nesnelciliğiyle ilgili dogmalara zorunlu olarak bağlı olmak durumunda değildir. Ama solun, tıpkı Lukacs’ın Kant, Fichte, Hegel ve Marx’a geri dönerek onlardan yararlanması gibi, diyalektik yöntem için Lukacs ve öbür birkaç düşünüre geri dönmesi gerekiyor. Bu, ister Marx, isterse Lukacs olsun, kuramsal kaynaklara karşı eleştirel olmayacağımız anlamına gelmez. Eleştirel olmayan bir tutum, özellikle Lukacs’ın üzerinde durduğu dolayımlardan biri bağlamında –Parti kavramı– tehlikeli olurdu.

Lukacs’ın şeyleşme konusuna ayırdığı bölümün büyük kısmı Leninist partinin uğradığı Stalinist sapmayı öndeleyen bir eleştiridir. Lukacs, şeyleşmiş dünyanın temel örgütsel biçimi olarak gördüğü tüm bürokratik biçimleri sert bir şekilde eleştirdi. Aynı zamanda, Engels’in diyalektiği doğallaştırmasının ve Stalinist ideolojiye felsefi temel sağlayan Lenin’in bilgiyi doğanın kopyalanmasına indirgeyen kuramının güçlü bir eleştirisini ortaya koydu.

Ama Lukacs, nihai olarak Leninist parti tipinin kendisine eleştirel tavır almadığı gibi, (ki her şeye rağmen, Rosa Luxemburg’un da uyarmış olduğu gibi, Stalinist partiye doğru evrilme potansiyelini taşıyordu) bu parti tipini şeyleşmenin altedilmesinde temel dolayım kıldı.

Bu karmaşık argümanı burada ayrıntılı bir şekilde açımlamamıza olanak bulunmamasına rağmen, Lukacs’ın parti kuramının, şeyleşme kuramının zorunlu sonucu olmadığını, ama daha ziyade şeyleşme bölümünde çözüme bağlanmadan bırakılan, sonuçta şeyleşme kuramına özel bir çatışkılı biçim kazandıran gerekirci nesnelcilik ve iradeci öznelcilik arasındaki çatışkının bir sonucu olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Özne-nesne diyalektiğinin soyut tartışmasının çelişkiyi çözer gibi göründüğü kesin. Ama bu kadarını Hegel de yapabilirdi. Lukacs, Aufhebung‘u tarihsel altetmeyi somutlaştırmaya giriştiğinde bunu ancak, “mekanik olarak” gerçekleştirebildi. Bir yandan, kapitalizmin otomatik olarak çökeceğini söyleyen “nesnelci” kuramı kabul etmeye devam ederken, öte yandan, otomatik sürecin sonuna yakın insanlığı “özgürlük çağı”na doğru ileri atacak olan proletaryanın özgür eylemi anlayışını öne sürdü. Bundan dolayı, şeyleşme yasaları tamamıyla gerekirci ve her şeyi kapsayıcı bir görünüme bürünürken, aynı zamanda, sürecin sonuna doğru gerçek özgürlük birdenbire olanaklılık kazanacaktı. Lukacs, “özgürlük”ün ya da “sınıf bilinci”nin gelişmesiyle ilgili kavramsal dolayımları çözümlemeye çalıştı ama başaramadı. İşçi hareketinin tarihsel gelişimi kendisine pek az ipucu sağlıyordu.Üstelik, 1922 yılı itibariyle, Lukacs’ın ciddi olarak ele alabileceğini hissettiği ipuçları yalnızca Rus Devrimi ve Bolşevik Parti tarafından sağlananlardan ibaretti. Bundan dolayı, zorunluluk çağındaki özgürlük tohumlarını barındırma potansiyelini, güçlü bir şekilde merkezileşmiş ve disiplinli Komünist Parti’ye atfetti. Tarih ve Sınıf Bilinci‘nin örgüt sorununa ayrılmış bölümünde bir adım daha attı: Komünist Partinin “proleter sınıf bilincinin bağımsız bir biçimi (Gestalt)” olduğunu savladı.[44][45] Ancak, bu görüşe karşı, şeyleşme konusunun tartışıldığı bölümden şu sözlerin alıntılanması gerekiyor: “Sınıf bilincine dolaysız bir varoluş biçimi atfetmeye çalışırsanız, kaçınılmaz bir biçimde mitolojiye kaymış olursunuz…”[46] Bu demek oluyor ki, sınıf bilinci yalnızca yapıcı bir sürecin sonucu olabilir ve daha başlangıçta bu sürecin sonuçlarını önceden varsaymak basit bir mit yaratıcılığından başka bir şey değildir. Ne yazık, Lukacs, şeyleşmeyi öylesine bütünsel kıldı ki, özgür seçim yalnızca mitolojik bir düşünce haline geldi.

Lukacs’ın daha sonra, genç Marx’tan farklı olarak, Hegel’in yaptığı gibi, şeyleşmeyi nesnelleşme ile özdeş kılmış olduğunu söyleyerek yaptığı özeleştiri, bu bağlamda doğru ve yerindedir. Şeyleşme, yalnızca onu bütün nesne yaratma biçimleri ve nesnel yöntemlerle özdeş kıldığınız takdirde bütünsel ve kapsayıcıdır. Eğer şeyleşme gerçekten bütünsel ve kapsayıcı değilse, o zaman bu, kapitalizmin en berbat görünümlerinden kimini yinelemeksizin kapitalizmi altedebilecek insan özgürlüğünün, bilinçli özgürlüğün beslenerek büyütülebileceği doğal bir alanın kapitalist dünyada bile varolduğu anlamına gelir. Aslında, Tarih ve Sınıf Bilinci‘nde tüm nesnelleşme biçimlerinin aynı olmadığına ilişkin ipuçları zaten mevcuttur[47]. Lukacs’ın sonraları Moses Hess üzerine yazdığı denemede bundan daha fazlası da bulunabilir. Genç Marx’ın keşfedilmesi önemli bir ıslah edici rol oynamıştır. Ne yazık ki, bu keşif, parti mitinin yarattığı sonuçların Batı Avrupalı işçi hareketini trajik bir duruma ittiği sıralarda mümkün oldu. Stalinizmin bürokratik idareci pratiği ve güçlü nesnelci ideolojisi Marksist kuram ve pratiğin gelişme kaydetmesini oldukça güçleştirdi. Lukacs, Faşizme karşı aktif bir mücadeleye girmenin tek yolunun partiden geçtiğini hissettiği için Stalinizm döneminde bile partide kalmayı yeğledi.

Bununla birlikte, bu etkinlik siyasi bir biçime bürünemedi. Lukacs, otuzlu yıllardaki yazınsal eleştirilerinin bile (tarihsel roman, Goethe, Schiller, Heine, Mann vb., üzerine yazılar), Stalin ve Jdanov’un sanat kuramlarına karşı verdiği bir “partizan savaş”ı temsil ettiğini savlamaktadır. Bunun, hem doğalcılığa karşı tarihsel gerçekçilik ilkesinin, hem de Stalinistlerin giderek Rus ulusalcılığına geri dönmelerine karşı Batı kültürünün düşünsel kalıtının (ve bundan ötürü dolaylı olarak Marksist enternasyonalizmin) bir savunusu olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerekir. Gelgelelim, Lukacs’ın bu dönemde formüle ettiği, sanat ve yazının değerlendirilebileceği Marksist bakış açısının Stalinizmin “diyalektik maddecilik”inden pek ayırdedilebilir bir görünümü yoktu. Hegel’in, dolaylı olarak da Tarih ve Sınıf Bilinci’nin bir eleştirisi olarak Marksist nesnelleşme kuramını bilinçli şekilde kullanmış olduğu genç Hegel üzerine kaleme aldığı kitapta, bu bayağı Marksizmden uzaklaşmanın ilk adımını atmıştır (bu kitap 1938 yılında yazılmış ve ancak 1948’de yayımlanmıştır). Ancak, bu eleştiri, 1960’lı yıllara dek Lukacs’ın düşüncesinin temeli haline gelmedi; savaştan sonra varoluşçuluk ve “akıldışıcılık”a karşı yönelttiği saldırılar mekanik, gerekirci bir kuramı barındırmaya devam etti. Ama 1963 yılında, Estetik‘te, Lukacs nihayet sanat ve bilimi, onlarsız günlük hayatın bir ölçüde şeyleşmiş ve fetişist bağlamında kısılıp kalacak olan insanların insanileşmesinin biçimleri olarak çözümleyen bir nesnelleşme kuramı geliştirmeye başladı. Öyle sanıyorum ki, Lukacs’ın henüz yayımlanmamış Toplumsal Varoluşun Varlıkbilimi, bu kuramın temellerini daha da geliştirecektir[48]. Bundan dolayı, Lukacs’ın 1960’lı yıllardaki çalışmaları, Tarih ve Sınıf Bilinci‘ndeki birçok gerçek güçlükleri altetme girişimini temsil eder. Ama, bu çalışmalar artık Batılı bir sosyalist hareket için canalıcı önemde olan bir izlek çevresinde dönmüyor: Yeni kapitalizmin şeyleşmiş dünyasını dönüştürebilecek yetenekte bir “özne”nin öz-yaratım sorunu. Barındırdığı güçlükler ne olursa olsun, Tarih ve Sınıf Bilinci, bizim için devrimci öznellik sorununun incelenmesinde temel bir kaynak olma özelliğini korumaktadır.

 

 

Mehmet Küçük’ün bu çevirisi daha önce Yaba Öykü’de (S26/57 Kasım-Aralık 1989) yayımlandı

 

Dick Howard ve Karl E. Klare (der.), The Unknown Dimension: European Marxism Since Lenin, Basic Books, Inc., Publishers: New York 1972

 



[1]Bu metin genç Lukacs üzerine yazdığım doktora tezinin bir bölümünü kapsıyor. Bu kitabın amacını gözönünde bulundurarak, konunun kapsadığı daha geniş siyasi ve düşünsel çerçeveyi ele almadım. Aşağıdaki kişilere yardımları için teşekkür borçluyum: Agnes Heller, Ferenc Feher, György Markus, Mihaly Vajda, Janos Kis, György Bence, George Lukacs, Paul Breines ve Dick Howard.

[2] Örneğin, Fransız varoluşçuluğuna karşı giriştiği bir polemik olan       Marxizm and Existentialism (1944) ve The Destruction of        Reason (1954) başlıklı eserleriyle karşılaştırınız.

[3] Karşılaştırın. Georg Simmel, Philosophie des Geldes, Beşinci Baskı, Berlin 1930, s.503 ve 511-514. Emeğin temel rolü hakkındaki ısrarı ilk çalışmalarıyla sınırlıdır (1900). Ve hatta burada bile işbölümünü, mülkiyet ve egemenlik ilişkilerinden bağımsız olarak düşünür. Simmel’e Marksist açıdan yöneltilen eleştiriler, yerinde bir saptamayla, onun genel kültürel süreci temel alarak emek sürecini yalnızca özel bir türevsel durum kılma eğilimine işaret etmektedir. Karşılaştırınız, G. Lukacs, Die Zerstörung der Vernunft (1954).

[4] G. Lukacs, “Von der Armut am Geiste”, Neue Blatter, 1912 (ilk olarak 1910 yılında Macar Szellen, no. 5-6, s.67-92’de yayımlandı). Kantçı etiğe yönelttiği bu eleştirinin temelini Kierkegaard yorumu için bkz. Lukacs, Die Seele und die Formen (Berlin 1911). Bölüm başlığı: “Das Zerscheilen der Formen am Leben: Sören Kierkegaard und Regine Olsen”, s.78.

[5] “Subjekt – Objekt Beziehungen in der Aesthetik”, Logos, 7 (1917): 1-39.

[6] Theorie des Romans, ikinci ve değişikliğe uğramamış baskı (Berlin und Neuwied: Luchterhand Verlag 1963), s. 157-158. Genç Lukacs’taki ütopya sorunu hakkında en iyi kaynak F. Feher: “Balasz Bela es Lukacs György…” Irodalomtörtenet, no. 2, 3 (1969).

[7] “Halalos Fiatalsag” (“Death – like Youth”), 1917, Magyar Irodalom içinde Magyar Kultura (Lukacs, Selected Works, c.3) (Budapest 1970), s.35.

[8] Mein Veg zu Marx ve Almanca yeniden baskısının 1967 tarihli Önsöz’ü: Geschichte und Klassen – bewusstsein (Berlin 1968), s.12.

[9] “A konzervative es progressive idealizmus vitaja”, Huszadik Szazad c.37, no.1,2,3 (1918)

[10] “A bolsevizmus mint erkölcsi problema” Szabad gondolat (Kasım 1918).

[11] Taktika es Ethika Budapest 1919. Almancası, Lukacs, Werke, c.2 (Berlin: Luchterland Berlag).

[12] Bu son argüman, Lukacs’ın ilk Kantçı etik eleştirileriyle, yani “Von der Armut am Geiste”da ifade ettiği, dünyamızda ellerimizi temiz tutmanın günahların en büyüğü olduğunu savunan görüşüyle ilişkilidir. Lukacs burada Kantçı amaçlar ve araçlar ikileminden kurtulmaya çalışır. Bu sorun açısından taktik düzleminde tamamen başarısız değildi; etik düzleminde ise, ilk çalışmalarında zaten mevcut olan araçlar ve amaçlar arasındaki muğlak ilişkiyi yalnızca yeniden üretti.

[13]Az erkölcs szepere a kommunista termelesben” Szocialis Termeles 1, 11, 20 Temmuz 1919. Ayrıca Werke 2, s.90 ve İngilizcede I. Mezzaros tarafından yazılan “Lukacs Concept of the Dialectic”, Georg Lukacs, der. G.H.R. Parkinson, London 1970, s.46, 47 içinde yer alan yazıya bakınız. Meszaros, Lukacs’taki ahlak sorunu üzerine oldukça yararlı bir kaynak; ama yazık ki, oldukça az sayıda metine dayanıyor ve genç Lukacs’ın “nesnel” yanını gözden kaçırıyor.

[14] “Die moralische Sendung der kommunistischen Partei”, Werke 2, s.105.

[15] Lukacs burada ampirik olarak Rus partisinden mi söz etmektedir? Makalede partinin yapması gerekenleri hakkında katı bir ölçüt sunuyor (bürokratikleşmeye karşı sürekli mücadele vbç). Islah etme kaygısının yanısıra partiyi teyit etme kaygısını da taşıyor kuşkusuz: Ama, koyduğu öncülü gözönünde bulundurursak, Sosyal Demokrat Partisinin durumunda olduğu gibi, Parti bir kurum haline geldiğinde bu ölçütü uygulayacak olan kimdir? Gerçek politik bağlam hakkında gerektiğinden çok saflık etmemeliyiz. Lukacs, Alman partisinin bakış açısından kesinlikle bir Bolşevikleştiriciydi. Bolşevikleştirmenin henüz bir sorun oluşturmadığı Macar partisi bağlamında, üstü örtük olarak, bürokratikleştirici Bela Kun hizbine saldırıyordu. Ve son olarak, Rus Partisinin kendi içinde bile tüm sorunlar bir çözüme ulaştırılmamıştı.

[16] “Was ist orthodoxer Marxismus”, Werke 2, s.61.

[17] “Das Problem geistiger Führung..” Werke 2, s.54.

[18] İngilizce çevirisi ve mükemmel bir önsöz için bkz. Paul Breines Telos, 5 (Bahar 1970).

[19] “A törenelni materializmus funkciovaltozasa”, Internationale (Budapest; Temmuz 1919), s.13.

[20] Burada terminolojide bir değişiklik var. Simmel’in “kültür”ü, kozmik yabancılaşma süreci, şimdi “uygarlık”tır. Kültür, yüksek kültürdür ve varolduğunda her zaman özgür insanların ürünüdür. Kapitalizm öncesi toplumlarda kimilerinin bu anlamda özgürken, kapitalist toplumlarda hiç kimsenin özgür olmadığını, komünist toplumda ise herkesin özgür olacağını öne sürmektedir.

[21] Bu, şeyleşmenin daha sonra ortaya konacak eleştirisine ve bu eleştirinin de önemli bir sorununa işaret etmektedir: Nesnelleşme ve şeyleşmenin özdeşleştirirlmesi. Nesnel kültür ve nesnel ekonomik süreç arasındaki terminolojik karışıklık, bu temel karmaşanın bir görünümünü oluşturuyor.

[22] Geschichte und Klassenbewusstein (1923 baskısı), s.82.

 

[23] A.g.e., s. 92, 93.

[24] “Die moralische Sendung der kommunistiche Partei”, Werke 2, s. 109, 110.

[25] A.g.e., s.

[26] “Önkoritika”, Proletar, 12 Ağustos 1920.

[27] “Organisationsfragen der Dritten Internationale”, Kommunismus, 15 Mart 1920, s.238. Bu noktayı tek tek partileri tartışırken aklında tutmaması yazık.

[28] “Noch einmal Illusionspolitik”, Werke 2, s. 155.

[29] Lukacs, şimdi, ilk gelişimindeki bu ikiciliğe işaret etmektedir. Bkz. Werke 2′ye yazdığı 1968 tarihli önsöz, si15-17. Tam Macaristan’ın durumu bağlamında çok dikkatli olduğu konuları, adını koyalım, Komintern personeli ve organlarının kendilerine “tamamen dışsal” olaylara bürokratik ve maceracı müdahaleleri gibi konuları, öbür partiler bağlamında gözden kaçırmış olduğunu kendi yorumlarına eklememiz gerekiyor.

[30] Opportinusmus und Putschismus” (Ağustos 1920), Werke 2, s.112. Bu deneme bir anlamda “Sınıf Bilinci”nin tamamlayıcısıdır ve izleklerinin gelişimi “Mart eylemi”nden önce yazılmış olan Rosa Luxemburg hakkındaki iki makalede su yüzüne çıkar. Bu makalelerden biri Geschichte und Klassenbewusstein’da yeniden yayınlandı.

[31] “Spontaneitat der Massen, Aktivitat der Partei”, a.g.e., s.135.

[32] “Organisatorische Fragen der revolutionaren Initiative”, a.g.e., s.144.

Bu yazı Geschichte und Klassenbewusstein‘da “Methodisches zur Organisationfrange” başlıklı daha geniş yazı için bir önçalışma niteliğindedir.

[33] A.g.e., s.151-153.

[34] Capital, C.1, s.72.

[35] A.g.e., s.81.

[36] Gestchichte und Klassenbewusstsein (1923 baskısı), s.92, 98.

[37] A.g.e., s.99-101.

[38] A.g.e., s.

[39] A.g.e., s.107, 108, 110, 112, 115.

[40] A.g.e., s.135, 136, 156, 157.

[41] A.g.e., s.16.

 

[42] A.g.e., s.164.

[43] A.g.e., s. 217

[44] A.g.e., s.22

[45] A.g.e., s.333.

[46] A.g.e., s.190.

[47] A.g.e., s.225.

[48] Lukacs’ın daha sonra gösterdiği gelişme üzerine bkz. Ken Megill, The New Demokratic Theory, 4. Bölüm ve ayrıca şu makaleler: Ken Megill, “George Lukacs as an Ontologist”, Studies in Soviet Thought, 9, 1969 ve Agnes Heller, “Lukacs’ Aestetics”, New Hungarian Quarterly 7, 1966.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar