Ana SayfaArşivSayı 37'Veyl mağluplara!' mı?

‘Veyl mağluplara!’ mı?

  

‘Veyl Mağluplara!’ mı,
Ezilenler ve Marksizm
(Ezilenlerin Marksizmi) mi?

Ercüment Özkaya

(Teori ve Politika için, 10. yıldönümü vesilesiyle cevaplardan çok sorulara yaslanan bir yazı)

Teori ve Politika‘nın bir önceki dosya konusu ‘Ezilenlerin Marksizmi’ idi. Marksizmle ezilenlerin ilişkisi ve Marksizmin ezilenlere olan ilgisi yeni bir şey değil. Marksistler ta başından ve en açık terimlerle kendilerini ezilen ‘ve fakat devrimci’ bir sınıfın öncüleri ve temsilcileri olarak tanımlamışlardı: Tarih içinde sorunlu ve şimdi içinde yaşadığımız maddi sürecin, yani yaratıcı yıkıma dayalı emperyalist küreselleşme hareketinin algılama düzeyindeki karşılığı olan ‘post modern durumda’ artık açıkça sorgulanan bir iddia.

Marksizmin 150 yılı aşan tarihi boyunca, Marksistlerin toplumsal gerçekliğin her alanıyla olduğu gibi ezilenlerle ve hatta temsil iddiasında oldukları ‘sınıf’ ile ilişkilerinin her anında da çözümü güç sorunlar ortaya çıkmış, esas olarak pratik nitelikte olan bu sorunlar, Marksizmin kendi içinde de ayrılık, ayrışma, hizipleşme, ‘ihanet’ ve tasfiye gibi siyasal araç ve yöntemlerle ‘çözüme kavuşturulan’ ideolojik ve teorik türev sorunlar doğurmuştur. Ve de Allahın bildiğini kuldan saklamak gerekmez, bir ezilenler hareketi olarak Marksizm, genelde ağır baskıları, provokasyonları, iftiraları, haksızlıkları ve sık sık korkunç zulümleri göğüslemek zorunda kalmış ‘mazlum ve mağdur’ bir politik akım olmakla birlikte, fırsat bulduğunda şiddet ve yoğunlukça kendi uğradığı baskıyı aratmayan ‘ezme’ pratikleri sergilemekten çekinmediğini gösterme olanağını da bulmuştur. Her ezilen hareketine nasip olmayan bir ayrıcalıktır bu. Üstelik, ‘som’ bir Marksizm açısından ve en azından teorik olarak, bunda ahlaki ya da vicdani bir sorun da yoktur. Modern devrimci akımların şekillendiği 19. yüzyılın teorik tartışmaları sırasında, iktidarı kategorik olarak, hemen ve bir anda reddeden anarşistlerin aksine Marx ve Engels’ten başlayarak Marksistler, ‘bir süreliğine’ de olsa iktidara ihtiyaç duyacaklarını dosta düşmana açıkça bildirmişlerdi. İktidarın başlıca işinin ‘ezmek’ olduğu gerçeği ise Foucault külliyatını ya da devrimci anarşist edebiyatı hatmetmeye gerek kalmadan sırf görgül gözlemle erişilebilecek bir bilgidir.

Teori ve Politika’nın, üstelik Althusser’den feyz aldığını gizlemeksizin, kendini Marksist olarak tanımlamakla, böyle sorunlu bir tarihi ve hemen aynı zamanda, iktidar ve ezilme durumuyla ilişkisinde ahlaktan ve vicdandan yola çıkmayan (hatırlatmaya belki gerek yok ama, bunun bir ahlaksızlık ve vicdansızlık savunusu demek olmadığını en azından Althusser okuyanlar bilir) pragmatik bir tutumu peşinen benimseyip bu defteri kapattığı düşünülürdü. Öyleyse, ne oldu da politik ve hatta sosyolojik olmaktan önce temelde ahlaki bir kategori olan, yani bilişsel alandan çok duygusal alana ait olan ‘ezilenler’ kategorisini en azından iki kez kapak konusu seçti?

Cevabı belli bir soru bu aslında: Son zamanlarda genel olarak Marksistlerin bu konuya olan ilgisi arttığından, Marksist bir çevre olarak Teori ve Politika da genel yönelimin dışında kalamıyor. Örneğin, Türkiye Solunun (şu an için bunun genel toplamda sıfıra yakınsayan bir varlık olması bu tartışma açısından önemli değil) irice bir kesimini temsil eden pratik politika iddiasındaki bir hareket de kendisini ‘Ezilenlerin Sosyalist Platformu’ olarak adlandırıyor. Kafası bozulan her küçük burjuvanın ‘proleter devrimciliğe’ yattığı 1970’li yıllarda tasavvur dahi edilemeyecek bir şeydi bu.

O zaman, soruyu bu genel çerçeve içinde, başka sorularla birleştirerek yeniden mi sormalı? Ne oldu da Marksistler, genel bir kategori olarak ezilenlerle yeniden ilgilenme gereğini duydu? Ve Marksistler, Marksist ve meşru bir şekilde ezilenlere vurgu yapabilir mi? Ezilenlerin tarafındaki başka akımların ve post-modern kiniklerin bu ikinci soruya kestirmeden ‘hayır’ cevabı verecekleri beklenmelidir, soru Marksistlere yöneltilmiştir. Cevap ‘evet’ ise derhal bir başka soruyu doğuracaktır, bu yeniden ilgilenme ve en azından niyet halindeki yeniden ilişkilenmenin Marksizme olsun ezilenlere olsun, kimseye bir hayrının dokunma şansı var mıdır?

Ya da belki en doğrusu daha da geri gidip, kavram ve kategori olarak ezilenler teriminin kullanışlılığını sorgulamak olacaktır: Ezilenler kategorisi kolay, anlaşılır ve işlevsel bir tarzda ahlak alanından politika alanına taşınabilir mi ve de taşınmalı mı? Ezilenler sırf ezilenler olmakla, bu ilgi Marksist olsun olmasın, entelektüel bir ilgiye layık mıdır? Ezilenler sırf ezilenler olmaklıklarıyla, her tepkileri, her direnişleri ve özellikle şiddetle her türlü ilişkileri kendiliğinden ve sual edilemez bir hikmete sahip, ayrıcalıklı bir kategori mi oluştururlar? Ve hemen daha da acil bir soru daha: ‘Ezilenlerin faşizmi’ ya da ‘ezilenlerin mafyacılığı’ndan ne haber? Politikanın konjonktürde yapıldığı tesbitinde ısrarlı olan Teori ve Politika’nın, konjonktürde ezilenlerin Marksizmin değil faşizmin ve mafyanın çağrısına icabetinin çok daha muhtemel olduğunun farkında olacak kadar güngörmüş ve hayatın içinde insanlardan oluştuğunu biliyorum.

Bu türev soruları sıraladıktan sonra hiç olmazsa ilk sorumuza daha açık bir cevap cevap verebiliriz: Marksistler ezilenlere keyfinden müracaat etmedi. Bu bakımdan, ESP ile Teori ve Politika’nın yönelişi rastlantısal bir hareket değil, geriye ve ortada kaldığı kadarıyla Marksizmin gerek bilinçle gerek içgüdüyle yöneldiği genel bir eğilimi temsil ediyor.

Türkiye’nin Marksist olmayı ve kalmayı özel olarak zorlaştıran bilhassa sorunlu ve sancılı özgün tarihinin getirdiği ek müşküller bir yana, dünyanın bütün Marksistlerinin şu anki asıl sorunu, toplumsal alanda bir zamanlar öyle ya da böyle (sınıf, parti, sendikalar, üniversitelerin sosyal bilim kürsüleri ve devlet gibi, ülkelere ve konjonktüre göre değişen biçimlerde) sahip oldukları fiili temeli yitirmiş ve yitirmekte olmalarıdır. (Eski güzel günlerde, konjonktürde aldığı şekiller ne olursa olsun, bu fiili temelin de temelinde ‘proletarya’ diye adlandırılan bir gerçekliğin bulunduğu düşünülürdü.)

Bu noktada da ‘Ezilenler ve Marksizm’ ilişkisinde ilişkinin ikinci terimiyle ilgili, Marksizmin bütün tarihi boyunca cevapladığı halde yine de hala cevaplaması gereken başka sorular duruyor. Bu alanda bekleyen soruların değil cevap, cevaplanabilme şansını bulabilmesi ise ilksel bir görevin yerine getirilmesi şartına bağlıdır: Marksizmin eylem kılavuzu olarak güncel bir tarifini yapmak.

Tabii, ‘insana ait hiçbir şeyin kendilerine yabancı olmaması gereken’ insanlar olarak, Marksistlerin de zor ve sıkıcı işler ve görevler karşısında en yaygın insani tepkiyi gösterip kaytarma hakları vardır. Politika ve siyasette ‘duymamazlıktan gelmek’ de bir soru yanıtlama biçimidir. Sorular karşısında tamamıyla Marksist bir tarzda ‘duymama’ tavrı (bu genel tavır ‘işitmeme’, ‘tınmama’, ‘umursamama’, görmeme’, ‘inkar etme’, ‘çarpıtarak daha kolay baş edilebilir farklı bir kılığa sokma’ gibi farklı şekillerde, ihtiyaca göre inceltilebilir) alınabilir ve bunu hakkıyla yerine getiren bir çok Marksist de vardır. Ama Teori ve Politika, daha yola çıkarken bu tavrı seçmediğini kamuya açıklamış ve kendisini bağlamıştır.

Öyleyse, bu konuda ne kadar yol gittiğinin muhasebesine başlamak için 10. yıldönümü iyi bir vesile olabilir. Buradaki sorular da böyle bir muhasebede işe yarayabileceği umuduyla sorulmaktadır.

Ama önce bir hususun vurgulanması gerekir. Marksizmin güncel bir tarifini yapmak, sadece Teori ve Politikacılara değil, kendini Marksist olarak tanımlayan herkese düşen bir görevdir. Bu görev sadece teoriden çıkarak sadece teoride yerine getirilemez. Ve aslına bakarsanız yerine getirilmesi imkansız olduğu halde üstlenilmesi gereken bir görevdir de bu. Çünkü Marksist ve güncel bir Marksizm tarifi, önce Marksistlere çarpacaktır.

Marksizmin yeryüzünün son büyük dini olduğu, esas olarak muarızlarınca ortaya atılmış bir ifadedir ama gözden düşürme amaçlı bu iddiaya inadına ve gururla sahip çıkan Marksistler de olmuştur. Eğer öyleyse, yani bu ifadeyi üslup kaygılarıyla olsun, bir an için bile kabul edersek, ‘gerçek Marksizm’i bulmanın artık imkansız olduğunu da kabul etmeliyiz. Bütün ezilenleri, bütün proleterleri, bütün solcuları, bütün devrimcileri, bütün komünistleri ve hatta bütün Marksistleri asgari müştereklerde birleştirecek genel bir Marksizm tarifi yoktur, yapılamayacaktır da. Çünkü dinler birleştirici olduğu kadar ve olmaktan çok ve olmaktan önce, bölücü ve ayrıştırıcıdır da. Yapı ve politika düzeyinden değil de söylem ve siyaset düzeyinden bakınca, Martin Luther ile Thomas Münzer’i ve zamanın Papa’sını (adı her neyse artık, bu yazının yazıldığı anda onlardan 265’incisi yeni terki dünya eylemişti) birleştiren değil, birbirinden ayıran şey Hıristiyanlıktı. Yine söylem ve siyaset düzeyinde Ali ile Muaviye ve Haricilere karşılıklı kılıç çektirenin Müslümanlık olması gibi. Ve dinsel sorunlar dinlerin kendi içinde çözülemez. Batı Hıristiyanlarının birbirine girdiği o kanlı kavgada en doğru ya da ‘gerçek’ Hıristiyanlığı Münzer’in mi, Luther’in mi, Papa’nın mı temsil ettiğine Hıristiyanlık içinde cevap verilemez, Müslümanlığın Ali ile Muaviye arasında hakem olamadığı gibi. Bu söylenenler Marksistlere “malumu ilam” olarak görünecektir. Bizzat Marx’ın kendisi ve Lenin gibi hatırı sayılır öğrencileri bu gerçeği iyi kavramışlardı ve mesailerinin büyük bölümünü birleştirmeye değil ayrıştırmaya, toplamaya değil bölmeye adamışlardı.

Kurucu Marksistlerin örneği, sıradan Marksistlerce çok iyi öğrenilmiş ve yeniden üretilmiştir. Her yerde ve Türkiye’de (buna doğu ve güneydoğu da dahildir) dışarıdan kişilere Marksistlerin iç işleri olarak gözüken Marksistler ya da Solcular arasındaki tartışmalar, doğrudan taraf olanların gözünde Marksizmle anti-Marksizm arasında ölümüne bir boğuşma olarak yaşanmıştır. Marksistler hiçbir zaman birbirlerine kibar davranmalarıyla tanınmamıştır. Her solcu tarikat için, diğer solcu yapılar tasfiyesi ve gerektiğinde katli vacip yabancı ajanlardır.

O zaman, Teori ve Politika’nın Marksizmi’nin işe yarar bir Marksizm olup olmadığına karar vermek için, onu bir ‘gerçek Marksizm’ ölçütü ile kıyaslamak geçerli bir yol olmayacaktır. Pratikteki etkisine, ‘yakacağı yer kadar olan cürmüne’ göre yargılamak da işe yaramaz, çünkü bu günlerde bu kıstasa baş vuracak olursak, sadece Teori ve Politikacılar değil bütün Marksistler varlık nedenlerini, gerekliliklerini kanıtlamakta sıkıntıya girecektir. Sadece şunu söyleyebiliriz, Teori ve Politika 10. yılında hala ve öncelikle kendi iddiaları bakımından, rüştünü ispatlaması gereken bir varlık olarak ortada duruyor. Yerini belirlediği teorik politika alanında küçümsenmemesi gereken bir mesafe almışsa da, hala, önündeki yolun geride bıraktığından fazla, yapması gerekenlerin yapmış olduğundan çok olduğu görülüyor.

Teori ve Politika’nın bugün için ulaştığı Marksizm tarifi, müminler cemaatine ‘Ne yerdedir, ne göktedir, doğurulmamıştır, doğurmamıştır, eşsizdir, benzersizdir’ girizgahıyla Allahı tarif etmeye girişen vaize Bektaşinin cevabını hatırlatıyor: ‘Şuna yoktur diyeceksin de dilin varmıyor!’ Gerçekten, Teori ve Politika’ya göre Marksizm, ‘işçici değildir, işçi sınıfına özel bir yer ve misyon tanımaz, modernist değildir, post-modernist değildir, ekonomist değildir, ilerlemeci değildir, klasik anlamda aydınlanmacı değildir, rasyonalist değildir, pozitivist ve laisist değildir, ezilenler hakkında ve ezilenler adına en doğrusunu bilse de bir ezilenler hareketi hiç değildir…’ O değildir, bu değildir, peki ama nedir? ‘Değildir’ hükmüyle reddedilen bütün bu konumları Marksizm adına hararetle savunan siyasi aktörlerin varlığını (sırf Türkiye’de bkz. İP, müteveffa TKP, nevzuhur TKP, eski Gelenek dergi çevreleri, köyenstitülü-chpli-kemalist marksistler, vesaire, vesaire…) bir yana bırakalım, evrensel bir hareket olarak 150 yıllık bir tarihin sonunda Marksizm, ne olduğuyla değil ancak ne olmadığından hareketle, negatif olarak tanımlanabilecek muğlak, kaygan ve muallakta bir şeye mi dönüşmüştür?

Ve durum böyleyse, fiili temelini yitiren Marksizm, ‘ezilenlerde’ bir çıkış yolu bulabilir mi? ‘Ezilenler’ proletaryadan kalan boşluğu (proletaryanın belki hiçbir zaman dolduramamış olduğu boşluğu) doldurarak Marksistleri yeniden gerçekliğe bağlayacak bir zemin olarak hizmet görebilir mi? Ve Marksistler, kerameti kendinden menkul bir yetenekle, ezilenlerin kendiliğinden mücadelesini ‘doğru yöne’ sevk ve idare edecek anadan doğma öncüler ve önderler, sınıf savaşlarının diploma ibraz etmek zorunda olmayan tartışmasız uzmanları mıdır? Teori ve Politika bu sorulara ‘evet’ cevabını vermiş gibi gözüküyor.

Ama şimdilik yeter, çığrından çıkmaya yönelen bu yazıyı sadece Teori ve Politika’ya değil, ezilenlerle ilgili herkese yönelik (üslup gereği bir kaç hamlede sorulan) son bir soruyla ve bir kaç hatırlatmayla bitirelim:

Direnişe övgü, bugün geçerli olan entelektüel biçimiyle, Foucault’nun modalaştırdığı ve post-modern/post-Marksist yazında hayli revaçta olan bir tavır. Marksistlerin de Marksist kalarak bu kalabalık koroya katılmaları şart mı, daha doğrusu Marksistler bu koroya katılıp da Marksist kalabilirler mi? Yoksa, aksine Marksizmden öğrenilmesi gereken asıl şey, bazı direniş biçimlerinin iktidar ilişkisini bizzat yeniden ürettiği, ezme-ezilme yani tahakküm ilişkisinin bekasının bizatihi bazı direniş biçimlerinde içkin bulunduğu mu olmalıdır? En azından ben Marksizmden bunu öğrenmiş ve bunu anlamıştım: Marksizm direnişi anlayabilir ve anlar, hatta bazı şartlar altında (konjonktür) kendisi direnişe baş vurabilir, ama kendisini direniş üzerinden tanımlamaz. Marksizm devrimciydi (dir) ama kendisini direniş üzerinden olmadığı gibi devrimcilik üzerinden de tarif etmemelidir. Marksizmi ilgilendiren şey devrimcilik değil, devrimdir. İyi örneklerinde devrimcilik açısından Marksistlere çoğu kez fark atmış olan anarşistlerle ayrımında Marksizme devrimin –ya da reformun– mümkün olduğu konaklarda galip gelme gücünü veren şey, bu ikisini (devrimle reformu değil tabii, devrimcilikle devrimin kendisini, ya da istekle imkanı) ayırt etmesini bilmesiydi. Bugün ise gönül rahatlığıyla ve inanarak kaç Marksist devrimden (devrimcilikten değil) söz edebiliyor? Bir tavır, bir duruş ya da bir ruh hali olarak şartlar ne olursa olsun devrimcilikten dem vurulabilir. Tıpkı direnişten söz edebildiğiniz rahatlıkla devrimcilikten de söz edebilirsiniz. Aradaki fark, direnişçi olmanız gerekmeden direniş her zaman mümkünken, bir haleti ruhiye olarak devrimciliğin her zaman mümkün olmasına karşılık, bir durum, bir oluş, bir imkan ya da hiç olmazsa bir fırsat şeklinde ‘gerçeklikte bir şey olarak devrim’ ile çok nadir karşılaşılmasıdır. Ve bu nadir anlarda da, genellikle, herkesten önce devrimciler iptal olurlar.

Yani ki, Marksizmin güncel bir tarifi güncel bir devrim tarifine sahip olmak demektir. Bugün, Teori ve Politika da dahil bütün Marksistlerin sahip olmadıkları şey de budur.

Marx (yoksa Engels miydi?) bir vesileyle ‘ezilen bir sınıf devrimci değilse hiçbir şeydir’ demişti. Ezilenlerin karşısında Marksist tutum, en basit ifadesiyle budur: Kendini kurtarma gücüne, hiç olmazsa isteğine sahip değilsen, geçmiş olsun. Teori ve Politikacılar buna itiraz etmeyeceklerdir, ama bir de 20. yüzyıl tarihinin öğrettiği ders var: Kendini kurtarma gücüne sahip olmadan isteğine sahip olanlara iki kere (daha beter) geçmiş olsun. Ezilenlere yönelenler bu dersi unutmamaya dikkat etseler iyi olur.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar