Ana SayfaArşivSayı 37Tarihsel yenilgi ve siyasal sonuçlar

Tarihsel yenilgi ve siyasal sonuçlar

 

Tarihsel Yenilgi

ve Siyasal Sonuçlar

İsmet Kaymaloğlu

Bir toplumsal devrim hareketi olarak Marksizm-Leninizm (komünist hareket) –bundan sonra Marksizm olarak anılacak– sayısız başarı ve başarısızlıklarıyla geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vurdu. 20. yüzyılın başında Büyük Ekim Devrimi ile büyük bir güç ve moral üstünlük kazanan Marksizm, hiç abartısız denilebilir ki, bu yüzyılda ortaya çıkan her toplumsal muhalefet hareketine esin kaynağı oldu; onları derinden etkiledi; onların cephaneliğine teorik-ideolojik silahlar sundu ya da bizzat onlarda bir toplumsal devrim hareketi olarak ete kemiğe büründü.

Ne var ki, 20. yüzyılın sosyalizm deneyimlerinin, 1980’de Polonya ile başlayan, ardından Demokratik Almanya, Romanya ile devam eden ve nihayet Sovyetler Birliği’nin çözülme ve dağılmasıyla somutlanan tarihsel başarısızlığı, emperyalist gericiliğe demagojik bir propaganda alanı yarattı. Ve emperyalist gericiliğin ideologları bu tarihsel yenilgi üzerinden ‘tarihin sonu’nu, ‘kapitalizmin ebediliği’ni, kapitalizmin ana sınıflarından biri olan proletaryanın 19. yüzyılın derinliklerinde kalmış bir toplumsal kategori olduğunu ilan ettiler. Tek kutuplu yeni dünyanın toplumsal mücadele ve sınıf savaşımlarına değil, kültürler ve medeniyetler arası gerilim ve çatışmalara sahne olacağını demagojik bir biçimde propaganda ettiler. Oysa yaşam daha 20. yüzyıl bitmeden bir kez daha Marksizmin temel tezlerini doğrulamak suretiyle demagojiyi boşa çıkardı; daha demagojik metinlerin mürekkebi kurumadan, 1990’ların ortasından itibaren dünya, Arjantin’den Güney Kore’ye, Hindistan’dan Brezilya’ya, İtalya’dan Almanya’ya, Fransa’dan Belçika’ya kadar emperyalist metropolleri de içine alan geniş bir alanda işçi, emekçi hareketlerine, grev, genel grev, kitlesel gösteri ve direniş hareketlerine sahne oldu. Kuşkusuz bu hareketler uluslararası proletaryanın devrimci bayrağını taşımıyorlardı (taşımaları da gerekmiyordu), ancak sözkonusu hareketler kimi zaman ‘80’lerden itibaren dizginsiz bir biçimde uygulana gelen neo-liberal politikaların doğrudan sonuçları olarak işsizlik ve sosyal hakların gasp edilmesine karşı, kimi zaman da başını soğuk savaş döneminin basıncından kurtulmuş ABD emperyalizminin çektiği emperyalist koalisyonun yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı politikalarına karşı tepkiyi ifade ediyordu. Unutulmamalıdır ki işsizlik, çalışma koşullarının kötüleşmesi, ekonomilerin militarizasyonu ve hegemonya alanları için savaşlar, kapitalist rekabet ve egemenlik sisteminin doğal yan ürünleridir. Çünkü kapitalizm ve onun doğasından gelen dizginsiz kar hırsı, geniş işçi emekçi kesimler için giderek artan ölçülerde açlık, sefalet, işsizlik, yoksulluk ve yoksunluktur. Kapitalizmin biriktirdiği zenginlik giderek daha çok asalaklaşan ve toplumsal bakımdan gereksiz hale gelen burjuvazi içindir. Bununla birlikte yaklaşık 15 yıla yayılan sürecin ağır sonuçları oldu: Sosyalizm deneyimlerinin gelinen yerdeki başarısızlığı, ekonomi-politik, tarih, sosyoloji vb. toplumsal bilimler toplamı olarak Marksizme fatura edildi. Siyasal alanda yaşanan yenilgi teorinin krizi olarak ilan edildi. Klasik Marksist metinlerin, dünya kapitalizminin yeni evresinde ortaya çıkan temel önemdeki olgu ve gelişmeleri açıklamaya yetmediği ileri sürülerek ‘Marksizmin krizi’ gerekçelendirilmeye çalışıldı.

Tasfiyecilik dönemi

Yenilginin ağır yükü, ideolojik zayıflık ve değerler sistemindeki derin sarsıntının siyasal planda yansıması tasfiyeci eğilimlerin güç kazanmasıydı. Sol hareket şahsında bütün dünyada yaşanan tasfiyecilik döneminin Türkiye coğrafyasındaki etkisi iki kat daha tahrip ediciydi. (Belki de doğrudan bilgisine sahip olabildiğimiz için bu saptamayı yapıyoruz.) Daha siyaset sahnesine çıktığı andan itibaren ana gövdesiyle öğrenci gençlik ve kent küçük burjuvazisinin aydınlanmış kesimlerine dayanan, bu toplumsal-sınıfsal zeminden beslenerek büyüyen Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) 1980’de yaşadığı yenilgi ve yenilgi döneminden çıkışta devrimci politika yapmanın fiili güçlükleri, yaklaşık 20 yıl ciddi bedeller ödeyerek, büyük fedakarlıklara katlanarak hareketin yükünü taşımış ve yorulmuş kitlenin ezici bir çoğunluğunu siyaset sahnesinin dışına itmişti. Bu dönem, aynı zamanda ‘80 öncesinde geniş kitlesel güce sahip ve kendi sosyal-ideolojik-politik zemininde gelenek yaratmış siyasal hareketlerin de yok oluşuna tanıklık etmişti. Tüm olumsuzluklara rağmen bu dönemden devrimci politik konumlarını koruyarak çıkabilen kimileri ise uluslararası cereyanın da etkisiyle liberal reformist bir çizgiye kaydılar. Özü itibariyle Türkiye Solunda bir dağılma ve yeniden saflaşma dönemi olan yaklaşık 15 yıllık süreç sona erdiğinde, komünistler de dahil, Türkiye Devrimci Hareketi’nin bileşenleri olarak sayılabilecek parti ve örgütlerin sayısı bir elin parmaklarını ancak bulabiliyordu. Ve bunların önemli bir bölümü radikal küçük burjuva popülizminin politik platformunda bulunuyordu. Sosyalizm iddialarıyla üzerinde bulundukları ideolojik-politik platformun uyumsuzluğundan gelen çelişki, gerilim ve savrulmalar ise bu kesimi, ayrıca tasfiyeci cereyanın etkisine açık hale getiriyordu. Bununla birlikte tasfiyeci dalga da hız kesmiyordu. Ana gövdesiyle ’80 öncesinden gelen, o dönemin gelişkin kitle hareketliliği içinde kendisini bulmuş,  kadro tipinden politika yapış tarzına, günlük alışkanlıklardan olay ve olgulara bakış açısına kadar tüm bir siyasal kültürünü o dönemde edinmiş ‘90’ların Türkiye Devrimci Hareketi ciddi sıkıntı ve darboğazları bugüne kadar yaşamaya devam etti. Bu bir bakıma da normal karşılanması gereken bir durumdu, çünkü yaşanan gerçekten de yeni bir dönemdi. Artık yaşanan, büyük ölçüde kendiliğinden özellikler taşıyan politik kitle hareketleri dönemi değildi.

Yeni dönem, işçi-emekçi hareketlerinin (olabildiği kadar) sınırlı ve mevzii yaşandığı, ancak kendi dar sınırları içerisinde politikleşebildiği görece durgun bir dönemdi. Politik özneler politika alanında kendi tarihlerinin belki de en zor sınavına giriyorlardı; verili koşullarda, günlük yaşamın nesnelliği içinde gelişen sosyal-sınıfsal ilişkileri alıp ideolojinin süzgecinden geçirerek politikanın bir malzemesine dönüştürecek ve bu malzemeyle de kendi dışlarını, giderek bütün bir toplumun gündemini belirleyecek faaliyet kapasitesi ve gücüne ulaşmak için sürekli ve sistemli bir çabanın içinde olacaklardı. Başka bir ifadeyle politika yapacaklardı. Ne var ki politika güçle yapılıyordu, ancak politika yapılmadan da güç olunamıyordu. Geçmişte, politize olmuş kitlelerin yoğun hareketliliğinin bir biçimde perdelediği politik yaratıcılık yoksunluğu, yeni dönemin en temel ve en büyük zaafiyet alanı olarak kendisini gösterdi. Bu esasen ‘düşünen önderler, savaşan militanlar’ modelinin kendi mantıksal sonuçlarını üretmesinden başka bir şey değildi. Geçmişin kültürü ve alışkanlıkları, yeni dönemin ayak bağlarına dönüşmüştü. Omurgasını oluşturan kadrolarının sosyal-sınıfsal kökeni itibariyle küçük burjuvazinin çeşitli kesimlerine dayanan Türkiye Devrimci Hareketi –birkaç sınırlı toparlanma ve kıpırdanma dönemi dışta tutulursa– sürekli bir güç ve kan kaybı yaşadı, yaşıyor. Bu güç ve kan kaybının temel önemdeki nedenlerinden birini iddialar ile gerçekler arasındaki çelişki oluşturuyor.

Her birey mensubu olduğu sınıfın kültürünü şu ya da bu ölçüde taşır. Her politik örgütlenmede de programatik formülasyonlar yoluyla sözcülüğü ilan edilen sınıfın kültürü egemendir. Ne var ki Türkiye Devrimci Hareketi bu alanda zaaflıdır. Kadro bileşiminde ağırlık taşıyan küçük burjuva kesimler, politik yaşamda da kendi sınıfsal kültürlerini egemen kılmaktadır. Ve bu kültürden beslenen kendi grup çıkarlarını hareketin genel çıkarlarından önde tutan dar grupçu sekter yaklaşımlar, kolay yoldan güç olma hesapları içinde gerçekte saflığın ifadesi küçük burjuva kurnazlıkları, samimiyetsizlik vb. tutumlar giderek etki alanlarının daralmasına, tüm bir politik faaliyetin mevcut güç ve ilişkilerin korunmasına indirgenmesine yol açmaktadır. Bu tablo apolitizm tablosudur. Yine benzer şekilde, TDH saflarında yaşanan hızlı sirkülasyon ve daralmanın nedeni olarak da egemen küçük burjuva kültür çıkar karşımıza; politika alanında küçük burjuvazi, kısmi başarılarda büyük kazanımların zafer sarhoşluğunu, küçük yenilgilerde büyük bozgunların derin umutsuzluğunu yaşamaya çok yatkın bir ruh hali içindedir. Oysa politika alanı irili-ufaklı sayısız başarı ve başarısızlıklarla dolu, kararlı, ısrarlı ve uzun soluklu olunması gereken bir alandır. Dolayısıyla küçük burjuva kültürün egemen olduğu bir politik yapı sert hesaplaşmalara sahne olan siyasal alanda istikrarlı bir müfreze olamaz.

Marksist olma iddiasındaki Türkiye Solunun toplam tablosunu ve tasfiyeci süreçle ilişkisini tamamlamak açısından bir olguya daha değinmek gerekiyor: dejenere dergi çevreleri. Bu çevreler, bir yanıyla da geleneksel solda neredeyse bir ortak paydaya dönüşen tabiyet ilişkilerine tepki olarak, ‘eşitler’ arası bir birliktelik oluşturan okur çevreleri olarak hareket eden gruplardan oluşuyor. Gerek bileşenlerinin geldiği sosyal çevreler, gerekse ‘politik’ ilişkilerindeki gevşeklik ve liberalizm, iddialarının ciddiyetsizliğinin en temel göstergesini oluşturuyor. Bu çevrelerin günlük yaşamda kendilerini ifade ediş tarzlarıyla öğrenci gençlik dışında toplumun diğer kesimlerinde bir etki yaratmaları mümkün olamıyor. İddia ile gerçeklikleri arasındaki uçurum ise tasfiyecilik döneminin birer ürünü olarak ortaya çıkan bu çevreleri, yaşadıkları çürüme ve yozlaşma dolayımıyla tersinden tasfiyecilik cereyanını besleyen çevreler haline getiriyor. Türkiye Solunun toplam tablosu üzerinden bu durumun teorik alandaki yansıması ise bir dizi Marksist kavram ve kategorinin tanınmayacak düzeyde eğilip bükülmesi, ‘geliştirilmesi’ adına tahrif edilmesi, içeriğinden bütünüyle soyundurulması oluyor: İnsanlık Sosyalizmi, Ezilenlerin Sosyalizmi, Güler Yüzlü Sosyalizm vb. Dikkat edilirse bu isimlendirmelerin hepsi, yaşanmış bir tarihsel yenilginin ortaya çıkardığı siyasal tablonun bilimsel yöntemlerle çözümlenmesi yerine, ampirik gözlemlerle yorumlanmasına dayanmaktadır. Bir başka ifade ile bu kavramlaştırmalar, Marksizme bir Marksist olarak bakamamanın maluliyetini taşımaktadırlar. Çünkü bir Marksist için, şiar olarak Sosyalizm kavramı, son derece açık, duru ve net bir şekilde Proleter Sosyalizmini ifade eder ve eğer önüne bir sıfat konacaksa bu Proleter sıfatı olmalıdır. Bu, şu ya da bu Marksistin duygusal tercihinin veya saplantısının sonucu olarak değil, kapitalizmin yarattığı ekonomik, sosyal, siyasal ilişkiler ağının bütünlüklü bilimsel bir analizinin sonucu olarak böyledir. Ve Marx’tan bu yana bu bütünlüklü bilimsel analiz Proleter Sosyalizminden farklı bir sonuç vermemiştir.

Buradan şu sonucu çıkarmak mümkün; Marksizmin etki alanı ile Marksizm alanı birbirinden bütünüyle farklı iki alandır ve Marksizmin alanında yer almak için Marksist olmak gerekir, yani onun, diyalektik materyalist yöntemini, bilimsel doğruluğu kanıtlanmış en temel kavram ve kategorilerini kabullenmek  gerekir. Marksist olmanın asgari koşulu budur.

Teori ve Politika’nın tablodaki yeri

Teori ve Politika yukarıda genel bir tablosunu vermeye çalıştığımız tasfiyecilik dönemi içinde yayın yaşamına başladı ve 10. yılını yaşıyor. Türkiye gibi teoriye ilginin az olduğu, hatta geleneksel sol hareketin yarattığı kültür çerçevesinde, teorinin biraz da küçümsendiği bir ülkede teorinin önemine vurgu yaparak, bir teorik yayın çıkarma perspektifiyle yola çıkıp yayın yaşamında 9 yılı geride bırakmak, her şeyden önce bir başarıya işaret ediyor. Bu yanıyla Teori ve Politika’yı kutlamak gerekiyor.

Yayın yaşamına başladığı ilk sayısında kendisine “öngelen ilk temel yazılı platform” olarak tanımladığı Nisan 1993 tarihli Taslak metnini [Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı] gösteriyor ve “onun geride bırakılması ve aşılması” gereğine işaret ediyordu. Bu kuşkusuz referans alınan bir düzlemin olumlu anlamda, geliştirilerek ve temelleri sağlamlaştırılarak “geride bırakılması ve aşılması”nı ifade ediyordu. Dolayısıyla söz konusu Taslağı, Teori ve Politika’nın temel yaklaşımlarının bir ilk ifadesi olarak ele almak mümkün olabiliyor: Teori ve Politika daha başından itibaren Marksizme ve onun sorunlarına içerden bakamamanın sıkıntılarını yaşıyor. Bu sıkıntılar, ‘70’lerden bu yana TDH içinde devrimci/komünist gelenekler ayrımı, ‘Marksizmin krizi’, teoriyle pratik arasındaki ilişkiyi ele alış tarzı vb. gibi bir dizi alanda kendisini hissettiriyor.

Her şeyden önce, politika yapış tarzından programatik yapısına, örgüt kültüründen temel çalışma alanlarına kadar bütün alanlarda küçük burjuva devrimciliğinin tipik özelliklerini gösteren TDH’nin, Teori ve Politika’nın yaklaşımıyla tabi tutulduğu ayrım, Marksizmin yöntemsel çerçevesi içinde kalan bir ayrım değildir. Marksist terminolojide komünist hareket bilimsel sosyalizmle işçi sınıfı hareketinin hiç olmazsa en ileri unsurlarının anlamlı bir birlikteliğini ifade eder. Bu çerçevede adına layık bir komünist hareket, kadrolarının sınıf kökeniyle, temel çalışma alanıyla, politika yapış tarzıyla işçi sınıfı zemininde yükselen, politika alanındaki tüm güç ve enerjisini burjuva özel mülkiyet düzeninin yıkılması stratejik hedefine yönlendirmiş ve bu faaliyetini sürekli-sistemli bir çabanın konusu haline getirmiş bir politik örgütlenme olarak ele alınır. Modern sınıf ilişkilerinin toplumun temel çelişki dinamiklerini oluşturduğu bir tarihsel-toplumsal kesitte “küçük burjuva radikalizminin egemenliği altında” kendini bulmuş ve bu egemenlik altında kendini var etmiş bir komünist hareket düşünülemez. “Kitlesiz ve teorisiz politika” Marksizme yabancı bir varoluş biçimidir. Komünist hareket tanımlaması her şeyden önce, ideolojik-sınıfsal zeminde bir niteliğe işaret eder. Ve bu nitelik politika alanında kalmayı başarabildiği sürece kaçınılmaz olarak kendi niceliğini yaratır.

“Marksizmin krizi”ne ilişkin yaklaşım da kavramları kendi içerikleriyle ele almamanın sıkıntısını taşımaktadır. Bir teori olarak Marksizm, genelde insanlığın tarih sürecindeki gelişme dinamiklerini, özel olarak da kapitalist toplumda ortaya çıkan temel sınıf ilişkilerini ve bu ilişkilerin tarihsel-toplumsal sonuçlarını, bilimsel doğruluğu kanıtlanmış yöntemiyle analiz eder. Bu yönüyle tüm bilimlerle karşılıklı bir etkileşim halindedir. Marksizmin sistematik bütünlüğü ve içsel mantığı kendi alanında ortaya çıkacak teorik ve pratik yanlışlıkları, yine kendi yöntemiyle ayrıştırır ve kendi alanının dışına atar. Bu aynı zamanda Marksizmin gelişme dinamiğidir. Bir teorik bütünlük olarak Marksizmin ortaya koyduğu kapitalizmin işleyiş yasaları, çürütülmek bir yana, her kritik gelişme aşamasında doğrulanmaktadır. Yeni tarihsel-toplumsal gelişmelere ilişkin Marksist çözümlemelerin ortaya konamaması veya yeterli düzeyde olmaması, bilimsel yöntemi yardımıyla tüm tarihsel-toplumsal süreçleri kavrama ve açıklayabilme yeteneğine sahip teorinin krizine değil, Marksistlerin teori ve yöntemi kullanabilme kapasitesindeki sıkıntılara işaret eder. Dolayısıyla yaşanan sorun, ustaların yokluğunda ve onların ‘çekiçleri’ yerdeyken ve ‘belki de daha uzun süre yerde kalacakken’ onların yarattıkları, sınıf mücadelesinde sınanmış silahları layıkıyla kullanıp kullanamama sorunudur.

“Marksizmin krizi” argümanının bu karşılanma biçimi Teori ve Politika sayfalarında sıklıkla “imanın sağlam tutulması” nitelemeleriyle küçümsemelere konu ediliyor. Genel olarak politikada sağlam ve sarsılmaz dava adamlarına ihtiyaç duyulur. Ve bu sağlamlığın, sarsılmazlığın en temel bileşeni davaya beslenen derin bir inançtır. Dolayısıyla politik alanda güçlü bir inanç bir zaafiyetin değil, bir meziyetin göstergesidir. Olaylara tarihsel ölçülerle bakan Marksistlerin devrimci iyimserliklerinden, bilimsel yöntemlerine duydukları derin inançtan daha doğal ne olabilir ki?

Kendi varlık ve etkinlik alanını teori ve propaganda alanları olarak tanımlayan, ajitasyon ve örgüt alanlarını kendi dışında bırakan Teori ve Politika bu konumuyla soyut ile somutun diyalektik bütünlüğünü görmezden geliyor, teoriyle pratik arasındaki bağı koparıyor. Böylece teori bizatihi varlık nedeninden, yani gerçekliği kavrama, kavramlaştırma ve pratiğe rehberlik etme amacından soyundurulup, soyut kategoriler alanına hapsediliyor. Ve yine böylece “teorik politika” faaliyeti, “pratik politik” faaliyetle organik bütünlükten yoksun bir düşünsel etkinliğe indirgeniyor. Kuşkusuz teori alanında “pratik politik” alanla organik ilişki içinde olmayan aydınların düşünsel etkinliğinin kendi içinde bir anlamı ve değeri vardır. Bu anlam ve değer yer yer teoriyi zenginleştiren nitelikte de olabilir. Ancak esası itibariyle “pratik politika” alanının sorunlarına eğilen “teorik politika” temel güçlerini “pratik politika” alanından bulup çıkaracaktır. Marksist hareketin tarihi buna tanıklık etmektedir. Dünyayı yorumlamakla yetinmeyen temel sorun olarak onu değiştirmeyi gören Marksizme yapılmış teorik katkıların en büyük ve en değerlilerinin “pratik politik” alanla organik bütünlük içindeki güçlerce yapılmış olması bir tesadüf değildir.

Teori ve Politika’nın yayın biçiminde bir değişimi ifade eden ve 19-20. sayıdan itibaren süreklilik kazanan konu başlıklı yayın politikası “pratik politik” alana nüfuz etme, bu alanın gündemini belirleme ihtiyacının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Ancak tüm gövdesiyle toplumsal pratik içinde olamayan akımların bu toplumsal pratiğin gündemini belirleyebilme şansları da yoktur. Bu, hareketin diyalektiği dolayısıyla böyledir. Hareketin içinde olamamak bir dizi temel siyasal sorunda ilkesel yanlışlık ve eksikliği de beraberinde getirebilmektedir. Örneğin İslamcı radikal akımlarda devrimci dinamikler görmek gibi… Oysa Komünist Manifesto’dan bu yana çeşitli toplumsal muhalefet hareketleri karşısındaki ilkesel tutum bellidir; komünistler mevcut toplumsal siyasal düzene karşı gelişen ilerici, demokratik, devrimci her hareketi desteklerler. Onlar karşısında sekter bir tutum izlemezler ve bu hareketlerin temel sorunu olarak burjuva özel mülkiyet sorununu ön plana çıkarmaya çalışırlar. Bu çerçevede kapitalist egemenlik ilişkilerinin doğrudan yarattığı sorun alanlarında olabileceği gibi geçmiş toplumsal örgütlenme biçimlerinden devralınmış ve bizzat bu egemenlik ilişkisi dolayısıyla daha da ağırlaştırılmış sorun alanlarında (ekoloji, kadın sorunu, ulusal sorun vb.) ortaya çıkmış demokratik ilerici hareketlerle ittifaklar aramakta bir sorun yoktur. Fakat Marksist hareketin kendisiyle sınıfsal farklılıklar yanında çağ farkı da bulunan gerici dinsel hareketlerde sırf bu hareketlerin radikalizmi dolayısıyla ittifaklar araması bir oportünizme işaret eder. Unutulmamalıdır ki devrimcilik, varolandan tarihsel ve toplumsal planda daha ileri bir proje sunarak köklü bir kopuşu ifade eder. Devrimcilik radikalizmi kapsayan ve aşan bir siyasal aktivasyon biçimidir. 

Sonuç olarak

Teori ve Politika bir teorik yayın iddiasını layıkıyla yerine getirdiği ölçüde Marksizmin temel sorunlarının tartışıldığı bir aydın platformu olabilir. Şüphesiz bunun kendi içinde değeri vardır. Ne var ki böylesi bir varoluş biçimi tersinden bir küçük burjuva aydın sorumsuzluğu içerisinde kolayından kalem oynatma tutumuna da  zemin olabilmektedir; tüm bir Rus Devriminin tarihi Marksizmin demokrasi sorununa teorik yaklaşımına tanıklık etmişken Marksizmin (Teori olarak) en zayıf alanlarından biri olarak demokrasi alanının gösterilmesi, ya da yakın tarihin en büyük Marksist iktisatçılarından birinin temel eserlerinin başarısız birkaç çalışma olarak nitelenmesi kolaycılığı ise Teori ve Politika’nın yayın yaşamı boyunca sıklıkla karşılaşabileceği talihsizlikler olarak görünüyor. Kuşkusuz Marksist hareketin teorik sorunları vardır. Ve bunlarla uğraşılması gerekir. Ancak bu uğraşının samimiyetinin asgari koşulu uluslararası proletarya hareketinin mücadele içinde yarattığı değerlere, bu mücadeleye sunulan teorik katkılara karşı sorumluluk duygusu içinde hareket etmektir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar