Ana SayfaArşivSayı 6Düşüncenin Maddeliği Varlığın Tinsizliği

Düşüncenin Maddeliği Varlığın Tinsizliği

Yılmaz Sezer

I.

Marx, diyalektik yönteminin Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, aynı zamanda onun tam karşıtı olduğunu yazıyor; farklılığı ve karşıtlığı şöyle vurguluyor: “Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci –Hegel bunu ‘Fikir’ (‘İdea’) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür– gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve görüngüsel biçimidir. Benim için ise, tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”[1] Marx’ın diyalektik yöntemi ile Hegelci yöntem arasındaki farkın ya da karşıtlığın, Hegelci ‘öz-biçim’[2] kategorilerinin basit bir yer değiştirmesi olup olmadığı; bir başka deyişle, maddenin görüngübiliminin Hegelci tinin görüngübiliminin yerine geçip geçmediği sorunu, devrimci maddeci felsefe açısından çözümlenmesi gereken bir sorundur.

            Sorun, bir ters çevirme yöntemini kullanarak, Hegel’in ‘düşünce’ ve ‘madde’ kategorilerinin yerlerini değiştirmek suretiyle, Hegel’in başaşağı duran diyalektiğini ayakları üzerine oturtmak ve böylece Hegelci ‘yanlış’ı düzeltmek midir? Oysa, Hegelci yanlıştan sözetmek, Hegelci sorunsalın içinde olmak anlamına geliyor. Hegelci yanlış, Hegelci sorunsal içinde düzeltilmiş oluyor. Engels’in şu sözleri bu savı doğruluyor: “İdealist sistemler de gitgide daha çok olmak üzere materyalist bir içerik kazanmışlar ve kamutanrıcı görüş açısından tin ile madde arasındaki aykırılığı o şekilde uzlaştırmaya çalışmışlardır ki, Hegel’in sistemi, yöntemine ve içeriğine göre idealist bir biçimde başüstü konulmuş bir materyalizmden başka bir şey değildir.”[3] Engels, idealizmin tin ile madde arasındaki aykırılığın uzlaştırılması yoluyla, nasıl bir materyalist içerik kazanabileceğini, Hegel örneği ile açıklamaya çalışıyor. Engels, maddecilik arayışını Kant eleştirisinde de sürdürüyor: “Bilinemezci, bir bilim adamı olduğu ölçüde, bir materyalisttir; bilimin dışında hiçbir şey bilmediği alanlarda, bilgisizliğini Yunancaya çevirmekte ve ona agnostisizm (bilinemezcilik) demektedir.”[4] Tin ile madde arasındaki aykırılığın uzlaştırılmasının tersine, Kantçı ‘bilinemez kendinde şey’ kategorisi ile, tin ile maddenin mutlak ayrıştırılması sözkonusu oluyor. Bu durumda nereye bakılırsa (tin’e ya da madde’ye), o (tin ya da madde) görülüyor. Ve böylece, Kant’da da materyalizm keşfediliyor; buna “utangaç materyalizm” deniyor.  

            Hegelci özdeş tin-madde kategorisi ile Kantçı ayrık tin-madde kategorisinde materyalizm bulmak, materyalizmi duyusal fonksiyonlarla, bir başka deyişle, felsefenin idealist pratiğindeki duyulur olan ‘maddeci öğe’ ile tanımlamak demektir. Biraz materyalizmli, biraz idealizmli felsefenin olanaklılığı bu pratiğin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Düşünce-varlık ilişkisinde; birinin diğerine göre öncelliği, birinin diğeri ile olan fonksiyoner ilişkisinin ancak biçimini değiştirebiliyor. Sorunsal, hep aynı kalıyor. Bu fonksiyoner ilişkiden ya tinin görüngübilimi türünden bir felsefe, ya da maddenin görüngübilimi türünden felsefi olarak anlaşılmış bir bilim türetilebiliyor.

II.

Engels, felsefenin idealist pratiğinin kalkış noktalarını aynen tekrarlıyor: Felsefenin temel sorununu, düşünce-varlık ilişkisi olarak tanımlıyor.[5] Düşünce-varlık ilişkisinde; düşüncenin öncelliğini ileri sürenleri idealist, varlığın öncel olduğunu kabul edenleri ise materyalist. olarak niteliyor ve şunları yazıyor:. “Başlangıçta, iki deyim: idealizm ve materyalizm, bundan başka bir anlama gelmiyordu, biz de, burada, onları başka bir anlamda kullanmayacağız.”[6] Engels, düşünce-varlık ilişkisi çerçevesinde tanımlanan ‘materyalizm’ ve ‘idealizm’ kavramlarını, klasik felsefe geleneğinin belirlediği anlamdan başka bir anlamda kullanmadığını açıkça belirtiyor. Geleneksel felsefi sorunsal içinde ve bu sorunsala ilişkin kategorilerle materyalizmi üretmeye çalışıyor. Felsefenin temel sorununu, ‘düşünce-varlık ilişkisi’ olarak tanımlayan Engels’in yazdıklarıyla, Hegel’in şu sözleri arasında temelden hiçbir fark bulunmuyor: “Felsefe hiç kuşkusuz nesnelerine ilk olarak din ile iyedir. İkisi de Gerçekliği nesneleri olarak alırlar, ve dahası en yüksek anlamında, –Tanrının Gerçeklik ve salt onun Gerçeklik olduğu anlamında. Bundan başka, ikisi de sonlunun alanlarını, Doğayı ve insan Tinini, bunların birbirleri ile ve gerçeklikleri olarak Tanrı ile ilişkilerini ele alırlar.”[7] Hegel’in elindeki diyalektiğin mistisizmle bozulduğuna ilişkin Marx’ın iddiası, Hegel’in din ile felsefenin nesnelerinin ortak olduğuna ilişkin savına dayanıyor. Oysa, Hegel, burada –maddeci felsefenin de savlamak zorunda olduğu şeyi– saltık Tin ile insansal tinin bir ve aynı şey olduğunu ileri sürüyor. Ve şunları yazıyor: “İnsanın kendini hayvandan düşünce yoluyla ayırtettiği doğruysa (hiç kuşkusuz doğrudur), o zaman insansal her şey yalnızca ve yalnızca düşünce tarafından ortaya çıkarıldığı için insansal olacaktır.”[8] Hegel’e göre, saltık tin döngüsel olarak insan tini olarak yine kendisine dönüyor. ‘Tin’ ile ‘madde’ kategorileri yer değiştirdiğinde, ‘madde’ birincil, ‘tin’ ikincil oluyor. Bu durumda, Hegel’de mistik kabuk olarak nitelenen ‘Tin’, saltık olmaktan kurtuluyor ve insan tini haline geliyor: ‘Düşünce’nin insansal olduğu tezi aynen korunuyor.[9] Oysa, Hegel’in de içinde bulunduğu geleneksel felsefede, mistik olan, ‘madde olmayan düşünce’ kategorisidir. Geleneksel felsefe, bu kategori üzerine inşa ediliyor ve felsefe, ideolojiye-politikaya indirgeniyor. ‘Madde olmayan düşünce’ kategorisi reddedilmeden, geleneksel felsefi sorunsalın dışına çıkabilme ve maddeciliği savunabilme olanağı bulunmuyor.

            Marx ve Engels, Hegelci sistemin tutucu, yönteminin ise devrimci olduğunu ve bunun çelişkili bir durum yarattığını yazıyorlar. Hegel’in sistemi, Hegel’in, “gerçek olan her şey ussaldır, ussal olan her şey gerçektir” savıyla özetleniyor. Burada, bir mutlak zorunluluk ilişkisi kuruluyor; bilginin ve toplumun gelişmesinin belli aşamalarının kendi çağlarına ve kendi koşullarına göre meşru ve uygun olduğu dile getiriliyor. Hegel’deki bu tutucu yanın diyalektik yöntem ile çeliştiğini Engels şöyle belirtiyor: “Her gerçek olanın ussallığı savı, Hegelci diyalektiğin bütün kurallarına göre şu başka savda çözümlenir: Varolan her şey, yok olmayı hakeder. Ama Hegel felsefesinin asıl anlamı ve devrimci niteliği insan düşüncesinin ve insan eyleminin bütün sonuçlarının son ve kesin olma niteliğine artık kesin olarak son vermesindedir.”[10] Peki, Hegel’deki bu tutucu yan nasıl aşılacaktır? Engels, insana ‘insanlığı’nı hatırlatıyor ve ona bilinçli eylemde bulunmasını öneriyor: “İnsan ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar, ve bu tarihe, bilgileri ve iradelerinin dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde, kendi tarihlerini bizzat bilinçle yaparlar, umulmayan etkenlerin, denetlenmeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi o ölçüde azalır, tarihsel başarı önceden saptanmış amaca o ölçüde tam olarak uygun düşer.[11] Hegelci öz-biçim kategorilerinin yer değiştirilmesi suretiyle elde edilen ‘materyalizm’, bu kez Hegelci diyalektiğin saldırısıyla tuz-buz oluyor. Hegelci diyalektik, insan tini ile ontolojik dünya arasında karşıtlık kurulmak suretiyle, ontolojik dünyaya uyarlanıyor. İlginçtir; Hegelci sistemin tutuculuğu ‘idealizm’ ile aşılmaya çalışılıyor. Hegelci ‘Tinin (Tanrısal, mutlak) görüngübilimi’, ‘tinin (insansal, tarihsel) görüngübilimi’ne dönüşüyor. Burada, Hegelci öz-biçim kategorileri sürekli yer değiştiriyor. ‘Düşünce’ maddesel bir sürecin sonucu olarak bir kez varolduktan sonra dışsallaşıyor ve maddesel süreçle diyalektik ilişki içinde bulunmaya başlıyor.

            Bu yazılanlar, Gramsci-Lukacs çizgisinin temel dayanaklarını oluşturuyor ve en özlü ifadesini Gramsci’nin praksis felsefesinde buluyor ve şöyle tanımlanıyor: Tarih, insan ile madde arasındaki çelişkilerin diyalektiğidir.

            Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı‘ya yazdığı Önsöz’de, Marx’ın tarihi kavrayışında ‘insansal tin’ yer almıyor: “Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir siyasal ve hukuksal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”[12] Burada, Hegelci öz-görünüş kategorilerine yönelik bir eleştiri bulunmuyor. Hegelci öz-biçim kategorileri, bir kez yer değiştiriyor; ‘Tine içkin madde’nin yerini, ‘maddeye içkin tin’ alıyor. ‘Öz-görünüş’ ilişkisinin, Hegelci tarzda kavranışı, Kautsky örneğinde olduğu gibi, ‘insan tin’inin madde içinde eridiği, salt görünüşe indirgendiği bir materyalizm ile sonuçlanıyor. Hegelciliğe atfedilen ‘öznesiz’lik vurgusu, işte bu, eş özne-nesne kategorisine dayanıyor. Bu felsefi anlamda bir ‘öznesizlik’ değildir. Özne, nesnesiyle özdeş olduğundan, Hegelci tez,   politikada ‘öznesizlik’e dönüşüyor. Felsefe, ‘düşünce’ ile ‘madde’nin fonksiyoner ilişkisi olarak ele alındığı için; felsefe politikaya, politika felsefeye indirgeniyor. Kautsky türünden politikacılar, Hegelci öz-görünüş kategorisini, olgun Marx’ın yazdıklarına uyarlıyorlar ya da orada yeniden üretiyorlar. Böylece, ‘Tin’in görüngübilimi, ‘Madde’nin görüngübilimine dönüşüyor.

            ‘Maddeci’ felsefi yazın, geleneksel felsefi sorunsalın oluşturduğu çemberin birbirine karşılıklı gelen en uzak noktalarında, birleşebilen bir karşıtlık içinde salınıp duruyor.

III.

Geleneksel felsefi sorunsal içinde ele alınan ‘düşünce-varlık ilişkisi’, her şeyden evvel bir bütünselliktir ve bütünsellik içinde bir ilişkidir. Bu bağlamda, düşünce-varlık ilişkisi, düşünce-madde özdeşliği veya ayrılığı şeklinde kurulabiliyor. Özdeşlik, düşünce-madde bütünselliğini, bütünün iki ayrı parçasını birbiriyle özdeşleştirerek, bir tek şeye, maddeye ya da düşünceye indirgiyor. Ya düşünce lehine ya da madde lehine özdeşlik olmak üzere iki biçimde sözkonusu olabiliyor. Bunun doğal sonucu olarak, bütün, bunlardan biriyle eşitlenmiş oluyor. Ayrılık ise özdeşliğin tersinden ele alınış biçimidir; öz olarak aynı, ancak işlem farklıdır. Tek bir bütün, madde ve düşünce olmak üzere ikiye ayrılıyor ve ayrı ayrı bütünler halinde kavranıyor. Duruma göre hangisine bakılırsa (ya da bakılmak istenirse) o görülüyor. Zorunlu olarak, ikisini birden görmek de olanaksızlaşıyor.

            Bir bütünsellik içinde, düşünce ile varlık’ın diyalektik ilişkisi, bir başka deyişle, öz-görünüş ilişkisinin diyalektik kavranışı, ‘görünüş’ün ‘öz’ ile hem özdeş, hem de özdeş olmadığı tezini içeriyor. ‘Tanrısal tin (mutlak)’ lehine kurulan diyalektik ilişki Hegelciliğin, ‘insansal tin’ (tarihsel-göreli) lehine kurulan diyalektik ilişki ise Lukacs-Gramsci çizgisinde beliren praksis felsefesinin epistemolojisini anlatıyor. Bu ilişkide; ‘madde olmayan düşünce’ kategorisini, ‘insansal tin’ temsil ediyor. ‘Öz’ ile ‘görünüş’ün özdeşleştiği durum ise iki biçimde varolabiliyor: ‘Tin lehine kurulan özdeşlik’de madde, ‘madde lehine kurulan özdeşlik’te de tin içerilmiş bir durumda bulunuyor. ‘Tin’ ya da ‘madde’, birbirlerine göre, ‘öz’ün ‘görünüş’üne indirgeniyor. Tin’in öz, maddenin görünüş olduğu bir özdeşlik Hegel; madde’nin öz, tinin görünüş olduğu özdeşlik ise Kautsky epistemolojisinin temelini oluşturuyor. Düşünce-madde ilişkisini içeren tek bir bütün, ‘düşünce’ ve ‘madde’ olarak ikiye ayrılıp, ayrı ayrı bütünler halinde kavrandığında; Feuerbach ve Kant örneğinde olduğu gibi, ‘madde’ bütünlüğü, Berkeley ve Fichte örneğinde olduğu gibi ‘düşünce’ bütünlüğü öne çıkarılabiliyor.

            Düşünce-varlık ilişkisinin diyalektik olanı ile olmayanı arasında felsefesel bir anlamda bir fark bulunmuyor. Düşünce-varlık ilişkisi olarak ele alınan felsefi sorunla, felsefe, idealizmle eşitlenmiş oluyor. Düşünce-varlık ilişkisinin her türü ampirizm ile sonuçlanıyor.

            ‘Düşünce-varlık ilişkisi’ tanımının içinde yer alan ‘düşünce’ ve ‘varlık’ kategorileri ne anlama geliyor? Bu kategoriler, birbirinin hem çelişiği, hem de karşıtı olarak ele alınıyor ve birbirlerine göre tanımlanıyorlar. Çelişiklik ya da karşıtlık bir durumdur; bir şeyin çelişiği, o şeyin değillemesi, yani o şey olmayan, karşıtı ise o şey olmayan yalnızca bir şeydir. Bir şeyin karşıtı aynı zamanda onun çelişiğidir; ama, bir şeyin çelişiği her zaman onun karşıtı değildir. Ne var ki, ‘düşünce-varlık’ kategorik çiftinde; birinin diğerinden başkaca çelişiği bulunmuyor. Varlık olmayan (ya da düşünce olmayan), varlığın (ya da düşüncenin) hem çelişiği, hem de karşıtıdır. Daha doğrusu, varlığın düşünce dışında bir çelişiği, yani varlık olmayanı yoktur. Bu durum, Hegelci diyalektiğe özgüdür ve Hegelci sorunsalın bizzat kendisidir.

            Karşıtlığın, ‘nesnel alan’da, nesnel olana ilişkin olarak kurulması gerekiyor. Nesnel alanda, nesnel olana ilişkin karşıtlıkların; karşıtlardan başkaca çelişikleri de bulunuyor. ‘Madde’-‘madde olmayan’ ilişkisine diyalektiği uygulamak, bu çerçevede, ‘öz’ün ‘görünüş’ ile hem özdeş, hem de özdeş olmadığını söylemek, çevrimsel Hegelci diyalektiği yinelemek anlamına geliyor. ‘Düşüncede somut’ ile ‘düşüncede soyut’u karşı karşıya getirmek ve bunlar arasında karşıtlık kurmak, felsefenin idealist pratiği ile, Hegelci diyalektiğin bir başka biçimde yeniden kurulması demek oluyor.

            ‘Düşünce’nin ‘madde olmayan’ şeklindeki kavranışı, fizikötesinin, aynı anlama gelmek üzere, Tanrı’nın kabulünü zorunlu kılıyor. Böylece, düşünce-madde ilişkisi Tanrı-doğa ilişkisi gibi görünüyor. Burada mistik olan ‘Tanrı’ kategorisi değil, ‘madde olmayan düşünce’ kategorisidir. Tanrı-doğa ilişkisinin, insan-doğa ilişkisine çevrilmesi ya da Tanrı-doğa ilişkisinin tersyüz edilerek, ‘madde’nin tanrılaştırılmasıyla mistisizm bir başka biçimde yeniden kurulmuş oluyor. Hegel’in saltık Tin ile insan tininin bir ve aynı şey olduğuna ilişkin maddeci savını burada tekrarlamak gerekiyor.

            Felsefenin temel sorununu ‘düşünce – varlık ilişkisi’ şeklinde belirleyen yaklaşım, idealizm sorunsalı içinde yer alan geleneksel felsefenin temel tezi oluyor. Marx-Engels ve Lenin’in felsefi görüşleri, materyalizm uğraşları bu temel tezin odaklandığı çerçevede oluşuyor. Bu tanımdan hareketle, felsefede ‘materyalist olma’ olanağı bulunmuyor. Tanım, idealizmin düalist yapısını içinde barındırıyor ve ‘madde olmayan düşünce’ kategorisinin kabulünü içeriyor.

            Maddeci felsefi tez, ‘düşünce’nin de madde olduğu savıyla başlamak durumundadır. Madde kategorisi, düşünce kategorisini içeren daha geniş bir kategoridir. Bir başka deyişle, düşünce maddedir, ama madde düşünceye indirgenemez. Maddeci felsefe açısından tartışma götürmez bir biçimde kesin olan şudur: ‘Madde olmayan düşünce’ kategorisi, maddeci felsefenin sınırlarına giremez. Çünkü, maddeci felsefe ilkesel olarak buna kapalıdır. ‘Düşünce’ de dahil, varolan her şey maddedir.

            Öyleyse, maddeci felsefenin de içinde yer alabileceği genel bir felsefe tanımı nasıl olmalıdır? Bu tür bir felsefe tanımı yapma çabası içine girmezden evvel, sözkonusu tanımı yapabilme olanağının olup olmadığı açıklık kazanmalıdır. İdealizm ve materyalizm birbirini dıştalayan felsefi kategoriler ve tezler içeriyorlar. Materyalizm ve idealizmin, genel bir felsefe tanımı içinde bir araya getirilebilmesi, bu felsefelerin öğelerinin birbirlerine göre dışkın kategoriler olması nedeniyle imkansız oluyor. Bir başka deyişle, bu felsefelerin öğelerinin bir araya getirilmesinin olanaksızlığı ile karşı karşıya kalınılıyor.

            Maddeci felsefenin de içinde yer alabileceği genel bir felsefe tanımı yapma olanağı yoktur. Yapılacak olan bir felsefe tanımı, bu felsefelerin kendi pratiklerini içereceklerinden, her tanım, ya materyalizmi ya da idealizmi ifade edebilecektir. Ama, felsefi bir soruyla felsefeye giriş yapılabilir: Felsefenin temel sorunu, varoluşa ilişkindir.

            Varoluşu, bir köken, bir başlangıç ya da bir ‘öz’ ile açıklamaya çalışan metafizik duruş, idealizmin hareket noktası oluyor. İdealizm, varoluşun kökenini ‘Tin’e (ya da tine, yani insana) bağlıyor; varoluş denilen maddesel süreç, ‘madde olmayan’ tarafından yaratılmış oluyor. Madde-Tin (madde olmayan) karşıtlığı, idealizmin bu düalizmi, onun biricik temel özelliğini oluşturuyor. Bir kökenden, bir başlangıçtan, bir ‘öz’den sözetmek; başlangıç-köken-öz öncesini de ele almayı gerektiriyor. Bu durumda varılacak nokta bellidir: İdealizm. Başlangıcın ‘Tin’ ya da ‘madde’ olması; maddenin Tinleştirilmesi ya da Tinin maddeleştirilmesi anlamına geliyor ve her ikisi arasında felsefesel anlamda kategorik bir fark bulunmuyor.

            Maddeci tez, bu tür bir karşıtlığı, düalizmi temelinden reddediyor; varoluşu maddesel süreçle açıklıyor. Burada bir başlangıç, bir köken ya da bir öz yoktur, yalnızca süreç vardır. Varoluş, maddenin bizatihi kendisindendir. Bir başka deyişle, hareket maddeye bitişik ve eşzamanlıdır.

            Bu aşamada, materyalizm-idealizm ayrımına ilişkin söylenebilecek şey şudur: Varoluşu, bir köken, bir başlangıç, bir öz ile açıklamaya çalışanlar idealizmin; varoluşun, ‘özsüz’ maddesel bir süreç olduğunu iddia edenler ise materyalizmin içinde yer alırlar.

 

 

 

 



[1] Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yay., İkinci Baskı, Ankara 1978, s.28.

[2] Neden sözcüğü, bir şeyin ‘neden’, sebep sözcüğü ise ‘ne için’ gerçekleştiğini ifade eder. ‘Varlık neden varolmuştur?’ sorusu ile ‘varlık ne için varolmuştur?’ sorusu birbirinden farklı sorulardır. Birincisi bir süreci, bir oluşu içerir. İkincisi ise, varlığı varetme amacını güden bir ‘Tin’in varlığını zorunlu kılar ve ‘oluş’a ilişkin uzay, uzam ve zaman kavramlarını mutlaklaştırır. Bir ‘oluş’tan sözetme olanağı kalmaz. Bir başka deyişle, ‘sebep’ erek için varolur. ‘Neden’ ise etkisi için değil; etki, nedeni varolduğu için varolmaktadır.

Althusser, klasik teorilerin nedensellik anlayışlarını çizgisel ve dilegetirici nedensellik olarak ikiye ayırır. Çizgisel nedensellik, bir öğenin bir başka öğe üzerindeki etkisini dilegetirir. Sözkonusu olan, mekanik ve geçişsel bir nedenselliktir. Bu tür bir nedensellik, bütünün parçaları üzerindeki etkisini açıklayamaz. Dilegetirici nedensellik ise, bütünün parçaları üzerindeki etkisini ifade edebilir; ancak bunu yaparken, parçayı özün görünüşü haline sokar. Bu haliyle, Hegelci dilegetirici bütünlük anlayışı ‘ereği’ başlangıç kabul eder. Marksist bütünlük, Hegelci bütünlük anlayışından farklı olmak durumundadır. Örneğin, sosyalizm, sosyalizm ereğini güden ‘tin’ ya da ‘madde’nin bir sonucu olarak ortaya çıkmaz. Althusser, öz görünüş ilişkisine dayanan teleolojik dilegetirici bütünlük kavramını reddeder; yapısal, karmaşık bir nedensellik anlayışı ileri sürer. Buna göre etkilerin nedeni, yapıları ve egemen yapısıyla bütünün karmaşık düzenlenişidir.

Hegelci diyalektiğin öz-görünüş kategorilerinin ters-yüz edilişi ile, Hegelci dilegetirici bütünlük kavramından kategorik olarak daha farklı bir bütünlük anlayışına ulaşılmış olmaz; tersine, Hegelci dilegetirici bütünlük bir başka biçimde yeniden kurulmuş olur.

[3] Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay., İkinci Baskı, s.28.

[4] Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev.: Ö. Ünalan, Sol Yay., Ankara 1978, s.46

[5] Aynı eğilimin içinde olan Rene Maublanc, ‘idealizm-materyalizm’e ilişkin şunları yazıyor: İdealizm ile maddecilik deyimlerinin felsefi anlamı acaba nedir? İki görüş arasındaki ayrılık felsefenin şu temel sorusunda ortaya çıkar: Gerçeğin özü nedir, gerçek neden yapılmıştır? – Bu soruya, gerçeğin tinsel (manevi) bir cevherden, fikirden ya da düşünceden, akıldan ya da ruhtan yapıldığı yolunda cevap verilebilir: İşte idealizm budur. Öte yandan aynı soruya gerçeğin maddeden, dış dünyadan, duyumlanan şeylerden, doğadan meydana geldiği yolunda da yanıt verilebilir: Bu da maddeciliktir…

Felsefeye, ‘Gerçeğin özü nedir?’ sorusuyla başlanıyor. Cevabı çok basit:Gerçeğin ‘öz’ü, ya madde ya da tin’dir. Bunlardan biri gerçeğin ‘öz’ü ise, diğeri de onun ‘görünüş’ü oluyor.

. Bundan sonra, şu sav dilegetiriliyor: Maddecilik, gerçeğin özünün dış dünyadan, duyumlanan şeylerden meydana geldiğini ileri sürer. ‘Dış dünya!’, ‘duyumlanan şey!’ kategorileri ne anlama geliyor. Neyin, kimin dışında olan dünya? Kim duyumluyor? Cevabı açık: İnsan…..İnsana göre açıklanan ‘madde’ kategorisi ile karşı karşıya kalınıyor. Bir başka deyişle, insan tininin dışında olan şeyler ‘madde’ olarak tanımlanıyor.

Yazara göre, Lenin’den yapılan alıntı ile bu sav kanıtlanmış oluyor:

“Maddecilik doğayı birinci, ruhu ikinci etken sayar; varlığa birinci, düşünceye ikinci planda yer verir. İdealizm ise bunun tam tersini yapar (Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm)…

Lenin ruh ile düşünceyi bir ve aynı kabul ediyor. İdealizmin tanımladığı ‘düşünce’ kategorisi ile Lenin’in burada tanımladığı ‘düşünce’ kategorisi arasında ne tür bir farkın olduğu, sorulması gereken bir soru olarak ortaya çıkıyor. Her ikisi arasında kategorik olarak hiçbir fark bulunmuyor: ‘Tanrısal tin’in yerini ‘insansal tin’ alıyor.

İdealizmin aşırı kolu maddenin toptan yok sayılmasına kadar varır: Buna ‘maddenin varlığını tanımayan idealizm’ denir: Öznel idealizm…felsefe tarihinde yalnızca XVII.yüzyıl İngiliz filozoflarından Berkeley’ce temsil edilmiştir.(….) Maddeyi ruh, dünyayı Tanrı yaratmıştır? ve ona bağlıdır: Nesnel İdealizm. Maddecilik ise maddenin düşünceden, dünyanın ruhtan (insanların ve hayvanların ruhundan) önce geldiğini, bundan ötürü, düşüncenin maddeden doğduğunu ve ona bağlı bulunduğunu kabul eder…

. ‘İdealizmin aşırı kolu’ (ya da materyalizmin aşırı kolu) gibi hiç de teorik olmayan boş bir nitelemede bulunuluyor. Sormak gerekiyor: Neden aşırı? ‘Madde’yi tanımıyor. O halde tutarlı bir idealizm. Ya da ‘madde olmayan düşünce’yi tanımıyor. O halde tutarlı bir materyalizm. Tutarlı bir idealizm ya da materyalizm ‘aşırı’lık nitelemesi ile karşı karşıya kalıyor. Yazara göre, idealizmin aşırısı öznel idealizmdir ve yalnızca Berkeley tarafından temsil ediliyor… Fichte de en az Berkeley kadar öznel idealisttir. Berkeley, Tanrı’nın dışında; Fichte de insan’ın dışında hiçbir şey yoktur, diyor. İnsan merkezli bir materyalizm, elbette, Fichte’nin öznel idealizmini görmekte zorlanıyor. Fichte’nin, varoluşçuluğun, praksis felsefesinin doğumuna yol açan filozoflardan olduğunu burada hatırlatmak gerekiyor.

“Görüldüğü üzere, idealizm ve maddecilik çok değişik anlayışları karşılıyorlar: İdealizm tutucudur, maddecilik ise devrimcidir; idealizm dindardır, maddecilik ise tanrıtanımazdır; idealizm düşüncenin maddeden ayrı bir özü olduğunu ileri sürer. İdealizme göre ruh ölümsüzdür ve bedene bağlı değildir; zihin çalışması vücut çalışmasından üstündür; kafayla çalışanların elle çalışanlara hükmetmesi gerekir. Maddeciliğe gelince o bütün bu görüşlerin yanlışlığını öne sürer. ..

İdealizmin tutucu, maddeciliğin ise devrimci olduğu nereden çıkıyor? Fichteci öznel idealizmin devrimciliğiyle, felsefi anlamda kim boy ölçüşebilir? İnsan merkezli materyalizm, herhalde Fichteciliği kendinden sayıyor.

İdealizmin, kafayla çalışanların elle çalışanlara hükmetmesini savunduğu iddiasına karşılık; materyalizmin de, elle çalışanların kafayla çalışanlara hükmetmesi gerektiğine ilişkin bir savı içerdiği söylenebilir mi? Bu soruya, ‘evet’ denilebilir. Çünkü, bu ‘evet’, idealizmin ve insan merkezli materyalizmin ortak paydası olan ‘madde olmayan düşünce’ kategorisinin doğal ve mantıksal bir sonucudur. Bu saçmalık, ancak, düşünce’nin de meta üretimi gibi maddesel bir üretim olduğu ve düşünsel emeğin de genel anlamda ’emek’ kategorisinin içinde değerlendirilmesi gerektiği anlayışıyla aşılabilir. Bu saptama felsefi bir hat çizmeye yöneliktir. Yoksa, düşünsel üretimin öğeleri ile meta üretiminin öğelerinin, üretildiği düzeyler itibariyle bir ve aynı şey olduğunu söylemek değildir.” (Rene Maublanc – Marcel Cachin, Sosyalizm Işığında Felsefe, Bilim ve Din, Çev.: Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayım, İkinci Baskı, İstanbul 1993)

[6] Engels, Ludwig Feuerbach ve… , a.g.e., s.26.

[7] Hegel, Mantık Bilimi, Çev:. Aziz Yardımlı , İdea Yayınevi, İkinci Basım, İstanbul 1996,   s.3

[8] Hegel, a.g.e.,   s.3

[9] Marx, bilincin, bilinçli varlıktan başka bir şey olmadığını yazıyor. (Alman İdeolojisi, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay., Ankara 1987, s.44) Daha açık bir ifadeyle düşüncenin ‘insan’ olduğu savını ileri sürüyor. Marx’ın bu tanımında anlatılmak istenen, ‘madde olmayan düşünce’ kategorisinin insan ile özdeşleştirilmesi ise, Lukacsyan öznel materyalizmin (praksis felsefesinin); yok eğer, buradan düşüncenin madde ile bir ve aynı şey olduğu, yani bir indirgemeyle, düşünce-madde eşitliği anlaşılmak gerekiyor ise Feuerbachçı nesnel materyalizmin (kaba materyalizmin) içinde yer almış oluyoruz.

Düşünce maddedir; ama madde düşünceye indirgenemez, madde düşünceden daha geniş bir şeydir. Bir başka deyişle, ‘düşünce olmayan madde’den sözedilebilir, ama ‘madde olmayan düşünce’den sözedilemez.

[10] Engels, Ludwig Feuerbach ve…, a.g.e., s.15.

Hegel felsefesinin gerçek anlamı ‘varolan herşey, yok olmayı hakeder’ ise, diyalektik materyalizmin, bu anlamda, hegel felsefesinden kategorik farklılığının ne olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Hegel felsefesinin ne olduğuna ilişkin bu tanımlama, hegel felsefesindeki yanlışı, Hegelci sorunsal içinde düzeltme çabası olarak ortaya çıkıyor.

[11] Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev.: Arif Gelen, Sol Yay., Dördüncü Baskı, Ankara 1979, s.52

[12] Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay., Üçüncü Baskı, Ankara 1979, s.118-119

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar