Ana SayfaArşivSayı 2Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu

Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu

Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu

Yılmaz Sezer

         Marks-Engels, tezlerini ampirizm sorunsalı içerisinde mücadele verirken geliştiriyor ve ampirizm sorunsalından, burjuva dünyasından kategorik olarak  kopuyorlar. Tarih Felsefesi’nden Tarih Bilimi’ne geçiliyor. Bu kopuş[1] kabul edilmediği takdirde, Marksizmin, ‘burjuva dünyasına ait bir kazanım olduğu’na ilişkin  tez, ciddi olarak önemini koruyor ve doğruluk kazanıyor. Sözü edilen ‘kopuş’, bir  belirlemedir. Marks-Engels’in ‘kopuş’a ilişkin bir bilinçleri bulunmuyor. Bir başka deyişle, kopuş  teorik bir edinime tâbi tutulmuyor. Marks, J.Weydemer’e yazmış olduğu ünlü mektubunda, Marksizmi ve Marksizmin  ‘tarih’ konusunda  ayırdedici çizgilerini  şöyle anlatıyor: “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru  bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardı. Benim yeni olarak yaptığım;  sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağımlı olduğunu; sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına  ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur”.[2]  Bizzat kendisinin de belirttiği gibi, Marks’ın çalışmaları, burjuva iktisatçı ve tarihçilerin tekrarı olmuyor. Marks, salt ontolojiye değil, epistemolojiye, ‘olması gereken’e, ‘proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız topluma işaret ediyor.

Marksizm, ‘dün-bugün-yarın’a ilişkin bir ‘bütünlüğün’ kuruluşudur. Marksizm, bir başka bütünlü­ğün, ‘bilim-felsefe ve politika’nın da adıdır. Bilim, ‘dün-bu­gün-yarın’ bütünlüğünü geniş zamanda; politika ise, ‘şimdiki ve gelecek’ zamanda kurar. Bir başka deyişle, tarih politika pratiğinde ‘gerçek’leşir. Bilimde ‘olması gereken’ teoriye içseldir; teorik olarak üretilmiştir, doğrudan ontolojiden çıkarılamaz. Epistemoloji ontolojiye, ontoloji epistemolojiye indirgenemez. Ancak, epistemoloji  ile ontoloji birbirlerine  ‘geriye dönülmezlik’ ilkesi[3] ile ba­ğımlıdır. Politika, teoriye içsel olan ‘olması gereken’i on­tolojik düzeyde ‘gerçek’leştirir. Bu ayrım, Marksizmin an­laşılması bakımından önemlidir. Marks, yazdığı mektupta  yaptığı işi ‘bugün’de geleceği kurmak şeklinde açıklıyor. Tartışılan;  bu kuruluşun felsefî mi, yoksa bilimsel bir kuru­luş mu olduğu sorunudur? Marks ve Engels’de beliren, ancak teorik bir formülasyonla çözüme kavuşturulmamış olan bu sorun, çözümlenmeyi ve teorik olarak ortaya ko­nulmayı bekliyor. Bir bölünme ile karşı karşıyayız: Kautsky ve Gramsci Ekim Devrimini  “Kapital’e karşı devrim” olarak niteliyorlar. Kautsky, devrimi ‘Kapital Bilimi’ne aykırı bulu­yor ve olumsuzluyor. Benzer ama tersinden bir yönelimle, Gramsci, ‘Kapital Bilimi’ne aykırı bulduğu için Ekim Devrimini olumluyor. Lenin’in duruşu ise bambaşkadır; Devrimi Kapital elde gerçekleştiriyor.

Bugün-gelecek bağlantısının felsefi kuruluşu, bugü­nün burjuva dünyasıyla sakatlanmış bir şe­kilde, ya bir felsefi/politik praksisin (Gramsci) ya da felsefi  olarak anlaşılmış bir bilimin (Kautsky) ortak paydası oluyor. Lenin’in tavrı, henüz teorisi kurulmayan ama pratik-politik dü­zeyde gerçekleşen bir Marksizm olarak  gü­nümüze uzanıyor.[4]

Ondokuzuncu yüzyıl bilimi, Newton’un mekanik dünya görüşünün, Darwin’in Evrim Teorisinin etki alanına giriyor ve müthiş gelişiyor. Bu dönemde bilim adamları idealist felsefelere sırt çeviriyorlar; artık herkes materyalisttir. Din ve metafiziğin yerine bilimi öneren Comte’un pozitivist dünya görüşü yaygın bir kabul görüyor. Tüm yaşam, maddesel ilişkilere indirgeniyor ve onunla açıklanmaya çalışılıyor. Yükselen bir burjuva sınıfı, onun ideolojisi ve dünya görüşü; doğa bilimlerinde olduğu türden yasalar arıyor. Burjuvazi doğa bilimlerinin kullandığı pozitivist yöntemi kullanıyor ve kendisini görüyor. ıktisadi kategoriler kalıcı ve evrensel yasalar olarak ilan ediliyor. Lukacs’ın haklı olarak belirttiği gibi, bilim denilen şey ontolojik verilerin doğrudan ele alınıp kavramlaştırılması ise, bilim varolanın (burjuvazinin) yansıması oluyor ve burjuvazinin silahı ve gücü haline geliyor.         

Marksizm bu ortamda, ampirizm sorunsalı içinde, doğuyor ve gelişiyor. Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı eseri, doğa bilimleri ile tarih arasında birlik ve benzerlik oluşturma çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkıyor ve kesin olarak pozitivizmi olumluyor. Aynı pozitivizm Kautsky ile İkinci Enternasyonel’e taşınıyor.[5] Lukacs’ın çizgisini sürdüren Gramsci’nin anti-Kapital’ciliği anti-pozitivist bir refleksten kaynaklanıyor. Marks-Engels pozitivist olmadığı ölçüde Gramsci Marksisttir. Kautsky’nin Marksizmi ise Marks-Engels’in pozitivist vurgularına dayanıyor. 

Kautsky materyalisttir; ama, devrimci değildir. Lukacs-Gramsci, devrimciliği idealizmin olanaklarıyla materyalizme enjekte etmeye çalışırlarken, kendilerini idealizmin içinde buluyorlar.[6] Lenin, pratik-politik düzeyde gerçekleşen bir bilinçle hem devrimci, hem materyalisttir. Teorik olarak ortaya konulmayı bekliyor.

II

Carr, Tarih Nedir? adlı kitabında tarihi şöyle tanımlıyor: “Tarihçi  ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı  etkileşim süreci, (…) bugünün toplumu ile dünün toplumu arasında bir diyalog. (…) Geçmiş, bizim için bugünün  ışığında  anlaşılabilir  ve  bugünü tümüyle ancak geçmişin ışığında anlayabiliriz. ınsanın geçmiş toplumu anlamasını ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sağlamak tarihin çifte işlevidir”.[7] Carr’a göre,geçmişi ancak günümüz açısından bugünün gözleriyle inceleyebilir ve oluşturabiliriz. Bugünü geçmişin ışığında anlayabilir ve böylece bugünün toplumuna egemen olabiliriz. Basit bir ampirik gözlem Carr’ın yaklaşımını doğruluyor. Bir başka deyişle Carr, beyinsiz bir çift gözün görmek zorunda olduğu  şeyi anlatıyor. Carr’ın yaklaşımı ampiristtir.      

Tarih, sanılanın tersine ‘geçmiş’ değil, ‘gelecek’tir.        

Carr’ın son cümlesini ve olması gerekeni yan yana  yazıyorum. Buradan iki farklı tarih anlayışı ortaya çıkıyor: “ınsanın geçmiş toplumu anlamasını ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sağlamak tarihin çifte işlevidir.” “ınsanın geçmiş toplumu anlamasını ve bugünün toplumunda yarının toplumunu kurmasını sağlamak tarihin çifte işlevidir.”           

Bugünün toplumuna daha çok egemen olmak ile bugünün toplumunda yarının  toplumunu kurmak iki farklı şeydir; farklı tarih tanımlarının sonuçlarıdır. Her iki tanım da işlevsel ve eleştirel olmayan tarih anlayışlarını dışlıyor, tarihin eleştirelliğine ve işlevselliğine işaret ediyor. Yalnız bir farkla; birincisi, bugünde egemen olmaya çalışırken, ikincisi, ‘devrimci-pratik eleştirel’ bir faaliyeti öngörüyor, bugüne ve düne eleştirel yaklaşımında  geleceği  kurma isteği yatıyor. Ampirizm sorunsalından çıkışı amaçlıyor.                    

Tarihsel olguları, olay ve kahramanları geçmişin somutluğu içinde, ‘olduğu gibi’, bugünde haklı kılan yaygın bir üçüncü anlayış daha var. Bu düşüncenin dikkate değer bir yanı bulunmuyor.  Geçmişin,  olduğu gibi, soyutlama işlemine tâbi tutulmadan bugüne ‘aktarılması’  hem imkânsız, hem yanlıştır. Böyle bir çabanın mümkün olabilmesi için, tarihçinin kendini içinde  bulunduğu dönemden ayrık tutması, bu noktada başarılı olabildiği ölçüde, değerlendirmeye tâbi tuttuğu dönemin düşünsel yapısına kendisini uyarlaması gerekir. Bu yol, dünün bugüne dönüştürülmesi değil, aktarılması olayıdır. Aktarma, dünü bugün’de yaşamak demektir.  ‘Aktarma’da da, tarihsel olayların seçimi işlemiyle karşı karşıya kalınılır ve burada tarihçi belli öncüllere gereksinim duyar. Bu öncüller, zorunlu olarak bugünün burjuva dünyasının teorik öncülleridir. Bu imkânsız yol, tarihçiyi ‘egemen olan’ın alanında tarihçi kılarak, yanlış, ampirik ve mekanik sonuçlara götürür. Öncelikle, eleştirel ve işlevsel olmayan, çoğu zaman yansızlık  ve nesnellik adı altında ileri sürülen bu bilimdışı düşüncenin kafalardan silinmesi gerekiyor. Hiçbir tarihsel olgu, soyutlama işlemine tabi tutulmaksızın, bir başka deyişle belirli bir teorik sorunsal içinde ele alınmaksızın, bugüne ve geleceğe aktarılamaz ya da ‘dönüştürülemez’.           

Carr’ın deyişiyle, tarihçi “bilerek yan tutmayıp elinden geldiğince nesnel davranmak istediğinde bile, geçmişin olgularını anlayıp açıklama yeteneği, içinde yaşadığı topluma ilişkin anlayışından, siyasal ve düşünsel yapısından etkilenir”.[8] Bugün’ün olgularının değerlendirilmesi bakımından da bu böyledir. Tarihi, pozitivizme hapsetmek, pozitivizmi bilim sanmak ile, pozitivist bilim anlayışına tepki olarak, tarihi, felsefeleştirmek suretiyle bilinçli insan eylemi ile açıklamak, aynı temelden ‘bugünde egemen olan’ın ñburjuvazininñ dünyasından hareket etmek demektir. Bunlar, birbirleriyle geçinemeyen tek yumurta ikizleridir.

Her tarihsel olgu, kendi döneminin koşullarının ürünüdür. Olguların tarihselliği ve geçiciliği onların mutlak yokoluşu anlamına gelmiyor. Geçmiş ve bugün bir soyutlama işlemiyle geleceğe dönüştürülüyor. ‘Tarihsel olan’ hiçbir şeyi, soyutlama işlemine tâbi tutmadan, ‘olduğu gibi’, kendi nedensellikleri içinde yansız inceleme olanağı bulunmuyor. Yansızlık, ‘boş’ kafaların işi oluyor.[9]  

Tarih, yarını kurmak için dün ve bugün’ün geleceğe dönüştürülmesidir. Tarihçi, bugünün dünyasını yarının dünyasına dönüştürme çabası içinde olan kişidir.

Belli bir  tarihsel dönemin koşullarını ve o koşulların ürünü olan olguyu incelerken, tarihçi aslında kendi yetiştiği dönemin kafa yapısına sahip olmakta, yargılamakta olduğu geçmişi, beslendiği ideolojik kaynaklarla bugünün bakış açısı ve terminolojisi ile eleştirmektedir. Belirli bir tarihsel kesiti incelemek, yorumlamak demek, o kesitin içeriğini bugünün düşüncesi ile değerlendirmek demektir. Carr’ın bıraktığı yer burasıdır, bıraktığı yerden devam etmek gerekiyor.

Bugünler, dünü eleştirecek bazı ölçütler verir. Geçmişi eleştirirken , bugünün  bize  sağladığı  ölçütler, hiç kuşku yok, bugünün eleştirilmesi  söz konusu  olunca  geçerliliğini  yitirecektir. Soyutlanmamış bugün, ampirizmdir; eksikli bilgi verir. Eksik olduğu ölçüde, burjuvazinin feodalizm eleştirisinde olduğu gibi, yanlıştır.Çünkü bu mantıkta ‘olması gereken’ yoktur. Olan doğru, haklı ve gerçektir.       

Sorun ‘bugün’ kavramında odaklanmaktadır. Bu kavramdan yola çıkılarak devrimci maddeci bir tarih açınımı mümkün müdür? ‘Bugün’ “amprizmin bir soyutlamasıdır; ideoloji içeriyor, eleştirilmemiş içeriğiyle egemen ideolojinin öğelerini taşıyor. Marks bu konuda şunları yazıyor: “Egemen sınıfın düşünceleri , her çağda egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır”[10].   

Marks’ın işaret ettiği gibi, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da denetimi altında bulunduruyor.[11] Tarihselliğine ve geçiciliğine rağmen, elinde bulundurduğu zihinsel üretim araçlarıyla, toplumun bütün kesimine kendisinin evrensel ve kalıcı olduğunu, toplumun bütününü temsil ettiğini ileri sürüyor ve varlığını ‘zor’ (politik aygıt:devlet) ve ikna (ideoloji) yoluyla sürdürmeye çalışıyor.

Devrimci maddeci tarih açınımı,  bugüne eleştirel bir yaklaşımla başlıyor. Devrimci ampirizmin[12] bir kenara itilerek, tarihin bugün ulaşmış olduğu noktada, bir bütün olarak, yeniden kurulması gerekiyor: Teori. Eleştirilmemiş, soyutlanmamış ampirik veriler bilimsel sonuçlara götürmüyor; gerçekliği değil, gerçekliğin bir kısmını içeriyor.

Bu bağlamda, bilim olarak tarih için, teorinin zorunluluğunu Carr’ın şu sözlerinden çıkarmak mümkündür:  “Tarihin olguları bize hiçbir zaman arı olarak gelmezler, çünkü arı bir biçimde varolmazlar; her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar. Bundan şu sonuç çıkar ki, bir tarih eserini ele alınca  ilk ilgileneceğimiz, içindeki olgular değil, onu yazan tarihçi olmalıdır. (…) Tarih yorum demektir”[13]. Stalin’in yazdığı türden, buradaki ‘gerçek’ sözcüğünü ‘gerçek kılınan’ şeklinde değiştirmek koşuluyla; gerçek kılınan, kâğıtların üzerine ne yazılmışsa  onlardır. Tarih, rasgele bir araya getirilmiş olgular  yığını değildir. Olayların dizilişinde, seçiminde; tarih yazımı  bilinçli, seçmeci bir yaklaşımı zorunlu kılar. Tarihçi , tarihsel olaylara yaklaşırken, her şeyden evvel teorik bir yaklaşıma sahip olmak zorundadır. Teori, olayların dizilişine, değerlendirilmesine, şu veya bu olayın öneminin ya da önemsizliğinin belirtilmesine çerçeve çizer, model oluşturur. Kısaca, ‘teori’  yok ise, tarih de yoktur ya da varolduğu biçimiyle ideolojik olmak durumundadır.         

III                    

‘Dün-bugün-yarın’ ilişkisinin bilimsel bir zorunluluk mu, yoksa bilinçli bir insan eylemi ilişkisi mi olduğu sorununa ilişkin, Haluk Yurtsever’in yazdıkları son derece ilginç ve ilginç olduğu kadar Marksistlerimizin içinde bulundukları durumu belirleme bakımından da öğretici oluyor. Yurtsever, sorunu şöyle irdeliyor: “Aşırı determinist yaklaşımların en büyük yanlışı insanı nesneleştirmesi ve giderek silmesidir. Her şeyin tarihin ve toplumun otomatik yasalarına göre ilerlediği bir süreçte insan hiçtir. Ve Marksizm adına düşülebilecek en büyük yanılgı budur. İnsan iradesinden tümüyle bağımsız işleyen hiçbir nesnellik düşünülemez. Tarihi yapan insandır”.[14] Kayaoğlu, haklı olarak soruyor: “Yurtsever’in karşı çıktığı, determinizm mi, yoksa ‘aşırı’sı mı, yasaların ‘otomatik’ olanı mı, otomatiksizi mi?”   Ve ekliyor: “İlgili meselelerle azıcık tanışıklığı olan hiç kimse, bu tür ifadeler kullanamaz”.[15] Teorik düşünme geleneği olmayan Marksistlerimiz, Marks-Engels ve Lenin’in yazdıklarını betimleme yoluyla anlamaya çalışıyorlar. Yurtsever dürüsttür; Marks-Engels’in yazdıklarını çarpıtmıyor, ama, onları üç-beş cümle ile ancak bu şekilde özetleyebiliyor.

Marks-Engels ampirizm sorunsalının içindedir. Haluk Yurtsever’in bunu söylemeye dili varmıyor. Ya da böyle bir sorunun varlığından habersiz görünüyor. Engels, Doğanın Diyalektiği adlı eserinde  şöyle yazıyor: “Düşünce ve bilinç, insan beyninin ürünleridir. İnsan da doğanın bir ürünüdür, doğal çevresinde doğayla birlikte gelişmiştir. Bundan şu doğal sonuca varılır ki; insan beyninin ürünleri ñki sonuç olarak onlar da doğanın ürünleri demektirñ doğayla çelişme halinde değil bütünüyle uygunluk halindedir”[16]. Doğasal tarihsel bilgi ile toplumsal tarihsel bilgi  arasındaki bağlaşma, referansını Engels’den alıyor. Ondokuzuncu yüzyıl biliminin pozitivist anlayışı Marksizme damgasını vuruyor. Engels çok sonraları  bunun  farkına varıyor ve yazdığı mektuplarda sorunu dile getiriyor. fiunları yazabiliyor: “Modern bir devlette hukukun, yalnız genel iktisadi duruma uygun düşmesi  ve onun ifadesi olması gerekmez, aynı zamanda, kendi iç çelişkileri yüzünden kendi kendini yaralamayacak sistemli bir ifade de olması gerekir. Ve başarının bedeli şudur ki, iktisadi ilişkilerinin yansısının aslına uygunluğu, gittikçe yok olur. “[17] Engels basit bir yansıma kuramından farklı bir konuma geliyor. İktisadi ilişkilerin yansısının aslına uygunluğunun gittikçe yok olması, yani görünüşün öz’den bağımsızlaşıp farklılaşması, başka bir epistemolojinin ipuçlarını veriyor.

Engels’in 1890-1894 tarihleri arasında yazmış olduğu bir dizi mektup bulunuyor. Marks bu tarihlerde artık yaşamıyor. Engels de konferans ve yazışmalarla uğraşmaktadır, üzerinde çalıştığı yeni bir eseri yoktur. Marks-Engels’in yazdıkları tarih olmuştur ve Engels, mektuplarında bunlar üzerinde düşünmektedir. Bugün-gelecek bağlantısının bir zorunluluk mu, yoksa bilinçli bir insan faaliyeti ilişkisi mi olduğu sorunuyla ilgili olarak, Marks-Engels’in yapıtlarında  yanıtlar aramak ve bulmak mümkündür. Tarihin bilinçli bir insan faaliyeti olduğuna ilişkin tez, daha çok Marks’ın gençlik, tarihin bir zorunluluk olduğuna ilişkin tez ise, Marks’ın olgunluk döneminde yazdıklarına dayanmaktadır. Ne var ki, tarihin bir zorunluluk olduğuna ilişkin tez, pozitivist bilim anlayışıyla sakatlanmıştır. Engels’in sözü edilen mektuplarında söyledikleri bu açıdan önemlidir.     

Engels, Tarihsel Maddeciliğin bir şablon olarak algılanmaması gerektiğini söylüyor:  “Genellikle, ‘materyalist’ sözcüğü, Almanya’da son zamanların birçok yazarına, daha fazla incelemeksizin  her şeyin üzerine yapıştırılabilecek basit bir etiket olarak hizmet ediyor, her şeyin söylenmiş olması için bu etiketi yapıştırmanın yeterli olduğunu düşünüyorlar.”[18] Engels, Tarihsel Maddeciliğin bir şablon olarak algılanmasından kendisi ve Marks’ın sorumlu olduğunu belirtiyor ve şunları yazıyor: “Gençlerin zaman zaman, işin iktisadi yanına gerektiğinden daha büyük bir ağırlık vermelerinin sorumluluğunu, kısmen Marks ve ben taşımak zorundayız. Hasımlarımızın kar-şısında onların yadsıdıkları ilkeyi özellikle belirtmek, altını çizmek gerekiyordu, ve o zaman, karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlere de kendi yerlerini verecek ne zamanı, ne yeri, ne fırsatı bulabiliyorduk. Ama bir tarih dilimi sunmak, yani pratik uygulamaya geçmek  söz konusu olur olmaz iş değişiyordu, artık yanılgı olanağı yoktu.  Ama ne yazık ki, sık sık yeni bir teorinin temel ilkeleri benimsenir benimsenmez; o teorinin baştan sona kusursuz olarak anlaşılabildiği ve güçlüklerle karşılaşmadan kullanılabileceği sanılıyor, bu her zaman doğru değildir.”[19] Ve Franz Mehring’i uyarıyor: “Sonu gelmez  bir öyküdür: başlangıçta, hep, öz uğruna biçim ihmal edilir. Daha önce de dediğim gibi bunu ben de yaptım, ve yanlış, her seferinde, ancak post festum (iş işten geçtikten sonra) göründü bana. Onun için bu konuda hiç de yetenekli olmayan bir eski bir suç ortağı olarak, bu yüzden size herhangi bir sitemde bulunmaktan çok uzak olmakla kalmıyoruz, tam tersine, ama hiç değilse, gelecekte bu konuda sizi daha dikkatli kılmak isterdim.”[20]             

Engels,  ‘ekonomik determinizm’  suçlamalarına ilişkin kendilerine yapılan eleştirileri şöyle yanıtlıyor: “Bir de ideologların şu ahmakça düşünceleri eklenir: tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik alanların bağımsız tarihsel bir gelişme olduğunu reddettiğimiz gibi, onların her türlü tarihsel etkinliklerini de reddediyoruz. Bu, bayağı, diyalektik olmayan, iki kutup gibi birbirine kaskatı karşı bir neden ve sonuç anlayışından, karşılıklı etki konusunda kopkoyu bir bilgisizlikten yola çıkmak demektir. Tarihsel bir etkenin, sonuç olarak, başka ekonomik olgular tarafından meydana getirilir getirilmez, kendisinin de kendi ortamı, hatta kendi öz nedenleri üzerinde karşı etki yapabildiğini ve yaptığını bu beyler, kasıtlı olarak sık sık unutuyorlar.”[21]                   

Engels, özeleştiride bulunuyor; Marks ve kendisine ait  çalışmalardaki   pozitivist  vurgunun farkındadır ve düzeltmeye çalışıyor. Marksizmin, ekonomik determinizme dayalı bir şablonculuk olmadığını kesin olarak ileri sürüyor ve şunları yazıyor: “Oysa bizim tarih anlayışımız, her şeyden önce bir inceleme yönergesidir. Hegelcilerin  yaptıkları tarzda yapılar yapmak için bir araç değildir. Toplumsal oluşumların  kendilerine uygun düşen siyasal, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel, vb. anlayış  tarzları konusunda sonuçlara varmayı denemeden  önce  bütün tarihi yeni baştan incelemek, bu çeşit toplumsal oluşumların varlık koşullarını ayrıntılı bir araştırmadan geçirmek gerekir. “[22] Engels, ‘tarih anlayışımız  her şeyden evvel bir inceleme yönergesidir’ derken, herhalde, ‘tarihi’ bir araştırma yöntemine indirgemiyor (ya da indirgememelidir).  Her tarihsel araştırmanın belli bir yönteme gereksinim duyduğunu biliyoruz. Ama, şunu da biliyoruz;  tarih  dün-bugün-yarın ilişkisinin kuruluşudur. Belli bir yöntemle, ampirik dünyayı incelemek ve bundan geleceğe ilişkin sonuçlar çıkarmak şeklinde anlaşılan tarih, ya pozitivist bir vurguya ya da felsefi politik/praksise yöneliyor. Nitekim, Engels de zorunlu olarak bu yönelimin içinde kalıyor: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama şimdiye değin, toplu bir plana göre kollektif bir iradeye uymamışladır, ve  bunu, belirli, örgütlü ve belli bir toplum çerçevesi içinde bile yapmamışlardır. Onların çabaları birbirine karşı geliyor ve kesinlikle bu nedenle bu tür bütün toplumlarda, rastlantıyla tamamlanan ve kendini gösteren zorunluluk hüküm sürüyor. Rastlantıyla kendini kabul ettiren  zorunluluk da sonuç olarak, iktisadi zorunluluktur. Burada büyük adamlar denilen soruna yaklaşıyoruz. Elbette ki, şu büyük adamın, şu belirli bir anda ve şu belirli bir ülkede ortaya çıkması salt bir rastlantıdır. Ama, biz büyük adamı ortadan kaldırırsak onun yerinin doldurulması gereğinin ortaya çıktığı görülür ve onun yerini dolduracak olan biri iyi kötü bulunacaktır, ama her seferinde zamanla bulunacaktır. Napolyon’un, bu Korsikalı’nın, kendi öz savaşıyla tükenmiş Fransız Devriminin kesinlikle gereksinme duymuş olduğu askeri diktatör olması rastlantı oldu; ama tanıtlanmıştır ki, bir Napolyon olmasaydı, bir başkası onun boşluğunu doldururdu, çünkü ne zaman gerekli olsa, her sefer bir adam bulunmuştur: Sezar, Augustus, Cromwell vb. gibi. Marks, tarihsel tarih anlayışını buldu ise de, Therry, Mignet, Guizot bütün İngiliz tarihçileri 1850’ye kadar buna çalışıldığını tanıtlıyorlar ve aynı anlayışın Morgan tarafından da bulunması, zamanın bu anlayış için olgunlaşmış olduğunun ve zorunlu olarak bulunması gerektiğinin tanıtıdır.”[23]  Tarihi yapan insan,  tarih tarafından koşullandırılıyor. Bir başka deyişle, tarihi yapan insan, zorunlu olarak tarihi yapmak durumunda kalıyor. Engels, bu bağlamda,  Marksizmin  tarihsel zorunluluğuna işaret ediyor ve Marks ile Marksizmin bir ve aynı şey olduğunu düşünüyor. Marksizm, tarihsel  koşullar uygun olduğundan, yani,  kendisini oluşturan tarihsel koşullar olgunlaştığından  zorunlu olarak tarih sahnesinde  beliriyor.       

Engels’in ‘tarihi yapan insanları’ tarihe içkindir. Engels’in önermesi,  bu nedenle teorik değil, lafzidir. Haluk Yurtsever, bu ayrımın bilincinde değildir; Engels’in, “iktisadi durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, kendi tarihlerini yapan insanlardır”[24] şeklindeki ifadelerini, Yurtsever, bir Marksist olarak, bu lafzi olanı aktarmakla  kalmıyor, onu  teorik bir önerme haline getirmeye çalışıyor. Böylelikle, determinizmin aşırısı’ndan, yasaların otomatik olanı’ndan nefret  etmesi  ve tarihi insanların yapması çok doğal oluyor.   

IV        

Marksizmin, tarihsel Marks ile ilişkisi nedir?  Marksizmi, Marks’tan ayırabilir miyiz? Marksizm, kurucusu  Marks gibi, toplumsal tarihsel sürecin dolaysız bir ürünü müdür? Soru iki şekilde yanıtlanabilir. Eğer, bu sorunun cevabı “evet” ise,  o zaman kapitalist koşullarda ortaya çıkan tarihsel materyalizmin de o sistem ile sınırlı olması gerekir. Bunun akabinde sorulması gereken soru şudur; o halde tarihsel materyalizmin burjuva düşüncesinden farkı nedir? Aynı soruya  “hayır” cevabı verildiğinde, Marksizm’in, Marks’ın tarihselliğinden ayrı sınıflar üstü bir şey olduğu kabul edilmek durumundadır. Marksizm, evrenseldir; geçici değil, kalıcıdır. Bu durumda sorulması gereken şudur: Onun işçi sınıfı ile ilişkisi nasıl kurulmalıdır?    

Lukacs ve Althusser bu soruların yanıtlarını arayan kişiler olmuşlardır. Tarih ve Sınıf Bilinci Lukacs’ın, Marks İçin ve Kapital’i Okumak Althusser’in temel eserleridir. Her ikisi de  tamamlanmış  bu çalışmalarının akabinde özeleştiride bulunmuşlardır.  Lukacs, özeleştirisinde, Tarih ve Sınıf Bilinci çalışmasında  yeterince materyalist olmadığına karar vermiştir. Althusser ise, teorisizme düştüğünü söylemiş ve daha sonraki çalışmalarında bunu düzeltmeye çalışmıştır. Lukacs ve Althusser bir bütün olarak incelenebilir. Bu ayrı bir çalışma konusudur. Biz burada, Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci ve Althusser’in Marks İçin ve Kapital’i Okumak adlı eserlerindeki epistemolojiye ilişkin sorunla ilgileniyoruz.      

V         

Lukacs’a göre, kapitalizm-öncesi toplumlarda ekonomik yapı, toplumu oluşturan diğer öğelerden bağımsız değildir; tersine diğer öğelerle birlikte kaynaşmış bir durumda bulunuyor. Ekonomi, kapitalizmde toplumu oluşturan diğer öğelerden farklılaşıp, bağımsızlaşıyor. Bu bilgi ampirik gözlem ile elde edilen bilgidir. Gerçekte;  “ekonominin egemenliği doğal bir temele göre değil, belirli normatif (ideolojik) bir sisteme dayanır. Marksist teori, ekonomik ideolojinin kapitalist toplumdaki egemenliğini yansıtır.”[25] Bu nedenle, Lukacs, Marksizmin ekonominin öncelliğine ilişkin tezinin dönemsel, kapitalizm ile sınırlı olduğunu söylüyor. Tarihsel materyalizm, kapitalizm koşullarında ortaya çıkıyor ve kapitalist toplumun bilgisini veriyor. Burjuva düşüncesi de kapitalizmin bilgisidir, ama aralarında önemli bir fark bulunuyor: Burjuva  klasik iktisatçıları, iktisadi kategorilerin evrensel ve kalıcı olduğunu ileri sürerken, tarihsel  materyalizm söz konusu iktisadi kategorilerin tarihsel ve geçici olduğunu vurguluyor. ‘Tarihsel ve geçiciliğe’ ilişkin vurgu, ‘olması gereken’e işaret ediyor ve tarihselin aşılması gerektiği anlamına geliyor.   

Kapitalizmde toplumsal bütünlüğün temelinin ekonomiye indirgenmesi aslında son derece aldatıcıdır. Sorun meta fetişizmi ve onun ürünü olan nesnelleştirme ile ilişkilidir. Kapitalizm, insanı şeyleştiriyor; insanlar arasında olan toplumsal ilişkiler, sanki nesneler arasındaki ilişkilermiş gibi görünüyor. Lukacs’a göre, “Kapitalizm ilerledikçe, nesnelleştirme giderek yayılır ve yoğunlaşır. El tekniklerine dayalı küçük üretimden temeli işbirliği olan manüfaktür  türü üretime geçiş nasıl üretim nesnelerinin giderek ayrışmasını ve parçalanmasını getirdiyse, aynı parçalanma süreci giderek üretimin öznesi olan insanın bilincine doğru saldırıya geçer. İnsan artık bu sürecin ustası olmaktan çıkar, mekanik bir parça halinde mekanik bir sistemin içine yerleştirilmiş olur.”[26] Lukacs için, Marksizmin ayırdedici  niteliği, ekonomik determinizmin aşılmasını, toplumu temellendiren ideolojik sistemin değiştirilmesinde görmesidir. Nesnel ve doğal gibi görünen ekonomik yasaların temelinde toplumsal ilişkiler vardır. Ekonomik yasaların geçici ve insancıl olduğunun bilincine varılmasıyla toplum değiştirilebilir ve dönüştürülebilir. Emek, yani proletarya şeyleştiğinin bilincine ermesiyle eş özne-nesne haline gelir. Onun dışında, başkaca gerçeklik olmaz.        

Lukacs’a göre, bilim ontolojinin soyutlanması ise, yani, nesnel verilerin eleştirilmeksizin, doğrudan ve oldukları gibi ele alınıp kavramlaştırılması ise, bilimsel bilgi varolanın, yani burjuvazinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bilimsel bilgi ideali burjuva ideolojisini meşrulaştırmaktan ve onaylamaktan başka bir işe yaramaz. Kapitalist  toplumun öğelerini bilimin değiştirilemez yasaları olarak kabul eder.

Bilim olarak Marksizm, kapitalist toplumun kendisini tanıması için gerekli olan  bilgidir. Burjuva ideolojisi olan pozitivizm, ideolojik anlam sistemi dışında nesnel ve mutlak olguların varlığını esas aldığı için bilim/ideoloji ayrımını, olgu/değer ayrımı şeklinde tanımlar. Oysa, “Marksizm kapitalizmi temellendiren ve şeyleştiren klasik iktisat teorisinin tarihselliğini ortaya koyarak, hem dondurulmuş bir olgu/değer ayrımını ortadan kaldırmış,  hem de kapitalizmin değişebileceği bilincini yaratmıştır.”[27] İdeolojiden yalıtılmış bir olgular dünyası yoktur.  Olguların teoriden bağımsız  tek tek varolabileceğini ileri süren ampirisist-pozitivist epistemoloji dayanağını kapitalist sistemde bulur. Kapitalist sistem, toplumu bütünlüğünden yalıtıp birbirinden farklılaşmış düzeylere ve olgulara indirgediğinden yaşam insana olgular dünyası gibi görünür. Gerçekte, toplumu oluşturan öğeler toplumsal, olgular da teorik bütünlükten soyutlanamazlar:  

Lukacs’a göre, iki tür etkinlikten söz edilebilir: Birincisi, insanın doğal ihtiyaçlarını karşılaması ve yaşam düzeyini artırmak için giriştiği  bilimsel yasalara tâbi üretimsel, yani teknik etkinlik; ikincisi ise toplumsal ilişkileri değiştirmek ve yeniden kurmak için giriştiği ideolojik etkinliktir. ılkinde insan edilgin, nesneye bağımlı durumdadır. ıdeolojik etkinlikte ise insan toplumun yaratıcısı ve öznesi haline gelir. Bilimsel yasalara bağlı teknik etkinlik de sonuçta ideolojik etkinliğe bağlıdır ve onun tarafından belirlenir.                

Burjuva dünyasının içinde kalınarak, onu dönüştürmek imkânsızdır. Nesnel ve doğal görünen ekonomik ilişkilerin temelinde toplumsal ilişkiler vardır. Ekonomik olan, ideolojiktir. Ekonominin fetişleştirildiğini ve insan ilişkilerinin şeyleştiğinin bilincine varan insan, proletaryanın öz bilinci, toplumsal yaşam biçimini değiştirir ve yeniden kurar. Lukacs, Hegelyan eş özne-nesne kavramını kullanarak, sorunu aşmaya çalışır. Lukacs,  çubuğu tersinden bükerek doğrultmaya çalışırken, fazla büker ve öbür tarafa eğer. Çubuğun yönünün döndüğü yer basbayağı idealizmdir.

VI        

Althusser’e göre, Marksizm, ekonomik determinizm ya da tarihselci hümanizm olarak anlaşılamaz.        

 Hegel, bütünlüğü özün dışavurumu olarak ele almış, bütünlüğü oluşturan öğeleri özün görünüşü olarak kabul etmiştir. Hegel düşüncesinde öz İdea’dır. Althusser’e göre, İdea’nın yerine öz olarak Ekonomi’nin (ya da İnsan’ın) konması Hegel sorunsalının aşıldığı anlamına gelmez. Toplumsal kuruluşa ilişkin olarak Marksistlerin geliştirdikleri altyapı/üstyapı kavramları Hegel sorunsalı içerisinde oluşturulan kavramlardır. Aynı sorunsal içinde, üstyapı kurumları din, ideoloji, hukuk, siyaset vb. toplumsal öğeler altyapı olan ekonomiye, bir başka deyişle özün görünümlerine indirgenirler. Althusser bu tür yaklaşımı ekonomizm olarak nitelendirmekte ve gerçek (bilimsel) Marksizmden bir sapma olduğunu belirtmektedir. Hegel’deki bütünlük, dışavurumsal, aynı anlama gelmek üzere dile getirici bir bütünlüktür. Marksizmin bütünlük anlayışı Hegel’in bütünlük anlayışından başka bir şey olmak gerekir. Topluma bütünlüğü özne (Lukacs-Gramsci) vermediği gibi, bütünlük Hegelci anlamda dışavurumsal bir bütünlük (Kautsky) olarak da kullanılamaz.  Hegel idealizmi ne kadar yanlışsa, Marks’ın dışavurumsal bir bütünlük içinde ekonomizm temelinde yorumlanması o ölçüde yanlıştır.

Tarihselci hümanizm, tarihe içkin bir erek yakıştırmış; bunu insanın kendi özvarlığına dönüş olarak tanımlamış  ve tarihi öznel amaçların bir fonksiyonu olarak değerlendirmiştir. Burada, Hegel’in ‘İdea’ kavramı, ‘insan’ kavramıyla yer değiştirmiştir. Tarihselci hümanistler de Hegel sorunsalı içindedir. Althusser’e göre, bu tür tarihselci/hümanist yaklaşım bilimsel Marksizm değil, ideolojik Marksizmdir.  

Toplumsal ilişkiler öznelerarası ya da ekonomik ilişkilere indirgenemez. Althusser’e göre, toplumsal bütünlük karmaşık bir bütünlüktür ve merkezi, yani özü  yoktur. Toplum birbirinden farklılaşmış, özgül, görece bağımsız, her biri gerçeklik niteliğine sahip ve birbirlerine indirgenemeyen üç temel yapıdan oluşur; bunlar,  ekonomi, siyaset ve ideolojidir. “Ekonomi karmaşık bütünlüğün özü değil, bütünlüğü en son aşamada belirleyen göreli bağımsız bir düzeydir….. Her toplumsal bütünlük içinde ekonomi en son aşamada belirleyici olmasına rağmen, başat öğe değişebilir; ekonomi belirleyici olmak koşuluyla  diğer öğeler arasındaki ağırlıklar toplumdan topluma değişebilir. Örneğin feodalizmde ekonomi belirleyici, din başat olduğu halde, kapitalizmde ekonomi hem belirleyici hem de başattır. Ekonomi hangi öğenin başat olacağını belirlediği için en son aşamada kendisi belirleyicidir.”[28] Toplumsal bütünlük veya tarihsel koşullar  bir çok nedenin bir araya gelmesinden doğan üstbelirlenmenin bir sonucudur.  

Althusser’in sözünü ettiği toplumsal bütünlük ‘somut’, yani gerçek olgulardan yola çıkılarak elde edilmiş bir bütünlük değildir. Üretim tarzı, belirli bir sorunsal içinde kavramsal bilgi düzeyinde üretilir. Althusser, bilimin nesnesi olan üretim dünyasını teorik olarak yaratmaktadır. Epistemolojik düzeyde her şey kavramsaldır, ama, kavramsal düzeyin yarattığı dünya içinde her şey üretime dayanmaktadır.  

Althusser’e göre, toplumsal  ve teorik  olmak üzere iki ana pratik söz konusudur: “Toplumsal pratik maddi üretim, politik üretim ve ideolojik üretim olmak üzere üç temel pratikten oluşmaktadır. Althusser’e göre, bütün pratik süreçler aynı yapıya sahiptir; maddi üretim kadar politik pratik de 1) belirli bir hammaddeyi(toplumsal ilişkiler) 2) belirli bir emek ile 3) belirli bir ürüne (yeni toplumsal ilişkiler) dönüştürmek anlamını taşır; ideoloji ve teori de aynı diğer pratikler gibi bu üç genellemeden oluşurlar. Bütün bu pratiklerin belirleyici anı (veya öğesi) emektir.”[29]                   

Althusser’e göre, düşünsel ve nesnel süreç birbirinden bağımsız ve birbirleriyle ilişkisizdir ve birbirine indirgenemez. Düşünce ile dünya arasındaki ilişki toplumsal ve teorik olmak üzere iki farklı düzeyde kurulmaktadır. “Teorik düzeyde bilgi kavramsal olarak üretilir; ancak teorik bir model meydana getirildikten sonra toplum nesnel niteliğe kavuşur. Teoriden bağımsız nesne anlamsız olmaktan öteye gidemeyeceği gibi, ideolojiden bağımsız bir toplumun varlığı da söz konusu olamaz. Ampirizm nesne ile teorinin nesnesinin farklı şeyler olduğunu unuttuğu teorinin nesnesini nesnenin kendisi sanmaktadır. Althusser’e göre bütün ampirisist düşüncenin temel hatası gerçek ile kavram arasındaki kopukluğu gidermeye çalışmasında yatar; halbuki, gerçekte nesne kavramı değil, kavram nesneyi üretir.”[30]

Toplumsal düzeyde ideoloji, gerçekliğin bir yansıması değil, insanların yaşam koşulları ile olan ilişkilerinin temsil edilmesidir. Yani, ideoloji imgeseldir.

Althusser’e göre, Marks, bilim öncesi ideolojik sorunsaldan koparak tarih bilimini kurmuştur. Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir: “Marksist tarih görüşü ereksel veya nedensel determinizmden bağımsız olarak üretim tarzları arasındaki geçişleri konjonktürel bir şekilde açıklar. Üretim tarzları arasındaki geçişler zorunlu olmadığı gibi tarih belirli bir amaca yönelik bir süreç olarak da çözümlenemez.”[31] Tarihin öznesi olduğuna ilişkin düşünce, ideolojik yanılsamadan ibarettir.

VII       

Althusser’e göre tarih bilimi, bilim öncesi ideolojik sorunsaldan ‘epistemolojik kopuş ‘ile oluşturulmuştur; kurucusu Karl Marks’tır. Bir başka deyişle, tarih bilimi burjuva dünyasının bir yansıması değil, fizik bilimi gibi sınıflarüstü bir şeydir. Althusser’in ‘epistemolojik kopuş’ kavramı kendi sistemi içinde açıklanamamaktadır. ‘Epistemolojik kopuş’ varsayılır. Bunun nedenini, Althusser’in epistemoloji kuramında aramak gerekir. Althusser’e göre, bilimsel bilgi’nin dış dünyayla hiçbir ilgisi yoktur; bilgi düşünce süreçlerinden geçerek oluşur. Yani bilimsel pratiğin hammaddesi  ve ürünü kavramlardır.  Bilim öncesi dönemde ‘kavram’ yoktur. Bilim öncesinden bilime geçişe ilişkin pratik, Althusser sisteminde tam bir muammadır. Bilginin nesnesi, gerçek nesneden kesinlikle farklı ve değişiktir, ama, bilginin nesnesi yoluyla öğrenilen şey ise, gerçek nesnedir. Arada, epistemoloji ile ontoloji arasında  bir ilişkilendirme yok ise, bu tez saçmadır. Althusser’in ‘ampirizmin sorunsalı’ kavramı güçlüdür; bu çerçevede ileri sürdüğü eleştiriler yerindedir, ama, vargılarıyla aynı sorunsal’dan çıkamadığı anlaşılmaktadır. Althusser epistemolojik düzey ile ontolojik düzey arasındaki ilişkiyi kopararak tam bir ‘politika’sızlık örneği sergilemektedir. Althusser, politikaya yöneldiği ölçüde -Lenin ve Felsefe’de olduğu gibi- sisteminden uzaklaşmakta; sistemin içinde kaldığı ölçüde, ‘politika’sızlığı yaşamaktadır.

Althusser, verili bir nesne karşısına verili bir özne koyan ve öznenin eylemini nesnenin özünü anlamaya yönelik faaliyetlerle sınırlayan bütün epistemolojileri Ampirizm sorunsalı içinde görür. Ampirizm sorunsalından çıkışı, düşünsel süreçlerle, nesnel süreçleri birbirinden tamamen ayırmada ve onları birbiriyle ilişkisizlendirmede görür.  

Althusser’in dediği gibi, sonuçta kazanacak ya da kaybedecek olan siyasaldır. O halde, Althusser sisteminin doğal sonucu olan ‘politika’sızlık, onu bir başka politikaya zorunlu kıldığından ‘ampirizm sorunsalı’ içinde kalmasına neden olur.    

En geniş anlamda ampirizm, düşünce/ madde özdeşliği veya ayrılığı şeklinde tanımlanabilir. Özdeşlik, düşünce/madde bütünselliğini, bütünün iki ayrı parçasını birbiriyle özdeşleştirerek,  bir  tek şeye, maddeye ya da düşünceye indirger. Ya düşünce lehine ya da madde lehine özdeşlik olmak üzere iki biçimde söz konusu olabilir. Bunun doğal sonucu olarak, bütün, bunlardan biriyle eşitlenmiş olur. Ayrılık ise özdeşliğin tersinden ele alınış biçimidir; öz olarak aynı, ancak  işlem  farklıdır. Tek  bir bütün madde ve düşünce olmak üzere ikiye ayrılır ve ayrı ayrı bütünler halinde kavranır. Duruma göre hangisine bakılırsa (ya da bakılmak istenirse) o görülür. Zorunlu  olarak  ikisini  birden görmek de olanaksızdır.    

Lukacs, düşünce madde bütünselliğini bütünün iki ayrı parçasını birbiriyle özdeşleştirerek, bir tek şeye, yani düşünceye indirger. Tarih, insani amaçların gerçekleştirilmesidir. ınsan tarihin öznesi olmaktadır. Lukacs, tarihsel materyalizmin burjuva dünyasının bir ürünü olduğunu -yansıma kuramını- ileri sürerken, materyalisttir; burjuva dünyasının aşılması konusunda Hegelci eş özne-nesne kavramından yola çıkar ve anti pozitivist refleksle, devrimciliği idealizmin olanaklarıyla materyalizme şırınga ederken, kendini tümüyle idealizmin içinde bulur.      

Althusser, sorunu epistemolojik süreçle ontolojik süreci tamamen birbirinden ayırmak suretiyle çözmeye çalışır. Althusser, düşünce madde bütünselliğinde, bütünün iki ayrı parçasını birbirinden tamamen ayırır ve onları ayrı ayrı bütünler halinde kavrar. Bir başka deyişle, onları ayrı ayrı bütünler halinde kavrama olanaksızlığını dener.  Çünkü, duruma göre hangisine bakılırsa (ya da bakılmak istenirse) o görülür. Zorunlu  olarak  ikisini  birden görmek de olanaksızdır. Althusser’in politika’sızlığı buradan çıkar. fiöyle de söylenebilir: Althusser bilimi vurguladığı ölçüde ‘politika’sızlığı, ‘politika’yı vurguladığı ölçüde ‘bilim’sizliği yaşar.     

Düşünce-madde bütünselliği, Althusser’in toplumsal formasyona ilişkin bütünlük kavramında olduğu  gibi, karmaşık bir bütünlüktür. Ne madde,  ne düşünce bütünlüğün özü değildir. Bütünlüğün özü yoktur ve özün görünüşü anlamında düşünce maddenin görünüşü değildir. fieyler, bizim bilincimizden bağımsız içerikleriyle birlikte ‘kendinde şey’ olarak vardırlar. Maddeci epistemolojinin dayandığı temel sav budur. Düşüncenin şeylerle olan ilişkisi ‘geriye dönülmezlik’ ilkesi ile kurulur. Düşünce-nesne ilişkisi, özün görünüşü anlamında öz-görünüş ilişkisi değildir. Düşünce bağımsızlaşır, özün görünüşü olmaktan çıkar. Bağımsız ve bağımsızlaşan düşünce ile nesne karmaşık bir bütünlük içinde birbirlerine karşı göreli bir konum alırlar.       

Bilimsel bilgi kavramsaldır. Kavramlar belirli bir teorik sorunsal içerisinde oluşurlar. Bilimsel bilgi, belirli bir teorik sorunsal içinde, kavramlardan yeni kavramlar üretilmesi şeklinde olabileceği gibi, nesneye ilişkin ampirik düşüncenin aynı sorunsal içinde kavramlaştırılması suretiyle de elde edilebilir. O halde, ideoloji  sadece imgesel değil,  bize göre toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak da  ortaya çıkabilir.          

Tarihselci hümanizm, özneyi, bütüne dışsal olarak ele alır ve bütünsel sürecin ‘Özne’si haline getirir. Ekonomik determinizme dayalı tarihselci pozitivizm, özne ile nesneyi özdeşleştirerek, özneyi bütünsel sürecin bir ‘Nesne’si durumuna indirger.  Oysa, özne/nesne aynı bütün içindedirler. Bütüne içkin değil, içseldirler. Özne nesneyi kavrarken, dönüştürürken, kendisini ve kendisinin de içinde bulunduğu ütünü değiştirir ve dönüştürür. ‘Bütün’ kavramının vurgulamak istediği şey, ‘akıl’ın da içinde bulunduğu  bir şeyi değiştirdiğidir. Yani akıl  yalnız  nesnesini  değil,  kendisinin de içinde bulunduğu  bütünü  ve dolayısıyla  kendisini değiştirip, dönüştürmektedir. Bu anlamda akıl bir özne konumundan çok, başlangıcı ve sonu olmayan bütünsel sürecin bir eyleyicisi konumundadır. Sürecin yer ve zaman itibariyle derinlik ve genişlik bakımından  sınırlandırılmış belli bir kesitinde, ‘akıl’ öznedir. Sürece yatay ve dikey bir çizgi çektiğimizde, bunların kesiştiği nokta ‘an’ı ifade eder. Ne var ki, an bir soyutlamadır; derinliğine ve genişliğine sonsuz olan bir süreçte ‘an’ gerçeklik kazanamaz. Tarih, son aşamada[32] öznesiz, öznesiz olduğu için de ereksiz bir süreçtir.

 

 



[1] Althusser’e göre, Marks, bilim öncesi ideolojik sorunsaldan koparak Tarih Bilimini oluşturuyor. Althusser buna ‘epistemolojik kopuş’ adını veriyor. Althusser’in sisteminde bu kavram apriori olarak kabul görüyor ve ne anlama geldiği açıklanamıyor. Althusser’e göre bütün pratik süreçler, belirli bir hammaddeyi belirli bir emek ile belirli bir ürüne dönüştürmektir. Epistemolojik süreç, ontolojik süreçten ayrı ve bağımsız olarak işliyor. Yani, bilimsel bir kavramdan bir başka bilimsel kavram üretiliyor. O halde bilimsel pratiğin hammaddesi kavramlardır. Oysa, Marks’ın önünde bulunanlar bilimsel kavramlar değil, bilim-öncesi ideolojik nosyonlardır. Althusser sisteminin en zayıf noktası burasıdır; sistem bilimin oluşumunu değil, nasıl ilerlediğini anlatıyor. Burada kastedilen ‘kopuş’, hammaddesi ideolojik nosyonlar olan bir bilimsel pratiğin sonucudur.  Sorun, Althusser’in ontolojik düzey ile epistemolojik düzeyi birbirinden mutlak olarak ayıran epistemoloji anlayışındadır. Althusser, ontoloji ile epistemolojinin  ilişkisiz olduğunu ve bilginin epistemolojik düzeyde olabileceğini, üretilebileceğini söylüyor.

[2] Marks-Engels, Felsefe İncelemeleri, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.181

[3] fieyler, bizim bilincimizden bağımsız içerikleriyle birlikte ‘kendinde şey’ olarak vardırlar. Maddeci epistemolojinin dayandığı temel sav budur. Düşüncenin şeylerle olan ilişkisi ‘geriye dönülmezlik’ ilkesi ile kurulur. Düşünce-nesne ilişkisi, özün görünüşü anlamında öz-görünüş ilişkisi değildir. Düşünce bağımsızlaşır, özün görünüşü olmaktan çıkar. Bağımsız ve bağımsızlaşan düşünce ile nesne karmaşık bir bütünlük içinde birbirlerine karşı göreli bir konum alırlar.

[4] Bkz.: Metin Kayaoğlu, “Marksist Politikanın Teorik Öncülleri”,  Teori ve Politika Kitap Dizisi 1, s.10 ve M. Kayaoğlu, “Sunuş”, Melik Kara, İ. Mert, S.Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim için Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s.37-41 

Pratik-politik düzeyde gerçekleşmiş Marksizmin bu topraklarda bir tarihi var. Buna pekâlâ devrimci sosyalizm denebilir. Devrimci sosyalizm tarih teorisini oluşturmak ve buna bağlı olarak kendi tarihini yazmak durumundadır. Devrimci sosyalizmin somut durumu kucaklayabilmesi, pratik-politik düzeyde kalmayan ve bunu teorik-politik düzeye sıçratabilen bir yapıya kavuşmasıyla olanaklıdır.

Devrimci sosyalizmi küçük burjuva devrimciliğinden farklı kılan ayırdedici temel özellik budur. Bu eksiklik, devrimci sosyalizmi küçük  burjuva devrimciliği ile özdeşleştirmez ama güdükleştirir. Devrimci sosyalizm ile devrimci demokrasi arasındaki sınır çizgileri görüntü dünyasında iyice belirsizleşir. Sözkonusu farkın belirginleşmesi,  devrimci sosyalizmin bu anlamda gelişkinliği  ile doğru orantılıdır.

Devrimci demokrasi ile devrimci sosyalizm arasında belirsizleşen ama varolan sınır çizgilerini farketmeyerek bu ikisini birbirleriyle özdeşleştirmek suretiyle sorunu salt programatik düzeyde algılayıp red yoluna gitme k—H. Fırat’ın yaptığı budur—  çok büyük bir yanılgıdır. Devrimci sosyalizm, her türlü ampirizmin reddi ile başlar.

Devrimci demokrasinin tek ve biricik yöntemi olan devrimci ampirizm ‘eylemin yolaçıcılığı’ ilkesine dayanır. Eylem yolaçıcıdır. Devrimci sosyalizm,  ampirik dünyanın  zorunlu bir sonucu olan  ‘eylemin yolaçıcılığını’ devrimci demokraside olduğu türden  tek ve biricik yöntem olarak görmez; ‘geleceği’ bugünde kurarken, politikada  ‘eylemin yolaçıcılığı’ ilkesini zorunlu olarak içerir ve başka bir biçimde yeniden kurar. Bir süreçtir, tamamlanmalıdır. Devrimci ampirizmi yinelememek için bu sürecin tamamlanması gerekiyor.

[5] Kautsky’nin tarihselci pozitivist çizgisi, Marksizmi burjuva   dünyası gerçekliği içinde değerlendirir ve kapitalizmin, iç çelişkileriyle kendiliğinden aşılabileceğini ileri sürer.  Marksizmin burjuva düşüncesinden farkını felsefi/ideolojik temele dayandırmaktadır. Toplumu oluşturan öğelerin temelinde ekonomik yapı vardır; hukuk, siyaset, gibi diğer öğeler, altyapı olan ekonominin basıt bir yansımasıdır. O halde, nesnel ekonomik süreçleri izlemek ve buna göre davranmak gerekmektedir. Bu anlayışa göre, toplumsal tarihsel süreçte, özne, nesnel sürecin bir izleyicisi ya da öğesidir.

[6] Lukacs ve Gramsci, tezlerini tarihselci positivizm, ekonomik determinizm anlayışına karşı geliştirmişlerdir. Ekonomik determinizme dayalı tarihselci pozitivist anlayış, Marksizmi, ontolojik dünyanın bilgisine indirgemiştir. Bu bilgi, burjuva dünyası içinde üretilir ve özünde ideolojiktir. Burjuva dünyası içinde yer alarak onu aşmak imkânsızdır. Marksizm, bir praksis felsefesidir. Tarihin öznesi insandır ve tarihin amacı da insanın özgürleşmesidir. Bu çizgi, Hegelciliğin maddeci yorumla yeniden üretilmesi anlamına geliyor. Hegel’deki ‘İdea’ kategorisinin yerine ‘insan’ı koyuyor. 

[7] Carr, Tarih Nedir?, Birikim Yayınları, s.74

[8] E.H. Carr-J.Fontane, Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 1992 , s. 64.

[9] “Tarihçi, geçmişin tüm verilerini açıklamaya, kendisi için olanaklı olsa bile onları öğrenmeye çaba gösteremez. Bir kentin bir günlük yaşamında olanları bile, bırakınız açıklamayı, betimlemeye de tüm bir çalışma yetmez. Tarihçi, bildiği ya da bilebileceği çok sayıdaki veriler içinden, kendisine göre temel önem taşıyan sorunlara ya da görüşlere bir yorum getirebilmek bakımından anlamlı olanlarını seçmek zorundadır. Kuşkusuz bu seçme süreci tehlikelidir; çünkü gerçekliğin bozulmasına götürebilir. Olgular içinden belli doğrultuda bir seçim yaparak hoşuna gidecek bir yorum oluşturabileceğine kuşku yoktur. (…)  Tarihsel yorumların apaçık göreliliğinin güzel bir kanıtı, aynı olgu üzerinde görüşlerin çok değişik oluşudur. Örneğin Fransız Devrimi’ne yol açan nedenlerin çözümlenişini ele alalım. Fransız Devriminin Tarihi’ni 1847-1853 yılları arasında yazan Fransız tarihçisi Jules Michelet’e göre, halkın, baskı ve açlıktan sorumlu tuttuğu adaletsiz bir toplumsal örgütlenişe karşı silahlı ayaklanmaya geçmesinin belirleyici nedeni, korkunç boyutlardaki yoksulluktu. Fransız Devriminin Sosyalist Tarihi’ni 20. yüzyılın başlarında yayınlayan Jean Jaures’e göre ise asıl neden halkın yoksulluğu değil, erki paylaşmak ve hem Fransa’nın ekonomik gelişimini, hem de böylece kendisinin yükselişini engelleyen kısıtlamalardan kurtulmak isteyen kentsoylu sınıfın varsıllığıydı.” ( E. H. Carr – J. Fontane, age., s. 64)

Tarihsel bir olguya  ilişkin farklı yorumlar, olgunun tarihçilere farklı  farklı yansımasından değil, tarihçilerin içinde bulunduğu teorik-kavramsal sorunsalın farklılığından kaynaklanmaktadır. Tarih, teorik olarak çözümlenir. 

[10] Marks, Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 2. Baskı, Ankara 1987, s.79. “Maddesel üretimle uygunluk içinde toplumsal ilişkileri kuran aynı insanlar, toplumsal ilişkilere uygun olarak ilkeleri, düşünceleri ve kategorileri üretirler. Onun için bu düşünceler, bu kategoriler dile getirdikleri ilişkiler gibi sonsuz değildir. Onlar tarihsel ve geçici ürünlerdir.” (Marks, Felsefenin Sefaleti,  Sol Yayınları,  s.109). “Kendinden önce egemen olan sınıfın yerine geçen her yeni sınıf , salt kendi amacını gerçekleştirmek için kendi çıkarını ideal bir biçime sokarak toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı gibi göstermek zorundadır; bu onun düşüncelerine evrensel biçim vererek ve onları ussal ve evrensel olarak geçerli biricik düşünceler gibi gösterecektir.” (Marks, Engels,  Alman İdeolojisi, s.81). Marks’ın işaret ettiği ‘bugün’ün içeriği, egemen olan’ın dünyası ve onun sınırlarıdır. Bu sınırlar içinde kalınarak varolanı dönüştürmek imkânsızdır. 

[11] İşçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliği onu burjuva dünyasına tâbi kılıyor. ‘ışçi sınıfına bilincin dışarıdan götürülmesi’ ve ‘öncü parti’ kavramları, sınıfın burjuva dünyasından yalıtılması amacına yönelik oluyor.

[12] Tipik bir devrimci ampirizm anlatımı olarak Che Guevara’nın yazdıklarını aktarmak istiyorum. Che, Küba Devrimi’nin yöntemine ilişkin şunları yazıyor: “Küba Devrimi, Marks’ı, bilimi bırakıp eline devrimci tüfeği aldığı noktada benimser; bunu revizyonist bir zihniyetle, Marks’tan sonra gelenlerle savaşmak için ve katıksız bir Marks’ı geri getirmek için yapmaz. Marks’ın bir bilim adamı hüviyeti ile tarihin dışında kalarak, geleceği irdeleyip önceden haber vermesine karşılık, o andan itibaren devrimci Marks’ın tarihin içine girerek mücadeleye atılmış olmasını gözönünde bulundurduğu için yapar. Pratik devrimciler olarak mücadeleye atılırken, sadece bilim adamı Marks tarafından ortaya çıkarılmış kanunlara uyuyorduk; bir kere bu başkaldırma yolunu tuttuktan sonra  da, iktidarın eskiye dayanarak ve savaşımızı bir halkın mutluluğuna dayandırarak yine bilim adamı Marks’ın tahminlerine uygun hareket etmiş olduk. Demek oluyor ki, Marksizmin kanunları, Küba Devriminin olaylarında kendiliğinden (…) yani yöneticilerin bu kanunları teorik açıdan derinliğine bilip bilmemelerinden ve uygulayıp uygulamamalarından bağımsız olarak bir ilişki bulunmaktadır.” (Siyasal Yazılar, s.52)

Che oldukça açık ve net yazıyor. Tarih biliminin kanunları var; devrimci, bilincinde olsun veya olmasın bu kanunlara uymak durumunda kalıyor. Devrim, eylemin yolaçıcılığıyla ilerliyor.

Sosyalist devrimcilik, bilimin bırakılıp devrimci tüfeğin ele alınması olamaz. Bu düşünce, teori ve devrimciliğin  ayrı ayrı yerlerde durduğu veya durabileceği , ayrı duran teori ve devrimciliğin kendiliğinden birbirleriyle ilişkili olabileceği düşüncesinden hareketle ileri sürülmektedir. Teori ve devrimcilik ayrı ayrı yerlerde olabilir; ancak, aralarında zorunlu,  kendiliğinden bir ilişki kurulamaz. Tarih bilimdir. Bilim devrimcidir.

Bir başka deyişle, nesnenin  kendiliğinden bilinci,  nesneyi  değiştirmek ve dönüştürmek için yeter şart değildir..

Devrimci ampirizmin, devrimci sosyalist bir yöntem olmadığını devrimci teorinin gerekliliğini bilmek yetmiyor. Teorik-politik bir yapılanma yoksa, sosyalizm kaçınılmaz olarak, devrimci olduğu ölçüde devrimci ampirizme yönelmek durumunda kalıyor ve böyle gelişmeye çalışıyor. Tarihini, tarihsel olguların ve kahramanlarının dilegetirilişi biçiminde yazıyor.

[13] Carr,  Tarih Nedir?, age,  s.31

[14] Aktaran M. Kayaoğlu, “Sunuş”, age, s.24

[15] Age

[16] Aktaran Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, C.2,  Remzi Kitabevi, Birinci Baskı, ıstanbul 1977,   s.123

[17] Engels’in Conrad Schmidt’e 27 Ekim 1890 tarihli mektubundan; Marks-Engels, Felsefe İncelemeleri, age içinde, s.189.

[18] 5 Ağustos 1890 tarihli Engels’in Conrad  Schmidt’e yazmış olduğu  mektubu , age, s.183

[19] Engels’in Joseph Bloch’a 21 Eylül 1890 tarihli mektubu, age, s.184.

[20] Engels’in Franz Mehring’e 14 Temmuz 1893 tarihli mektubu, age, s.198.

[21] Agy.

[22] Engels’in 5 Ağustos 1890 tarihli, Conrad Schmid’e yazdığı mektup, age, s183.

[23] Engels’in 25 Ocak 1894 tarihli, Heinz Stargenburg’a yazdığı mektup, age, s.193

[24] Age,  s. 195.

[25] Lukacs’tan aktaran İlkay Sunar, Düşün ve Toplum, Birey ve Toplum Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1986, s.196.

[26] G. S. Jones, “Genç Lukacs’ın Marksizm Anlayışı”, Çev.: derleyen Kemali Saybaşılı, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, Birey Ve Toplum Yayınları, Ankara 1985, s.211.

[27] Lukacs’tan Aktaran, İlkay Sunar, age, s.199.

[28] İlkay Sunar, age, s.208.

[29] Age, s.211.

[30] Age,  s.239.

[31] Age,  s.207.

[32] Burada ‘son aşamada’ kavramı önemli oluyor. Bu kavramdan ne anlaşılması gerektiğini Engels şöyle ifade ediyor: “İncelediğimiz alan ne kadar ekonomik alandan uzaklaşırsa, onun gelişmesinin rastlantılar gösterdiğini ve bu gelişme çizgisinin zikzaklar çizerek ilerlediğini o kadar çok görürüz. Ama, eğer bu gelişme eğrisinin  ortalama eksenini çizerseniz, ele alınan dönem ne kadar uzun olursa olsun ve incelenen alan ne kadar geniş olursa bu eksenin de iktisadi gelişmenin eksenine o kadar yaklaştığını ve o kadar ona paralel olma eğilimi gösterdiğini göreceksiniz.” (Engels’in Heinz Sargenburg’a 25 Ocak 1894 tarihli mektubu, Felsefe İncelemeleri  s.196)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar