Ana SayfaArşivSayı 67Bir Şiddet Pratiğinin Anatomisi

Bir Şiddet Pratiğinin Anatomisi

 
 
 
Bir Şiddet Pratiğinin Anatomisi
Charlie Hebdo Baskını ve İfade Özgürlüğü
 
Doğan Kaya
Ezilme durumu, ezilenin ezen tarafından süreklileşmiş bir biçimde şiddete tabi tutulmasıdır. Buna karşı koymak ve ezenin şiddeti üzerinde yükselen tahakküm mekanizmasını dağıtmak için, ezilenler de ezenine karşı şiddet politikasını devreye sokar.
“Şiddet pratiğinin meşrutiyeti için karşı tarafın şiddet pratiği içinde olması gerekmez. Karşı taraf zaten şiddet durumunun nedeni ve sürdürücüsüdür. Eğer bir etik karşılık aranacaksa, şiddet durumu, şiddet eylemi için karşılık olmak bakımından yeter sebeptir. (…) Bir sınıfın, bir cinsin, ırksal, etnik, dinsel topluluğun ekonomik, toplumsal, politik, kültürel bakımlardan yoksunluklar içinde bırakılması, söz konusu toplulukların şiddet durumunu yaşaması demektir.”[1]
Ezilenin karşı koyuş biçimi de ezme işlemi kadar doğaldır ve politiktir. Herhangi bir şiddet pratiğinin değerlendirilmesi esnasında, bahsi geçen pratiğin zamanlamasının ne olduğu, sonuçlarının nereye varacağı ve bu şiddet pratiği esnasında uygulanan şiddetin doğasının ne olduğu, ikinci derecedeki tartışma konularıdır. Eğer bir şiddet pratiği illa bir değerlendirmeye tabi tutulacaksa, ilk sorulan sorular, “kime” ve “konjonktür içindeki gerekçesi” olmalıdır. Haliyle, bir şiddet pratiğinin aynı zamanda devrimci olup olmadığı da bu sorulara verilecek yanıtlardan ortaya çıkar.
Ocak ayının ilk günlerinde, Yemen El-Kaidesine bağlı bir militan grubunun, Paris’te yayımlanan Charlie Hebdo adındaki bir karikatür dergisine gerçekleştirdiği baskın ve bu baskın esnasında 10 karikatürist/gazetecinin ve iki Fransız polisinin öldürülmesi, aslında gündemimizden IŞİD sayesinde hiç düşmeyen İslâm ve şiddet konusunu yeniden ele almayı gerekli kıldı. Tartışmalara neden olan bu eylemin Aydınlanmanın kalesi olarak tanımlayabileceğimiz Fransa’da, yani Avrupa’nın göbeğinde gerçekleştirilmesi, konuyu daha özel bir hale getirdi.
Bu tartışmaların, içinde Türkiye Devrimci Hareketini de barındıracak şekilde Türkiye Soluna da kimi yansımaları oldu. Biz bu çalışmada, bu tartışmanın Türkiye Soluna yansımalarını ele almaya çalışacağız. Bunu yaparken konjonktür içinde ve özellikle de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Arap Ayaklanmalarının başlamasından sonra devrimci olmayan bir pratik izleyen El-Kaide’nin pozisyonu göz önünde bulundurulacaktır. Bununla birlikte bu eylemin Türkiye solunda yaratığı halet-i ruhiyenin ne olduğunu görmüş olacağız. Sadece Charlie Hebdo baskını değil, El-Kaide’nin son birkaç yıl içinde özellikle Somali ve Yemen’de kimi emperyalist kuruluş ve kişilere yönelik (aralarında bir de ABD konsolosunun bulunduğu) düzenlediği eylemler, içinde bulunduğumuz konjonktürün toz-duman halinden görünmez olmuştur. Bazı eylemler ayrıştırılarak ele alınmalıdır.
Bahsi geçen eylemi El-Kaide’nin Yemen kolu üstlendi. Ancak Türkiye’de kimi sol-sosyalist çevreler, bu eylemi IŞİD’in gerçekleştirdiği gibi bir sonuca yöneldiler.[2] IŞİD ile El-Kaide’nin ideolojik bağlamda birçok ortak noktası olmakla beraber ve IŞİD’in, El-Kaide’nin Irak kolundan türemiş olduğunu kayıt altına almakla beraber, nihayetinde her ikisi de ayrı örgütlenmelerdir ve başta Suriye olmak üzere, bazı bölgelerde kanlı çatışmalar yaşamışlardır.
Charlie Hebdo dergisine yapılan baskına neden olan gerekçe, olaydan iki yıl kadar önce bu derginin Hz. Muhammed’in karikatürlerini yayımlaması ve yine zaman içerisinde İslâm dini ve çeşitli İslâmi grupları alaya alan kimi yayınlara devam etmesiydi.
Bu gelişmeleri bir kısım İslâmi çevre, dinlerine yapılmış bir hakaret olarak addetti ve küfür saydı. Eylemin düzenleniş nedeni bu ana tema üzerine oturtuldu. Bizim sol cenah ise, özet olarak, nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun, ne söylenirse söylensin, Hz. Muhammed’in karikatürünün çizilmesi yüzünden bir derginin bürosunun basılmasının ve insanların öldürülmesinin kabul edilemeyeceğini, bu eylemin “ama”sız, “fakat”sız kınanması gerektiğini propaganda edip durdu.
Hem IŞİD’in ortaya koyduğu karşı-devrimci pratiğin değerlendirilmesi esnasında, hem de Charlie Hebdo baskınında gözlemledik ki, sol, bu gelişmeleri, İslâm konusu üzerinden gerçekleştirilen her olayı bu evrenin kavramları üzerinden açıkladı, tutumunu da buna göre belirledi.
Marksizmin tarihsel olarak modernizme, Aydınlanmacılığa ve ilerlemeciliğe bulaşık bir yönü olduğu biliniyor. Bu durumun, özellikle sosyalizmin evrensel alanda güçten düşmeye ve çökmeye başlamasını takiben, düşmanın ideolojik hegemonya alanını genişlettiği ve bu genişlemenin de genel olarak Marksizmin alanını daralttığı ifade edilebilir.
Haliyle bu durum, karşımızdaki düşmanın, Marksizmin ve ezilenlerin etrafında oluşturmuş olduğu ideolojik-politik bir çember anlamına geliyor. Zaten özellikle Charlie Hebdo baskını sonrasında alınan tutumların, Avrupa’daki herhangi bir burjuva, sol parti ya da sivil toplum kuruluşu ve hatta kimi ülkelerin devlet başkanlarının ağzından çıkan sözlerle örtüşmesine neden olan şey de, bizzat düşmanın ideolojik evrenine ait kavram ve sınırlar ölçüsünde konuşulması, tartışılması olmuştur.
Böyle bir söylemi sahiplenen kişi, liberal ya da ulusal solcu ve hatta bir üst basamağa çıkarak, modernist, Aydınlanmacı ve ilerlemeci sosyalist olabilir. Bir adım daha ileri gidelim; özellikle “İkinci Enternasyonal Marksisti” olabilir. Ama “Marksist politika yapıyorum” ve “bütün ezilenlerin devrimciliğinin peşindeyim” diyemez.
Charlie Hebdo baskını, kör bir şiddet değil, politik bir eylemdir. Bunu, ideolojik boyutu bir yana, olgusal olarak hem eylemin gerekçesinden, hem planlamasından anlıyoruz. İlgili örgütün konjonktür içindeki pozisyonunun ne olduğundan bağımsız olarak (ya da genel anlamıyla El-Kaide çatısının ne olduğundan bağımsız olarak) Yemen El-Kaide’sinin lideri Nassır Binali Ansi’nin eylemle ilgili olarak “İfade özgürlüğünün sınırlarının ne olduğunu gördük” demesinden bile, bu eylemin ezilenler açısından bir anlam ifade ettiğini çıkartmamız gerekir.
Çünkü bu eylem ve bu eyleme dair ilgilisinin söylediği söz, düşmanın oluşturduğu ideolojik evrenin dışına çıkmak anlamına gelmesi, bir tür İslâm anlayışının kendisine düşman addettiği öznenin içinde bulunduğu evreni reddetmesini göstermesi, ideolojik ve politik olarak sınırlandırmaya çalışmasına örnek teşkil etmesi açısından önemli ve değerlidir.
Bahse konu politik eylemde, “şiddet eyleminin nereye yöneldiği, nereyi hedeflediği” sorusu, cevabını “Paris’te yayımlanan bir karikatür dergisinde” bulmaktadır. Eylem esnasında öldürülen iki Fransız polisi dışında, öldürülen 10 gazeteci içinde Kürtlerin yürüttüğü mücadeleye saygı duyup, sempati besleyenler olabilir.[3] Bir başkası, Fransız Komünist Partisi üyesi ya da sempatizanı olabilir. Ama bunları da önceleyen başka bir konum olmalıdır ve vardır.
Bu İslami örgütler, kendi İslâm anlayışı ve algılayış biçimiyle hareket etmektedir. Hareket serbestisini, onlara biz değil, güç olmaları dolayımıyla politika alanının kendisi vermektedir. Onlar eyleyiş tarzı, olumlu ya da olumsuz pratiklerinin toplamıyla kendi hareket alanlarını geliştirmeyi ve düşman bildikleri tarafın ideolojik-politik alanını daraltmayı hedefliyorlar. Dolayısıyla Yemen El Kaidesi militanlarının bu ileri eylemiyle eleştiri silahının değil, silahların eleştirisinin özel örneklerinden birini gösterdiğini ifade etmemiz gerekir.
Peki, bu durumda, eleştiri silahına eleştiri silahıyla yanıt verilmesi bir zorunluluk mudur ve bu bir ilke haline getirilmeli midir? Bu, ancak ve ancak aynı tarafta yer alan iki dost güç arasında uygulanabilecek bir kural olarak ele alınabilir. Kabul edilmeli ki, bu durumda bile kimi sorunların yaşanması söz konusu olabilir. Aynı cephede yer alan iki politik öznenin arasındaki iç mücadelede, özellikle ‘güç’ dengelerinin değişimi süreçlerinde, uzlaşmacı yollar vazeden kurallar akamete uğrayabilir ve şiddet aktüel hale gelebilir.[4]
Fakat iki düşman güç arasında yaşanan bir çelişkide, yoğun savaş koşullarında kalem yollu bir eleştiriye yine kalem yollu bir yanıt verilmesi gerektiği, bunun bir prensip olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz. Güç olmaktan sonra bahsedilebilecek tek özgürlük, herkesin birbirine kendi prensiplerini olabildiğince özgürce dayatmasıdır. Dolayısıyla, iki düşman güç arasında yürütülen bir savaş esnasında ifade özgürlüğünün ilkesel düzeyde savunulması, ezen-ezilen ilişkisinin ezilen aleyhinde düzenlenmesi anlamına gelir.
Başka bir açıdan bakıldığında, bu söylemin kendisi, dolaylı olarak, ezilenlerin ancak, bir somut anda kendilerine karşı silah kullanıldığında aynı biçimde yanıt vermesi gerektiği anlamına gelir. Meşru müdafaa ezilenlerin neden tek silahlı mücadele yöntemi olarak algılansın? Meşru müdafaa, bir ezilen hareketinin elinde tutması gereken bir bölge ya da alan olduğunda anlamlıdır ve ezilen, ezme durumuna neden olan mekanizmayı yok etmek istiyorsa, ancak taktik bir adım olarak pratiğe dökülebilir bir durumdur. Yani geçicidir.
Charlie Hebdo baskınını kınarken, İslâmi kesimi anlamaya yönelik bir yazı Atılım’da yayımlandı.[5] Bu yazının eksik yanı “o halde neden kınıyoruz?” sorusuna verilemeyen yanıttır.
Charlie Hebdo baskınından sonra meseleyi yorumlamaya çalışan sol, El-Kaide’nin bu eylemle “ya bizdensiniz ya da onlardan” mesajını vermeye çalıştığını ifade etti. Peki, tersinden “ifade özgürlüğüne yapılan bu saldırıyı ‘ama’sız, ‘fakat’sız kınayın” çağrısı ne anlama geliyor ve bu momentte sol, kimin safında (bu eylemin özelinde) yer almıştır?
Ayrıca, bu eylemin emperyalistler tarafından başka ülkelere, bölgeye dönük yeni saldırılara gerekçe olarak gösterileceği, özellikle Avrupa’daki devletlerin bu ülkelerde yaşayan göçmenlere ya da kendi vatandaşlarına baskı oluşturmanın gerekçesi haline getireceği sıklıkla ifade edildi. Mücadele, geride duranlar tarafından, her zaman bu türden yorumlara konu olmuştur.
Batılı emperyalistlerin kendi halkına, göçmenlere baskı uygulaması için, ya da başka bölgelere operasyonlar düzenleyip, hegemonya alanını genişletmek, yeni hegemonya alanları açmak için bazı durumlarda tekil örneklere ihtiyaç duyduğu doğrudur. Ancak, içinde bulunduğumuz konjonktür, böylesi bahanelere ihtiyaç duyulmayacak kadar yoğun işlemektedir. Eğer, benzeri eylemler devam eder ve buna karşı emperyalist güçler de kimi önlemler alırsa, uygun olan, bunların nedenini tekil eylem örneklerinde değil, konjonktürün genelinde aramaktır.
Kendisine hangi ideolojiyi edinirse edinsin, hangi bayrağı taşırsa taşısın, bir politik özne hâkimiyet kurduğu alanın dışına yayılmak ister. Ona karşı savaşan diğer özneler de güçler dengesi içinde bu yayılmayı önleyecek hamlelere girişirler.
Değerlendirmeye ihtiyaç duyulan bir başka durum ise, Hizbullah ve Hamas’ın bu eylemi kınamalarıdır. Bu kınama açıklamaları ağırlıklı olarak, bu tarz eylemlerin ve örgütlerin, İslâm’a ve Hz. Muhammed’e, peygamberin karikatürünü çizenlerden daha fazla zarar verdikleri şeklinde olmuş ve bu örgütlerin İslâm’la bir alakası olmadığı belirtilmiştir. Bu açıklamalar bizim tarafın yayınlarında da kendine yer buldu ve sol, kendi ‘kınama’ nedenlerine güçlendirici unsur olarak bunları da ekledi.
Hizbullah ve Hamas’ın bu eylemleri kınaması, İslâm içindeki Sünni-Şii ayrımı üzerinden verili konjonktürü okumaya çalışmanın bazı durumlardaki yetersizliğini göstermektedir. Kınamalarda, sadece Şii kökenli bir örgüt ile Sünni kökenli bir örgütün yan yana gelmesini değil, aynı zamanda Sünni kökenli bir örgütün yine Sünni olan başka bir örgüte karşı tutumunu gözlemliyoruz. Hatırlanacak olursa başka politik koşulların ürünü olan 11 Eylül eylemini bu iki örgüt de kutlamış ve selamlamıştı. Ancak 11 Eylül eylemini kınayan özne sayısı Türkiye Solu’nda azımsanmayacak kadar boldu!
Gelinen aşama itibariyle hem Hizbullah’ın, hem de Hamas’ın bugün içinde bulundukları öznel durum ile konjonktür farklılaşmış, bu konjonktür içinde bahsi geçen özneler ‘başka’ bir tutum geliştirme konusunda kendilerini zorunlu hissetmişlerdir.
Hamas, uluslararası diplomasi aşamasında kendisine daha ‘legal’ bir alan açma derdindedir ve bu yöntemle Siyonist İsrail devletinin baskısını bir nebze daha hafifletme çabası içindedir. Hizbullah’ın müttefiki Esad yönetimi Suriye’de ölüm kalım savaşı yürütmektedir. Bu savaşın Lübnan’a da sıçrama olasılığı bulunmaktadır. Hizbullah kendi bölgesine savaş sıçramadan, Suriye topraklarında Esad lehine bu savaşa dahil olmuştur. Haliyle bu savaş, aynı zamanda uluslararası diplomasi alanında da yürütülmektedir ve bu şartlar altında her iki örgütün de bahsi geçen eylemi kınamaması beklenemezdi.
Fakat Türkiye Solunun bilumum öznelerinin, bu açıklamalardan yola çıkıp kendilerine Charlie Hebdo baskınını kınamak için gerekçe oluşturmaya çalışmaları anlaşılmaz bir durumdur. Hizbullah ve Hamas’ın tutumlarında ana etken açıkça konjonktüreldir ve Türkiye Solunun bilumum özneleri açısından, aynı durumlarda alınan tutumlar, hep ideolojiktir ve politika alanının dışındadır.
Dün sömürge karşıtı ezilen hareketlerinde ulusalcı-bağımsızlıkçı örgütlenmelerin bayrağı dalgalanıyordu ve bu bayrakların bazıları da sosyalist bir ton içeriyordu. Bugün ise, İslâmcı örgütler güçlüdür ve ezilenler, kendilerine politika alanına doğru nefes alacakları bir alan aradıklarında, mücadele etmek istediklerinde ellerinde tuttukları mücadele bayrağının rengi “İslâm” olmaktadır.
1990’lı yıllarda, Türkiye’de yayın yapan özel bir TV kanalının yarışma programının sunucusunun Alevilere hakaret etmesi üzerine, sol örgütlerin bu TV kanalının basılmasını gündemleştirdiği günlerden bugünlere geldik. Solun genel manzarası, fikir ve düşünce özgürlüğünün peşinde bir topluluğun yerleşik halini yansıtıyor.
Bu eylem, ezilenlerin kendilerini hiç de sinik olmayan bir tarzda çok net bir biçimde ifade ettiği özgün örneklerden biri olarak anılmalıdır. Özdeşleşme, bu uygarlığın oluşturduğu dayanak noktalarıyla değil, barbarların devrimci enerjisinin oluşturduğu ve aslında Marksizmin geçmişinde hiç de yabancı olmayan noktalarla kurulmalıdır.

[1] Metin Kayaoğlu, “Politika ve Şiddet Üzerine Sınırlı Düşünceler”, Teori ve Politika 21, s. 10.

[2] “Charlie Hebdo Baskını, Emperyalist Saldırganlık ve Savaşın Yer Bahanesi”, Kızılbayrak 2015/02, 9 Ocak 2015, s. 18-19.

[3] “Charlie Hebdo Gerçeklerden Beslenir”, Özgür Gelecek, sayı 22, 15-21 Ocak 2015.

[4] “Faşizm Kader Değildir”, Atılım, 16 Ocak 2015.

[5] Ender Çelikel, “Charlie Hebdo Baskınını Kınıyoruz; Ama…!”, Atılım, 23 Ocak 2015. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar