Ana SayfaGüncel YazılarDepolitizasyon Seremonisi

Depolitizasyon Seremonisi

Fransa’da ilk turu 23 Nisan’da yapılan, ikinci turu 7 Mayıs’ta yapılacak seçimler üzerine Marksist Badiou’nun iki yazısını Versobooks.com’dan Burak Obruk çevirdi. Başlık bize ait.

 

 

Oy Vermek mi, Politikayı Yeniden Keşfetmek mi?

18 Nisan 2017

Seçmenlerin birçoğu cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında hâlâ kararsız. Ben, kendi adıma, durumu anlayabiliyorum. Bu durum adayların programlarının anlaşılır gibi gözükseler de bir şekilde karanlıkta kalmalarıyla ya da karman çorman olmalarıyla pek ilgili değil. Tam olarak ‒Sarkozy için sarf ettiğim ve kayda değer başarı elde eden bir cümleye değinirsek‒ neyi temsil ettiklerini kendimize sorma zorunluluğuyla da ilgili değil. Aksine, bunlar gayet açık.

Marine Le Pen her zamanki Fransız sağının modernize edilmiş ‒ve böylece dişilleştirilmiş‒ versiyonu. Müzmin Petainizm.

François Fillon [ise yine] takım elbise giyen bir aşırı muhafazakâr ve milliyetçi. (Ekonomi-politik ya da şahsi) Felsefesi “her kuruşu sakınma”ya indirgenebilir. Kendi kuruşlarının nereden geldiği konusuna aynı teveccühü göstermemekle birlikte mali harcamalara ve özellikle de yoksullara ayrılan paraya gelince müthiş tamahkâr ve uzlaşmaz.

Benoit Hamon, her daim var olsa dahi tanımlanması ya da ortaya konması hiçbir vakit mümkün olmayan “sol kanat sosyalizm”in ürkek ve görece kıt bir temsilcisi.

Jean-Luc Melenchon ‒açıkça en az nahoş olanı‒ yıkılmış sosyalizm ile komünizm hayaleti arasındaki kırılgan sınırda bugün her şeye karşın “Radikal Sol” olarak adlandırdığımızın parlamentarist karşılığı. Programındaki cesaret ve açıklık eksikliğini Jean Jaures’e yaraşır bir belagatle maskeliyor.

Emmanuel Macron’a gelince, tedbir olarak tüm gazeteleri satın alan ve gerçek efendilerimiz olan, son sürüm kapitalistler tarafından yoktan var edilen bir varlık. Guyana’nın bir ada olduğuna ya da Pire’nin bir insan olduğuna inanıp bunu dile getiriyor olsaydı, bu kendi kampından hiç kimsenin söylediklerinin sorumluluğunu üstlenmediğini bilmesinden ileri gelirdi.

Tereddüt edenler –her ne kadar belli belirsiz olsa da‒ bilmektedirler ki bu eski ve bilindik rollerin sahnelendiği tiyatroda politik kanaatler çok küçük bir yer işgal ederler ya da yalnızca türlü el çabukluklarının bahanesi haline gelirler. Tam da bu nedenle “Politika nedir?” sorusuyla başlamak isabetli olur. Tanımlanabilir ve net politika nedir?

Dört temel politik yönelim

Bir siyasi görüş kendini daima üç temel bileşen zemininde tanımlar. İlki, yaptıkları ve düşündükleriyle kitlelerdir. Buna “halk” diyelim. Sonra çeşitli örgütlenmeler: dernekler, sendikalar, partiler ‒özetle kolektif eylem yeterliğine sahip tüm gruplar. Son olarak devlet güçleri ‒parlamenterler, iktidar, ordu, polis‒ aynı zamanda ekonomi ve/ya da medya organları (neredeyse algılanamaz hale gelmiş bir ayrım) ya da bugün resmedilmeyi hak eden, yıkıcı bir terminoloji ile “karar verenler” olarak adlandırdığımız her şey.

Politika her zaman bahis konusu üç bileşenin birbirine eklemlenmesiyle ulaşılmaya çalışılan hedeflerden meydana gelir. Böylece ‒geniş anlamıyla‒ modern dünyada faşist, muhafazakâr, reformist ve komünist olmak üzere dört temel politik yönelim olduğunu görebiliyoruz.

Muhafazakâr ve Reformist yönelimler, Fransa’da “sol” ve “sağ”, ABD’de “Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlar” gibi, ileri kapitalist ülkelerde merkez parlamentarist bloğu oluşturur. Her iki yönelimde temel olarak ortak olan şey ‒özellikle bahis konusu üç bileşenin eklemli yapısı dikkate alındığında‒ aralarındaki çatışmanın iki tarafça da kabul edilen anayasal sınırlar dahilinde olduğu ve öyle olması gerektiği iddiasıdır.

Diğer iki yönelimin ‒faşist ve komünist‒ hedefleri arasındaki keskin zıtlığa rağmen ortaklaştıkları şeyse partiler arasında devlet erkine dair çatışmanın tedrici olarak uzlaşmaz olduğu ve anayasal konsensüsle sınırlandırılamayacağıdır. Bu yönelimler kendi hedefleriyle çelişen hedefleri toplum ve devlet kavrayışlarına entegre etmeyi reddederler.

Kayırılan faşizm yanlısı yönelimler

Parlamentarizmi, Muhafazakârlar ile Reformistler arasında ‒seçim sistemleri, partiler ve kitleleri dolayımıyla‒ paylaşılan bir hegemonya sunarken; komünistlerin ya da faşistlerin devlet erkini ele geçirme olasılığını bertaraf eden devlet örgütlenmesi olarak tanımlayabiliriz. Bizim “Batı dediğimiz” yerde devletin başat formu budur. Bu ise bir üçüncü terimi, iki ana yönelime hem içsel hem de dışsal olan bir sözleşme zeminini gerektirir. Bizim toplumlarımızda bu zeminin neo-liberal kapitalizm olduğuna kuşku yoktur. Sınırsız teşebbüs ve kişisel zenginleşme özgürlüğü, ‒polis gücü ve hukuk sistemiyle garanti altına alınan‒ özel mülkiyete koşulsuz saygı, “demokrasi” örtüsü altında rekabet, başarıya duyulan açlık, tıpkı rızaya dayalı olarak üzerinde mutabık kalınan “özgürlükler”e yönelik olduğu gibi eşitliğin zararlı ve ütopik karakterine dair yinelenen iddialar. Bunlar, “yöneten” olarak adlandırılan iki partinin az ya da çok örtük biçimde ebediliğini vaat ettiği özgürlüklerdir.

Kapitalizmin gelişimiyle parlamenter uzlaşıya duyulan güvende ortaya çıkan çeşitli belirsizliklere dayalı olarak seçim ritüeli esnasında “büyük” muhafazakâr ya da reformist partilere duyulan güvene dair belirsizlikler de ortaya çıkabilir. Sosyal statüsü tehdit altında olan küçük burjuvazinin ve endüstrisizleştirmeyle perişan edilmiş işçi sınıfı yerleşimlerinin apaçık gerçekliği budur. Batı’daki bu çöküşe, aynı anda, Asya ülkelerinin yükselen gücünü görürken de tanıklık ediyoruz. Bugün bu öznel krizler korkunun yanlış yönlendirmesi ve kriz içindeki öznelliklerin kimlikçi mitlere nüfuz etme isteğiyle faşist, milliyetçi, dinci, İslamofobik ve savaş yanlısı yönelimleri açıkça güçlendirmektedirler. Fakat bu, hepsinden önce komünist hipotezin devletleştirilmiş versiyonlarının ‒başlıca SSCB ve Çin‒ ilk tarihsel yenilgileriyle gelen korkunç zayıflama nedeniyledir.

Başarısızlığın sonucu ortadadır: gençliğin kayda değer bir bölümü, yoksullar, terk edilmiş işçiler ve banliyölerimizin göçebe proletaryası parlamenter sistemin tek alternafinin hayata küsmüş kimliklerin, ırkçılığın ve milliyetçiliğin faşist politikası olduğuna ikna olmuştur.

Komünizm: İnsanlığın kurtuluşu

Berbat gidişe dur deme niyetindeysek bize tek bir yol görünüyor: komünizmi yeniden icat etmek. Suratına tükürülmüş bu kelime tekrar ele alınmalı, arındırılıp yeniden yaratılmalıdır. Komünizm ‒en az iki asırdır hakikat tarafından beslenen muazzam bir öngörüyle yaptığı gibi‒ kurtuluşu müjdelemektedir. Eşi görülmemiş kalkışma yılları ‒şiddetle iç içeydiler çünkü vahşice kuşatılarak ağır bir saldırı altına alınmışlardı ve yenilgiye mahkûmlardı‒ iyi niyetli hiç kimseyi bu beklentiyi ortadan kaldırmak için yeterli olduklarına ikna edemez, bu da bizi, onu hayata geçirmekten sonsuza dek vazgeçmeye zorlamakta.

Yani oy vermeli miyiz? Basitçe, devlet ve kurumlarından gelen bu talebe kayıtsız kalmalıyız. Şu zamana kadar hepimiz oy vermenin mevcut sistemin muhafazakâr yönelimlerinden birine destek anlamına geldiğinin ayırdına varmış olmalıyız.

Oy vermek, özünde, insanları depolitize eden bir seremonidir. İşe her yerde geleceğin komünist tasavvurunu yeniden kurarak başlamalıyız. İnançlı militanlar dünyanın tüm toplumsal bağlamlarında komünizmin ilkelerini tartışmalı. Mao’nun dediği gibi “dünyanın karmaşasının ortasında, tüm özgüllükleriyle, onun bize verdiğini halka aktarmalıyız”. Bu ise politikayı yeniden icat etmektir.

***

Bu Seçimlerden Ümidi Keselim

28 Nisan 2017

 

Seçimlerin birinci turundan sonra hayıflananların, özellikle de Melenchonizm tarafından hayal kırıklığına uğratılanların karamsarlığını anlayabiliyorum. Bununla birlikte, ne söylerlerse söylesinler, ne yaparlarsa yapsınlar, bu oylamada özel bir hata ya da hile yoktur.

Gerçekte, merkez parlamenter bloğu üzücü bir şekilde (fiilen var olan güçleri nedeniyle) parçalayan iki parti anomalisi vardı. Bu blok klasik sağ ve sol’dan oluşuyor. Kırk yıl ‒hatta iki yüz yıl‒ boyunca bu blok yerel kapitalizmin yayılmasına destek oldu. Ancak sözde sol’un görev süresi bitmekte olan temsilcisi Hollande tekrar aday olamadı ve bu da partisini böldü. Diğer taraftan, klasik sağ bildiğimiz gibi. Oldukça talihsiz yöneticileri sayesinde ellerindeki en iyi at olan Alain Juppe yerine kapitalizmin ”sosyete” zevklerinden uzak, mahzun görünümlü bir taşra burjuvasına oynadılar.

”Normal” ikinci tur Hollande ve Juppe arasında ya da en kötü ihtimalle Le Pen ve Juppe arasında olabilirdi ve Juppe her iki durumda da kolayca kazanabilirdi. İktidarın iki parçalanmış partisinin yokluğunda iki yüz yıllık gerçek efendilerimiz, sermayenin sahibi ve yöneticileri biraz güçlük çektiler. Neyse ki, her zamanki politik personelleri, emektar gericiler ve tabii ki sosyal demokrasi kalıntılarının yardımlarıyla birlikte soyu tükenmekte olan merkez parlamenter blok için bir aday denkleştirebildilerVe bu aday Emmanuel Macron’du. Büyük bir isabetle ve gelecek için önemli olarak, en zorlu olanlar da dahil tüm seçim savaşlarının adamı, tecrübeli, eski merkezci bilge François Bayrou’yu da kendi saflarına taşıdılar. Tüm bunlar gösterişle ve rekor sürede yapıldı. Nihai başarı neredeyse garanti altına alındı.

Açıklanması tamamen mümkün olan bu koşullarda, seçim, faşist biçimleri de dahil olmak üzere kapitalizm yanlısı ve sağcı öznelliğin ülkede salt çoğunluğa sahip olduğunu teyit etti.

Aydınların ve gençliğin bir kısmı ya durumu görmeyi reddediyor ya da derin bir keder içinde bulunuyor. Peki, bu durum neyi işaret ediyor? Bu demokrasi sevdalıları tıpkı kirli bir gömleği değiştirdiğiniz gibi oy kullananların kimi seçeceğini mi değiştirmek istiyor? Oy kullananlar çoğunluğun rızasını kabul etmelidir, hep aynı terane! Gerçekte bu iki grup dünyayı kendi konum ve hayallerinin ölçütüyle, “demokratik” kelimesinden hiçbir şey umulamayacağı zorunlu sonucuna varmadan değerlendiriyor.

III. Napoleon daha 1850’de evrensel oy hakkının muhafazakâr burjuvazinin hayal ettiği gibi korkutucu bir şey değil, aksine bir lütuf, gerici güçlerin umulmadık ve nadide bir meşrulaştırılması olduğunu gördü. Bu, bugün hâlâ, dünyanın her tarafında geçerli olmaya devam ediyor. Napolyon’un vârisi az çok normal ve istikrarlı tarihsel koşullarda sayıların büyük çoğunluğunun özünde daima muhafazakâr olduğunu anlamıştı.

Sakince sonuca varalım. Seçim sonuçlarını histerikçe incelemek faydasız bir depresyona yol açar. Şuna alışsak iyi olur: Seçimlerle elde edilebilecek olan budur ve şu dört faktörün tarihsel bir araya gelişi olmaksızın mevcut kölelik koşullarımıza son darbe indirilemeyecektir:

1) Muhafazakâr öznellikleri aşan tarihsel istikrarsızlık durumu. Ne yazık ki böyle bir durum çok büyük bir olasılıkla tıpkı 1871 Paris Komünü, 1917 Rus devrimi ve 1937-1947 arasındaki Çin devriminde olduğu gibi bir savaş olacaktır.

2) Doğal olarak önce entelektüeller arasında fakat nihayetinde geniş kitleler arasında yalnızca bir değil iki yol olduğu gerçeği üzerinde kuvvetli bir ideolojik yarılma. Politik düşüncenin tüm alanının kendisini kapitalizm ile komünizm arasındaki antagonist çelişki ya da bu çelişkinin şu ya da bu muadilleri etrafında yapılandırma zorunluluğu gerçeği üzerinde (bir yarılma)… Bu arada, okurlara bu ikinci yolun ilkelerini hatırlatayım: özel mülkiyete karşı, kredi ve mübadele araçlarının yönetiminin kolektif formlarının inşası, kol ve zihin emeği ayrımıyla özellikle altı oyulan emeğin birbirinden tamamen farklı iki forma dönüştüğü polimofik süreç, tutarlı bir enternasyonalizm ve devletin sonlanması için çalışan halk yönetimi biçimleri.

3) Bir halk ayaklanması ‒şüphesiz, her zaman olduğu gibi, en azından devlet erkinde gerilim yaratan bir azınlık ayaklanması. Böyle bir ayaklanma sıklıkla birinci madde ile ilgilidir.

4) İlk üç maddenin aktif bir sentezini tasarlamaya muktedir, düşmanlarının çöküşüne yönelmiş güçlü bir örgüt ve yukarıda belirttiğim ikinci, yani komünist yolun asli unsurlarının olabildiğince çabuk hayata geçirilmesi.

Bu dört maddenin ikisi ‒1 ve 3‒ konjonktüre bağlıdır. Fakat 2. maddeüzerine hemen şimdi aktif olarak çalışabiliriz. Ve bu son derece önemli bir noktadır. 4. madde üzerinde de çalışabiliriz, özellikle de ‒2. madde ışığında‒ entelektüellerin bir bölümü ve proletaryanın üç biçimi arasında ortak toplantı ve eylemler düzenleyerek: aktif çalışanlar ve düşük rütbeli devlet memurları, son otuz yıl boyunca Fransa’nın şiddetli sanayisizleşmesiyle ağır bir darbe alarak demoralize olan işçi sınıfı aileleri ve Afrika, Orta Doğu ya da Asya kökenli göçebe proletarya.

Seçim sonuçlarına karşı karamsar ve yaygaracı bir şekilde histerik tavır takınmak yalnızca yararsız değil aynı zamanda zararlıdır da. Bu, düşman arazisinde zavallı ve çözümsüz bir konum almaktır. Seçimlere dair özel bir his taşımamak zorundayız; bu durum mutlaka komünist politik çerçeve içinde kalarak/düşünerek, ya bu “demokratik” oyunu oynamaktan taktiksel düzeyde uzak durmak ya da konjonktürde şunu veya bunu desteklemek şeklinde olur ki aksi durum bizi devlet gücünün ritüellerine tamamen yabancılaştırabilir. Kıymetli zamanımızı daima esas politik uğraşımıza adamalıyız. Ve bu, yukarıdaki dört hususun yol göstericiliğinde olmalı.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar