Ana SayfaArşivSayı 71-7215 Temmuz: Rejim Krizinin Patlaması

15 Temmuz: Rejim Krizinin Patlaması

15 Temmuz: Rejim Krizinin Patlaması

Mehmet Polat

İlk günlerde yapılan 15 Temmuz değerlendirmelerinin çoğunda “ayrıntıların henüz yeterince bilinmediği” kaydı yer alıyordu. Elbette alışılmadık bir olay karşısında bu ifade gayet makuldü. Ancak ellerinde bu tip olaylar hakkında karar verebilmek için yeterince teori, deneyim, topluma dair birikmiş bilgi olan/olması gerekenlerin ayrıntıları beklemesinin, çekincelerini ampirist bir mazeret arkasına saklamaktan başka anlamı olamazdı. Ve bu anlayışın sonuçlarını görmek için de ayrıntıları beklemek gerekmez, eskiden beri yaşanılan darbeler hakkında ne düşündüklerine bakmak yeterdi. Özetle ülke solunun hatırı sayılır bölümü, üzerinden yıllar geçmiş ve bilinmedik yanı kalmamış eski darbelerden beri olduğu gibi 15 Temmuz’da da toptan bir değerlendirme yapıyor, askerî ya da sivil tüm darbelere karşı, demokrasiden yana tavır alıyordu.
Üzerinden aylar geçtikten sonra bile başlangıçtaki ihtiyat kaydıyla yapılan değerlendirmelerden sapılmadı. Ortaya çıkan (yoksa “beklendiği halde bir türlü çıkmayan” mı demeliyiz) pek çok ayrıntıya rağmen kimi görüşler derinleştirilerek sürdürüldü. Bunları “özneci” ve “tarihselci” olmak üzere iki başlık altında toplayabiliriz.
Artık bazıları zayıflamış olsa bile, ilk günden beri darbe girişiminin öznesinin kim olduğunu tartışmak ve olayın ayrıntıları ya da basına sızdırılan ifade tutarsızlıkları üzerinde durmak, hâlâ yaygın bir davranış olarak görülüyor. Eylemin failinin Fethullah Gülen Cemaati, Cemaat’le birlikte bazı Kemalistler, arkasında ABD’nin yer aldığı bir cuntacı grup, hatta başkanlık hayaliyle yanıp tutuşan Erdoğan’ın bile olabileceği ileri sürülerek; buralardan hareketle konu açıklığa kavuşturulmaya çalışılıyor. Bugün aynı zihniyetin, Erdoğan’a yeni roller yükleyerek “darbeyi fırsata çeviriyor” söylemiyle kendini yeniden ürettiğini görüyoruz.
Bu çerçevede dile getirilen görüşleri “özneci” olarak nitelendirebiliriz. Failin bir devlet, kişi, grup olması önemli değil; eylemi gerçekleştirme potansiyeli ve olasılığı taşıması yetiyor. Faili saptadıktan sonra, sıra darbenin neden ve nasıllarına geliyor. Bazıları zaten çok iyi bilinen faile ait özelliklerden yola çıkılarak eylem, gerçekleştirildiği konjonktür, ilişkili yapıların işleyişi ve dönem açıklanmaya çalışılıyor. Böylece, zaten başka türlü davranması mümkün olmayan birinin beklenileni yaptığı sonucuna ulaşılarak, özne doğallaştırılıyor. Bu işlem aynı zamanda onu toplumsallığından arındırıyor, toplumun dışına ve üstüne yerleştiriyor, dolayısıyla toplumsal yasalardan bağımsız ve adeta ebedî bir varlığa dönüştürüyor. İşte bütün darbelerin aynı “Özne” tarafından ve benzer amaçlarla yapıldığı, ya da bunun tersyüz edilmiş hali olarak bütün “öznelerin” aynı darbeyi yaptığı, dolayısıyla hepsine karşı tek tip bir tavrın yeterli olduğu gibi bir şablona, böyle ulaşılıyor.
“Tarihselci” olarak adlandıracağımız diğer bakış açısı ise, sanki özneciliğin alternatifiymiş gibi sunulmasına rağmen onunla iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayan bir yapıdadır. Olayları toplumsal ilişki ve çatışmaların somutlaşmış ifadeleri gibi ele alması gerekirken, yapıların tarihsel evriminin kaçınılmaz sonucu sayar. Bu yapı belli bir özne, dönem, ideoloji, kurum olabilir. Örneğin ordunun darbe geleneği (ya da görevi) vardır ve belli aralıklarla bunu yerine getirir.[1] Ilımlı İslamcılık, zaten ülkemizde yaygın olan Hanefi inancının günümüz koşullarındaki tezahürüdür.[2] Faşist, Bonapartist, otoriter yönetim biçimleri; devletin baskıcı karakterinin öne çıkması örnekleridir. Aynı hat üzerinde zıt yönde ilerleyen bir başka örnek de; devlet biçiminden başka bir şey olmayan demokrasinin, “demos” tanımı çerçevesinde antik dönemden başlatılarak halk/üreticiler/alt toplum kesimleri gibi “tarihsel özneler” aracılığıyla sürdürülegelen bir modern zaman öyküsü gibi anlatılmasıdır.[3] Dinden yana her tür yapının “gerici”, Kemalizm de içinde olmak üzere her tür Aydınlanmacılığın “ilerici” sayılmasını ise, ülke tarihselciliğinin alamet-i farikası olarak hatırlatmak bile gereksizdir.
Tarihselciliğe göre, yapılar varoluşlarının başından beri bazı özsel nitelikler taşır ve bir yönde sürekli evrim gösterirler. Bu süreçte yapıların birbirleri üzerinde yarattıkları etkilerin toplamı, toplumsal değişimi oluşturur. Dolayısıyla konjonktürde olup biteni anlamak için süreci geri sarmak ve geçilmesi kaçınılmaz olan yapısal/toplumsal evrim aşamalarını hatırlamak yeterlidir. Ayrıca böylesine kullanışlı bir bakış açısı, süreci ileri sarıp nasıl olsa geçilecek aşamalar üzerinden geleceği öngörmeye de olanak tanır. Gerisi “devrimci özne”ye kalmıştır; olaylara yön vermek için gerçeğin üzerindeki hızlandırıcı / yavaşlatıcı düğmelere uygun zamanlarda basarak, toplumu istediği yöne sürüklemesi mümkündür!
***
Bu yazıda Althusser’in ideoloji ve devlet hakkında, yine Nicos Poulantzas’ın iktidar, devlet, çeşitli devlet aygıtları üzerine düşüncelerinden yararlanıyoruz. Bunu yaparken geliştirdikleri kavramları yalnızca konjonktürü anlamak için kullanıyor, düşüncelerinin içeriğine ilişkin teorik bir tartışmaya girmiyoruz. Yazarlar genel olarak devleti ekonominin, egemen sınıfın, dolayısıyla sınıf mücadelesinin dolaysız uzantısı/yansıması gibi ele almıyor ve bunlardan görece bağımsızlığına vurgu yapıyor. Bu da devleti tek bir bütünden oluşmuş gibi görmek yerine; yine birbirlerinden görece bağımsız hareket eden aygıtlardan oluşan dinamik bir bütünsel yapı gibi ele almaya olanak sağlıyor. Dolayısıyla sınıf çelişkilerinin devlet içinde (ve tersine, devletten dışarı doğru) izi sürülebiliyor. Ancak her iki düşünürün de bu konuları Fransa gibi emperyalist bir ülkede ve dünya ekonomisinin 1980 sonrası değişimlerinden çok önce yazdıklarını; bu çerçevede Türkiye’nin emperyalizme bağımlı ve ekonomisi küresel sermaye akışı üzerinden kolay denetlenebilen bir ülke olduğu gerçeğini de unutmuyoruz.
Darbe ve bazı yorumlar
Darbe nedir? Bir darbe uzmanı olan Edward Luttwak şu tanımı veriyor: “Darbe, devlet aygıtının küçük ama kritik bir parçasına sızmaktan ibarettir. Bu kritik parça sonradan devletin geriye kalan kontrol mekanizmasından hareketle hükümetin yerini almaktadır.”[4]
Bu işleyiş Türkiye’deki örnekler tarafından da doğrulanıyor. Osman Tiftikçi, 1946 seçimleri sırasında CHP’nin sonuçları kabul etmeme olasılığına karşı bir grup subayın ülkede ilk darbeyi yapmaya niyetlenmelerinden bugüne kadarki tüm darbe girişimleri hakkında şu gözlemde bulunuyor: “Darbeci örgütlenmeler kıta subayları içinde değil, karargâhlardaki kurmay subaylar içinde başlatılmaktadır.”[5] (Bu yüzden sık sık televizyonlara çıkan kimi emekli subayların “bizi araziye gönderip kendileri darbe planlamış” demesi anlamsızdır. )
Luttwak, darbecilerin hedefi olan devleti teknik bir dille şöyle tanımlıyor: “…sürekli bir ordu ve profesyonel bir bürokrasiye sahip modern devletin gelişmesiyle birlikte resmi kayıtları, memurları, dosyaları sayesinde kalıcı bir mekanizmaya en geniş anlamda dayanan modern bir devlet gücü, bireylerin ve kendinden küçük organizasyonların faaliyetlerini rahatlıkla izleyebilir ve isterse onları yönetebilir.”[6]
Bir darbeyi mümkün ve hatta sürekli kılan, işte bu devlet mekanizmasıdır. Bu sayede sivil bir hükümet dahi gerekli duyduğu anda ve süre boyunca, bir darbe hükümeti gibi çalışabilir. OHAL üzerine felsefî-hukukî yorumlar yapmadan önce, böyle bir mekanizma aracılığıyla yönetildiğimizi bilmek gerekir.[7] Bu arada “sivil darbe”den bahsetmek ise, ancak kapitalist devletin nasıl işlediği hakkındaki cehaletin ürünü olabilir.
Bir darbeyi gerekli kılan ise, birinin böyle bir mekanizmayı yönetmeye talip olması ve toplumun buna rıza göstereceği koşulların oluşmasıdır. Doğal olarak böyle bir eylemin hazırlığı devlet aygıtı içinde, memurlar ordusunun üst kademeleri arasında yapılacaktır. Çünkü “…özgül toplumsal kategori olan bürokrasi devlet iktidarına değil, devlet aygıtının somut işleyişine bağlıdır.”[8] İşleyişteki aksamalar, bürokrasiye hata sinyali olarak yansır ve somut durumlarından, hataları düzeltmek için yararlanmayı tasarlayabilir. Darbeyi düşünmek bile, hizmet üretmekten başka işi olmayanlara kendini efendi gibi hissettirir.
Bürokrasi; amirin alt kademelerinin ne yaptığını öğrenmek için gizlice izletmedikçe asla bilemediği, herkesin uzmanlığını korumak adına elindeki bilgiyi titizlikle üstlerinden gizlediği, resmî toplantıların rakibin ayağını kaydırma / bir ganimeti paylaşma / darbe amaçlı mı yoksa görevle ilgili mi olduğunun ayırt edilemediği, bu toplantılarda görev dışı işlerin kolayca göreve dönüşebildiği bir labirenttir. Burada ne yönetilenler ne de iktidar açısından hiçbir şey açık ve seçik değildir. “At izinin it izine karışması” olağan devlet işleyişidir.
Devlet bürokrasisi; egemen ideolojinin bağlayıcılığıyla bir araya getirilmiş kırılgan yapılardan oluşan bir demete benzetilebilir. Bürokrasi; birbirini denetleyen, birinin yaptığının izlerini örtmek ya da belirginleştirmek için sürekli diğerinin arkasından gittiği, biri görevini yerine getiremediğinde hemen yedeğinin devreye girdiği, aynı işi birbirlerinden habersiz yapmaları gereken, altlı-üstlü, önlü-arkalı, içli-dışlı çok sayıda paralel aygıttan oluşur. Ancak bu yapılar, ideolojik-politik kırılma gerekçesiyle yolları kesişene kadar birbirlerine paralel çalıştıklarını bilmiyormuş gibi davranır ve içinde bulundukları tuhaflığın anlamını çözmeye kalkışmazlar. Çünkü “bürokrat” denilen insan türü bunun nasıl olsa “vazifeli” birilerince yapıldığını bildiği için, kesinlikle durumdan vazife çıkartmaz. Bu tür tuhaflıklar hakkında, işler tersine dönüp birilerini kurban ederek devletin geri kalanını kurtarmak gerektiğinde, kurban seçme törenleri sırasında konuşulur. Bu çalışma tarzı devletin yapısal özelliğidir, böyle bir devletin dışında “paralel” ya da “derin” devletler yoktur.
Böyle bir devleti yönetmek için egemenlere yaslanan bir parti kurup seçim kazanarak hükümet olmakla, bürokrasinin kuluçka tezgâhlarında hazırlanmış küçük bir azınlığın darbesi arasında kategorik bir fark yoktur. Her ikisi de yürürlükteki toplum düzenini kabul ederek ve olanaklarından yararlanarak iktidara gelirler. Bunun için düzene karşı mücadele verenler gibi özel bir siyasi programları olması da gerekmez, yalnızca olağan işleyişi izlemeleri ve istikrarı korumaya çalışmaları yeterli olur.[9] Bu yüzden, hükümeti sivil siyasetçilerin darbecilerden daha iyi yönetebileceği iddiaları zayıftır.
Çoğu zaman hukuka bağlılığın darbe ve sivil hükümet arasında önemli bir fark oluşturduğu ileri sürülüyor. Bu yalnızca darbenin muhatabı olan egemen çevrelerin propagandasıdır. Her ikisi de kendi yaptıkları ya da yorumladıkları yasalar çerçevesinde işlerine geldiği gibi davranarak fiillerinden dolayı yargılanmalarına –elbette birkaç önemsiz istisna dışında– asla izin vermezler. Bu bir “hukuksuzluk” değil, egemen olmanın yegâne hukukudur. Sonuçta yasanın sahibi yapan değil, yorumlayarak uygulayandır. Bu nedenle darbecilerin keyfî, karşılığında sivillerin nesnel davranacağı ileri sürülemez; her ikisi de egemen konumdan siyaset yapmanın gerektirdiği ölçüde keyfî ya da nesnel davranabilirler.
Şu unutulmamalı: devletin özü şiddet olmakla birlikte kapitalist egemenlik şiddete değil, onun da temelini oluşturan sömürüye dayanıyor. Egemen sınıf-içi her tür çatışmanın gerisinde, sömürülenler üzerindeki egemenliği derinleştirerek daha büyük pay kapma amacı yatar. Bu çerçevede, toplumsal alandaki sınıf mücadelesinin devlet içine ters biçimde yansıdığını söyleyebiliriz. Ezilenler yeterince boyunduruk altına alınarak egemenlerin kolektif denetimi gerçekleştirildiği ölçüde, egemenler arası rekabetin azalarak “burjuva demokratik” ortamın oluşma eğilimi belirir. Elbette bu demokrasiden ezilenlere de bir pay düşer ve günlük, ekonomik, demokratik talepler dile getirerek iktidarı tehdit etmeyen eylemlerde bulunma hakkı kazanırlar. Bu, ikili iktidar benzeri durumlarda ezilenlerin devleti zorla geriye iterek elde ettikleri kazanımlarla aynı nitelikte değildir. Nedenine gelince…
Bilindiği üzere ekonomik mücadele, çalışanın asgari yaşam koşullarını koruması kadar kapitalistle işçi arası alışverişin eşit koşullarda yapıldığı izlenimi yaratmaya da yarar. Ancak bir başka etkisi de, çalışma koşullarında oluşacak değişiklikler üzerinden kapitalistler arası rekabette eşitlik sağlamasıdır. Dolayısıyla ne yandan bakılırsa bakılsın, ekonomik mücadele kapitalist egemenlik tarafından içerilmiştir. Bu yüzden darbeye karşı demokrasi savunusu, daha ince ve kalıcı bir kapitalizmden yana olmaktan başka bir anlama gelmez.
Darbe süreçlerinde alınacak tavır konjonktürde belirlenir, her durumda geçerli bir reçete yoktur. Bazen tarafların her ikisi, bazen biri, bazen de çatışma içine girerek istikrarsızlığa düşmeleri durumu, ezilenlerin lehine olabilir. Örgütlü, iktidara karşı mücadele veren ve toplumsal pratiği etkileyecek ölçüde güçlü bir ezilen hareketi olmadıkça, politik davranmak ya da “kötünün iyisinden yana olmak” adına destek ifade etmek, bir egemen sınıf fraksiyonunun peşine takılmaya yol açabilir. Ya da yine böyle bir güç değilken her iki tarafa da karşı olduğunu açıklamak –ki bu, güçlüden yana olmaktan başka anlam taşımaz– yine egemen sınıf kuyrukçuluğudur. Savaşta taktik nedenlerle düşmanlar arası ayrım yapmakla başlıca eylemimizin konuşmak olduğu bir dönemde bunu taklit etmek aynı anlama gelmez.
Darbenin diğer siyasi mücadelelerden farkı, iktidara kestirmeden ulaşması ve olağan devlet işleyişini hızlandırmasıdır. Hukuksuzluk, şiddet, keyfilik, kişisel çıkar gözetilmesi, kayırmacılık, denetim dışılık vb. uygulamaları darbelere yüklemek yanlıştır; bunlar zaten kapitalist devlet repertuarının değişmez parçalarıdırlar. Çünkü hiçbir egemen düzen, elinde yeterli gücü varken kendinin “eşitlik, adalet, hak, hukuk” vb. gerekçelerle sınırlandırılmasını kabul etmez, ederse egemen olmaktan çıkar.[10] Bir egemenliği, ancak ondan bağımsız gelişen bir muhalif direnişin gücü sınırlayabilir.
Yapısal nedenler ve rejimin krize girişi
15 Temmuz darbe girişimi devletin siyasal aygıtını ele geçirmek amacıyla, baskı aygıtı içinde yaşanan bir güç çatışmasıdır.[11] Burada yalnızca değinip geçeceğiz, Türkiye’de kapitalizmin gelişim sürecinde politik ve ideolojik olarak kurumsallaşmış olan bu çatışmanın bir geçmişi var. Buna göre, modernleşmeci ve geleneksel ideolojiler zemininde hareket eden iki ayrı burjuva fraksiyonu, farklı seçenekler üzerinden ezilenlerin rızasını alma ve başkaldırmalarını önleme amacıyla, rekabetçi bir ittifak içindeler. Bu ittifak, geleneksel egemen ideoloji olan Kemalizm temelinde ve siyasal aygıtın, ordu tarafından gözetilen sınırların dışına çıkmadan hareket etmesi biçiminde gerçekleşiyor. Dolayısıyla siyasal aygıt içi bir ittifak. Ancak her burjuva ittifakındaki gibi bunun da birbirinin altını oymaya hazır güçlerin yakınlaşması olduğunu unutmamak gerekiyor. Küresel ekonomik gelişmelerin de etkisiyle altyapının üstyapıyı değişime zorladığı dönüm noktalarında, rekabet siyasi düzeyde yoğunlaşıyor ve siyasal aygıtın tümü üzerinde söz sahibi olmaktan, baskı aygıtı içindeki çeşitli güç merkezlerini denetim altına alma çabalarına kadar uzanıyor.
Açıktır ki bu, istikrarsızlık yaratıcı bir durumdur. Çünkü devlet “…sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki bir güçler dengesinin maddi ve özgül yoğunlaşmasıdır.”[12] Dolayısıyla içindeki her tür çatışma devletin dengesini bozar, varoluş koşullarını –yani dışını– da doğrudan etkiler. Bu yüzden devlet içi çatışma ve gerilimler herhangi bir toplumsal alandakinden farklı olarak, stratejik nitelikte olup yıkıcı sonuçlara yol açabilir. İş bu noktaya varmadan devletin baskı aygıtının ya kendi içinde temizlik yapmak ya da siyaset aygıtının tümü üzerinde tasarruflarda bulunmak amacıyla harekete geçmesi gerekir. Türkiye’de ortalama 10 yılda bir tekrarlanan askerî müdahaleler bu çerçevede gerçekleştirilir. Sonucunda devlet biçimi olan parlamenter cumhuriyet aynı kalmak koşuluyla, yönetim biçiminde (rejim)[13] bazı değişikliklere gidilerek hem ezilenlerin mücadelesi denetlenebilir düzeye çekilir ve hem de altyapının gereksinimlerine uygun düşen üstyapı değişiklikleri yapılır.
12 Eylül 1980, diğerlerinden biraz farklı, o güne dek rejimde yapılan ufak tefek değişikliklerin yeterli olmadığını gören ve yenisini kurarak devlet içi dengeleri tekrar oluşturan bir darbedir. Bugün gelinen aşama ise, 12 Eylül rejiminin kapitalizme sağladığı olanakların, bu olanaklar sayesinde ulaşılan gelişme düzeyinin gereksinimlerine yanıt veremez hale gelmesi ve kurulu düzenin tersine işleyerek bir rejim krizi doğurmasıdır. Kriz herhangi bir sorun değildir, olağan koşullarda çözüm olanın sorun haline gelmesidir. Çözümlerin, aşılan sorunlardan daha büyük sorunlar üretmeye başladığı bir durumdur.
***
Rejimin varoluşuna bakarak, krizini anlamaya çalışalım: 12 Eylül darbecileri sanki sonsuza dek yaşayacaklarmış gibi, Kenan Evren’e göre ayarlanmış iki başlı bir rejim oluşturarak yürütme gücünü cumhurbaşkanı ve başbakan arasında bölüştürdüler. Siyaseten sorumsuz cumhurbaşkanı bütün önemli atamalarda söz sahibi olma, hükümete başkanlık etme, hükümet icraatlarını kendine bağımlı kurullar aracılığıyla denetleme, parlamento kararlarını veto etme ve istediği gibi tehditler savurma olanaklarıyla donatılmıştı. Buna karşılık siyaseten sorumlu olan başbakanın elinde de seçim barajları sayesinde hak ettiğinden fazlasına ulaşma ve parlamentoya karşı güçlendirilmiş bir hükümeti yönetme olanakları vardı.
Bu rejim, bir tarafta ekonomik iktidar sahibi emperyalizm ve işbirlikçilerinin, diğer tarafta siyasi iktidarın sahibi konumundaki ordu arasındaki dengenin ifadesiydi. Böylece, her türlü önleme rağmen neyin süzülüp geleceği önceden kestirilemeyecek olan seçimlerden çıkacak hükümet üzerinde her iki taraftan da denetim kurma olanağı doğuyor, hem rejimin hem de ekonomi politikalarının sürmesi garanti altına alınıyordu. Ayrıca iki başlılık, siyasal ve ekonomik iktidarların da gerektiğinde hükümeti yanlarına çekerek ya da karşılarına alarak birbirlerini denetlemelerini olanaklı kılıyordu. Böylece ordu, geleneksel yollar da saklı kalmak kaydıyla, istikrarı fazla etkilemeyecek biçimde, cumhurbaşkanı üzerinden günlük siyasete müdahale edebilir hale geldi.
Ekonomi alanındaki iktidar gücü, emperyalizm ve işbirlikçilerinden oluşan iç ve dış burjuvazinin elindeydi. Yeterli oy alacak durumda olmadıkları için bunu hiçbir zaman siyaset alanına taşıyamıyor, siyasi temsillerini ya ANAP gibi popülist partilerin içine gömülü olarak, ya da içinde yer almadıkları diğer sınıfların siyasi partileri aracılığıyla gerçekleştiriyorlardı. İktidar güçlerini IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Merkez Bankası, bankalar, fon yöneticileri, kredi değerlendirme kuruluşları, spekülatörler, ekonomiden sorumlu kabine üyeleri gibi sermaye aygıtları ve temsilcileri aracılığıyla kullanıyorlardı.[14] Türkiye’de burjuvazinin siyasal alandaki temsilcisi, her zaman orta ve alt toplum kesimlerine dayanan ve ağırlıklı olarak onların çıkarlarını gözeten siyasi partiler oldular. Bu partiler, modernleşmeci-Kemalist egemen ideolojinin çizdiği sınırlar içinde ve 12 Eylül darbesiyle kurumsallaştırılan piyasa ekonomisine bağlı kaldıkları sürece, burjuvazinin kolektif temsilcisi gibi davrandılar. En zayıf hükümetler döneminde bile herhangi bir askeri müdahaleye gerek kalmaksızın, IMF ve Avrupa Birliğinin yönlendiriciliğinde ekonomik dönüşümler gerçekleştirildi. Bunun tek istisnası, Necmettin Erbakan’ın, Kaddafi ile görüşmek gibi kural dışı davranışları sonucu 28 Şubat 1997 muhtırasına maruz kalmasıydı. Erbakan farklı ekonomi politika tercihleri tasarlamış ve siyasi iktidar gücünün müdahalesiyle önü kesilmişti.
Bu sorunun çözülüş biçimi, 12 Eylül rejiminin işlediğinin göstergesiydi. Erbakan hükümeti, tankların Sincan’dan Kızılay’a inmesine gerek kalmadan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in marifetiyle yıkıldı.[15]
Devletin ekonomiden çekilerek kapitalistleşmenin ülkenin ücra köşelerine kadar yayıldığı süreçte modernleşmeci söylemi benimseyen ve kentli, aydın, memur kitlelerine seslenen siyasi partiler oy kaybederken, geleneksel söylemle tüccar, küçük sanayici, esnaf, köylü yığınlarına seslenen partiler güçlendiler. Bu, “dini siyasete alet etmek” ya da “laiklik baskısına tepki” misali, tek yanlı değerlendirmelerle açıklanabilecek bir durum değildi. Yaygınlaşan ve derinleşen kapitalizm, orta ve alt toplum kesimlerinin yaşam tarzlarıyla birlikte tahayyüllerini de değiştirdi. Geleneksel Kemalist ideolojinin sınır ve amaçları, yeni durumu anlamlandıramaz hale geldi.
Türkiye’deki geleneksel kapitalist yapı iç tüketime yönelikti ve 1980’li yıllara girilirken iç pazar doygunluğa ulaşmıştı. Genç nüfusu, kamuya ait olan ve henüz metalaştırılmayan doğal alanları, Türkiye’ye yatırım yapmaya hazır ama korumacılık yüzünden bunu gerçekleştiremeyen yabancı sermayesi ile üretici güçlerin ulaştığı gelişmişlik düzeyi, yeni bir üstyapıyı zorluyordu. 12 Eylül rejimi bunun önünü açtı. İthal ikameci ekonomi politikalarının terkedilmesi sonucu bir yandan hızlı bir proleterleşme sürecine girilirken, diğer yandan alt ve orta büyüklükteki kapitalist işletmecilik gelişti. Düşük ücret, çevre yağması, dış satım artışı ve turizm sayesinde elde edilen kapitalist büyüme, büyük sermayenin de işine geldi. Bu süreçte yükselen toplumsal kesimler, ANAP’tan başlayarak tüm geleneksel-dindar siyasi partilerin belkemiğini oluşturdular. Değişimi Deniz Baykal CHP’si de anlayıp Kemal Derviş’i transfer edene kadar atı alan Üsküdar’ı geçti…
AKP’nin liberaller de içinde olmak üzere geniş kesimlerin desteğini alarak her seçimde oylarını artırışının arkasında yatan, sürekli yükselen ve daha fazlasını bekleyen bir toplum kesimine dayanmasıdır. Bu çekirdek kitle, partiyi bazen kazancının artacağı umudu, bazen 15 Temmuz’da olduğu gibi kazandıklarının elden gideceği kaygısıyla sürekli desteklemiştir. Partiyi örgütsel, maddi ve ideolojik olarak ayakta tutan bu kesimdir.
Ancak AKP yola yalnız çıkmadı, Refah ve Fazilet partilerinin başına gelenlerden alınan dersle, aynı akıbeti yaşamaması için devlet aygıtı içinde çalışan Cemaat’le koalisyonu sağlandı. Bunu sağlayan, ekonomik iktidarı elinde tutan emperyalizm ve işbirlikçisi tekelci burjuvaziydi. AKP bu kesimin siyasi temsilciliğine talip oldu ve karşılığında en azından hayati organlarını koruyacak bir devlet zırhı edindi.
AKP küresel koşulların da uygun düşmesiyle, ekonomik büyümede ve “ılımlı İslam”ın bir siyaset ideolojisinden egemen ideolojiye dönüşmesinde başarılı oldu. Müslüman coğrafyasına emperyalizmin istediği gibi bir örnek oluşturdu. Bundan sonraki aşama, emperyalizmin girmekte zorlandığı Müslüman ülkelerine bu örnek üzerinden sermaye, mal ve nihayet siyaset ihraç etmekti. Ancak bunun için, ülkenin siyasi noteri ordunun da duruma ayak uydurup onay vermesi gerekiyordu. Ama ordu statükodan yana tavır aldı.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması öncesinde ordu 12 Eylül konjonktürünün korunmasını seçti. AKP iktidarının durmadan ilerlemesi, rejimin iki başından birinin kaybedildiğini gösteriyordu. Ordu, hiç olmazsa rejimin diğer başını elde tutmak için görev süresi sona eren Ahmet Necdet Sezer gibi birini seçtirme amacıyla harekete geçti. 27 Nisan 2007 muhtırası bu koşulların ürünüydü. Hesaplandığı gibi olmadı ve AKP cılız bir direnç göstererek cumhurbaşkanlığını da alırken, muhtıra sahiplerinin avunması için ellerine bir dahaki cumhurbaşkanını halkın seçeceği balonu tutuşturuldu. O zaman da bugün olduğu gibi, Mehmet Ağar devletin derinlikleriyle yüzeyi arasında arabulucu rolü oynuyordu. Bütün bu gelişmeler, AKP’nin yürütücüsü olduğu düzeni korumakla görevli devlet içi koalisyon ortağının, yani Cemaat’in harekete geçmesini tetikledi.
Önce “Ergenekon”, “Balyoz” vs. davalarla ordu içindeki ideolojik Kemalist kanat tasfiye edildi. Bu, üretim ilişkilerinin işleyişini bozmayacak yönde çalışan bir üstyapı oluşturma amacının bir parçasıydı. Emperyalizm, eski yol arkadaşlarını tasfiye ediyordu. Ama hükümetin bu girişimin ardında yeterince güçlü biçimde durmaması ve orduyla ittifaka yönelmesi üzerine, devlet aygıtını arındırma operasyonu bu kez AKP’ye yöneldi. Karşılıklı tasfiye çekişmeleri sırasında darbe girişimi yaşandı.
Darbe girişimini, Manisa’da başlayan “FETÖ” soruşturmasıyla ilgili olarak bir gün sonra gözaltına alınacak olanlar ve Erdoğan karşıtı Kemalistler beraber gerçekleştirdiler.[16] Hükümetin ilk andan bu yana girişimin sorumlusunu “paralel devlet” olarak ilan edip Kemalistleri ağzına almayışının nedeni, geri kalan Kemalistlerin desteğine şiddetle gereksinim duymasıdır. Sonuç olarak ılımlı İslamcı ve Kemalistlerden oluşan bir darbeci ittifakına karşı yine ılımlı İslamcı ve Kemalist bir ittifak oluşmuştur. Yeni rejimin resmi ideolojisi egemen sınıf içi bu çatışma ve uzlaşma dinamiği tarafından belirlenmiştir ve örgütlenmesi de buna göre gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
İdeolojinin rolü
Marx “ideolojinin tarihi yoktur” derken, “Türkiye hariç” notu düşmeliydi. Çünkü bu iklimde yaşayan bir kısım Marksist; kişi, örgüt ve dönemlerin kendi hakkındaki düşünceleriyle gerçek yaşam arasındaki farkı dikkate almadığı için sözün kendi gerçeğini yansıttığı ya da yaşamın bilinç tarafından belirlendiği eğilimi taşır.[17]
Bilindiği üzere Marx bu önermeyi, Feuerbach’ın materyalizmine karşı kendi materyalizmini geliştirmeye çalışırken ifade eder. Althusser önermeyi irdelerken, Marx İçin ve Kapital’i Okumak kitaplarında yaptığı gibi hangi koşullarda söylendiği üzerinde durmaz, dolayısıyla Marksist tarih anlayışını Marx’a uygulamaz, ideoloji sözcüğünün anlamı ve tarihinin kendi dışında olduğu gibi konulara yoğunlaşır.[18] Belki burada yapmadıklarını, ideoloji üstüne yazmayı vaat ettiği ama hiçbir zaman yazamadığı başka bir kitapta dile getirmeyi düşünüyordu, kim bilir…
Kısaca hatırlayalım, Feuerbach Hıristiyanlığı eleştirirken tanrı, peygamberler, meleklerden kurulu dinsel düzenle krallar, prensler, memurlardan kurulu toplum düzeni arasındaki benzerliğe dikkat çeker. Haksız dünya düzeninin, dinin yansıması olduğu sonucuna varır. Çünkü egemenler, insanın tanrıya olan inancını sömürerek kendilerini tanrının yeryüzündeki yansıması gibi gösterip, tepesinde oturdukları bir düzeninin sürmesini sağlarlar.
Basitleştirerek anlattığımız Feuerbach’ın düşüncesi buraya kadar doğrudur. Ancak sonrasında önerdikleri yanlıştır. Çünkü insanların zihninden Hıristiyanlığın sökülüp atılarak yerine daha iyi bir inanç yerleştirilmesini, haksızlıkların ortadan kalkmasının çaresi olarak görür. Bu ise, dünyadaki değişimin motorunun zihinlerdeki fikirler olduğunu öne sürmek demektir. Marx ise yine Feuerbach’ın Hegel’e karşı öne sürdüğü gibi düşünmenin insan eylemi olduğundan yola çıkarak, tarihi ve düşünceleri insanların yaptığını, dolayısıyla –yalnızca ideolojinin değil– din, bilim, felsefe, ahlak gibi tüm düşünce biçimlerinin de tarihi olmayacağını ifade eder. Peki, bunun bize ne yararı var?
İdeolojinin, Marx’ın dönemiyle karşılaştırılamayacak kadar önem kazandığı bir çağda yaşıyoruz. Nedeni, kapitalizmin olağan işleyiş sürecinde zenginliklerin ve iktidar gücünün daha dar bir kesimin elinde birikmesine karşılık sürekli genişleyen bir kitlenin yoksulluğunun ve isyankârlığının artıyor olmasıdır. Egemenlerin bu çelişkiyi yönetilebilir düzeyde tutmalarının en önemli aracı ideolojidir. Ezilenleri varolana razı etmenin sayısız yolunu üreten ideolojik aygıtlardaki gelişim hızının savaş araçlarıyla paralel gitmesi boşuna değildir. Artık karşımızda, Feuerbach’ın Kilise’ye karşı kampanyayla kolayca değiştirmeyi umabileceği kadar belirgin “yanlış bilinç” örnekleri yok, kapitalist sınıf tarihin bütün egemenlik etme mirasını harmanlayarak, sürekli yeniden üretip ezilenlerin rahatça benimseyeceği biçimler altında önümüze getiriyor. Bu da ideoloji alanındaki mücadelenin bir “şeytan taşlama” eylemi olmaktan çıkarılmasını ve okun ucunun egemen ideolojiyi üreten mekanizmalara yöneltilmesini gerektiriyor.
***
Althusser ünlü ideoloji tanımında “ideoloji, bireylerin gerçek var oluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin imgesel bir ‘tasarımlanma’sıdır”[19] diyor. Burada “tasarımlanma” sözcüğü tırnak içinde. Çünkü insanlar kendileriyle ilgili tasarımlarını kendileri üretmez, öğrenirler. Her zaman, gerçek yaşamdaki somut konumumuz hakkında birtakım düşüncelerimiz vardır. Bunlar, çeşitli biçimlerde yaşamın baskısı altında zihnimize yansımışlardır, anlamlarını ampirik olarak biliriz. Ancak ideoloji yaşamımızın dışından bize seslenerek, bu ilişkinin farklı bir anlamı olduğunu söyler.[20] Bu doğrudan belli bir kişiye seslenmek değildir ama yine de “işçiler, Müslümanlar, Türkler” gibi genel hitap biçimleri altında yapılan seslenişlerin kendimizle ilgili olduğunu düşünürüz. Söyleyenden bağımsız olarak, söylenildiği mekân ve zaman çerçevesinde, dile getirilen söylemin gerçek yaşamımız içinde ve o zamana kadar taşıdıklarımızdan farklı, bize ulaştırılan bir bilinç olduğunu anlarız. Ve sıkıntılarla dolu bir yaşamı farklı algılamamızı sağladığı ölçüde onu benimseriz.
Bu bilincin bize ulaştırılacak biçimde üretilmiş olması ve bizim de benimsememiz, belli bir üretim tarzı ve sınıf mücadelesi çerçevesinde gerçekleşir. İnsanlar ister boyun eğmeyi isterse başkaldırmayı öğütlesin, bir ideolojiyi her zaman belli bir yaşam biçimine katlanmış ve egemenliğe boyun eğmiş haldeyken edinir. Bu çerçevede ideolojik bilinç kendini kabul edilir kılmak için somut durumla ve belli bir özneyle ilişkili değilmiş gibi görünür. Ve kendini tarih üstü, evrensel, genel nitelikteymiş gibi sunarak, onların ezilmişlikleri içindeki sıkıntılarını başka türlü görmelerini sağlar. Böylece ideoloji genel bir biçim altında somut bir mekân, zaman, kişiye kadar inerek onu özneleştirir ve onun aracılığıyla henüz özneleşmemiş olanlara doğru ideolojik seslenişler biçiminde yayılır.
Eğer ideolojinin kendini kabul edilir kılmak için genelleştirip evrenselleştirmesini eleştirmeyi bir yana bırakıp kabul edilmesine yol açan gerçek nedenler üstünde durursak, ideolojinin taşıyıcılarına kendi gerçekleri hakkındaki yanılgılarının sorumlularıymış gibi davranmaktan da uzaklaşırız. Yani bir ılımlı İslamcıya “dini bırak, laik ol” demekten ve ezenlere karşı cihat etmekten başka bir yol bilmeyen Müslüman’a da “akıllı ol, sosyalizmi benimse” öğütleri vermekten uzak dururuz.
Bu, gerçek yaşamın değiştirilmesi için adım atmanın başlangıcı ve toplumsal yarılmaları ideolojinin penceresinden görüp göstermeyi bir yana bırakarak, yaşamın kendi somutluğu içinde saf tutmaya doğru ilerlemektir.
***
Siyasal iktidar, darbe girişiminin sorumlusunu Cemaat olarak gösteriyor. Darbeci özneyi kendini haklı kılacak biçimde tanımlayarak, kimliğini “kandırıldık, Haşhaşiler, komplo kurdular” misali söylemlerle yeniden üretiyor. Devlet kandırılmaz, “komplo” kurbanı olmaz ve bu mahkeme kayıtlarıyla sabittir.[21] Geriye, açıklığa kavuşturulması gereken iki konu kalıyor: Birincisi Cemaat’in benimsediği inanç biçiminin, ikincisi böyle bir inancın devlet içinde kabul edilmesinin niteliği.
Bilindiği üzere Fethullah Gülen Cemaati, Nurcular tarafından dışlanmasına rağmen Saidi Nursi’nin fikirlerinin yayılmasına katkıda bulunuyor. Nurculuğun temel özelliklerinden biri olan, din ve bilimi birlikte ele alma anlayışını savunuyor. Bu, ABD tarafından ağırlıklı olarak 1980’lerden sonra desteklenen “ılımlı İslam” ideolojisinin başlıca dayanağıdır. Ve elbette, emperyalizmin Müslümanlığı Aydınlanmanın bayrağı olan bilimle ehlileştirmeye çalışmasının amacı dünyanın geri kalmış bölgelerine uygarlık götürmek değil, cihat bilincini ortadan kaldırmaktır. Bu yüzden din ve bilimi bağdaştırmaya çalışmak, Müslümanlık ideolojisinde bir ayrım noktasıdır. AKP ve Cemaat’in birlikte benimsediği “ılımlı İslam”, bir zamanlar emperyalizme başkaldıran Müslümanların yenilmesinin sonuçlarından biridir.
Hindistan’da Müslümanlar ve Hindular, sömürgeci İngilizlere karşı 1857’de birlikte ayaklandılar. Ayaklanmanın öncüsü, daha örgütlü olan Müslümanlardı. İngiltere ayaklanmayı acımasızca bastırdı. Bu yenilgiden dersler çıkartmaya çalışan Müslümanlar arasında iki eğilim belirdi. Biri “Aligarh Okulu” olarak bilinen ve Müslümanların Batılılarla savaşmak yerine onları tanımasını, onlarla birlikte yaşamasını savunan anlayıştı. Buna kısaca “loyalizm” deniyordu.[22] Böylece bilim ve din eğitimi veren, İngilizlere karşı cihat yapmaktan vazgeçen bir eğilim olarak gelişti ve doğal olarak İngilizler tarafından da desteklendi.
Yenilgiden çıkartılan ikinci ders ise, Batılıların bilimini öğrenmeyi reddetmemekle birlikte ağırlığın İslam dinini öğrenmeye verilmesini ve İngilizlere karşı mücadelenin sürdürülmesini savunuyordu. Bu eğilim kendini, “Deoband Okulu” olarak ifade etti.[23] Zamanla El Ezher düzeyinde eğitim verilen ve bugün Afganistan’dan Pasifik ülkelerindeki selefi cihatçılara kadar uzanan bir etki yarattı.
Bu iki okulun varlığı, ezenlere karşı mücadelelerinde Müslümanlar arası ilk köklü ayrışma olması bakımından önemlidir. Osmanlı, Birinci Paylaşım Savaşında yenilip toprakları işgal edilmeye başlandığında Deoband Okulu Padişah Halifenin çağrısına uyup cihatı desteklemiş, Aligarh ise Batılılarla dostluktan yana tavır almıştır. Hindistan Müslümanlarının bu tavrı Kurtuluş Savaşında da sürdü ve 1924’de halifelik kaldırılana dek Deoband, Ankara Hükümetini destekledi.
Bu tarihten miras kalan, Kemalizm’in, egemen ideoloji haline gelerek ülkede herhangi bir İslamcı geleneğin yaşamasına izin vermemek oldu. Bilindiği üzere Türkiye’de yıllar boyu dinden başka bir şeyle ilgilenmeyen, toplumsal bakımdan etkisiz, kapalı devre bir Müslümanlık hüküm sürdü. Bunu karşılık Kemalizm, Türkçü, modernleşmeci, Aydınlanmacı, komünizm karşıtı ve laik bir ideoloji olarak ortaya konuldu. TSK, Kemalizm’in kurumsal üreticisi ve temsilcisi rolünü üstlendi.
Her dönemde Kemalizm’in belli bir yüzü öne çıkarılarak 1960’lara dek gelindi. Ancak 27 Mayıs darbesinin yarattığı koşullarda işçi ve öğrenci hareketlerinin yükselmesine karşı, egemen ideoloji olarak Kemalizm yeterli olmadı. Başlıca nedeni, ezilenlerin kendilerine genel Marksizm ideolojisiyle Kemalist ideolojinin soldan yorumunu birleştirerek ifade edebilmeleriydi. Zaten çatlaklarla dolu olan egemen ideoloji su almaya başladı. Tamir için elde Hitler ırkçılığıyla ilişkilenmiş olarak yıpranmış bir Türkçülük ve o güne dek siyasal iktidarın görmezden geldiği Müslümanlık ideolojisi dışında malzeme yoktu. İşte iktidarın emrindeki özne olmayı kabul eden Müslüman kitlesi bu ortamda doğdu. Türkçülük de yardıma yetişmekle birlikte, taktik amaçlı kullanımlara uygun dar kitleler dışında özne yaratıcı bir etkisi olmadı. Yıllar yılı Kemalizm’in kanatları altında palazlanan Müslümanlık, buradan aldığı militan komünizm karşıtlığı, millici ve nihayet liberal sıçramalarla; bugünkü kapitalist hegemonyanın aracı olma aşamasına kadar geldi.
Egemen ideoloji yalnızca yönetilenlere değil, devlet aygıtı içindekilere de seslenir. Bu anlamda ezilenlerin iktidara rıza göstermesi gibi, devlet aygıtlarının ve buralarda görevlendirilenlerin birbirleriyle uyumlu biçimde çalışmalarını da sağlayarak, olağan işleyişin sürmesine hizmet eder. 27 Mayıs darbesi ve 9 Mart 1971 darbe girişimi, böyle bir rol oynayabilecek egemen ideolojiye gereksinimi arttırmıştır. Çünkü bu iki olayda da Kemalizm devlet içi uyumu sağlamakta yetersiz kalmıştır. Bu çerçevede darbelerin hükümetlerden daha fazla devlet içi bu tür pürüzlerin giderilmesine yönelik olduğu söylenebilir. Bunun başında da Kemalizm’in emperyalizme karşı çıkma olasılıkları taşıyan kişi ve kurumlarının temizlenmesi gelir. Sonuçta bu budamalardan geriye, tıpkı cumhuriyetin kuruluş yıllarında laiklik baskısı altında Müslümanlığın cılız bir topluluğa dönüştürülmesine benzer biçimde, kurumsal Kemalizm de “Atatürkçülük” adı altında hiçbir toplumsal sorunla uğraşmayan bir hale getirilmiştir. Nitekim bunun ifadesi olarak 12 Eylül darbesi sonucu ordudan çok azı “Kemalist” ve geri kalanı solcu devrimci 397 subay, 176 astsubay, 447 askerî öğrenci atıldı.[24]
Ilımlı İslam’ı egemen ideolojinin bir parçası haline getiren atılımlar 12 Eylül döneminde gerçekleştirildi.[25] Bu, asıl olarak İran İslam devriminin etkisiyle İslam’ın Türkiye’de de tevhidi uyanışına engel olmak amaçlıydı. Ancak cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi dini yasaklayarak değil, uygun ideolojik araçlarla yeniden yorumlayarak gerçekleştiriliyordu. Diyanet’in güçlendirilmesi, eğitimde din ve ahlak dersinin zorunlu tutulması, İslam Örgütü ile ilişkilerin geliştirilmesi, medyada dine yönelik yayınlarda artış gibi bir dizi çabayla ülkede “siyasal İslam”a karşı “gerçek İslam”ı egemen kılma amacı güdüldü. Elbette topluma yönelik önlemlerin tümü devlet içinde de geçerliydi.
Bugün hem darbeci hem de darbeyi önleyen kanatta Kemalist ve ılımlı İslam yan yana duruyorsa bu bir rastlantı değil, 1960’lardan beri devletin ideolojik aygıtlarında üretilen bir metanın politik bir kırılma anında “başka çare yok da bir araya geliyorlar” misali ortaya çıkarak,  kurumsallık kazanmasının ifadesidir.[26]
Sonuç
15 Temmuz darbe girişimi “duru gökyüzünde çakan bir şimşek” değildir. Uzun süredir hem devlet içi uyumsuzluklar ve hem de iktidarın ezilenler üzerindeki tahakkümünde yaşanan sorunlarla sürekli tetiklenen bir rejim krizinin patlamasının ifadesidir. İktidarın ekonomik ayakları bölgesel ve küresel alanlara dayanırken; istihbarat, güvenlik, hukuk gibi “siyasal iktidar” kavramı içinde yer alan devlet aygıtları bu duruma ayak uyduramamıştır. Bunun önde gelen gerekçesi, orta ve alt sınıfların temsilcisi olarak hükümet eden AKP’nin “ılımlı İslam” ideolojisinin kurumsal Kemalist kesimde yarattığı kaygı olarak sunulmuştur. Bu gerilimin kökleri ideolojik farka değil, aynı toplumsal tabana seslenen siyasal güçlerin iktidar içindeki yerlerini kaybetme olasılığına dayanır. Çünkü devlet katlarında yapılacak her türlü değişim, devlet içi dengelerin gözden geçirilmesini ve ayakbağı olanların devreden çıkartılmasını gerektirir.
Bu çerçevede Cemaat, tıpkı kimi Kemalist çevreler gibi önceki dönemin kalıntısı durumuna düşmüştür. Cemaat, devlet aygıtının kapitalist ekonominin gerekleri doğrultusunda çalışmasını sağlamak üzere rol üstlenmiş ideolojik-politik bir yapıdır. Kendi hakkında ve herkesin onun hakkında salt dinsel bir hareketmiş gibi konuşması, öyle olduğunu kanıtlamaz. Devlet içinde ülkedeki büyük sermayenin emperyalizmle ilişkilerinin aksamadan sürmesine göz kulak olacak bir yapının örgütlenmesi için elde ılımlı İslam dışında bir ideoloji olmadığından dolayı, Cemaat bu role talip olmuş ve uygun görülmüştür. Ancak bu devlet içi yapının görev alanı AKP hükümeti kurulduktan sonra genişlemiş ve Kemal Derviş tarafından bırakılan liberal programın uygulanması için hükümeti Kemalist müdahalelere karşı korumaya başlamıştır. Bu, 12 Eylül’den kalma bir rejim içinde ve bu rejimin olanaklarıyla, kapitalizm adına devlet işleyişine çekidüzen vermenin eldeki en kullanışlı yoludur. Dolayısıyla tıpkı TSK’nin yaptığı gibi, bu kez TSK’ye karşı ve hükümeti de denetim altına alacak boyutlara ulaşmıştır.
Çoğu zaman söylendiği gibi devlet içi gerilimler belli bir dönemden sonra ortaya çıkmamış, farklı güçlerin birlikteliği başından beri çelişkili bir beraberlik olarak süregelmiştir. Bu çerçevede devlet içinde çatışan güçlerin tümü aynı nitelikte ve yerlerini koruyarak emperyalizme sadakat sunma yarışı içindedirler. Devleti restore etme gerekliliğiyle aralarındaki rekabet çakışmış ve karşılıklı tasfiyeye gitmekten başka çareleri kalmamıştır. TSK üst yönetimiyle işbirliği içinde davranan hükümetin Cemaat’i tasfiye etmeye hazırlandığı bir anda, karşı darbe girişimi gelmiştir.
Sonucu belirleyen, darbecilerle bugünkü iktidar güçleri arasındaki çatışma değildir, her nasıl olursa olsun siyasal iktidarın devletin restore edilmesini kabul etmesidir. Bu yüzden darbenin başarısızlığı, siyasal iktidarın pazarlığı sonucudur. TSK yapılanmasında değişikliğe gitmek gerektiği, bu amaçla askeri okulların kapatılarak profesyonel orduya geçilmesi yeni planlamalar değildir. Bunun ülke içi ve dışı operasyonlar için gerekli olduğu bilinmektedir. Bütün ordular gibi TSK da ABD’nin Körfez Savaşında gösterdiği performanstan beri havadan müdahale gücü olan ve karadan küçük birliklerle ilerleyen, istihbarata dayalı, profesyonel bir askeri yapılanmaya geçme düşüncesindedir. Ve buna uygun olarak hızlı karar verecek, tek merkezli, “başkanlık sistemi” olarak adlandırılan idari yapılanmaya geçilmesi de zorunlu görünmektedir. Bütün bunlar, küresel ekonomik krizin denetim altında tutulabilmesi için sermayenin küresel dolaşımına yanıt verecek hızlılıkta yerel siyasal iktidarlar oluşturulmasıyla uygun gelişmelerdir. Bu yüzden bugünkü hükümet uygulamalarının, darbe gerçekleşseydi de görülebileceğini söylemek mümkündür.
Bu süreçten AKP hükümeti kısmen zararlı çıkmıştır. Kendini ekonomik ve siyasal güçler karşısında bir hükümet olarak kabul edilir kılan tek üstünlüğü, ulaştığı yüksek oy oranıdır. Devlet aygıtındaki desteği olan Cemaat’le çatışmak zorunda kaldığından bu yana bazı devlet aygıtları içinde kısmen etkili olmak dışında somut bir devlet desteği yoktur. Bu çerçevede emniyet içinde bile kendi olanaklarıyla yeterli ölçüde yapılanmaya gidememiş, yeni bir içişleri bakanı atayarak Mehmet Ağar’dan yardım almıştır. İktidarın bu süreçten tek kazancı, ılımlı İslam ideolojisinin kurumsallığının genel kabul görmesidir.
Devlet sarsıntı geçirmiş olsa da, yönetenler hâlâ tek yönetim seçeneğidir. Ezilenler cephesinde Kürt devrimciliği dışında bir güç yoktur ve o da iktidar seçeneği olmaktan çok uzaktır. Bu koşullarda devletin restorasyonu, zayıf iktidar güçleri aracılığıyla, sancılı ve uzun bir süreçte gerçekleştirilecek gibi görünüyor. Dış operasyonların, devlet aygıtı içindeki dağınıklığı disiplin altına alma amaçlı olduğu düşünülebilir. İçinde bulunulan durum, 12 Eylül 1980’den başlayarak yöneten-yönetilen, ezen-ezilen bütün bir toplumun alabildiğine yıpranmasının ifadesidir. Rejim çökmüş, devlet “kifayetsiz muktedirler” eliyle yeniden toparlanmaya çalışılmaktadır. Bu sırada ezenler, ezilenlerin cılız sesini bastırma denemeleri yaparak moral bulmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunda bile başarılı oldukları söylenemez…
26 Ekim 2016

[1] Solda da ağırbaşlı bir siyaset yorumu gibi tekrarlanıp duran bu anlayışın kaynağına dikkat çekmek açısından; İsmet İnönü 12 Mart 1970’de şöyle diyor: “Türkiye zaman zaman restorasyon (onarım) dönemlerine girer. O dönemlere girildi mi ordu müdahale eder, bir süre kalır ve ayrılır. Bir süre geçer ve biz politikacılar işleri yine bozarız, yine ordu müdahale eder. Bu böyle gidecektir ve bu onarım dönemleri de gitgide sıklaşacaktır.” Mehmet Ali Birand, 12 Eylül Saat: 04.00, Karacan Yayınları.

[2] Ömer Laçiner darbenin hemen ardından yazdığı “15 Temmuz’dan sonra” başlıklı makalesinde,

(http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7810/15-temmuz-dan-sonra#.WA3LrPmLQdU) “ılımlı İslam”ı, araya “pragmatik” nitelendirmesini de katarak şöyle görüyor: ”Dolayısıyla her kesimden önce bizzat AKP’li seçmen kitlesinin büyük çoğunluğunu oluşturan ve asırlardır ülkenin Müslüman geleneğinin büyük-ana mecrasını şekillendiren ‘ılımlı, pragmatik İslâm’ın –fıkhî tabir ile ifade edecek olursak Hanefi yaklaşımın– AKP iktidarı ve Erdoğan…” Bu cümlede Laçiner “seçmen kitlesi” dediğine göre konu edindiği toplum kesiminin cami cemaati olmama ve dolayısıyla “ılımlı, pragmatik İslam” dediği şeyin de bir siyaset ideolojisi olma olasılıkları yüksektir. Öyleyse an itibariyle bir egemen ideoloji biçimi olduğundan kimsenin şüphe duymadığı bu “ılımlı İslam”, asırlık geleneklerin ya da mezhepsel tutumların evriminin sonucu mu, yoksa emperyalist toplum mühendisliğinin katkılarıyla üretilen bir burjuva siyaset ideolojisi mi?

[3] Bu konuda, ülke akademik Marksizm’inin baş tacı ettiği yazarlardan biri olan Ellen Meiksins Wood’un Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması (Çev. Şahin Artan, Yordam Yay., İstanbul 2016) kitabının özellikle ikinci bölümüne bakılabilir. Özetle “biçimsel” ve “gerçek” demokrasi ayrımı yapan (s. 236) Wood, demokrasinin sınırlarının genişletilmesini “kapitalizme karşı en büyük meydan okuyuş” gibi görüyor ve devamında demokrasiyi sosyalizmle eşitliyor (s. 31). Wood görüşlerini, Platon’a göndermeyle Batı felsefe geleneğinin başlangıcı olarak saptadığı (s. 227), toplumsal sorunların ele alınışında üretenlerle yönetenler arası çelişkiyi temel alma anlayışına dayandırıyor.

[4] Edward Luttwak, Bir Uzmanın Gözüyle Darbe, Çev. Edip Polat, İstanbul 1996, Yaba Yayınları, s. 25. Haluk Gerger, “el kitabı” niteliğindeki bu kitaba yazdığı giriş yazısında, Luttwak’ın ABD Başkanı Ronald Reagan’a Ortadoğu ve hükümet darbeleri konusunda danışmanlık yaptığını belirtiyor.

[5] Osman Tiftikçi, Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi, İstanbul 2012, Akademi Yayınları, s.118.

[6] A.g.e., s.17

[7] Son zamanlarda Giorgio Agamben’in Olağanüstü Hal (Çev. Kemal Atakay, Varlık Yay., İstanbul 2008) kitabından “olağanüstü hal aslında olağan haldir” misali alıntılar yapmak moda oldu.

[8] Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev. Şule Ünsaldı, Ankara 2014, Epos Yayınları, s. 391.

[9] Althusser bu çerçevede bir burjuva partisinin neden bilimsel bir öğretiye gerek duymadığına işaret ederek, “…yandaşlarını inandırması için egemen ideolojinin çıkınından birkaç düşünce çekip alması yeterli olur” diyor. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Alp Tümertekin, İthaki Yay., İstanbul 2015, s.142

[10] “Nihayet devletin eylemi her zaman yasanın dışına taşar, çünkü devlet, bazı sınırlar içinde, kendi yasasında değişiklik yapabilir. Devlet, ister herhangi bir evrensel yasak, ister bir doğal yasa türünden olsun, birtakım ezeli yasaların sıradan figürü değildir.” Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Çev. Turhan Ilgaz, Ankara 2004, Epos Yayınları, s. 95.

[11] Bu çerçevede Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda belirttiği devlet tanımını benimsiyoruz. Buna göre devlet baskı ve ideolojik olmak üzere iki ana aygıttan oluşuyor. Devletin özü, baskı aygıtı. (s.37) Devletin bir tane baskı aygıtı ama birçok ideolojik aygıtı var. (s.54) Baskı aygıtı “…devlet başkanlığını, hükümeti ve yürütme erkinin aracı olan idareyi, silahlı kuvvetleri, adaleti, mahkemeleri ve imkanlarını (hapishaneler, vb.) kapsar.” (s.134) Devletin ideolojik aygıtları ise din, eğitim, hukuk, siyaset, sendika, haberleşme ve kültürle ilgili, hepsi de devlete ait olmayan kurumlardan oluşur. Siyasal aygıt; devlet başkanı, hükümet ve hükümetin emirlerini yerine getirmekle görevli idareyi kapsar. Siyasal aygıt asıl olarak baskı aygıtı içinde yer almasına rağmen devlet başkanının “başkomutan, ulusun temsilcisi” vb sıfatlar taşıması, hükümetin rıza yaratıcı işlemleri ve parlamentonun demokrasi sembolü gibi görünmesi nedeniyle ideolojik aygıt gibi de çalışır.

[12] Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, a.g.e., s.143.

[13] Yönetim biçimi ya da rejim, devlet aygıtlarının birbirleriyle ilişkilenişi sırasındaki dizilişi ve siyasi partilerin hangi sınırlar içinde hareket edeceğinin tanımlanmasıdır. Devlet biçimi aynı kalmak kaydıyla aygıtların önem sırası ve görev kapsamında yapılacak değişiklikler rejimi etkiler. Biz bunu genellikle yasama, yürütme, yargının görevlerindeki farklılaşmalar olarak yaşarız. Rejimdeki her tekil değişiklik anayasaya girer. Yeni bir rejim, yeni bir anayasa demektir.

[14] Saf burjuva-liberal kod ve kadroların siyaset alanında hiçbir karşılığı bulunmadığının en bilinen örneği, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketidir. 1994’de kurulmuş, ANAP ve daha sonra kurulacak olan AKP’ye benzer söylem kullanmış, medyada büyük yer bulmuş ama 1995 seçimlerinde binde 48 oy alarak hayal kırıklığı yaratmış ve 1997’de kendini feshetmiştir.

[15] Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi arasında yapılan hükümet protokolü gereği Necmettin Erbakan bir yıl başbakanlık yaptıktan sonra istifa edecek ve hükümet kurma görevi Tansu Çiller’e verilecekti. Süleyman Demirel, Erbakan’ın istifasından sonra görevi ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Bu bir darbeydi ama o zaman da sol adına çoğunluğu oluşturan liberal ve reformistlerin görüşleri öne çıktı ve “ne Refahyol, ne hazır ol” diyerek, tıpkı bugünkü gibi herkese karşıymış gibi görünmenin ardında, güçlüden yana tavır aldılar.

[16] Kanıt ortadadır; eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 1 Ağustos’ta Ahmet Hakan’a verdiği röportajda darbeyi Cemaat planlamış olsa da katılan herkesin Cemaat’ten olamayacağını söylemiş ve darbe sanığı olan 2. Ordu Komutanı Adem Huduti’yi kesin bir dille buna örnek göstermiştir.

[17] “…kendi hakkında düşündükleri ile gerçekte ne olduklarını birbirinden ayırdetmek gerekir.” Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, s. 45.

[18] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, a.g.e., s. 79

[19] A.g.e., s. 89

[20] “İdeolojinin var oluşuyla bireylere özne olarak seslenilmesi bir ve aynı şeydir.” A.g.e., s.201

[21] Orhan Erinç, 26 Ekim 2016 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, “MİT’i karıştıran FETÖ’cü aşkı” başlıklı yazısında, henüz ortada “paralel devlet yapılanmasına karşı mücadele etmek” gibi resmi bir kararın olmadığı 2001 yılında, kurumun, bir elemanının Cemaat’le ilintili bir davranışta bulunmasını engellemesinin ve elemanın bunun düzeltilmesi amacıyla açtığı davaların reddedilmesinin öyküsünü anlatmış. Devlet sıradan bir elemanının Cemaat’le ilintilenmesini istemezken daha üst düzey yöneticilerinin ilişkilenmesinden habersiz olabilir mi?

[22] Bunun için Aziz Ahmed’in Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam (Yöneliş Yayınları) kitabının “Seyyid Ahmed Han ve Aligargh Hareketi” başlıklı bölümüne bakılabilir, s. 41.

[23] A.g.e., s. 130.

[24] Askeri okullardan ya da ordudan devrimci mücadeleye katılan Ömer Yazgan, Ramazan Yukarıgöz, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kanbur 1983’te idam edildiler.

[25] Bu konuda Doğan Gürpınar’ın Toplumsal Tarih dergisinin Eylül 2016 sayısında yer verilen “12 Eylül rejimi, kültür politikaları ve İslam: Bitmeyen bir tartışma” başlıklı yazısına bakılabilir.

[26] Bunun kanıtı için uzağa gitmeye gerek yok. 13 Ağustos 2016 tarihli gazetelerde yer alan bir habere göre, orduevlerine girişle ilgili kılık kıyafet yönetmeliğindeki bir kısıtlamaya açıklık getirilerek, türbanlı kadınların buralara girebileceği vurgulanmıştır.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar