Ana SayfaArşivSayı 37Yıldız Güncesi

Yıldız Güncesi

Yıldız Güncesi

Cengiz Gündoğdu

[İnsancıl, Sayı 72, Ekim 1996, ss. 61-3]

Teori ve Politika, üç aylık kitap dizisi. Teori ve Politika’nın şimdiye kadar çıkan üç sayısını da dikkatle okudum. Önce şunu söyleyeyim. Teori ve Politika, “Bakın biz neler biliyoruz, sizler bizi okuyun, öğrenin” havasında değil. Böyle olsaydı son derece itici olurdu benim için. Peki, Teori ve Politika nasıl bir kitap dizisi.

Bizler… hepimiz, şurdan burdan okuyarak… dinleyerek… inanarak kimi doğrular belledik. Yıllarca bu doğrularla yaşadık. Doğrularımıza kem söz söyletmedik… yan baktırmadık… gözünün üstünde kaşın var dedirtmedik. Teori ve Politika işte bu doğruları sorguluyor.

Ne kadar rahatsız edici değil mi.

Ama bitmedi. Teori ve Politika soyut doğruları değil, somut doğruları tartışıyor. İşte rahatsız edici bir nokta daha. Bitmedi. Teori ve Politika, bütün bunları Marksist kanatta yapıyor… yapmak istiyor.

Biliyorsunuz, Marksist kanatta tartışmaya girmekten… bir doğruyu tartışmaktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Çünkü Türkiye’li Marksistlerin tartışma göreneği yoktur. Türkiye’li Marksistler doğrularına yan baktırmazlar. Türkiye’li Marksistlerin çoğunluğunun bilinci kelepçelidir. Onların herhangi bir doğrusu tartışıldıkta çoğunlukla susarlar, ya da “karşı devrimci”, “revizyonist” diye saldırırlar.

İşte Teori ve Politika böyle bir kanalda doğruları sorgulamak için çıkıyor. Buna seviniyorum. Çünkü böyle bir dergiyi, en azından 20 yıl önce savunmuş… böyle bir derginin gerekliliğini söylemiş bir insanım.

Şimdi Teori ve Politika’da Metin Kayaoğlu’nun yazısı üstünde durmak istiyorum. Önce şu. Bu yazıyı okuduktan sonra Ankara’yı… Metin Kayaoğlu’nu aradım. Bulamadım. Birkaç gün sonra Kayaoğlu beni aradı. “Yazınızı okudum. Şimdiye kadar doğru bellediklerimizi sorguluyorsunuz” dedim. Konuştuk. […] İnsancıl’a da yazmasını söyledim.

Kayaoğlu yazısında, “Tarihin, her aşamasında öznesiz bir süreç olduğu, Marksizmin bilimsel tezidir” diyor. Şöyle devam ediyor. “Özne kategorisi, her durumda, gerçekliğini kendinde bulan, varlığının kendinden başka dayanakları olmayan, kendinden sebeplerle hareket eden, kendine şeffaf, özgür ve bağımsız bir niteliği anlatır. Hikmetinden sual olunmayan özne, Tanrı ya da insan biçimine bürünebilir. O, öznedir, varlığını özünden alır.”

Metin Kayaoğlu’na göre, “Özne kategorisine ilişkin bütün karışıklığın tarihsel kaynağı Aydınlanma Felsefesinde gerçekleşen” kayma. Marksizme geldikte… bu konuda şunu söylüyor Kayaoğlu: “Marksist felsefenin, hatta ve aslında Marksizmin, temel ayıracının, öznenin proletarya olarak işaret edilmesi olduğu iddia ediliyor. Özne, Platon’da ruh’tu, Kant’ta insanlık, Fichte’de halk ve ulus, Hegel’de tarihsel halklardı. Bu sınıflamada evet, Kant’la Fichte arasında olduğu kadar Marx arasında da ayrım var. Bunun kategorik karşılığı maalesef yoktur, insanlığın özne oluşu ne kadar idealistse, proletaryanın özne oluşu da o kadar idealisttir.”

Şimdi şunu söylemek gerekiyor. Platon, Kant, Fichte, Hegel dedikte özne konusunda son derece karmaşık sorunlar çıkar. Bu düşünürlerin görüşlerini bir kelimeyle anlatmak yanlış anlamalara yol açar. Onun için bu sorunu geçiyorum. Tabii şu doğru. Özne sorunu baştan başa tartışılmalı. Yalnız ben Metin Kayaoğlu’nun ne demek istediğini tam anlayamadım. Bundan ötürü düşüncelerimi söyleyeceğim. Bu düşüncelerimi Metin Kayaoğlu cevap olarak kabul ederse sevinirim. Benin de anlayacağım türden yazarsa, daha sıkı tartışabiliriz.

Özne’yi yapıp eden… etkin olan anlamında kullanırsak sorun şurda. İnsan nasıl bilebilir. Bu soruya felsefede çeşitli cevaplar verilmiştir. Platon’dan başlayarak birçok düşünür insanı ya hiç önemsememiştir… ya da az önemsemiştir. Yeniçağın başlatıcısı sayılan Descartes bile Platon’un etkisinden kurtulamamış. Birçok kavramların doğuştan varolduğunu söylemiştir. Kavram oluşturma konusunda Betül Çotuksöken şöyle der: “Kavram üretmede varolan ile anlık arasındaki ilişkide ölçütün ne olduğu konusundaki tartışmalar felsefede büyük bir zenginlikle belirir.”

Soru bu. Kavramları kim oluşturur. Tanrı mı, ruh mu. Bir mi, yoksa insan mı. Çotuksöken bu soruyu şöyle karşılar: “İnsan bütün anlıksal etkinliklerde her şeyden önce kavramlar üretir…” (Betül Çotuksöken, Felsefeyi Anlamak. Felsefe ile Anlamak. Kabalcı Yayınevi. İstanbul 1995)

Metin Kayaoğlu bu konuda ne düşünüyor acaba. Kavram üretmede insanı nereye koyuyor. Tarih öznesiz bir süreçse… bunu, insansız diye alıyorum… kavramlar nasıl oluşuyor.

Tarihe geldikte… Metin Kayaoğlu’na göre tarih kavramının içlemi nedir, bunu çıkaramadım yazısından. Ben bu içlemi şöyle disipline ediyorum. “Tarihin varlık bilimsel (ontolojik) temeli insanın başka insanlarla ilişkisidir.” (Doğan Ergun. Sosyoloji ve Tarih. Yar Yayınları. İstanbul 1973) İnsan tarihten çıkarılırsa Thompson’un söylediği olur. “Althusser’in önerdiği çözüm iki parçalıdır. Birincisi, insan aracılığını tarihten çıkarır, ki o zaman tarih ‘öznesiz bir süreç’ olur. İnsan olayları süreçtir; fakat insan pratiği (ve daha da azı olmak üzere niyetleri; ‘iradeler’i) bu sürece hiçbir şey katmaz. Orjinal olmaktan öte, bu çok eski bir düşünce tarzıdır; süreç kaderdir. (…) çözümün ikinci parçasında da tarihten süreci çıkarır.” (E. P. Thompson, Teorinin Sefaleti. Çev. A. Fethi Yıldırım. Alan Yayıncılık. İstanbul 1994)

Peki, insanı, tarihten çıkaralım. Buna karş neyi düşünüyor Althusser. Düşündüğü şu: “L. Althusser, Marksist ekonomiyi yapısalcı bir açıdan yorumlama girişiminde, yapısalcılığın döngüsel tarih anlayışından bir ölçüde sıyrılmaya çalışarak, tarihsel gelişimi ‘insani eylemleri önceden belirleyen büyük yapılar dönüşümü’ olarak görmek ister.” (Doğan Özlem. Tarih Felsefesi. Ara Yayıncılık. İstanbul 1992) Burada insan özne olmaktan çıkarılıyor ama, “büyük yapılar” özne oluyor… olmuyor mu?

Yapısalcılık için şöyle diyor Afşar Timuçin: “Yapısalcılığın bilimsel düzeyde ilk temellendiricisi budun bilimci Claude Levi Strauss’dur (…) Yapı kendine ayrımlaşmış ögeler  ve ilişkiler dizgesidir. Ama o aynı zamanda içinde edimleştiği varlıkları ve işlevleri, türleri ve parçaları ayrımlaştırır. Demek ki o, hem ayrımlaşan, hem ayrımlaştıran bir şeydir. Evrim ya da gelişim fikrini zamanda edimlileşme fikrine indirgerken iyiden iyiye bulanıklaşır ve karanlıklaşır.” (Afşar Timuçin. Düşünce Tarihi. BDS Yayınları. İstanbul 1992)

Levi Strauss, insanı tarihten kovuyor… insana, “felsefenin şımarık veledi” diyor. “Bu sonraları yapısalcılığın sloganı olmuştur. Nitekim Sartre’cı istenççiliğe (volantarizm) karşı tepki gösteren Sol’un önde gelen filozofu Louis Althusser, Marksizmi kuramsal bir karşı insancılık (anti-hümanizm) çizgisinde yeniden yorumlayarak özneyi çözündürdü. (…) 1968 olaylarından sonra Althusser kuramını düzenlemeye çabalamış, ne ki çalışmasının, bütünlüğü düşünüldüğünde dikkate değer bir gelişme gösterememiştir. Bu durum, 1970’lerin ortalarında Althusserci Marksizmin aşamalı olarak gerileyip çözünmesine yolaçtı.” (Madan Sarup. Post Yapısalcılık ve Postmodernizm. Türkçesi. A. Baki Güçlü. Ark Yayınevi. Ankara 1995)

Vico’ya geldikte… Vico İtalyan. Düşünür. 1668’de doğmuş, 1774’te ölmüş. İbni Haldun’dan sonra tarihe ilk kez ciddiyetle eğilen bir düşünür. Sağlığında etkili değil. Öldükten 50 yıl sonra önemi anlaşılıyor. Vico’nun sorunu şu. Descartes tarihi önemsemiyor, bilim saymıyor. Tarihte kesin, doğru bilgi edinemeyiz diyor. Vico, hayır diyor buna. Tarihi bilebiliriz, çünkü tarihi insanlar yapar diyor. Vico’ya göre doğayı tam bilemeyiz, çünkü doğa insan işi değil.

Metin Kayaoğlu şöyle diyor. Vico için. “Vico belirliyor. Tarihin kökeni (öznesi) insandır, tarih tamamen insanlar tarafından yapılmıştır.” Metin Kayaoğlu tam bu noktada Vico’ya yarım bakıyor. Karşıdan baksaydı şunu görürdü. Vico, tarihi insan yapar diyor ama, tarih felsefesi insan merkezci değil, tanrı-merkezci. Bu konuda şöyle diyor Doğan Özlem, “Örneğin, Vico ve Hegel, tarihi ve toplumu kavramada insandan yola çıkılması gerektiği konusunda ortak bir görüşe sahiptirler. Ama onlar, her ne kadar biri döngüsel diğeri çizgisel tarih anlayışlarından yola çıkarlarsa da, tarihte tanrıdan gelen bir tinsel belirlenim vardır. Dolayısıyla onların tarih felsefeleri insan-merkezci (antroposentrik) görünümlerine rağmen, aslında tanrı-merkezci (teosentrik) felsefelerdir.” (Doğan Özlem. Tarih Felsefesi. Ara Yayıncılık. İstanbul 1992)

Metin Kayaoğlu, yandan baktığı için Vico’yu abartıyor. Şöyle, “Görülmelidir, kendisine atfedilen özne ontolojisi, sınıf bilimi gibi konular bakımından Marksizm, bu ‘tarih’te, küçük bir fırça darbesinden, anlamlı ya da anlamsız ama basit bir ayrıntıdan başka bir önem taşımıyor.”

Öyle değil, Marks’ın Vico’yu bildiği belli. Bunu Raymond Williams da söylüyor. Ama şu da belli. “Marksizmin daha sonraki en belirgin çıkışı, Marx’ın deyimiyle ‘idealist tarih yazarlığını’ ve bu anlamda da Aydınlanma’nın kuramsal işlemlerini reddetmesidir. (…) “insan kendi tarihini yapar” düşüncesi yeni bir köktenci içerik kazanmıştı: İnsan, kendi yaşam araçlarını üreterek “kendi kendini yaratır”.

Karl Löwith Metin Kayaoğlu’nun yanlış anladığı noktayı bakın nasıl gösteriyor. “Vico’da tanrısal kayra, insanın tarihsel özünü de oluşturan şeydir. Bu nedenle, onun yapıtına bütün olarak bakıldığında, doğru-olgu, verum-fectum özdeşliği ilkesi yanlış anlaşılabilir, çünkü insanın tarihsel dünyasının yine kendi yaratıcılığının ürünü olduğunu söylemişti. Oysa Vico, Yeni Bilim’in hem ilk, hem de ikinci baskısında, tarihe yön veren kök nedenlerin yine bizim tinimiz aracılığıyla yeniden keşfine ve tümüyle insani geçmişe yönelen kendi çabasının, “insani tinin bir felsefesi içinde, bu kök nedenlerin ‘sonsuz tanrısal kayra’ olarak gösterilmesine yönelik olduğunu belirtir. Yeni Bilim’in ilk kitabının son bölümü, burdan hareketle Yeni Bilim’in tüm ilkelerinin bütünleyicisi olarak tanrısal kayrayı gösterir.” (Doğan Özlem)

Söylemek istediğim şu. Marksizm basit bir ayrıntı değil. Marksizmde özne üstelik durağan değil. Eylemde sürekli değişen… kendini de yaratan etkin bir özne.

Metin Kayaoğlu, “Yapılması gereken vuruşa vuruşa ilerlemek”tir diyor. Tabii. Ama vuruşma güzel olmalı. Bunun için netlik… açıklık gerekiyor.

Bitirmeden şunu da söylemem gerekiyor. Teori ve Politika’nın işi çok zor. Bu toplum kara delik. Her düşünceyi korkutucu bir sessizlikle emer. Bu toplumda bir sorunu ciddiyetle tartışabilmek için en azından on yıl o sorunu dönüp dönüp söylemek gerekir.

 

Bu toplum eleştiriden… düşünceden korkar.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar