Ana SayfaArşivSayı 4Özgürlük, Terör ve Devlet Açısından Fransız Devrimi

Özgürlük, Terör ve Devlet Açısından Fransız Devrimi

Osman Albayrak

Giriş

Fransız Devriminin üzerinden iki yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, zamanın ‘özgürlük’, ‘adalet’, ‘terör’ gibi kavramları, bugün hala fikri hayatta boy gösteriyor. Ve toplumsal düzeyde mutlak özgürlük ve adalet için savaşımla terör bitmek bilmiyor. Bunlar için ve bunlar üzerinden yapılan mücadeleler, sonuçta bunların tamamen rafa kaldırıldığı bir durumla karşı karşıya bırakıyor bizi. Robespierre’in ‘Adil Devlet’i kurmak için öngördüğü ‘terör’le, Hegel’in ‘terör’ü sonsuza dek ortadan kaldırmak için savunduğu devlet anlayışı ‘girift’ bir biçimde iç içe geçerek birbirini besliyor.

           Burjuva ideolojisinin iki veçhesi olan ‘toplum sözleşmesi’ üzerine kurulan toplumsal birlik ile ‘nesnel ahlâk’ ilkesini kendinde somutlaştırmış ‘devlet’, bir türlü istenilen toplumsal düzeni kuramadıkları ve kuramayacakları için, bu mirası Marksizm’e devretmişlerdir. Marksizm, bu toplumsal düzeni kurabilecek tarihsel ve teorik tek adaydır. Ama, bugün hala kendisini Marksist addeden birçok kimse burjuva ideolojisi sorunsalının içerisinden bakıyor meseleye! Burjuva ideolojik sorunsalı reddetmekle, Fransız devriminde sloganlaşan özgürlük ve adalet gibi anlayışları, pratik-politik düzlemde, konjonktüre uygun olarak benimsemenin, kategorik olarak farklı şeyler olduğu kavranmıyor.

            Bu yazı, eskiden tartışılan sorunları gündeme getirerek zihinlere ‘cila’ vurmayı amaçlamaktadır. Çünkü sorunlar hala canlı olarak karşımızda durmaktadır.

Özgürlük ve Teröre İlişkin Tarih Felsefesi

Fransız Devrimi döneminde kendi özgürlüğünün peşine düşen halk, sonuçta kendisini bir terör ortamı ve kan denizinin içerisinde bulmuştur.[1] Çünkü, Fransız Devrimi, öngördüğü idealleri gerçekleştirememiş sonuçta büyük burjuvazinin etkisi altına girerek yozlaşıp gitmiştir. Prusyalı filozof, pratikteki bu olumsuz durum karşısında şaşakalmıştır. Nasıl olur da, tüm Fransız halkının umudu haline gelen devrim birden bire yozlaşıp gider?

            Prusya devletinin resmi filozofu, kendi ülkesinin geleceği için yoğun pratik kaygılar taşıyor. Düne kadar yanı başında gerçekleşen ve kendisinin de ilk etapta olumladığı Fransız Devrimi, şimdiden kendi üzerine dönerek evlatlarını yemeye başlamıştır. Fransız Devriminin önderlerinden Marat, Robespierre, Saint-Just birer birer ölmüşlerdir. Hegel’in bu olumsuz durum karşısında devrime duyduğu yarsımayı (imrenme) sürdürmesi mümkün değildir. Biz önce Fransız Devrimine karşı Hegel’in övgüsünü görelim:

            “Güneşin gök kubbede bulunduğu ve onun çevresinde gezegenlerin döndüğü günden beri, insanın (…) düşünce üzerine kurulduğu ve ona dayanaraktan da gerçeği inşa ettiği görülmemiştir… Demek ki işte orada bu, harika bir güneş doğuşuydu.”[2]

Öte yandan, Türkiye’de Hegel araştırmaları ile bilinen Yenişehirlioğlu, Hegel’in bu konudaki düşüncesine katılmakla kalmıyor, aynı zamanda insanların o dönemde yaşadığı coşkuyu da yaşıyor:

            “Hegel’in bu sözleri, Fransız devrimi sırasında Avrupa’da ve dolayısıyla dünyada yepyeni toplumsal ve politik, düşünsel umutlar doğduğunu anlatmak istemektedir. Bu ‘güneşin doğuşu’ deyimiyle, filozof, Aydınlanma çağını ve o güne dek görülmemiş bir toplumsal hareketi betimlemektedir. Çünkü, bunun sonucunda, herkesi büyük bir coşku kaplamakta, insanlar düşledikleri dünyayı gerçekleşir sanmaktadırlar. Bunun nedeni oldukça açıktır;çünkü, onlar umutlarını böyle bir ana değişikliğe dayandırmışlardı..”[3]

            Bön-realistle bir filozofun devrimden bekledikleri ve gördükleri şeyler farklıdır. Halk Fransız Devriminde “düşledikleri dünyanın gerçekleştiğini gördüğünü sanırken”, Hegel toplumsal tarihte ilk kez bir toplumsal düzenin düşüncenin öncülüğünde yıkıldığını ve onun (düşüncenin) üzerine kurulduğunu görüyor. Hegel bu gerçekleşmeyle kendi tarih felsefesine toplum-tarihsel dayanak bulmaktadır. Çünkü düşünce üzerine kurulan toplumsal düzen “tin”in tarihte gerçekleşmesidir. Bu çerçevede Hegel’i asli olarak bu kadar sevindiren devrim değil, devrimin düşünce üzerine gerçekleşmesidir. Bu yönüyle Fransız Devrimi, daha önceki ezilenler hareketinden kategorik olarak farklıdır. Fransız Devriminin bu olumsuz/olumlu evrilmesi karşısında karşımıza birbirinden farklı iki politik tutum çıkmaktadır. Bu ayrılıklar ve aynılıklar o günden bugüne, kendi iç mantığı çerçevesinde toplumsal formasyon ve onun içerisinde bir düzey olan devlete yaklaşım konusunda da kendini geliştirerek süregelmektedir. Önce bu filozofların kimler olduğuna bakalım.

            “… Örneğin Kant ve Hegel gibi düşünürler, burjuva sınıfı ve Danton (Fransız Devriminin liderlerinden) bu umudun yitip gittiğini savunurlarken, bazı çevrelerle Fransız devriminin öteki liderleri, —daha sonraları da Karl Marx (1840’larda)— tam tersine bu umudun yüceleştiğini düşündüklerini söylemişlerdir.”[4]

            Hegel, pratiğe bakarak asıl vurguyu teoriye yapar. Çünkü asıl sorgulanması, masaya yatırılması gereken, Devrim’e yön veren fikirler bütünüdür.[5] Filozof, bunlarla hesaplaşmadan Fransız Devrimine alternatif bir pratik değişim süreci başlatmak mümkün değildir, diye düşünüyor. O özgürlük sorununun, hem bu fikri bütünlük içerisinde, hem de pratik yaşamda, olmazsa olmaz bir gerçekliğe ve anlama sahip olduğunun bilincindedir.

            Hegel, burada pratik-politik alandan teorik-politik alana geçmenin gereğini duyuyor. Bunu yaparken bir gelişmişlik örneği sergiliyor Hegel. O, ” teorinin pratiğe göre öncelliği” anlayışına göre hareket ediyor. Özgürlük için sokağa dökülen halkın, pratik kendiliğindenci tutumuyla, teorik-pratik alanda özgürlüğün kurgulanması yüzeysel olarak birbirinden farklıdır. Hegel’in burada yaptığı bir başka ayrım daha var. O, Fransız Devrimiyle, buna öngelen fikirleri de birbirinden ayırarak teorik-politik alanda bu fikirlerle cedelleşiyor. Sorun özgürlükse, özgürlüğün ne olduğuna bakmak gerekiyor.[6] Yenişehirlioğlu tarafgir bir tavırla Hegel’in özgürlük anlayışını şu tümcelerle ifade ediyor:

            “Hegelci özgürlük, bir ‘cüzî -irade değildir. Onda keyfi istek yoktur. Ve istenç, ‘ rastlantının ve şansın’ oyununun yasalarına boyun eğmemelidir. Özgürlük, gerçekten yalnızca Devletin yasalarına uyan istencin içinde olduğu zaman kendi evindedir. İstencin edimliliği yüce bir ödeve sahiptir. Ortak duygusu ve Devleti utkuya götürmek için bireyin özel öznelliğiyle topluluğun nesnel ahlakı arasında bulunabilecek ayrımı ve karşıtlığı gidermektir…”[7]

            Hegel’in Fransız Devriminin o an içinde bulunduğu duruma ilişkin tespiti doğru, fakat, onu bu olumsuz durumdan çekip çıkarmak için yaptığı hamle yanlış. Hegel özgürlüksüzlük işini Devlete havale ederek” kurda kuzuyu teslim ediyor.” Hegel felsefi sorunsalın alanından baktığı için özgürlük sorununun teorik çözümünü felsefi kavramlara havale ediyor. Hegel, yaptığı teorik işte “devlet” kavramını ‘keşf’ederek, kendi bilincini tüm bireylerin bilinci yerine koyuyor: “… bireyin bilinci kendisinde, yani kendi özünde devlet kavramını keşfetmektedir. Bu kavramsa onda daha derin, daha köklü bir kültürün ve zekanın gereksinimini taşımakta ve dolayısıyla bilimsel doyumu zorunlu kılmaktadır; üstelik, bu tür bir düşünce, ne zaman ki hukuku (hakkı), ahlakı ve ödevi göz önünde bulundurmakta, işte o zaman, bu alanların her birindeki yüzeysel, yapmacık bir biçimde yaratılmış yanılgıyı oluşturan ilkelere doğru kendiliğinden yolunu almaktadır. Bu sözü edilen ilkeler, Platon’da öğrendiğimiz sofistlerin ilkeleridir. Onlar, hukuku (hakkı), öznel erekler, kanılar ve görüşler üzerine, özel duygular ve inançlar üzerine oturtmaktadırlar. Sonuçta, oradan kaynaklanan bir durumla içsel ahlakın hukuksal bilinci, öznel kişiler arasındaki sevginin ve adaletin yıkımı doğduğu gibi, kamu düzeninin ve Devletin yasalarının yıkımı da ortaya çıkmaktadır… “[8]

            Hegel, Platon’un diyalogları aracılığıyla düşünce-içi tarihte yansıyan öznelciliğe prim vererek Devletin içerisinde bir yer edinme gibi anlayışlara felsefe alanından radikal bir karşı çıkış yapmaktadır. Hegel bütünsellik, kapsayıcılık ve nesnellik aramamaktadır.[9] Çünkü o Platonun anlayışından kalkarak sofistçi ahlak anlayışını eleştirirken, Fransız Devrimine ön gelen Rousseaucu “genel istenç” anlayışının önünü kesmeye çalışıyor. Hegel’e göre Devrim döneminde halkın istemi, çığırından çıkmış tam bir kaos içerisinde, o anda duygular ve istekler neyi hükmediyorsa onu yapar durumdadır. Aslında tarihte ezilenlerin isyanı hep böyle olmuştur. Ezilenler hep kurulu düzene saldırmışlar ve yakıp yıkmışlardır. Ama kendilerini halk olmaktan, ezilmiş olmaktan kurtaracak bir proje ve düzen getirememişlerdir. Hegel de zaten halktan başka bir davranış biçimi beklemiyor, onun asıl öfkelendiği kendilerine devrim öncesi ve devrim döneminde misyon biçen devrim önderleri ve onların fikirleridir. Fikirler, Hegel için çok önemli; düzen kuran ve düzen yıkan fikirler… Fransız Devriminin önderleri halkın istemlerini ‘nesnel ahlâk’ çerçevesi içinde dizginleyememişlerdir. Yaptıkları şey, halkla beraber sadece ‘barajın savacalarını’ tamamen açmak olmuştur. Oysa ondan önce suyun ovaya dengeli akışını sağlayacak sulama kanalları yapılması gerekiyordu. İşte ‘ su kanalları’, su ve araziden başkadır, yani o Devlettir. Katışık saltık tin; mutlak fikir; istem ve duygulardan arınmış, mutlak olarak akılla, akılda kurgulanmış   mutlak akıl. Ancak böyle bir güç halka özgürlük verebilir, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözer. Nasıl mı? Öznel ve nesnel ahlak denklemini devlette birleştirerek.

            Oysa birey, özgürlüğün belirlenmesini ve gerçekleşmesini bir yandan özel ahlakta bulurken öte yandan da nesnel ahlakta bulmaktadır ve bunların her birinde, o özgürdür. Yalnız onu özgür kılan öznel ve sınırlı hak ve hukuktur. Niçin öznel ve sınırlı? Çünkü, Hegel’e göre tek dünyanın tininin hakkı ve hukuku saltık ve sınırsızdır.”[10]

            Hegel’in yaptığı şaşırtmacaya gıpta etmemek elde değil! O, bireyin gerçek ve doğru özgürlüğünün gerçekleşmesini öznel ve nesnel ahlak diyalektiğinde bulunduğunu söylerken, bireye gerçek hayatta iki ödev birden yüklemektedir. Bir yandan kendi özgürlüğü için çalışırken diğer yandan başka bireylerin hak ve hukukunu gözetmesini istemektedir. Bireyi bu davranışlarında özgür kılan, başka bireylerin hâk ve hukukunu gözeterek hareket etmesidir. Yani Hegel, bireyin özgürlüğünü öznel hak ve hukuk ilkeleri üzerine kurarak, onu nesnel ve evrensel kılıyor. Bu da ancak Devlet aracılığıyla, Devletle pratik işlerlik kazanıyor.

            “Devlet, objektif ahlak idesi’nin fiil halindeki realitesidir. Kendi kendisine açıkça görülen, kendi kendini bilen ve düşünen ve bildiğini, bildiği için, yapan cevhersel irade olarak ahlaki, espiri’dir. Devlet, örf ve adetlerde dolaysız olarak; bireyin kendilik bilincinde, bilgisinde ve faaliyetinde dolaylı olarak mevcuttur. Buna karşılık, birey de devlete kendi öz mahiyetine, gayesine ve faaliyetinin bir ürününe bağlanır gibi bağlanarak, onda kendi cevhersel özgürlüğünü bulur.”[11]

            Hegel’in bu mükemmel, su sızmaz gibi görünen teorik kurgusu, çağında bir çok entellektüeli etkilediği gibi, bugün de etkisini şu veya bu biçimde sürdürmektedir. Bunlardan biri Yenişehirlioğlu’dur.

            Yenişehirlioğlu, Hegel’in (aslında tüm “felsefe”nin) düştüğü tuzağa düşüyor. Hegel, başlangıcı “varlık” ve “hiçlik” olan “tin”in tarih içindeki serüvenini “Prusya Devleti”nde bitirirken, kendisi, bir üst soyutlama/ somutlamayla Devlet’i evrensel kılıyor. Sanki insanlar, tarih denen toplum-tarihsel gerçeğe sürekli mahkumlarmış gibi. Eleştirmen, çubuğu, devlet karşısında bireyden tarafa bükmekle Hegel’in hatasını bertaraf edeceğini düşünüyor.

            “O zaman özgürlük, yanılsama, kuruntu ya da boş hayaller değildir. Ama yine de bu önermenin başarıya ulaşıp, gerçekleşmesi için bir koşul vardır. O, insanın bilincinin ‘cuzzi-iradesi’nin, keyfi isteğinin basit bir meyvesi olmamalıdır. Bu nedenle, Hegel’in politik felsefesinde düşünülüp tasarlandığı gibi, insanın özgürlüğü doğru bir biçimde gelişmesini ve doğru ve gerçek anlamını, yine insan için devlette bulmalıdır. Bunun böyle olduğunu ya da olması gerektiğini düşünmek ve kabul etmek hem bir ödevdir ve hem de bir zorunluluktur. Devlet, her şeyden önce dürüst bir devlet olmalıdır. Topluluğun yaşamında yasaların titiz, tamı tamına ve sıkı bir biçimde uygulanmasını gözetmeli ve üyelerinden her biri için bir doğru özgürlüğün var olmasını da sağlamalıdır. Demek ki, devlet bireyin iyiliğini düşünürken, topluluğun iyiliği için, yani ulusun mutluluğu için de bir kurum olarak yaşamda yerini almalıdır.”[12]

            Çünkü o, toplumsal tarih’in özgül bir versiyonu olan düşünce-içi tarihte, sofistlerin, Sokrates ve Platon’a karşı “öznelliği” ön plana çıkarmaları dayanak olarak gösterildiğinde sorunun çözüleceğini sanıyor. Burada yeni bir şey yok ama felsefi olarak var. Bu, daha önce sofistler ve Platon tarafından karşılıklı olarak kurulan “teorik formasyon”un, Hegel ve Yenişehirlioğlu tarafından aynı zeminde kalarak, yeni bir dizge içerisinde “felsefi model” olarak sunulmasından başka bir şey değildir. Gene geldik döndürmeye, “dönme dolap döngüde”, felsefede “gerçek” devamlı döner.

            Hegel, “hırsıza bağ teslim etmektir”. Adaletin, özgürlüğün, eşitliğin bekçisi olarak gösterilen devlet, söz konusu toplumsal olumsuzlukların nedeni olan toplumsal formasyonun ürünü ve üreticisidir. Çünkü, devlet bir görüngüdür. Toplumsal formasyonu oluşturan öğeler arasındaki ilişkilerin görüngüsü. Devleti, adaletsizliği, eşitsizliği, özgürlüksüzlüğü anlayabilmek için, görüngünün arkasına geçmek gerekiyor. Suyun yüzeyindeki köpük suyun bir parçası olmakla beraber, suyun derinliğine bir işarettir; ama sadece işareti. Salt köpüğüne bakarak suyun derinliği hakkında pozitif bilgi sahibi olamazsınız. Hegel, toplum-tarihsel gerçeğe felsefenin alanından baktığı için, “salt kavramlar” (görüngüler) alanında dolanıp duruyor. O sadece fotoğraflamakla meşgul. Lenin, Hegel karşısında zaman zaman hem hayıflanır hem de heyecanlanır. Çünkü Lenin’e göre Hegel, ontolojik çözümlemelerinde gerçeğe o kadar yaklaşmıştır ki, neredeyse gerçeğin tam bir betimlemesini vermektedir. Bu kez, Hegel’e yanıt bir başka “Marksist”ten (Lukacs’tan) geliyor. Tabii ki Lukacs bunun dezavantajını belirterek karşı çıkıyor:

            “…, gerçekliğin bir yansıması haline gelecek kadar gerçeğe sağdık bir betimleme aynı zamanda da, Hegel’in eleştirisini mantıksal sonucuna götürmesinin önünde bir engel oluşturur. Bu engel, kendini [Hegel felsefesinde -O.A.] sivil toplum devlet kopukluğunun doldurulması biçiminde ortaya koymaktadır.”[13]

Tarih Felsefesi ve Tarih Bilimi Çerçevesinde

Siyasal Düzey ve Toplumsal Düzey

Hegel’in teorik formasyonunda siyasal düzey ile toplumsal düzey (siyasal olmayan) arasında kategorik bir kopukluk vardır ve onun teorik formasyonu bu kopukluğun neden olduğu gerilim üzerine kuruludur.

            Toplumsal düzey ileriye fırlayıp gitmek isterken, siyasal düzey onu kendisine çekmektedir. Kendisine çekerken de tamamen bir çekme kabul etmeyip bu kez dengeli bir itmeyle mesafeyi itinalı bir biçimde korumaktadır.[14] Bu ilişkide ipler siyasal düzeyin eline verilmiştir. Bu belirlemeden yola çıkarsak insanın özünün siyasal olduğu sonucuna varırız. ‘Tin’ in son ve kesin durağını Anayasal Monarşik Devlet olarak koyan tarih felsefesinin, insanın özünün siyasal olduğu sonucuna varması kolaydır. Oysa “Karl Marx, Hegel’e karşı çıkarak insanın özünün siyasal değil toplumsal olduğunu ortaya koymuştur. İnsan siyasal bir hayvan değildir.”[15] Marx, burada siyasal düzey ile toplumsal düzey arasındaki ilişkiyi tersine çevirerek temele toplumsal düzeyi koyar. İnsanın toplumsal bir varlık olması mutlak, siyasal bir varlık olması ise ancak, tarihsel bir zaman diliminde mutlaktır. Buradan tarihe uzun soluklu bir bakış, İnsanın siyasal yanının belirli tarih kesitinde ancak “lazım”lık olarak bir işlev görebileceği sonucuna varır. Ayrıca, Marx’ta siyasal düzey ile toplumsal düzey arasındaki kopukluk mutlak değil tarihseldir. Zira bu kopukluk bir başka süreçte toplumsal düzey (komünist toplum) lehine mutlak olarak aşılmak gerekir. Bu bir keyfi istenç değil, tarihsel zorunluluktur.

            Siyasal olana toplumsal karşısında bir üstünlük veren Hegel’in, bu tezini destekleyici ideolojik dayanakları da var: “Devlet bir alemin formasyonu ve organizasyonu (süreci) içinde gelişen mevcut veya fiil halinde espri olarak tanrısal iradedir.[16] Bu işin esprisi yok; düpedüz öyledir. Zaten “nesnel idealist felsefe” Hıristiyanlıktaki Tanrı’yı ‘Tin’ olarak tekrar devreye sokmuştur.[17] Marx, nesnel idealizmin hakkını teslim ediyor. Poulantzas bunu şöyle belirtiyor: “Aydınlanmayla yeryüzünden kovulan Tanrı, nesnel idealizm’de akıl aracılığıyla Tin/Devlet olarak tekrar yeryüzüne döner.” Bu kez yüzü “peçe” ile kapanmış olarak. Bütün alemi düzenleyen Tanrı bu kez Devlet olarak toplumsal yapıyı düzenlemektedir. Aslında Hegel, bir politik gerçeğe felsefenin kavramlarıyla açıklık getiriyor. Marx, Tanrı ve ahlak ilkeleriyle konuşmayı bir tarafa bırakıyor. Marksizmin devletin toplum-tarihsel işlevi somut-lamasıyla Hegel’inki arasında bu düzlemde bir fark yok.

            “Marksçılık Devleti alışılmış politik düzen anlamında değil, ancak karmaşık bir bütünün düzeylerini birleştirici ve sistem olarak bütünsel dengesini düzenleyici öğe ya da ‘örgenleşme ilkesi’ biçiminde kavrayarak bunu belirtmiştir.[18]

            Poulantzas, temel bir noktaya parmak basıyor: “Alışılmış politik düzen anlamında” derken tam da Hegel’in Devlet anlayışını saf dışı bırakarak Marksizmin devlete yaklaşımıyla Hegel’inki arasına kategorik bir ayrım koyuyor. “Alışılmış politik düzen nosyonu bin yıllardır insanların kafasında ideolojik bir unsur olarak yer ederek onların üzerinde hegemonya kuruyor ve toplum-tarihsel süreçte gerçek işlevler görüyor. Yalnız, ayrımlaştırma kategorileştirme epistemolojik düzlemde yapılıyor. Tarih Felsefesi,Devlet’in insanlar arasındaki ilişkileri düzenlediğini, anlaşmazlıkları çözdüğünü ön plana çıkarırken, tarih bilimi sınıfsal politik çatışmaları söndürücü rolünü sergiliyor. Bilim “insan”sız konuşuyor.

            Şimdi burada iki seçenekle karşı karşıyayız. Ya felsefenin alanından bakacağız ya da bilimin. Epistemolojik düzeyde Devlet, Tarih Felsefesi tarafından tarih dışına itilirken Tarih Bilimi onu tarih içine çekiyor. Devlet insanlar arasındaki ilişkileri düzenliyor ama sınıflar arasındaki ilişkileri çözemiyor. Devletin bu ilişkileri ontolojik düzeyde çözemediğini gören Tarih Felsefesi epistemolojik düzeyde onun yardımına koşuyor. Bu kez ilişki tersine dönüyor. Ontolojik düzeyde sınıflar arasındaki sorunu çözemeyen devlet, epistemolojik düzeyde ideolojik olarak Tarih Felsefesini yardıma çağırıyor. Tarih Felsefesi, sınıfları insanın bir parçası olarak gördüğü için aralarındaki kavgayı da aile içi bir kavga olarak düşünür ve baba olarak devletin bu kardeş kavgasını önlemesi gerektiğini söyler. Ama aile içerisinde kardeş kavgası mutlak olarak çıkacağı için bir aracı olarak baba-devlete mutlak olarak ihtiyaç vardır. Marksizm ise sınıflar arasındaki mücadeleyi tarihin motoru olarak ele alır. O halde “devlet, sınıfsal politik çatışmayı önlemede köktenci bir yaklaşım göstermez; yapının bütünlüğüne yansıyıp, onu sarsacak derecede olmasına meydan vermez. Devlet ‘toplum’ ve sınıfların yok olmasını önler, yani tek kelimeyle bir toplumsal oluşumun patlamasını engeller.”[19]

            Bu anlayış çerçevesinde, hem geçmişte hem günümüzde (ve gelecekte) Devletin bütün sınıf çatışmalarını massetmeye ve istisnasız tüm halk ayaklanmalarını bastırmaya çalışması anlaşılır oluyor. Tabi biz şimdi bu ” sorunsal” dan baktığımızda Hegel’in Fransız Devrimindeki tutumu ve kaygısını anlıyoruz.

            “Niçin Devrimin başlangıcında Kant ve Hegel gibi filozoflar ve o zaman ilk kez politik iktidara resmen gelen Fransız Burjuvazisi Devrimi desteklerken, bu kez sürecin ortalarına doğru da onu acımasızca, salt kendi ekonomik-politik-toplumsal ve düşünsel çıkarları için boğmuşlardır?.. İşin ilginç yanı böyle bir soru yanıtlanırken, daima “terör” (şiddet) bahane edilerek, dikkatler burjuva aydınları, düşünürleri ve toplumsal katmanlarınca yalnızca bu özelliğe kaydırılmıştır. Oysa Marx, genelde kuramını paylaşalım ya da paylaşmayalım, çok haklı olarak, Devrimin burjuvazi tarafından boğulmasını ‘Terör’ e değil de Robespierre’in vurguladığı gibi halkı sevenlerle ondan nefret edenlerin savaşımına yani, ‘sınıf çatışması’na bağlamıştır…”[20]

            Yenişehirlioğlu, Marx’ın hakkını teslim ediyor. Çünkü sorunu salt terör bağlamında ele almak, onun altında yatan gerçeği görmemize yetmeyeceği gibi, salt ideolojik değerlendirme alanından çıkmamıza da yetmeyecektir. Bu çerçevede Hegel’le aynı kategoride yer alanlar ‘Terör’e takılıp kaldıkları için, gerçek sınıf çatışmalarını bir türlü kavrayamazlar. Bu, onların niyetlerinden öte bir gerçek olarak, felsefenin bu işi toplumsal formasyonda yapamayacağındandır. Felsefe, toplumsal formasyonun olgularını değerlendiremez, buna gayret ederken sadece ve ancak ideolojik tavır alır. Felsefe, böylece sınıflar savaşımında kısa yoldan taraf olur. Halbuki toplum-tarihsel süreci incelemek tarih biliminin işidir. Ancak tarih bilimi, toplum-tarihsel süreci nesnesi yaparak, olayları anlayabilir. Bu da, felsefi kavramsal sistemden kategorik olarak farklı, bilim alanına ilişkin kavramların oluşturulmasıyla mümkündür.

            Demek ki Hegel’in Fransız Devriminin gidişatı sürecinde taraf olması için, önce olup biteni anlaması gerekiyor. Hegel dünyayla ham değil, teorik bir ilişki içerisinde. Üstelik bunda da çok iddialı ve ısrarlı! Buna karşılık Marx ve Robespierre’in aynı tarafta (Hegel ve Danton karşısında) olma nedenlerini ayrıştırmak gerekiyor. Robespierre, ham politik gerçeğin içerisinde çıplak/pratik-politik giysisinden dolayı “Terör” yanlısı, Marx ise, daha donanımlı ve ayakları yere sağlam basıyor. Çünkü Marx, Fransız Devriminin gidişatını onaylamaya dönük, kendisinden önceki tüm filozoflardan farklı olarak bambaşka bir uğraşın içerisinde olmakla beraber pratik-politk açıdan Robespierre’in durduğu yerde, proletaryanın ideolojik teorik temsilcisi olarak yer alıyor. Marx, tarihte ilk kez bilimsel pozitif bilgiyi ezilenlerin hizmetine sunmuştur.[21] Bu onun diğer devrimcilerden kategorik olarak farklı yanıdır. Öte yandan halkın ” kader” i bu; devrimci süreçlerde canla başla çalışmasına rağmen, hep kendisi adına konuşan/konuşuyor görünen birileri çıkarak iktidar koltuğuna oturuyor. Aynı durum Fransız Devrimi döneminde de geçerlidir.

            “İlk önce, burjuvazi; Fransız Devrimi ‘genel istenci’ yerleştirmeyi başarmasına karşın, gerçekte bozguna uğramış oldu. Çünkü, iktidarın yöneticileri olarak bu yüce, en yüksek istencin başına halkı değil de, tam tersine, o zaman hareketin üreticileri ve destekçileri olan, evrensel tarihte kısaca (ona) burjuvazi denen sınıfı getirdi. Ne yazık ki, böylece Rousseau’nun ünlü ‘genel istenç’ düşünü kendinde bir soyutlama olarak kaldı. Yani o, Bir ide (düşün-fikir) olarak hep var oldu, ama hiç bir zaman somut bir gerçeklik olarak yarleşmedi. Devrim soyluları, aristokrasiyi tahttan indirip devirirken, bu kez burjuvaziyi zafere ulaştırdı… O, gerçek ve doğru iktidara ve güce sahip olmadığı zamanlardaki gibi yine aynı durumda bırakıldı, kendi haline terk edildi.[22]

            Fransız Devrimine katılan sınıf ve kesimlerin güç ilişkileri dikkate alındığında, burjuvazinin neden devrime katılan tüm sınıf ve kesimler adına iktidara el koyduğu anlaşılır. Öte yandan Rousseau’nun “genel istenç”in neden bir soyutlama olarak kaldığı çok açık; çünkü, o zaten bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Kapitalist toplumsal formasyon, üretim ve dolaşım alanı denen iki ayrı ve birbirine bağımlı alandan oluşmaktadır. Rousseau’nun “genel istenç” fikri, sadece, mülk edinme, eşitlik ve adalet istemlerinin dolaşım alanında gerçekleşmesini kapsamaktadır… Oysa, üretim alanında eşitsizlik, adaletsizlik ve özgürlüksüzlük hüküm sürmektedir! Böylece, dolaşım alanında hüküm süren eşitlik ve adalet bir ideolojik yanılsamadan başka bir şey olamamaktadır.

            Fransız Devriminde Jakobenler Rousseau’nun “genel istenç” kavramını gerçekleştirme imkanı bulamadılar. Marx bunu şu şekilde ifade ediyor: “Robespierre, demokratik yada popüler hükümetin ana ilkesinin ne olduğunu kendisine sormaktadır. Ve şöyle yanıt veriyor; Erdem. Ama o, bunu söylerken kamusal erdemden söz etmektedir… o da yurt sevgisinden ve onun yasalarından başka bir şey değildir… Robespierre, Saint-just ve onların yandaşları başarısızlığa uğrayarak yenildiler ve öldüler, çünkü onlar, gerçek kölelik üzerine kurulmuş antik demokratik gerçekçi devletle, serbestleştirilmiş, bağları birazcık gevşetilmiş (emansipe olmuş) köleliğe, yani burjuva toplumuna dayandırılan modern demokratik ve tinsel temsilci devleti karıştırdılar.”[23]

            Burada birbirine bağlı iki temel yanılgı var: Birincisi ‘hükümetin oturduğu ana ilkenin erdem olması’; ikincisi, tarihteki antik demokratik gerçekçi devletle, serbestleştirilmiş, bağları biraz gevşetilmiş (emansipe olmuş) Devlet’in birbirine karıştırılması. Robespierre kategorik olarak felsefi nosyonlardan kopamadığı için soruna felsefi ‘sorunsal’dan bakıyor; onun tarih bilinci yok. Bu yüzden, bildik tuzağa düşüyor; felsefenin tuzağına. Bunun sonucu sürekli bir terör ortamı oluyor. Çünkü, devletin ‘erdem’i olmaz, ‘erdem’ kişiye ait bir değerdir. Devlet, toplum- tarihsel gerçek üzerinde oluşur ve gerçek işlevler görür.

            “Oysa asıl sorun aristokrasinin burjuvazi+halk+aydın kesimlerinin güç birliği yaparak, yıkılması değildir, tam tersine, daima Marx’a göre, yoksullarla varsılların, sömürülenlerle sömürenlerin, tatlı hayatla acı hayat insanları arasındaki, insanlık, bu nedenle de iktidar savaşımıdır. Tüm bunlardan dolayı, tabii ki burjuvazi sonunda, ne terörü, ne Robespierre’i ne devrimi ne de halkı tarih sahnesinde isteyecektir. Çünkü artık, tarih sahnesinde egemen olan güç ve iktidar, birey, kişi çıkarı, burjuva, özgürlük ve devlet özdeşliği ve karşılıklı içermesidir.”[24]

            Hegel ‘de tıpkı burjuvazi gibi, terörü ve devrimi istememektedir. Oysa, Robespierre’e göre ‘terör’, ‘çelik gibi eğilmez bükülmez ‘ adaleti, yani devletin ta kendisini yerleştirmek için etkili bir araçtır. O, terörde, halk düşmanlarını izlemek için bir çeşit ‘politik erdem’ bulmaktadır. Hegel ve Robespierre amaçta bir yöntemde ise farklı düşünüyorlar. Her ikisi de, devletin insanlar arasındaki toplumsal sorunları çözebileceğini söylerken, Robespierre devletin terör yoluyla gerçekleşebileceğini, Hegel ise bunun tam tersini savunarak devletin terörü önlemesi gerektiğini söyler. Rousseau’nun genel istenci devrime yerleşmiştir, o zaman terör ortaya çıkmıştır. ” Yani ne zaman ki, Devrim’in zorlanan akışı ( doğal olmayan) Rousseau’nun savunduğu ‘genel istenç’ kavramını bir toplumsal istenç olarak toplumsal katmanlara uygulamıştır, işte o zaman ‘terör’ patlak vermiştir. Bu da hem devrimi yozlaştırmış hem de onu başarısızlığa sürüklemiştir. Hegel, bu açıklamayı temel bir açıklama sayar ve Devrim’deki terörün her tür umudu yok ettiğini söyler.”[25]                         

            Hegel’e göre, Fransız Devriminde hareketle amaç arasındaki bağlantı kopmuş araç ve amaç “terör”de özdeşleşmiştir. Oysa “terör” amaç olamaz; Devrimin önderlerinin birbirini boğazlamasına gerek yoktur.[26] Zira, Devlet tarihte gerçekleşen ‘tin’ olarak, bu olumsuz durumu önleyebilecek kudrete sahiptir. Bununla birlikte Hegel Rousseau’da “genel istenç” kavramını buluyor ve onu teorik formasyonunda önemli bir kata yerleştiriyor. Bu ortaklıkla beraber, Hegel “genel istenç”in kimde somutlaştığı konusunda Rousseau’da radikal bir biçimde ayrılarak, ‘genel istenç’i halkın değil de Devlet’in temsil ettiğini söylüyor ve teorik-ampirizm’den sıyrılıyor. Hegel’in teorik alana ilişkin bu kaygısı aslında pratik nitelikte bir kaygıdır ve “genel istenç”in arkasına hiç de öyle “toplum sözleşmesi” gibi kendiliğindenci bir oluşum söz konusu değildir. Elbette, Fransız Devrimine katılan kesimleri birleştiren ortak çıkarlar vardır. Fakat salt bu ortak çıkarlardan yola çıkarak yapılan bir teorileştirmenin sonuçta sorunu çözmeyeceğini ve bunun da bir felakete yol açarak Fransa’yı amansız terör ortamına attığını söylüyor Hegel. Hegel, kendi teorik çabasının sonucunu, Almanya’nın aynı toplumsal dönüşümü, gerilimi sürece yayarak atlattığını yaşayarak görecektir. Demek ki, Fransa ve Almanya aynı toplumsal dönüşümü farklı yollardan geçerek yaşayabilmişlerdir.[27]

            Sonuçta Hegel, Rousseau’yu kastederek, her ne kadar devrim döneminde insanlar ortaklaşa hareket etmiş olsalar da; insanların elde ettikleri başarıyı koruyarak bir örgütlülük yaratamadığını söyler. Ve ‘toplum sözleşmesi’ de kendiliğinden böyle bir örgütlülüğü sağlayamadığı için hayatın boşluk tanımayarak, bu boşluğun terör tarafından doldurulduğunu iddia eder Hegel. Kendisi ise bu boşluğu ‘Anayasal Monarşik Devlet’ ile dolduruyor. Oysa tarih bize Hegel’in o çok güvendiği ‘Anayasal Monarşik Devlet’in uzun süre sükûneti sağlayamadığını ve Almanya’nın Birinci Dünya Savaşının çıkmasında özel rolü olduğunu çıplak bir biçimde gösterecektir.

            Teorik-politik düzlemde politika, nesnesine dönük bir çözümlemeyi gereksinir. Politikanın nesnesi ‘an’dır.[28] Ne geçmiş ne de gelecek olan, kelimenin çıplak anlamıyla, içinde olduğumuz\yaşadığımız şu ‘an’, başka bir ‘an’ değil. Eğer durum böyle ise burada güçler ilişkisinden başka gereç yoktur. İşte tam da çatışma noktası burasıdır. “Buna göre politikanın nesnesi içinde bulunulan zaman birimi olup, sadece Devlet’in politik yapılarını tam bir çatışma noktası ve özgül stratejik hedef olarak aldığı ölçüde bir kuramsal bütünün dönüşümüne yol açar ve yahut da onu muhafaza eder.”[29]

            Şimdi ‘terör’ü bu çerçevede bir politika unsuru olarak düşündüğümüzde yerli yerine oturtabiliriz. ‘Terör’, politikanın açık sivri ucu olarak ya devleti hedefleyerek toplumsal bütünün değiştirilmesine yöneliyor; ya da devlet tarafından üzerinde yükseldiği toplumsal bütünü ve kendisini korumak için karşı güçlere yöneliyor. O Halde ‘terör’ karşımıza Tarih Felsefesi’nde olduğundan farklı bir olgu olarak çıkıyor. Robespierre haklı, o kendi sistematiğinden devletin toplumsal bütünü korumada birleştirici bir rol oynadığını bilerek, devleti kurmak için politikanın sivri açık ucunu araç olarak görüyor ve bunu uyguluyor. Fakat Hegel şanslı, ortada tarih var. Fransa’da toplumsal dönüşüme direnen krallık, Almanya’da bunun öncülüğünü yapıyor. Tüm bunlar Hegel’i, kendi teorik formasyonundaki çelişkiden kurtarmaya yetmiyor. Bir toplumsal değişimle ulusal bütünlüğün kurulmasını savunan Hegel, terörü saf dışı bırakırken; bu kez ulusal bütünlüğün başka uluslara karşı korunmasında savaş ve (terör) çığırtkanlığı yapıyor. Dolayısıyla Hegel ‘gerçek’ten kaçamı
yor. Çünkü ‘terör’ gerçeği istemekle alakalı değildir; Tersine toplum-tarihsel nedenleri vardır. O nedenler ortadan kalkmadan ‘ terör’ün ortadan kalkması mümkün değildir.

            Tarih felsefesi, bir teorik formasyon olarak geçmişle bugün bağlantısında kuruluyor. Oysa Tarih Bilimi, geçmiş, bugün ve gelecek bağlantısında kurulur. Ve ‘bugün’, geçmişle gelecek arasında bağlantı noktasıdır. Geçmişle bugün bağlantısında kurulan bütün teoriler ampirik sorunsalın içerisinde kalmak durumundadırlar. Bu, ‘teori’nin gerçeğe teslim olması anlamına gelir. Hegel, bugünkü gerçekte çakılıp kaldığı için, ‘bugün’ devletsiz olmuyor.

            Tarih Biliminde ise, ‘gelecek-tarih’ teoriye içseldir. Yani ‘gelecek-tarih’ epistemolojik olarak kurulmuştur. Bu çerçevede varlığını sınıf çatışmalarına borçlu olan toplum, niteliksel bir değişime uğrayıncaya kadar terör ve savaşı zaten üretir. Bu ontolojik gerçek, sınıf çatışmaları ortadan kalkmadan, zorunlu olarak varlığını sürdürür.



[1] Halkın kendiliğinden devrimci eylemi tarihte, hep olana karşı olmuştur. Bilim, olanla ve olanın ileride (gelecek tarihte) ne olabileceği ile ilgili pozitif bilgidir. Tarihte ilk olarak bilime dayalı devrimcilik Marksist devrimciliktir. (Bak.: Metin Kayaoğlu, “Ezilenler ve Marksizm”, Teori ve Politika, Sayı:2)  

[2] Aktaran Şahin Yanişehirlioğlu, Hegel Felsefesinde Birey, Toplum, Devlet İlişkileri, Birey ve Toplum Yay., s.147.

[3] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s., 147.

[4] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s. 147.

[5] Teori-pratik ilişkisinde Hegel, teorinin pratiğe öncelliğini görerek hareket ediyor ve teorisiz pratikçilere, ‘pratik her zaman öndedir’ anlayışından yola çıkarak teorinin pratiğe karşı öncelliğini görmeyen anlayışlara karşı kesin bir üstünlük sağlıyor. Bu yönüyle Hegel’den ‘feyz’ almak gerekir.

[6] Felsefi düzeyde her filozof özgürlüğü, kendi felsefi dizgesine göre kurgularken diğer filozoflardan ayrılır; onu tarih dışına atmakla da bu kez kategorik olarak birleşirler. Tarih Bilimi ise özgürlüğü tarih içinde tanımlayarak felsefeden kategorik olarak ayrılır. Felsefede özgürlük insanın “insan”dan ayrılması üzerine temellendirilirken, Tarih Biliminde sınıflar arasındaki ilişki üzerinden belirlenir. Bu açıdan burjuva ideolojisi referansını Tarih Felsefeslnden alırken Marksist ideoloji Tarih Biliminden alır. Kapitalist toplumun bireyi özel mülk edinmede özgürken, Marksist ideolojide proletarya, üretim araçları temel olmak kaydıyla, her türlü özel mülkiyetin ortadan kaldırmasıyla özgürleşir. Aslında bu özgürleşme sadece proletarya açısından değil, karşıt sınıf olan burjuvazi açısından da geçerlidir. Proletarya üretim araçlarına ne kadar bağımlıysa, burjuvazi de o kadar bağımlıdır. Proletarya, paranın yokluğunun bunalımını yaşarken, burjuvazi de varlığının sendromunu yaşamaktadır.

[7] Yenişehirlioğlu a.g.e., s. 110.

[8] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s. 110

[9] Hegel, Devletin bütünselliği, nesnelliği ve kapsayıcılığı bir arada taşıdığını /taşıması gerektiğini söyleyerek Devletin öznel istençlerin öznel istenç olarak temsilcisi olmadığı, onların ancak ‘nesnel istenç’ kavramı çerçevesinde Devlet’te temsil edilmeleri gerektiğini savunuyor. Zaten bu özelliği temsil etmeyen devletleri de bozulmuş devlet olarak değerlendirerek, kendi devlet anlayışının dışına atıyor. Hegel’in korkusu ‘nesnel istenç’ bağıntısını yitirmiş devlet yapısı çerçevesinde ‘terör’ün yeniden hortlamasıdır. Eğer toplumsal sorunları, tarihsel değil de mutlak bir veri kabul ederseniz, ya Hegel’in yaptığı gibi merkezi müdahaleci bir devlet öngörürsünüz, ya da Yenişehirlioğlu’nun (feyzini Fransız Devriminden alan ideolojik söylemi sofistlerin öznelci yaklaşımlarıyla) yaptığı gibi, Devletin bireyler üzerindeki mutlak hakimiyetini frenleyen Liberal Devlet anlayışını savunursunuz. Çünkü böyle bir öncülden yola çıkarsanız, devleti kategorik bakımdan dışlayan bir toplumsal formasyon belirleyemezsiniz.

[10] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s. 111.

[11] Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Sosyal Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 1991, s. 199

[12] Yenişehirlioğlu, a.g.e. , s. 111

[13]Gülnur Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, İstanbul 1987, Alan Yay., s. 165.

[14]Newton fiziğinde, gezegenlerle güneş arasındaki ilişki bir güç dengesine dayanır. Güneş sistemi, güneş ve gezegenlerle bir bütünlük arzetmesine rağmen, güneşte birlik ve özdeşlik olan bir bütünlük değildir. Hegel’in siyasal düzeyle toplumsal düzey arasında kurduğu ilişkinin Newton’un güneş sistemi anlayışıyla büyük bir benzerliği var ve bu benzerlik tesadüf değildir.

[15] Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Sorun Yay., Üçüncü Baskı, İstanbul 1996, s. 111.

[16] Hegel, a.g.e., s. 212.

[17] Hıristiyanlıkta Tanrı, Baba, Oğul ve Kutsal-Ruh olarak oluşturulan üçlü bütünlük her durumda Tanrı’nın tezahürüdür. Dolayısıyla Hegel, Tanrı’dan kopamadığı gibi, Hıristiyanlığın metodundan da kopamamıştır.

[18] Nicos Poulantzas , Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Belge Yay., İstanbul 1992, Birinci Baskı, s. 35.

[19] Poulantzas, a.g.e., s. 40.

[20] Yenişehirlioğlu a.g.e., s. 148.

[21] Bkz.: M. Kayaoğlu, “Sunuş”, Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı , Ankara 1995; Kayaoğlu, “Ezilenler ve Marksizm”, Teori ve Politika, S. 2.

[22] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s.130

[23] Marx’tan aktaran: Yenişehirlioğlu, a.g.e., s.151

[24] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s.154.

[25] Yenişehirlioğlu, a.g.e., s.148.

[26] Hegel, Fransız Devriminde ‘terör’ün amaç olamayacağını söylerken araç olabileceğini de söylemiyor. O her türlü ‘akıl-dışı’ harekete karşı. Terörün amaç oluşuna yaptığı vurgunun nedeni amaç oluşun ön plana çıkmış olmasıdır.

[27] Troçki, Fransız Devrimi ve Almanya’nın toplumsal dönüşümü örneklerinde, Prusyalı derebeylerinin, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde feodalizmde olduğundan daha iyi imkanlara kavuşacaklarını gördükleri için feodalizmin Almanya’da tasfiyesine ön ayak olduklarını söyleyerek; aynı barışçıl geçişin kapitalizmden sosyalizme doğru olamayacağını söyler. Çünkü sosyalizmde burjuvalar daha iyi ekonomik imkanlara sahip olamayacaklar. Onun için de fiziki direnç göstereceklerdir der.

[28] M. Kayaoğlu, “Marksist Politikanın Teorik Öncülleri”, Teori ve Politika, 1, s.13.

[29] Nicos Poulantzas, a.g.e., s.34.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar