Ana SayfaArşivSayı 70Komünizmi Politik Olarak Üstlenmek

Komünizmi Politik Olarak Üstlenmek

Komünizmi Politik Olarak Üstlenmek
İdeanın Sınırlayıcılığı, Pratiğin Sınırsızlığı
Süleyman Yılmaz Bulduruç
Ezilenlerin devrimciliğinin zayıf belirtiler gösterdiği, bu belirtilerde dahi komünist öznelliğin temsilinin bulunmadığı bir konjonktürdeyiz. Son iki yüzyıl içinde bugün, komünizm politik bir güç olarak hiç olmadığı kadar zayıf. Geride bıraktığımız yüzyılda ‘komünist devrimciliğin’ Marksist formu, tüm tarih çağları boyunca benzerlerine büyük dinlerde rastlayabildiğimiz, ezilenlerin devrimci politikasının taşıyıcısı, birleştiricisi ve yürütücüsü olabildi. Kuşkusuz parçalıydı, iç ayrımlar taşıyordu ama yirminci yüzyılda devrimci politika denilince net olarak akla Marksist komünizm geliyordu.
Geçmişin güzel günlerinin nostaljisini yapmak ya da ölümü ilan edilmiş olanın otopsi masasını kurmak değil önümüzde olan. Konjonktürün olanakları içinde ezilenlerin devrimciliğini komünist politika aracılığıyla üstlenmek için bir adım geriye çekiliyoruz. Tarih boyunca ezilenler büyük zaferler kazandı ve ağır yenilgiler aldılar. Yirminci yüzyılda ezilenlerin devrimciliğinin kadim deneyimleriyle gelecek ezilen devrimcilikleri arasında bağ kurabilecek teorik ve pratik kesişme ‘komünist devrimcilik’le sağlandı. Marksizm tüm ezilenler mücadelesi tarihinde böylesine bir bütünselliği sağlamada biriciktir.
Tikel bir ezilen kesimine ayrıcalık tanıyan, genel olarak tarihe dayalı politika olarak anlaşılan komünist kılığına bürünmüş rasyonalist teleolojiyi Marksizmin politik evrenselleşmesine dayanarak reddediyoruz. Bu tarz bir komünist iddianın sınıfçılık, kitlecilik, ezilencilik, kimlikçilik vb. türevleriyle tipik bir ezilen refleksinin devrimci ya da devrimci olmayan geri çekilmeci formu olarak ütopyacılığı, Marksist bütünsellik ile karşılayıp araya kategorik bir engel koyuyoruz. Komünist idea ve pratik ile ilgili tartışma Marksizm öncesinde ve Marksizm alanında olduğu gibi ‘Marksizm sonrası’ olarak Marksizmin eleştirisi şeklinde fazlasıyla üretildi, politik devrimciliğe kapalılıklarıyla da tüketildi. Önemli bir kesimi teorik olarak doktrinerlik ile liberalizm arasında salınmaya devam ediyor.
Komünist hareket denilince Marksizmin anlaşıldığı bir kazanımı tereddütsüz sonuna kadar üstleniyoruz. Miladını Ekim Devrimi’yle aldığımız bir yüzyılın kazanımı bu. Öncesinde, Batı siyasal düşünce tarihinde farklı komünizmler vardı ve Marksizm de bu komünist akımlardan biriydi. Üstelik devrimci politika yönünden en önde olan akım da değildi.
Marksizm içinden Lenin ile anılan bir komünist devrimci politika kuruluşu gerçekleşti. Leninizmin varlığı, esaslı dönüşümler, tanımlayıcı yer değiştirmeler olmadan geriye çevrilemez. Şu halde komünist politikanın ezilenler devrimciliği olarak kuruluşunu, öncü politika anlayışını, materyalist gerçekçiliğini geriye alarak komünist teoriyi ya da ‘idea’yı kurtarma girişimleri, Marksizmin Marx ve Engels ile başlayan kuruluşunun temel izleğini, gerçekliğe bağlı bir komünist devrimcilik iddiasını geri almaya dönük bir girişimdir: Komünist ideayı savunmak, Marx’a dönüş, sınıfa dönüş, başka bir dünya arayışı… Adı ne olursa olsun!
“Totalitarizm eleştirisi” sözde-teorisiyle[1] başlayıp Stalin ve Mao’yu hedefe koyan, oradan hızlıca Lenin’e geçen, Engels’i paranteze alıp filozof olarak Marx’a saygılarını sunan, onun ‘kapitalizm eleştirisi’ önünde eğilen kolay hazmedilir bir Marksizm tahayyül ediyorlar. Hazım süreci, devrimci politikadan muhalefete geçiş yapan “komünist” partilerle geçtiğimiz yüzyılda başlamıştı. Artık bu yetmiyor! Politik hazmedilebilirlik ideolojik olarak da tamamlanmaya çalışılıyor. Ezenlerin taarruzu karşısında başımızı önümüze eğeceğimiz ve savunamayacağımız hiçbir komünist pratik yok. Ezenin korusuna katılıp lanetleyeceğimiz herhangi bir komünist pratik yok.
Marksizmin uzun sürmüş krizi, bir tür teoriyi idealize ederek politikayı kurtarma çabasını öne çıkardı. Sunulan seçenek ya her türlü gerçek etkileşime kapalı bir doktriner savunmacılık ya da uyumlu bir yorumsamacılık oldu. Ezilenlerin devrimciliği, ümitvar beklenti sınırındayken veya belirsiz bir geleceğe atılmışken, bu idealize etme gerçeksizliğe açılıyor. Komünizm pratikleriyle yoğunlaşmış komünist politika, seyreltilmeye, uçuculaştırılmaya çabalanıyor.
Ezenlerin komünist politikaya düşmanlıklarının kadim nedenleri malûm ve net. Diğer taraftan ideal komünizm tahayyülüne başvurularak reel komünizm pratikleri ve bu pratiklere bağlı politika reddediliyor. Bir tür politikasızlık ya da post-politika, ezilenlere, zımnen tek seçenek olarak sunuluyor. Öyle ya da böyle, politika, “zamanın ruhu”na uygun olarak edinilmiş ahlaki yargılar ile bunlara bağlı oluşan normatif ret ve kabullerin sınayıcılığına tabi kılınıyor. Tahayyül ettikleri gerçekte liberal bir komünizmdir. ‘Olur mu?’ demeyelim. Daha önce olmuştu! Nitekim bugün her tür örneğini sağımızda solumuzda izleyebiliyoruz. Ama hiçbir şekilde oldurulamaz olan, liberalizmin evrenine geçmiş bu komünizmin Marksist komünist devrimcilikle aynı başlık altında anılmasıdır.
Batı siyasal düşüncesinin radikal bir akımı olarak kabul ettikleri komünizmin, Marksizm ile anılmasını ya büyük bir kaza, ya olmamışlık olarak değerlendirip ondan kurtarabildiklerini yeniden düzenlemeye çalışıyorlar ya da Batı siyasal düşüncesiyle özdeşleştirip onu Aydınlanmanın, hümanizmin en tutarlı sürdürücüsü tahtına oturtuyorlar.
Marksizm alanında savunmasız bir savunmacılık, karanlıkta ıslık çalmaya denk düşen, herhangi bir hamleye izin vermeyen bir konumlanma hâkim. Her haliyle eklektik ve kimi zaman ideolojiden yoksun bir politik duyusallıkla, kimi zaman da politik duyusallığa kapalı bir ideolojik katılıkla malûl bir konumlanma…
Bu ayrımsızlık atmosferinde biz bu yazı kapsamında komünizmi, tarih-bilimsel gerçeklik yanıyla değil, Marksist politikanın üstlendiği adlandırma olarak alıyoruz. Dolayısıyla ona bir ‘kurtarma’ işlemi yapmıyoruz; aksine kurtarma işlemlerini reddederek onu üstlenmeyi amaçlıyoruz. Bu aynı zamanda ‘hangi komünist konum’ sorusunu da otomatik olarak beraberinde getiriyor. Buna yanıtımız, ezilenlerin Marksizminin, eş deyişle –bir tarih ve yere özgü adlandırmasıyla– ‘Hanif Marksizm’in politik tasavvuru olarak devrimci komünizm.
Zamansal kaydırma: Geçmişteki bugün ya da
bugündeki geçmiş
Komünizm, ezilenlerin tarihteki adsız (ya da çok adlı) varlığını paranteze alırsak, kendisini ad olarak Avrupa’da on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında siyasal düşünce ve eylem alanında gösterir.[2]
Bu ad altında devrimci politikalar da belirir. Tekrarlamak gerekiyor: Komünist adlandırılmasının, yani belirli bir tür özneden ve bu adı taşıyan öznelerin ezilenler politikasındaki brüt varlığından bahsediyoruz.
Komünist olarak anılan politikaların zayıf ve belirsiz ifadeleri –radikal eşitlikçilik, mülkiyet ve devlet karşıtlığı, devrimci adalet arayışı– dönemin dinamik konjonktüründe en azından  Gracchus Babeuf’tan beri (komünarist adlandırılması olarak) hareketin neredeyse tamamında karmaşık bir etki doğurmuştur. Üretim alanlarından koparılan köylü yığınları, yeni üretim koşullarına işçiler olarak katılırken açığa çıkan uyumsuzluk ve çatışma koşulları, işçi hareketiyle komünizme kitle temelini armağan etti. Avrupa Kıtasının her köşesinde devrimin kol gezdiği, henüz yolunu bulamamış onlarca organizasyonun oluşup dağıldığı, küçük büyük devrimci komploların kurulduğu özel bir konjonktürdü. Bu tarihsel koşullar teori alanında da farklı kesişmeleri beraberinde getirdi. Saint Simon, Owen, Proudhon,  Feuerbach, Comte, Stirner, Weitling gibi kolayca aynı başlık altında toplanamayacak isimlerin benzer ifadeleri rahatça ve geçişli olarak kullandıkları bir dönem yaşanıyordu. Politikada Fransız Devrimi sonrasının ve teoride Aydınlanma’nın damgasını taşıyan bu dönemin koşullarından Marx ve Engels de yalıtılmış değildi ve hatta onlar verili sorunsallar kümesine önce içeriden müdahale etmeye çalışmışlar, sonra da sorunsalı kökten değiştiren epistemolojik kopuşlarıyla teorik müdahaleleri sayesinde eserlerini oluşturmuşlardır.
Komünizmin politik bir güç olmadığı ve komünist politikanın komünist idea’yı yirminci yüzyıl pratikleriyle aşındırdığı yaklaşımıyla A. Badiou ve S. Źizek öncülüğünde komünist idea’yı kurtarmaya dönük bir dizi konferans düzenlendi.[3] Bu konferanslar dizisinin ilkinde, Londra’da “Komünizm İdeası” sunumunda A. Badiou “bir bakıma yirminci yüzyıldan miras aldığımız sorunlardan çok on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında irdelenen sorunlara yakınız”[4] diyor ve ekliyor: “Tıpkı on dokuzuncu yüzyılın başlarında olduğu gibi komünist idea’nın zaferi söz konusu bile değil, oysa çok tehlikeli ve dogmatik bir şekilde yirminci yüzyıl boyunca zafer kazanacaktı komünist idea.”[5]
Yenilgiciliğin klasik refleksini de barındırarak politik Marksizmin gerisine çekilmekten başka bir şey ifade etmiyor Badiou. Gerçekliğin idea üzerinden sınırlandırılması ve idea’nın bir tür gerçeklik olarak felsefe aracılığıyla kurtarılması komünist politikanın belirsiz varlığında bir savunma noktası sağlayabilir mi? Bu tarzıyla hiç sanmıyoruz. Bu kurtarma çabası bir grup Batılı filozofun kriz koşullarında beliren eğilimi olsaydı mesele yoktu, ama yirminci yüzyıl komünist hareketine baktığımızda dahi görüyoruz ki komünist politika sürekli olarak komünist idea (daha karmaşık bir bütün olmakla birlikte ideoloji de denilebilir) tarafından sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu sınırlandırmalar çoğunlukla devrimci politika dolayımıyla kırılmış ve komünizm reel bir uygulama olarak kudret kazanmıştır.
Kriz koşullarının teorik düzeyde bir likidasyona yol açtığı kabul edilmelidir. En doktriner savunmacı konumlar dahi bundan muaf kalamıyor.
Badiou’nun, Marksizmin komünizmi üstlenerek belirdiği on dokuzuncu yüzyıl ile bugünün sorunsalını örtüştürmesi tüm bu nedenlerle verimli bir tartışma açmaktadır. Marx ve Engels’in ortak çalışmalarının ilkleri, politik içerimleri ve güdüleyicileri de olan felsefi müdahalelerdir. Şimdilerde Marksist olmayan komünizmlerin yanında “Marksist” komünizm iddiasıyla öne sürülenlerin önemli bir kısmının girdiği hat, kurucu Marksistlerin müdahale konusu olan Marksizm öncesi ideo-politik ortamın sorunsalıyla kimi yönlerden örtüşmektedir. Şüphesiz bugünün ifade alanı ve sosyalizm deneyimlerinin politik yenilgisinin basıncıyla Marksizmin ya da komünist idea’nın kurtarılması için –her ne niyetle olursa olsun– izlenen yol, kurucu Marksistlerin giriştikleri ilk kavganın kazanımlarını geri alma sonucunu doğurmak durumundadır.
Marx ve Engels, deyiş yerindeyse önce mevcut “komünist idea” ile teorik bir tartışmayı da barındıran felsefi müdahalede bulunmuşlardır. Her türlü idealizmin boy gösterdiği, ütopyacı sosyalizmler, Alman “hakiki” sosyalistleri, Fransız komünizmi evreninde sol Hegelcilerle girişilen polemikler, kurucu Marksistlerin kendilerini geleneğin dışına çıkarmalarının yoluydu. Ama bu yetmez! Kurucu Marksistler; politika alanında bulunan envai çeşit devrimciliğin, devrimci olanı olmayanıyla komünizmin, ezilenlerin bir tür doğal salgı gibi ürettikleri ‘acı çeken insanlığın çığlığı’nı üstlenen ütopyacılığa gömüldüğünü izliyorlardı.
Marksizmin kuruluşu açısından geçiş dönemine tekabül eden Alman İdeolojisi, materyalist bir tarih felsefesini Feuerbachçı sınırlamadan kurtarmaya çalışırken aynı zamanda Stirner’in adcılığının eleştirisini yapar. Bu kapsam, komünizm tartışmasını da barındırır. Daha önce belirgin şekilde tarih felsefesine bağlı ele alınan ve Hegel’in Feuerbachçı yorumunun etkisi altında edinilen saf düzenleyici fikir, dünyanın düğümünü çözen ilke olarak teleolojik “komünizm” şimdi yine fikirler âlemindedir, ama kendi gerçekliğini fikrin dışında aramaktadır.
Alman İdeolojisi‘nin ünlü tanımına bakalım: “Komünizm, bizce oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır.”[6]
Öznelciliğe ve ütopyacılığa karşı nesnellik vurgusunun öne çıkarıldığı bu tanımlama, tarih felsefesi sınırlarında olmakla birlikte kendi varlığını aşan bir gerçekçi politikanın sahasına adım atmaya dönük hamleyi barındırır. Komünizm, ahlak ve vicdana bağlanan sınırlayıcı ve sınırlandırıcı “insanın özü” ifadelerinin etkilerinden arındırılmaya çalışılır. Tarih boyunca mücadele eden ezilenler, gerçekliği, kendiliğinden bilinçleriyle düşmanları olarak bilmişlerdir. Neredeyse her örnekte, kendi aleyhlerine olan gerçeklik ancak murdar ilan edilerek devrimcileşme sağlanabilmiştir.
Marx ve Engels, adcı öğelerle sınırlanan duyusal materyalizmin sınırlarının dışına çıkarak gerçekliği ezilenler cephesinden devrimci politikaya açmanın yolunu aramışlardır. Kuşkusuz mücadele eden ezilenler pratik bir gerçeklikle hareket etmeye mecbur ve mahkûmdur; ancak Marx ve Engels bu pratik zorunluluğa teorik bir ifade kazandırmak için önemli bir adım atmışlardır.
Öte yandan Marx ve Engels’in komünizm tanımının tarih felsefesine bağlanan bütünlüklü bir ontoloji olarak sunulması daha sonraki dönemde Marksizmde etkilerde bulunmuştur. Buradan ontoloji ile politika özdeşliği ya da ontolojiye dayalı politika anlayışı galebe çalmıştır. Tarihe lehimlenmiş politika, komünist politikanın pratiklerini sınırlayıcı bir rol oynamıştır. “Komünizmin gerçek hareket” olması, bir yandan gerçekliği edinme yolunu açarken diğer yandan onu tarih felsefesi tartışmalarının içine çeker.
Komünist politikanın muazzam açıcılığı “pratik materyalist”, eş deyişle “komünist”i gerçekliğin katmanlı öğeleriyle politikanın saf gerçekliği arasında bir özne olarak inşa etmeyi zorunlu kılar. Bu konu aynı zamanda Lenin’in kuruculuğudur: Marx ve Engels’in materyalist tarih anlayışına dayalı gerçekçi bir politik devrimcilik.
Marx ve Engels dönemin komünizmlerine vakıftılar: “Bütün ülkelerde komünistlerin ezici bir çoğunluğu devrimcidir” ama “Babeuf döneminden beri ortaya çıkan devrimci olmayan komünist burjuvaların sayısı pek azdır.”[7] Söylediğinden fazlasını ifade eden bu cümle, Stirner ile tartışmada ‘devrimci olmayan komünistler’in varlığını ve bunların ahlaki idealizmlerini Cabet’ten yapılan uzun alıntıyla ortaya koyar. Dolayısıyla kurucu Marksistler, komünistliği de politik bir ayrıştırmaya tabi tutmaktan kaçınmazlar. Ayrıştırmanın sonuçları teorik olarak izlenir.
Kurucu Marksistler için “pratik materyalist” ile “komünist” eş anlamlıdır ve mesele, “dünyayı köklü biçimde dönüştürmek ve verili şeyleri pratikte ele alıp değiştirmektir”.[8] Öyleyse “komünizmin mevcut dünya düzenine büsbütün karşıtlığı”[9] gerçekçi bir temele dayanır. O zaman ve şimdi felsefi gerçekçiliğin soyutluğu bir yana bırakılırsa, komünist devrimciliğin ‘siyasal gerçekçilik’e bulaşık olmayan gerçekçi bir politika ile devrimciliği oluşturduğu ya da gerçekliğin olanaklarıyla politikayı devrimci temelde inşa ettiği kabul edilmelidir. Marksist politikanın üzerine kurulduğu teorik temeli burada bulabiliyoruz.
O halde, komünizm, bir idea’nın gerçekliği olarak değil, gerçekliğin idea’sı olarak ancak devrimci politikada ifadesini bulur. Biraz daha genişletirsek; ideal dünya arayışına bağlanan, gerçekliğe rasyonalist bir düzenleyici ilkenin –idea’nın– uygulanması, aşkın bir ilerletici güç değildir komünist politika.
Spinoza’nın, Politik İncelemeler’inin ilk bölümünde felsefecilere karşı polemiğiyle Marx ve Engels’in komünizmi üstlenme tarzı arasında bir paralellik kurulabilir. Marx ve Engels filozofların komünizmi edinme tarzlarını eleştirirken Spinoza, filozofların politikaya felsefeden yaklaşmalarına ya da politikayı felsefeleştirmelerine itiraz eder: “Onlar (filozoflar) insanları aslında oldukları gibi değil ama kendileri nasıl olmasını istiyorlarsa öyle tasarlıyorlar; bunun neticesi olarak (…) asla siyasete uygulanabilir görüşleri olmamıştır; onların tasarladığı şekliyle siyaset gerçekleşmeyecek bir düş olarak veyahut ya ütopik ülkeler ya da şairlerin altın çağına, yani hiçbir kuruma ihtiyaç duymayan bir zamana uygun olarak görülmelidir. O halde bir uygulaması olan tüm bilimler arasında kuramın eylemden en çok farklılık gösterdiği bilim siyasettir.”[10] Şüphesiz Spinoza’nın teşhis ettiği durum filozofların niyetleri sonucu oluşmaz, mesele felsefenin ne’liği olduğu gibi gerçeklik ile ilgili fikir arasındaki kapatılamaz yarıktır.
Bu yarığın felsefe aracılığıyla kapatılmaya çalışıldığı her koşulda sorun yeniden ve derinleşerek üretilir. ‘Komünist idea’yı kurtarmak için felsefeye müdahale çağrısı bu riske rağmen meşrudur; ancak ilk elden komünist pratiklerin ya da daha net ifade edersek, komünist politikanın sınırlandırılmasına dayanan komünist ideanın Marx ve Engels ile Spinoza tarzı materyalist eleştirisine ihtiyaç vardır. Bunun için Spinoza’nın yukarıda aktarılan sözlerindeki “siyaset” terimi yerine “komünizm” terimini yerleştirmek ilginç sonuçlar verecektir. Art arda yinelenmeli: Politika, pratik düzeyde felsefenin müdahalesine kapalıdır ve yine felsefe, teorik ayrıştırmalara girişebilmek için materyalist pratiğini keskin olarak işletmelidir.
Siyasal gerçekçilik komünist gerçekçiliğe karşı
Geçmişte ve bugün üretilen komünizm eleştirilerinin envai çeşidi piyasada dolaşımda. Özellikle sosyalizm deneyimlerinin varlığını sürdürdüğü dönemde revaçta olan bir sözde-teori olarak totalitarizm eleştirisinin yenilenmiş versiyonları zaferini ilan etmiş liberalizmin teorik cephaneliğinden hâlâ sıklıkla kullanıma çıkarılıyor. Diğer yandan muhafazakâr teorinin komünizm eleştirisi, Marksizmin komünizmi üstlenmede girdiği ilk teorik kavganın sonuçlarını geri çevirerek komünizmi, Marksist üstlenmesini de katarak, Marksizm öncesi tarzlarıyla sınırlandırmada öne çıkıyor. John Gray’in, Marksist komünizmi Aydınlanma ilerlemeciliğinin ütopyacılığı ile aynı başlık altına çeken çalışmasında böyle bir örnek izlenebilir.[11] Her türlü devrim fikrine ve pratiğine karşı konumuyla Gray, “siyasal gerçekçiliğin” ezen tarafından üretilen tarzının taşıyıcılığıyla ve herhangi bir mazeretçiliğe izin vermemesiyle öne çıkıyor.
Öncelikle Gray, bir muhafazakâr ve siyasal gerçekçi ama sözde bir Aydınlanma karşıtı. Onun Aydınlanma ve ilerlemecilik karşısındaki duruşu, Aydınlanmacı ilerlemeciliğin başlangıç noktası olan “iyi insan ve tarihin iyicil ilerlemesi” metafiziğinin yerine “kötü/düşkün insan” ve mevcut olanın korunumu metafiziğini geçirmekten başka bir şey yapmıyor. Ona göre “Gerçekçilik, kötüler arasında kökten seçimleri en aza indirmeye çalışan bir Ocham Usturası’dır. Bu seçimlerden kaçınmamızı sağlamaz, çünkü bunlar insan olmakla ilgilidir”.[12] İşte bu uyumlu seçimin dayanağı olan “insan doğası” da şöyle ifade ediliyor: “Modern dönem öncesindeki hemen her düşünce insan doğasının değişmez ve kusurlu olduğunu varsaymıştır. (…) İnsan dürtülerinin doğal olarak iyicil, barışçıl ya da akla yatkın olduğunu varsayan hiçbir siyaset kuramı inandırıcı olamaz.”[13] Bu görüşten, ezenin egemenliğinin fiili olumsuzlamasının olamayacağı, ancak onun katlanılabilir bir zorunluluk olduğu, ona karşı daha “iyi”ye yönelecek her pratik müdahalenin daha “kötü”ye davet olduğu sonucundan başka bir şey çıkmaz.
Bu görüş, eleştirisi için Gray’e Hegelci bir avantaj sağlar. Gray ütopyacılıkların genel özelliğini radikal bir gerçeklik karşıtlığı olarak ele alır ve Marksizmi de Aydınlanmanın bir alt kolu olarak bu ütopyacılık başlığı altına sokar. Fikrin ele alınmasında adeta Hegel’in yankısını duyarız: Tarih Felsefesi‘nde Hegel’in, “Doğunun devrimi” olarak andığı Müslümanlık için kullandığı ifadeler aynı zamanda bir tür siyasal gerçeksizliği tanımlar: “[S]oyut bir şeye, şeylerin kurulu düzenine karşı olumsuz bir konumu benimseyen soyut bir düşünceye duyulan hevestir. Somut olanla ancak üzücü bir yıkıcı ilişki içinde olmak fanatikliğin özünde yatar.”[14] Buna göre devrimcilik radikal bir gerçeksizlikle de kusurludur; saf idea’nın dayanılmaz çekiciliğine kapılmıştır devrimciler.
“Modern siyaset din tarihinden bir kesittir”[15] şeklindeki Schmittçi yankılanmayla[16] başlayan Gray, Aydınlanmanın din karşıtı retoriğine rağmen esasında Hıristiyan apokaliptik binyılcılığının seküler sürdürücüsü olduğunu öne sürer. Bu başlangıç önermesi bile Aydınlanmanın tanımlayıcı olarak kabul edilen önermelerine saldırı barındırır. “Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir ahir zaman beklentisi”[17] Aydınlanmanın da devraldığı Hıristiyanlık kökenli teleolojiye dayanır.
Ütopyacılık ile ilgili gayet yerinde, “her zaman devrimci ya da açıktan açığa siyasi düşünce bile olmamıştır. Ütopyacılık dünyayı zorla yeniden kurmaya yönelik bir girişimden önce dünyadan geri çekilme hareketidir”[18] saptamasını yapar. Gray, bu gerçekçi vizyonla ütopyacılığı, esas rahatsız olduğu devrimci formları nedeniyle kategorik olarak karşısına alır. Onun için bu o kadar geniş bir sahayı kapsar ki tarihteki ve güncel neredeyse tüm devrimci politikalar bu başlığa dâhil edildiği gibi, dinin geri dönüşüyle Amerikan neo-muhafazakârlığı ve Protestanlığı ile Selefi İslam da bu torbaya sığıştırılır.
Gray’in devrim karşıtı teorisinin öne çıkan belirleyici yanı Aydınlanmaya bağlı yaygınlaşmış ilerleme mitine duyduğu nefrettir. “İlerleme kuramı ister parça parça (liberal), ister devrimci bir dönüşüm üzerinde dursun bilimsel bir varsayım değildir; insanın anlam gereksinimini yanıtlayan bir mittir.”[19] Haklı olarak bu rasyonalist miti yerinden etmeye çalışan Gray rasyonel bulmadığı bu mit yerine daha rasyonel bir miti yerleştirmeye teşnedir. Bu durumun nesnel pozitif çıktıları vardır. Gray bilimsel maddeciliğin öznesizliğine yerleştirilmeye çalışılan iradeci öğelere de klasik Hıristiyan Batı düşüncesiyle bağlantılı olduklarını belirterek karşı durur.[20]
“(Marksizm ile liberalizm) evrensel bir uygarlık beklentisinde olan Aydınlanma ideolojisidir.”[21] Gray’in bu konudaki fikirleri orijinal değildir. Marksizmi bir ütopyacılık kolu olarak görmesi ve Aydınlanmacı teleolojiye bağlaması da orijinal değildir. Birçok Marksist de kendisini dereceli, sıfatlı olsa da Aydınlanmaya bağlamada pek hevesli ve ütopyacılığa meyilli olma konusunda yarış halinde. Gray’in orijinal olduğu yan, tabii ki yine olumsuzlamak için, Marksist komünizmi evrensel bir devrimci politikaya bağlamasıdır. “Lenin’in yeni bir dünya kurmak için terörden yararlanmaya hazır oluşu hiçbir anlamda yeni değildir. Gerçekleşmesi olanaksız amaçlara ulaşmak için insanlık dışı yöntemlerden yararlanmak devrimci ütopyacılığın ürünüdür.”[22] Gray’dan tutarlılık beklemek beyhude. O, fikirlerin gerçekliğini öne alan iflah olmaz idealist ve özcü bir gerçekçi, ama kendi öz tanımını bile bozuma uğratmadan duramıyor.
Tüm bunlara rağmen Gray, Aydınlanma evrenine bağlılığını ilan eden “Marksistler”in bir adım ilerisindedir. Marx’ın “iktisat kuramı”na saygısını belirtmekten ve onun ileri görüşlülüğünü teslim etmekten kaçınmayan Gray, komünist politikanın pratiklerini mazeretçi biçimde Marx’tan ayırmaya izin vermez. Reddetmek için bile olsa bu alandaki politik tutarlılığı ve bütünlüğü tespit eder. Özellikle kimi “Marksist”lerin sosyalizm deneyimlerini açıktan üstlenmeyerek onları sahte tarihselleştirmelere tabi tutması ile karşılaştırıldığında bu tutarlılık önemlidir: “Gerçekte var olduğu biçimiyle komünizm, geri kalmış halklarla ilişki yüzünden yozlaşmış soylu bir hümanist ülkü değildi. Baskı bu ülkünün kendisinden kaynaklanıyordu. Marx ve Engels ‘Komünist Manifesto’da komünizmin ‘tarihin çözülen bilmecesi’ olduğunu bildiriyorlardı; ama bu çözüme çok kan döküldükten sonra ulaşılacağından kuşku duymuyorlardı. Terör yalnızca Sovyet ve Maocu rejimlerin değil Peru’daki Aydınlık Yol gibi hiç görülmedik kadar iyi bir dünya arayışıyla on binlerce insanın ölümüne neden olan daha yakın tarihli komünist hareketlerin de bir özelliği olagelmiştir. Bu görüş yirminci yüzyıldaki her komünist harekete can vermiş ve bunu sürdürmek kaçınılmaz olarak baskıya yol açmıştır.”[23] Anti-komünist retoriği bir yana bırakırsak Marksizmin devrimci seyrini özetlemede eklenecek çok fazla şey olmasa gerek bu sözlere!
Marksist devrimciliğin gerçekçi politikası ile muhafazakâr “politik gerçekçilik” arasındaki net fark, tüm ezilenler politikasına yaklaşım tarzlarını kökten dönüştürecek kadar önemlidir. Gray, gerçekliği ezenin lehine olan yanlarıyla donduruyor ve ezilenlerin gerçeksizliklerini kınıyor. Ne var ki ezilenlerin gerçeksizliği içinde işleyen pratik gerçekçiliği göz ardı ediyor. Tam da bu yüzden, saldırdığı Aydınlanmanın, gerçekliği rasyonalist bir ilkeye dayalı ele alışıyla yan yana duruyor: Bir düzenleyici fikir olarak dünyanın / insanın kötülüğü. Bundan sonra mesele bir fikir yerine diğerini geçirmek oluyor.
Marksizm böyle bir düzenleyici fikre izin vermez. Bu nedenle komünizmin ideal bir formu yoktur. Komünist politika, Gray tarafından iddia edildiği gibi ütopyacı bir arzu metafiziğinin radikalleştirilmiş unsuru da değildir. Daha geniş perspektifle, ezilenlerin tarih boyunca yürüttüğü devrimcilikler, onları ezen karşısında zayıf olan gerçeklik koşullarına bağlı olarak böyle bir arzu üretmiştir. Ancak politik varlıkları, özellikle kudret kazanılan örneklerde gayet gerçekçidir. Marksizm, tüm tarihi içinde, ezilenlere doğru hareketinde bu gerilimi içinde barındırır.
Sonuç
Komünist Manifesto’nun ifadesiyle “komünizm hayaleti” Avrupa Kıtası’nda kol gezdi; tüm dünyayı kat etti. Bu bize teorik bir kabulün çok ötesinde pratik bir varoluşu izleme olanağı sağladı. Bugün açısından sorulacak soru komünist pratiğin nerede aranacağıdır.
Sosyalizm deneyimlerinin yenilgiyle sonuçlandığı koşullarda, teorik bir soruşturmanın ve arayışın öne çıkmasından doğal bir şey olamaz. Sorun, bu soruşturmanın hangi temelde yapıldığı ve komünist pratiği Marksist olarak üstlenmenin politik karşılıklarını kesintisiz olarak üretmektir. Yirminci yüzyılın komünist hareketinin en güçlü ve canlı dönemlerinde iç tartışma olarak süren ve Marksizmin politik evrenselleşmesi ile pratik olarak çözülen sorunlar, yeni dönemde çözümlerini hem teoride hem teorik-politikada ve hem de kuşkusuz pratik-politikada aramak durumundadır.
Marksist komünizmi liberalizm ile birlikte Aydınlanmanın bir uzantısı, tutarlı ve aşırı sürdürücüsü olarak alan görüş, Marksizm alanının içinde olduğu kadar onun muarızları arasında da yaygındır. Özellikle sosyalist deneyimlerin yenilgisi bu tarz eleştirilere ve üstlenme girişimlerine hız kazandırmıştır. Ne gariptir ki Marksizmi savunma girişimleri de aynı kaynağa yöneldi.
Gerçekte var olan komünizmin Ekim Devrimi ile birlikte başlayan ve genişleyerek Çin Devrimi’ne uzanan utkularla birlikte anılmasında sorun yok. Eşyanın tabiatına uygun bir kabul bu. Ancak yenilgi sonrası Marksizmde şeytan kovuculuklarda ve dışarıda Marksizm eleştirilerinde, Aydınlanmaya bağlanan ya da Marksizmi Aydınlanmayla da bir alıp olumsuzlayan tarzlarda yapısal bir sorun var. Her iki yaklaşıma göre Marksizm ‘Batı Siyasal Düşüncesi’nin bir kolu; övülerek ya da yerilerek, ama Marksizmin devrimci diyalektiği reddedilerek…
Bu noktada Hikmet Kıvılcımlı’nın genişletilmiş komünizm vizyonu yol açıcıdır. “Tarihin her yerinde komünizm var, çünkü bütün o sonsuz ‘imha‘ çabalarına rağmen, ilkel komünizm gelenek görenek ve kolektif aksiyon güçleri tarihin gidişinden bir türlü silinememiştir. Bütün ‘Medeniyetler Tarihi’ boyunca ilkel de olsa komünizm, insanlığın mesamelerinde (gözeneklerinde) yaşamış ve en son Bilimsel Sosyalizm için katalizör, ana maya rolünü oynamıştır.”[24]
Bu vizyon bize Karmatiler ile Taiping İsyanı’nı, Hasan Sabbah’ın Alamut’taki Nizari İsmailileriyle Leidenli John’un Münster’deki Anabaptistlerini, Şeyh Bedreddin ile Thomas Müntzer’i, Patrona Halil ile Paris Komünarlarını, Ekim Devrimi ile, Çin Devrimi ile, Kültür Devrimi ile yani Marksist komünist pratiklerle aynı başlık altında anmaya olanak sağlar. Dolayısıyla komünist oluş, tüm bunların, ezilenlerin devrimciliğinin toplamı ve daha fazlasını ifade etmektedir.
Bugün komünist oluşun nerede aranacağı da netleşmiş olmalıdır. Ezilenlerin devrimciliği nerede beliriyorsa komünizm orada alttan alta varlığını sürdürüyor demektir. Bu, komünizmin nesnel kapsamıdır. Marksist komünist devrimcilik bu nesnel kapsamı kendi bünyesinde özgülleşme dinamiği olarak yaşarken öznel varlığını da ancak burada üretebilir. Öyleyse bir yandan bir idea olarak komünizm, diğer yandan bu idea’nın uygulanması olarak pratik komünizm mevcut değildir. Bütünleşik bir politik varlık olarak reel komünizm tüm oluş hali içinde fikirler ve pratikler toplamı olarak yaşanır. Bu komünist oluş her yerde ve her zaman hazır ve nazır değildir. Vuku bulduğu zaman görmezden gelinemez. Onun Marksist taşıyıcıları bunu defalarca kanıtladı, yeniden ve yenilenerek…
 
 
 
 
 
 
 

[1] Bir soğuk savaş enstrümanı olarak “Totalitarizm eleştirisi”, Carl Friedrich ve Zbigniew Brzezinski tarafından kaleme alınan 1956 tarihli Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi kitabı ile başlar, sonra hızla yaygınlaşır.

[2] Jean-Luc Nancy, ” ‘komünist’ kelimesinin daha on dördüncü yüzyılda var olduğu kesindir. Bu kelime, ‘insanların mainmorte kategorisine ait, yani miras hukukuna tabi olmayan bir mülkün ortak sahibi olmasını’ ifade ediyordu” şeklinde bir ön tarihçe veriyor, ancak bugünkü anlamına en yakın kullanım on sekizinci yüzyılın sonu ile on dokuzuncu yüzyılın başlarına tekabül ediyor: ” ‘Komünizm ya da komünite’yi bir hükümet biçimi olarak ilk kez sunan Restif de le Bretenne (…) ‘komünizm’i dokuz yönetim biçiminden biri olarak sunar ve bu yönetim biçiminin sadece Güney Amerika’da ‘sabah birlikte çalışıp öğleden sonra birlikte eğlenen’ bazı halklar için etkili olduğunu yazar.” Jean-Luc Nancy, Bir İdea Olarak Komünizm, Çev. Ahmet Ergenç, Ebru Kılıç, Ayrıntı Yay., 2011, s.170, 171.

[3] 2009 Londra Konferansı: Bir İdea Olarak Komünizm, Çev. Ahmet Ergenç, Ebru Kılıç, Ayrıntı Yayınları, 2011; 2010 Berlin Konferansı: Komünizm Fikri, Çev. Okan Doğan, Savaş Kılıç, Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 2012; 2011 New York Konferansı: Komünizm Yeni Bir Başlangıç, Çev. Nil Pınar Arın, Arda Çiltepe, Anıl Aşkın, Metis Yayınları, 2015 baskılarıyla kitaplaştırıldı.

Bu konferans dizisine katılan filozoflar ve akademisyenler kolayca ortak başlık altında toplanamasa da sol entelektüel alanda etkili oldukları kabul edilebilir.

[4] Bir İdea Olarak Komünizm içinde; Badio, “Komünizm İdeası”, s. 26.

[5] A.g.e., s. 26-27.

[6] K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Yay., 2013, s.43.

[7] A.g.e., s. 193

[8] A.g.e., s. 49

[9] A.g.e., s. 407

[10] Spinoza, Tractatus Politicus, Çev. Murat Erşen, Dost K. Yay., Ankara 2007, s.17.

[11] John Gray, Kara Ayin, Çev. Bahar Tırnakçı, Y.K.Y., 2013.

[12] A.g.e., s. 239.

[13] A.g.e., s. 243.

[14] Hegel’den aktaran Alberto Toscano, “Soyutlama Siyaseti: Komünizm ve Felsefe”; Bir İdea Olarak Komünizm’in içinde, s. 222

[15] J. Gray, a.g.e., s. 11.

[16] Gray, neredeyse olduğu gibi Schmitt’in ifadesini tekrarlar: “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır.” Carl Schmitt, Siyasal İlahiyat, Çev. Emre Zeybekoğlu, Dost Yayınları, 2005, s.41.

[17] J. Gray, a.g.e., s. 15.

[18] A.g.e., s. 27

[19] A.g.e., s.13.

[20] A.g.e., s. 231. Gray bu konuda Richard Dawkins ve Daniel Dennet gibi Darwinci düşünürleri örnek verir.

[21] A.g.e., s.44

[22] A.g.e., s. 31

[23] A.g.e., s. 31

[24] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Yay., Ocak 2012, s. 397.

Metin Kayaoğlu’nun “Kitabın yayınlandığı yıllardaki yasal mevzuat gözetilerek kullanıldığı değerlendirildiğinden, ‘sosyalizm’ terimi hakiki karşılığı olan ‘komünizm’ ile değiştirildi” notu izlenmiştir. M. Kayaoğlu, Hangi Tarihin Mirasçısıyız, Akın Yay., 2012, s. 28, Not 2.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar