Ana SayfaArşivSayı 68-69Erken Marksizmde Politika Arayışları

Erken Marksizmde Politika Arayışları

 

 

Erken Marksizmde Politika Arayışları

Süleyman Yılmaz Bulduruç

1896 yılının son aylarında, Alman Sosyal Demokrat basınında “Doğu Sorunu” başlığının kapsamı içinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ulusal ayaklanmalar ile ilgili bir tartışma yaşanır. 1894 Sason, 1895-1896 Zeytun, 1896 Van Ermeni ayaklanmaları ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu ayaklanmaları katliamlarla bastırması ile uluslararası bir müdahaleyle sonuçlanan 1896 Girit ayaklanması tartışmanın arka planındaki tarihsel olayları oluşturur.

Polonyalı genç Marksist Rosa Luxemburg, “Sosyal Demokrasi ve Türkiye’de Ulusal Savaşımlar”[1] başlıklı makalesiyle tartışmanın başlatıcısı olmuştur. Aynı dönemde Luxemburg’un Abdülhamit dönemi Ermeni katliamlarıyla ilgili bir makalesinin W. Liebknecht’in editörü olduğu İleri (Varwärts) dergisinde neden yayınlanmadığını, aynı dergideki “Ermenistan Üzerine Açıklama”sında yer alan şu ifadelerden öğreniyoruz: “Yazar hanım Ermenistan’la ilgili yazısını kendi gözlem ve bilgisine oturtmayıp sadece Sur ve Gladstone’cu basının bildik tezlerini sosyalist bir kalıba dökmüş olmasıdır… Ermeni isyanının ekonomik koşullarla ilgili olduğu, sosyalizmin anaokuluna giden öğrenciler için bile anlaşılabilir bir şeydir. Zaten en ilkel Afrikalı kabilelerin yağma savaşları bile ekonomik nedenlere indirgenebilir. Luxemburg hanım, yeni olgular öne sürüp gerçekten de Ermeni-Türk olaylarına ışık tutmuş olsaydı, o zaman sapma sayılsa bile makaleyi seve seve yayınlardım” (W. Liebknecht, s. 51-52)

Bir tarafında Rosa Luxemburg’un diğer tarafında Wilhelm Liebknecht’in bulunduğu tartışmaya geçmeden önce tartışmanın taraflarının konuyla ilgisine bakmak ve bizim çalışmamızın sınırlarını belirlemek gerekiyor.

R. Luxemburg 1893’te Polonya Sosyal Demokrat Partisi’nin kurulmasıyla birlikte partinin kurucularından biri olarak II. Enternasyonal’de temsil edilen Marksist ortama giriş yapar. Partisi, Polonya’da daha önce kurulmuş olan ve II. Enternasyonal içinde yer alan Polonya Sosyalist Partisi’nin ulusalcı-bağımsızlıkçı programına karşı çıkıyordu. Marx ve Engels’in de yaklaşımlarına paralel olarak II. Enternasyonal’in ve dönemin devrimci akımlarının birlikte savundukları Polonya’nın bağımsızlığı ve Rus Çarlığı’nın gericiliğinin sınırlandırılması tutumuna karşı çıkan Luxemburg ve partisi, Polonya’nın Rusya ile ekonomik olarak bütünleştiğini, ekonomik büyümesinin geniş Rus pazarı sayesinde gerçekleşmekte olduğunu ve bu nedenlerle Polonya ekonomisinin Rus ekonomisinden ayrı var olamayacağını savundu. Bu durumda Polonya’nın bağımsızlığı feodal soyluların ve “sanayi içinde çözümlenmemiş entelektüellerin” özlemleriydi.[2] Luxemburg 1890’lı yıllardaki bu görüşlerini sonraki yıllarda temelini koruyarak geliştirdi. 1896’da II. Enternasyonal’in Londra Kongresi’nde partisinin fikirlerini savundu. Ne Rus ekonomisine bağlı Polonya burjuvazisi ne de Rus proletaryasının bağlaşığı Polonya proletaryası ulusalcıydı ona göre. Bu görüşlerin çizdiği çerçeve içinde Luxemburg’a göre, küçük ulusların (Polonya, Alsas-Loren ya da Bohemya örneklerini verir) bağımsızlıkları ütopyacıdır ve tarihin yasaları tarafından mahkum edilmiştir.[3]

Marksizm içindeki tartışmalara Polonya sorunu dolayımıyla ulusal sorun başlığıyla giriş yapan Luxemburg, 1896’da en azından görüşleri bilinen bir Marksisttir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ulusal mücadeleler konusu ise Luxemburg’un ulusal sorun konusundaki görüşlerinin görünüşte bir anomalisidir. Küçük ulusların bağımsızlığına karşı çıkan Luxemburg, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeki “küçük ulusların” bağımsızlığını tarihsel ilerleme için zorunlu görür.

Luxemburg’un Lenin’le tartışmalarını ve Lenin’in eleştirilerini çeken ulusal sorun konusundaki teorisinin geneli konumuzun sınırlarını aşmaktadır. “Ulusal Sorun ve Özerklik” başlığıyla 1908-1909 yıllarında yayımlanan bir dizi makale ve Lenin’in eleştirileri Marksist çalışmalarda etraflıca ele alındı. Biz Luxemburg’un 1896’da beliren teorik-politik tutumunun duyusal devrimcilik yönünden pozitif yanlar taşımakla birlikte omurgasının Marksizmin ön-politik dönemin sınırları içinde kalan yanıyla ve bugüne kadar taşınan teorik temelleriyle ilgileneceğiz.

W. Liebknecht ise Londra’da sürgün olduğu 1850’li yıllarda Marx’ın asistanlığını yapmış ilk kuşak Marksistlerdendir. “Doğu Sorunu” konusunda II. Enternasyonal’in uzmanıdır. Alman partisinin oluşumunda Bebel ile birlikte Eisenachcılar grubunun kurucusu olarak yer almıştır. 1875’te Lassallecılarla Gotha’daki birleşimde yer almıştır. Alman partisinin ve kuşkusuz II. Enternasyonal’in oluşumundan politikalarına kadar her halinden birinci dereceden sorumlu olanlardandır.[4]

Peki ama bugün artık tarihin konusu olmuş olan ve raflarda tozlanmaya bırakılan bu tartışmaya dönmek, onu yeniden hatırlamak niye? Baştan belirtelim; Luxemburg’un görece pozitif tutumundan yola çıkıp bugüne ulaşan bir süreklilik kurmak, kimi arazları ayıklayarak Marksist politikaya doğrudan bağlantı kurmak amacında değiliz. Bizce Marksizmin politik kuruluşu öncesinde (ön-politik dönemde) yaşanan bu tartışma, her ne kadar taraflar arasında oransal farklar (duyusal devrimciliğin taşıyıcısı Luxemburg, kurgusal jeo-politiğe gömülü ve Alman devletinin çıkarlarına güdümlü Liebknecht) hatta taban tabana zıt politik tutumlar olsa da temelde sorunsal ve sorunsalı ele alış biçimleri örtüşmektedir. Marksizmin ön-politik döneminin karakteristiklerini ortaya koyan ve mantıksal sonuçlarını gösteren tartışma tipik bir II. Enternasyonal sapması olarak nitelendirilmeye direnir. Jeo-politik merkez olarak alınan Avrupa ile tarihsel ilerlemeye güdümlü politika anlayışı arasındaki bağlantıların her iki tarafça serbestçe kullanıldığı bu tartışma bize tekrar Marksist politikanın oluşum koşulunun ‘sorunsalı değiştirmek’ ile mümkün olduğunu gösterir.

Avrupa dürbününden tersten bakmak: “Doğu Sorunu”

Hem Luxemburg hem de W. Liebknecht açısından konu edilen sorun o zamana kadar kabul edilen adıyla ve içeriğiyle “Doğu Sorunu”dur. Bu adlandırmaya ve içeriğe dahil olan politik tutumların yönünün belirlenmesi gerekmektedir. Bakılan noktanın “batı”, Avrupa’nın gelişmiş kapitalist devletlerinin ‘dünya siyaseti’ olduğu, dolayısıyla konu edilen Doğu’nun Avrupa devletlerinin politik çıkarları açısından yerinin belirlendiği nettir.

“Doğu Sorunu” olarak Marksist literatüre de giren konu esas itibariyle Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki nüfuz mücadeleleridir. Marx ve Engels 1853-1856 yıllarında bir Avrupa savaşı haline dönüşen ve Çarlık Rusya’sının yenilgisiyle sonuçlanan Kırım Savaşı ile birlikte konuyla ilgilenmeye başladılar. Belirli bir politik karşılık üretmeyen tarihsel temele dayalı jeo-politik tasniflerle ‘uygar dünya’nın lehine tutumlar bildirdi kurucu Marksistler. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Rus Çarlığı’nın ilerleyişi karşısında İngiltere, Fransa ve daha sonra Almanya lehinde tutumlar bildiren Marx ve Engels Çarlığın yayılmacılığına karşı da Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini istikrarlı olarak savunmuşlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da bu tutumlarını genişleterek korumuşlardır. Almanya’nın Rusya ile karşı karşıya gelişinde Rus Çarlığı’na biçtikleri gericiliğin korucusu rolüne karşı Avrupa ‘demokrasi’lerinden yana tavır takındılar. Kuşkusuz bu tutumların ard alanında bir tür tarihsel ilerlemeye dayalı politika belirleme ile birlikte Avrupa’da devrime karşı gericiliğin koruyucusu olarak görülen merkeze karşı olma vardır. “Avrupa’nın polisi Çarlık” aynı zamanda Avrupa’daki sınıf mücadelelerinin bastırılmasının gücü olarak da görülüyordu.

19. yüzyıl boyunca Polonya’nın isyanlarla anılması devrimci çevrelerde etkiler doğurmuş ve ilginin canlı kalmasını sağlamıştır. Marx ve Engels’in ezilen uluslara sempatisi yanında Polonya sorunuyla ilgilerinin, uluslararası politika ile ilgilerinden kaynaklandığı kabul edilmelidir. “Uygarlık taşıyıcısı” Almanlar karşısında direnen doğu Avrupa halkları Engels tarafından “karşı devrimci” olarak nitelendirilmiştir. Kimi tonlarıyla bir tür Slav karşıtlığına bürünen (Engels güney Slavlarını Hegelci “tarihsiz halklar” kategorisine de sokar) ama esasta jeo-politik düzlemde Rus gericiliği ile Avrupa demokrasileri arasında Polonya barikatının inşa edilmesini savunmaya kadar uzanan çıktılar izleriz: “Marx ve Engels, Polonya’nın restorasyonunun sadece Almanya’daki Prusya üstünlüğünü çökertmekle kalmayacağı, ayrıca ‘yirmi milyon kahraman’ı Avrupa ile ‘Moskof yönelimli Asya despotizmi’ arasına yerleştireceği sonucuna varmışlardı (Londra’da 22 Ocak 1867’de yapılan Polonya konulu toplantıdaki konuşma).”[5] İstikrarlı olarak savunulan Polonya’nın birleşmesi ve bağımsızlığı da tipik bir ‘uluslararası siyaset’ sorunu olarak ele alınmıştır.

Marx ve Engels’in herhangi bir güce ve örgütlülüğe sahip olmadığı koşullarda, ancak ideolojik etki ve bir tür bilim önermelerinin karşılığının doğrudan politika alanında aranmasıyla beliren tutumları kendi dönemlerinde dahi sorunlara yol açtı. Alman partisinin politik varlık kazanmasıyla ‘Doğu sorunu’ da diğer konularla birlikte artık başka bir mecraya kaymış oldu. Ele aldığımız tartışmanın taraflarından W. Liebknecht’in konumu da Marksist çevrelerde tartışılmaktaydı. “1876’da Liebknecht, Rusya’ya karşı (Çarlığa karşı değil, aksine Rusya’ya karşı) çok sert bir broşür kaleme aldı. Bunun üzerine başka bir sosyal demokrat bu mesele üzerine bir şeyler söylemeyi zorunlu görerek ‘Sosyal Demokratlar Türk mü Olmalılar?’ adlı başka bir broşür yazdı.”[6]

Liebknecht’in tartışmadaki pozisyonuna geçmeden önce onun bir tür Alman ulusçuluğu ile iç içe geçmiş görüşlerinin de dikkate alınması gerekir. Liebknecht, Marx ve Engels’in ezilen halklardan yana tutumlarını değil ama ön-politik dönem boyunca farklı tonlarda sürdürülen tarihsel ilerlemeye dayalı jeo-politik tutumlarını kendi Alman ulusçuluğuyla kolayca birleştirmiştir. Luxemburg’un makalesini kaleme aldığı dönemde Abdülhamit yönetimiyle Alman devleti arasında kurulan bağlar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Alman nüfuzu altına girmesi Liebknecht’i rahatsız etmediği gibi, tutumunda olumlu etkilerde bulunmuş olabileceği göz ardı edilemez. H. B. Davis’in Liebknecht portresi bu belirlemeyi kolaylaştırır: “W. Liebknecht bir Alman devletinin değil Prusyalaştırılmış Alman devletinin muhalifiydi. Aslında Slavlar pahasına Alman halkının gücünü geliştirmeye çalışan bir Alman yayılmacısı idi. Prusya’nın 1866’da Avusturya’yı yenilgiye uğratmış olmasından daima üzüntü duydu; Avusturya’yı ‘Doğu’ya doğru Constantinople (İstanbul) ve Akdeniz yönünde ittiğimiz Alman sınır bölgesi’ olarak gördü. Bu bölge 1866 savaşında ‘Slavlara teslim edilmiş’ idi. Tıpkı Rodbertus gibi, Lassalle gibi -Lassalle Alman Reich’ında Prusya liderliği meselesinde ona karşı idi- Liebknecht de Alman askerini Constantinople (İstanbul)’da görmekten hoşlanacaktı.”[7]

“Doğu Sorunu” üst başlığına sahip olan Luxemburg – W. Liebknecht tartışmasında belirgin tutum farklarına rağmen her iki konuma kaynaklık eden yaklaşım Avrupa devletleri arasındaki taraf olmaya göredir. Soru, bu tartışma özelinde, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan ulusların ayaklanmaları ve bağımsızlıklarının Rus Çarlığı’nı zayıflatacağı mı yoksa güçlendireceği midir? Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunan ulusların herhangi bir ezilen ulus dinamiği olmasına ve özgül devrimci politikaya konu edilmesine rastlamayız.

W. Liebknecht oldukça konforlu bir pozisyondan Marx ve Engels’ten gelen ‘klasik’ çerçeveyi kendi Alman ulusçuluğu ile birleştirerek hatırlatmaktan başka bir şey yapmaz; klasik tezi özel bir savunma ihtiyacı da duymaz; sadece Luxemburg’a ‘hatırlatır’ ve Girit İsyanı konusunda bu teoriyi uygular. Ama kendisinin konu ile ilgili otoritesini ve bu otoritenin Marx ile yan yana duruştan kaynaklandığını öne çıkarmadan da edemez: “Kırım Savaşı sırasında İngiltere’deyken Şark Meselesi’yle yoğun biçimde ilgilendim. K. Marx’la birlikte ve Türkiye’deki koşullar ve Rus Diplomasisi konusunda en iyi uzman olan parlak David Urquhard okulunda o zamandan beri ortaya koyduğum ve günbegün olayların gelişmesiyle doğrulanan Şark Meselesi yorumuma ulaştım.” (W. Liebknecht, s. 52).

Liebknecht, hiçbir kazaya mahal vermeyecek şekilde ve özgüvenle o güne kadar gelen yaklaşımı güncel politik olaylar için ifade eder. “Türkiye’deki herhangi bir ayaklanmanın sadece Rus Çarlığı’nın fetih politikasına yarayabileceği aslında besbellidir, çünkü bugün Ermenistan’da bir sosyalist hareket kumdan şatolara benzer.” (s. 53). Soru net: Rusya’nın işine yarıyor mu yaramıyor mu? Gerisi ‘sosyalist hareket’ esprisi sadece Luxemburg’un da kabul ettiği tarihsel geriliğin sosyalizm mücadelesi için uygun koşullar sağlamadığına yönelik bel altı vuruş olmaktan öte gitmez. Liebknecht Luxemburg’a “Avrupa mutlakiyetçiliğinin koruyucusuna istemeden hizmet etmek” (s.53) tehlikeli sularında dolaştığı uyarısı yapar.

1896 Girit isyanında isyancılar Yunanistan’a ilhak olduklarını açıkladıktan sonra duruma Avrupa devletleri müdahale ettiler. Girit’in “Avrupa’nın koruyucu egemenliği” altında özerk olduğu açıklandı ve adaya İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rus birlikleri çıkarma yaptı.

Liebknecht, “Girit ve Sosyal Demokrasi” makalesini hem adını anmadan Luxemburg’u “paylamak” hem de temel politik görüşlerinin ifadesi olan tezlerini uygulamak için kullanır. Tipik olarak Rus tehdidine ve Rusya’nın politik hamlelerine odaklanan yazı, Fransız Cumhuriyeti ile Rus Çarlığı arasındaki ittifakı sorunsallaştırır. “Rusya Avrupa’nın hakemi oldukça ve Fransa’nın Rusya’ya korkunç bağımlılığı yüzünden İngiltere kendisini Rusya ile hesabını görmekten kaçınmak zorunda hissettikçe, Doğu’da Rusya’ya ve bu ülkenin temsil ettiği despotizme yaramayacak ve güç katmayacak hiçbir değişiklik ortaya çıkmaz.” (s.63). Avrupa devletleri arasındaki ittifak politikaları arasında boğulan Almanya’nın nefes alma koşullarını arıyor Liebknecht!

Bu noktadan sonrası ise teferruattır. Marx’a dayanarak “Türklerle kavgaya tutuşan her koyun hırsızına bir ‘ezilen milliyet’ olarak yaklaşıp acıyan aptalca hassasiyete de” (s.56) katılmaz Liebknecht kuşkusuz. Marx’ın devrimci tutumlarını ve ezilen milliyetlere yönelik olumlu atıflarını da aklına getirmez. Ama onun için eninde sonunda “Şark Meselesi, Girit’te de Balkan yarımadasında da değil, ama Avrupa’nın metropol merkezlerinde, en başta da sezgilerimize göre, Paris’te çözülecektir.” (s.64). Yani ezilenlerin mücadeleleri ile değil ezenlerin hegemonya mücadelelerinin konusu olarak…

Luxemburg, 40 yıl önce Marx ve Engels tarafından ortaya koyulan “Doğu Sorunu”na yönelik tutumun artık geçerliliğini yitirdiğini tarihsel bir analizle kanıtlamaya çalışır.[8] O, Marksist çevrelerde, özellikle Almanya’da, Osmanlı İmparatorluğu’na ve mevcut ulusal ayaklanmalara bakış tarzını eleştirir. Ayaklanmaların Rus kışkırtması olduğu beylik görüşüne ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tür halkların yeryüzü cenneti gibi sunulmasına haklı olarak itiraz eder.

Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme dönemini yüzeysel olarak inceleyen Luxemburg bunun yarattığı iktisadi koşulların ulusal ayaklanmalarla bağlantısını saptamaya çalışır. Yani bir bakıma, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya tarafından kışkırtılan Hıristiyan ulusları’ görüşüne karşı, iyi de içeride bu ayaklanmaların koşulları var, cevabını çıkarır. İç koşulları modernleşme girişimleriyle iyice baskıcı olmuş, durağan, bürokrasiyle bütünleşmiş ve bürokrasiyi beslemeye dönük olarak kendi kullandığı tabirle “Şark despotizmi” kalıbının özgülleşmiş bir hali olarak betimler. Doğal olarak modernleşme girişimleri de ‘Şark despotizmi’ sınırına takılmaktadır. Sonuç olarak ‘Şark despotizmi’ içsel gelişim olanağı tanımaz, dışsal zorlamaların sınırlı etkisinde de gelişmenin, ilerlemenin önüne engel olarak dikilir. O halde dışarıdan politik müdahale şart demektir: Rusya canavarını çağırmayı Luxemburg da ihmal etmez: Ona göre “Bugün Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü savunma, aslında Rus diplomasisinin elini güçlendirmek anlamına gelir.” (Luxemburg, s.49). O halde Rus gericiliğinin sınırlandırılmasının, onun “Doğu Sorunu”ndaki müdahalelerini engellemenin yolu Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunmasını savunmak değil, aksine Osmanlı egemenliği altındaki Hıristiyan ulusların Avrupa tarzı gelişmeyi engelleyici bütünlükten çıkıp kapitalist ekonomik ilişkilerin gelişmesine yol açacak bağımsızlıklarını kazanmalarını desteklemektir.

Luxemburg’un makalesi “Doğu sorunu”nda ‘sosyal demokrat’ tavrı yeniden düzenlemeye odaklanır. Ne var ki Luxemburg’un makalesinde yapılan analiz doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğu’nda bir proleter hareket ve dolayısıyla ‘sosyal demokrat’ hareket olmasının koşulları yoktur. Bu kabul ile birlikte ‘sosyal demokrat’ların tavrı denilen ‘politik’ öneri aslında klasik ‘Doğu sorunu’ kapsamına dahil olmayı sağlayan ayrı bir yoldur. Luxemburg o zamana kadar izlenen ve artık stabilize olmuş yolu kullanmak yerine başka bir yola gerek duyulduğunu ilan eder, fakat çıkılan yer ‘Doğu sorunu’nun tam göbeğidir.

Luxemburg’un Polonya’nın birleştirilmesi ve bağımsızlığını savunanları eleştirileri ve küçük ulusların bağımsızlığını reddetmesine karşın ‘Doğu sorunu’ dolayımıyla Osmanlı İmparatorluğu egemenliğindeki Hıristiyan ulusların bağımsızlığını desteklemesi kaçınılmaz olarak ona Polonya sorunundaki tutumunun hatırlatılmasının yolunu açar. Liebknecht de bunu es geçmez.

Luxemburg Liebknecht’i, “gözü Rusya’ya karşı düşmanlığından başka bir şey görmeme” ve “Rus diplomasisiyle aynı safa düşme” (s. 281) ile eleştirir ve “Doğu sorunundaki durum gerek maddi, gerek bunun sonucu olarak siyasi açıdan Kırım Savaşı’ndan bu yana tam 180 derecelik bir açı etrafında döndü ve o zamankinin tam tersine döndü” (s.280) der. Bizim açımızdan Luxemburg esas sorunun çekim alanından kurtulamıyor, ama yine de onunla pozitif bir iletişime girebilecek imkanı bulabiliyoruz: Luxemburg Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ezilen ulus isyanlarıyla politik ilişki kurmanın yolunu arıyor.

Marksist politika açısından sorunun yani ‘Doğu Sorunu’nun esasının muhafaza edilip ele alınma tarzı değil, kendisi tamamen değişmiştir. Marksist politika bir sorunsal değişimini gerektirir. “Doğu Sorunu” diye tartışılan konu dönemin Avrupa devletlerinin politikalarının dünya politikası olarak kabulünden yola çıkar ve onlar arasındaki nüfuz mücadelelerinden, egemenlik paylaşımından başka bir şey değildir. Marksizm alanındaki karşılığı ise bu devletler arasındaki mücadelelerde tarihsel ileriyi temsil eden taraf lehinde tutum belirlemektir. Marksist politika 20. yüzyıl pratiklerinde bu konuyu kapsamına sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri ve demokratik devrimler olarak almış, devrimci politika aracılığıyla üstlenmiştir. Marksist politikanın evrenselleşmesinde bir öğe olarak dahil olan bu konu Lenin’in “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşiniz” şiarında “ezilen halklar” olarak vurgulanmıştır.

Tarihsel İlerleme Pusulasının Şaşan İbresi:

“Koyun hırsızları” mı ‘kapitalizmin yol açıcıları’ mı?

Marksizmin kuruluşunun eşitsiz yapısı, tarih biliminin politik alanda yer alan Marksistlerce, neredeyse istikrarlı bir şekilde, istismarı sonucunu doğurmuştur. Marksistler tarih biliminin gücüne dayanarak konjonktüre “bilen” olarak adım attıklarını ve bu ayrıcalıktan sonuna kadar yararlandıklarını sanıyorlar. Sadece tarihsel olarak ileri olanı belirleyip onun yanında ve ona uygun ayarlamacı bir konum olarak değil, aynı zamanda ruhlarıyla ve vicdanlarıyla yanında oldukları ezilenlere “tarihsel ilerilik” atfederek de…

Luxemburg’un “Sosyal Demokrasi ve Türkiye’de Ulusal Savaşımlar” makalesi baştan sona tarih biliminin politikada istismarıyla doludur. Luxemburg, ulusal sorun başlığında Polonya için ifade ettiği teoriyi Osmanlı İmparatorluğu’na da uyarlayarak her iki örnekte de tutarlı olarak tarihsel ilerlemeyi temsil edecek bir politika arıyor. Polonya için ulusal bağımsızlığı reddeden tutum ile Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki Hıristiyan uluslar için önerilen ulusal bağımsızlık mücadelelerini destekleme birbirine zıt politikalar gibi görünse de aynı teorik bakışın sonucudur. Diğer yandan Luxemburg sanki makalesini oluşturmadan önce sezgisel olarak o zamana kadar ‘doğu sorunu’ ile ilgili politik tutumun uygunsuzluğunu fark ediyor, devrimci duyusallık ezilen halklara doğru bir çekim sağlıyor sonra da buna elde hazır bulunan teoriyi uygulayarak tarihsel bir çerçeve ve destekleme gerekçesi oluşturuyor. Bu oldukça sık karşımıza çıkan bir kaza.

Luxemburg Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya siyasetinde güç kaybetmesiyle zorunlu bir modernleşme rotasına girdiğini tespit ederek başlıyor. “Güçlü, merkezi Avrupa devletleriyle giriştiği çatışmalarda sarsılan, özellikle de Rusya’nın tehdidi altındaki Türkiye, içte reformlar başlatmaya zorlandı ve bu zorunluluk ilk temsilcisini II. Mahmut’un şahsında buldu.” (Luxemburg, s.35). Osmanlı İmparatorluğu’nun reformları merkezi devlet yapısını güçlendirdi, yeni bir ordu ve maliye sistemi oluşturuldu. Özcesi, 19. yüzyıl boyunca süren reformların nesnel sonucu olarak uluslararası kapitalist pazara eklemlenmiş bir Osmanlı İmparatorluğu belirdi. Buna rağmen “bu temelde kurulan yönetim sistemi, Avrupa modelinden temelde farklıydı. Bizde merkezi hükümet halkı soyup soğana çevirmek suretiyle memur sınıfını yaşatırken, orada bürokrasi halkı kendi hesabına soyup soğana çevirerek merkezi yönetimi bu yolla finanse eder.” (s.36-37). Dolayısıyla reform girişimleri ‘Şark Despotizmi’ sınırına takılır. Luxemburg reformlar sonucunda Hıristiyan köylülerin Türk toprak sahiplerine kıyasla mülkiyet koşullarının aleyhte değiştiği sonuçlarına da varıyor.

Reformlar eski koşulların görece istikrarlı yapısını dağıtırken halkın maddi yaşamında korkunç kötüleşmelerle sonuçlanır. “Ama onlar için hayatı özellikle dayanılmaz hale getiren şey, durumun gerektirdiği oldukça modern bir özellik, yani güvensizlik; düzensiz vergi sistemi, toprak mülkiyetindeki dalgalanan ilişkiler, ama en başta da ayni vergiden nakdi vergiye dönüşümün ve dış ticaretin gelişmesinin sonucu da olan para ekonomisiydi.” (s.37-38). Yani reformlar ülkeyi kapitalist pazara açmış ancak bunun gereği olarak kapitalist ilişkileri ve buna denk düşen idari yapıyı oluşturamamıştı. Daha önemlisi oluşturmasının imkanı yoktu.

Aynı zamanda pazar ilişkilerine dahil olan Osmanlı İmparatorluğu, reformlar yapmasına rağmen ekonomik dönüşümü sağlayamıyordu. “Yerli sanayi girişimlerinin tümüyle suya düştüğünü” belirten Luxemburg bunun nedenini “Burjuva düzenin en temel ön koşullarından yoksunluk -kişi ve mal güvenliği, yasa önünde en azından biçimsel eşitlik, modern iletişim araçları vb- kapitalist üretim biçimlerinin ortaya çıkmasını mutlak olarak imkansız hale getirdi” (s.38-39) diye açıklıyor. Tarihsel kaynaklar bu yaklaşımın kurgusal olduğunu ve oryantalist ‘şark despotizmi’ belirlemesine bağlı olarak kurulduğunu kanıtlamaya yeter de artar bile. Ha keza Luxemburg’un sıklıkla ifade ettiği modernleşme yönündeki reformların bu koşullara göre şekillendiği bilinir.

“En ilkel köylü ekonomisi” (s.39) olarak belirtilen Osmanlı ekonomisinin yine de reformlardan etkilenmemesi düşünülemez. Luxemburg bunu, köylülüğün üzerindeki ekonomik yükün normalde proleterleşmeyle sonuçlanacağını ama “ülkenin mevcut üretim biçimleri modern işçi sınıfı saflarına katılmasına izin vermediğinden o köylü genelde lümpen proletarya düzeyine iniyordu” (s.39) diye ifade ederek toplumda oluşan gerçek çatışma dinamiğini fark etmeden gösterir. Ama bundan çıkardığı herhangi bir devrimci sonuç yoktur. Onun için üretim dışına çıkan köylü proleterleşmediğinde bir alt düzeye inmiş durumdadır ve buna dönük bir politik sonuç bulunmaz.

Osmanlı İmparatorluğu’nun istikrarı ve bütünlüğünü koruması için “Tek çare kapitalist üretim biçimlerine geçilerek ekonomik ve sosyal yaşamın tam bir dönüşümünden geçiyordu. Ancak böyle bir dönüşümün temelde bunun temsilcisi olarak öne çıkabilecek bir sosyal sınıf ortada yoktu; hâlâ yok.” (s.40). Kuşkusuz Luxemburg otantik, Avrupa tarzı bir kapitalistleşme arıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda daha önce ifade ettiği bürokratların sınıf olarak ele alınması ona kapitalistleşme yolunda bir sınıf gibi görünmüyor. Aksine bu yolu tıkayıcı bir engel olarak betimleniyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısı, eyalet sisteminin merkezi devleti güçlendirmeye dönük reformlara direnmesi ve merkezden taşınan baskı ile ayrılık eğilimlerinin güçlenmesi olağan bir politik gelişmedir. Luxemburg haklı ve yerinde bir tespitle Hıristiyan uluslara yönelen ekstra bir baskının olduğunu ifade eder: “Ekonomik ve hukuksal baskının yarattığı muhalefet burada ulusal ve dini çatışmalarda hazır bir ideoloji bulmuştu.” (s.41).

Özetle; ‘Şark despotizmi’ temeline sahip olan Osmanlı İmparatorluğu kapitalist gelişmeye dahil olamamakta, tarihsel sürecin önünde bir engel olarak varlığını korumaya çalışmakta, ancak içteki koşullardan dolayı burjuva devrimi ya da proleter hareketçe yıkılmasının imkanları bulunmamaktadır. Öyleyse, ulusal savaşımlar bu tarihsel engeli aşıp hafriyatını da ortadan kaldıracak olan taşıyıcılardır. Tarihsel süreç böylece yoluna devam edecektir. Tarihsel olarak geri Osmanlı, ileri ulusal ayaklanmalarla yıkılacaktır.

Bir sorun hemen dikkati çekiyor. Eğer bu tarihsel gelişme şeması olduğu gibi kabul edilir ve politik sonuçları izlenirse, Hıristiyan uluslar hangi nedenlerle ve nasıl “tarihsel ileri”dir? Buralarda ileri üretim koşulları hangi sınıflara dayanır? Ayaklanmaların sınıfsal dinamiği ve öncü sınıfı nasıl şekillenmiştir? Tarihin önüne engel olarak dikilen Osmanlı İmparatorluğu devlet aygıtıyla tüm diğer baskılarla birlikte ulusal baskı uyguluyor, ama Hıristiyan ulusların bir kapitalist gelişmişliği de yok, dolayısıyla ne burjuvazileri ne de proleter yığınları var. Luxemburg’un öne sürdüğü tarihsel şemanın iç tutarlılığı için gerekli olan sınıfsal dinamik eksik kalıyor. Sadece “Hıristiyan topraklar Türkiye’ye sadece zorla bağlı tutuluyor, buralarda işçi sınıfı hareketine rastlanmıyor, doğal toplumsal gelişme yüzünden geriliyor, daha doğrusu çöküşe sürükleniyor (s.43). O zaman çöküş engellenmeli! İyi de kim tarafından ve nasıl? Luxemburg çok güvenli ama eksik bir adres sunuyor: “Türkiye’den ayrılması halinde aynı ülke Avrupa tarzı devlet ve burjuva kurumlara kavuşacak ve adım adım kapitalist gelişmenin genel yoluna çekilecektir.” (s.45).

Osmanlı İmparatorluğu’nun ulusal baskı uygulayan gerici bir devlet olması ile onun kapitalistleşme yönünde reformlar yapan devlet olması birbiriyle uzlaştırılamıyor. Üstelik aynı toplumsal şartlara tabi Osmanlı İmparatorluğu’nun ezdiği uluslara tarihsel ilerilik atfedilerek onların ayaklanmalarını destekleyen politika bu tarihsel ilerilik atfına bağlı kuruluyor. Nedense aynı işlem Osmanlı tarafından ezilen Müslüman uluslara uygulanmıyor: Luxemburg muhtemelen bu ulusların tarihsel gerinin de gerisi olduğuna hükmediyor… Ermenistan’daki ayaklanmalar konusunda Luxemburg Ermeni sosyalistleri de eleştiriyor. Bir notla onların Ermenistan’daki kapitalist gelişme yönündeki görüşlerini uyarıyla karşılıyor: “Tersine, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılma, burada kapitalizmin filizlenmesinin sadece önkoşuludur. Ve elbette kapitalizmin kendisi de sosyalist hareketin önkoşuludur [Dikkat! Sosyalizmin değil, sosyalist hareketin… b.n.]. Bizce, bu nedenle Ermeni yoldaşlar –Lassalle’e gönderme yapacak olursak- şu an için sosyalizmin önkoşulunun önkoşuluyla ilgilenmelidirler, bir çeşit önkoşul karesi.” (s.45 n.2). Demek ki neymiş, sosyalistler olmamaları gereken yerdelermiş! En azından bir süre daha henüz varolmayan burjuvaziyi dünyaya getirmek için önkoşulları yerine getirmeye çaba harcamaları gerekiyor Ermeni sosyalistlerin.

Bu tarihsel bakışta herhangi bir özel işleme gerek duyulmadığı açıktır. Luxemburg uygun olmayan gerekçelerle politikada uygun bir konumda bulunuyor. Osmanlı gericiliğine karşı dönemin ezilen uluslarının ayaklanmaları sonuna kadar meşru ve ilericidir; Marksistlerin desteğini hak etmektedir. Daha fazlasıyla Osmanlı’nın aynı dönemde merkezi devleti tesis etmeye dönük reformları kapsamında iskana tabi tutulan Türkmen göçerlerin isyanları da aynı desteği hak eder.

Luxemburg, ulusal ayaklanmaların herhangi bir politik taşıyıcısının adını anmaz. “Ermeni sosyalistleri” bir not konusu olmanın dışına çıkamaz ve gördüğümüz gibi bu notla ‘tarihsel yerleri’ bildirilir. Luxemburg ‘ezilen uluslar’ sorunuyla değil Kırım Savaşı’ndan beri kabul edilen “Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü korumayı savunan” politikanın geçersizleşmesinin tarihsel dayanaklarını oluşturmakla ilgilidir. Teorisinin anomalisi olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ulusal ayaklanmalarda herhangi bir ‘tarihsel özne’ de tanımlamaz, adeta Hıristiyan ulusların Osmanlı’dan ayrılışları ‘ulus’ özneye atfedilir. Sonuçta bu ulusların tarihsel ilerleme şemasında oynadıkları rol negatiftir: Tarihin ilerlemesi önünde engel olan Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmaktır işlevleri. Ancak bu koşuldan sonra tarihsel ilerlemenin pozitif koşulu sağlanmış olur. Ya da Luxemburg, Polonya için ulusçuluğun taşıyıcısı olarak tanımladığı tarihsel olarak geri toplumsal kesimlerin Osmanlı’da ilerici rol oynayacaklarına hükmeder; ancak bunu Polonya için ortaya koyduğu oranda net ifade etmekten kaçınır. Sonuçta Luxemburg’un tarihe güdümlü politika anlayışının zorunlu sınamalardan sıyrılamadığı görülmektedir.

W. Liebknecht tarihsel ilerlemeye dayalı politika konusunda Luxemburg’a göre konforlu bir yerdedir. Herhangi bir duyusal devrimciliğe izin vermez, hatta buna açılacak tarzı ilk elden kınar. O “Elbette tüm ezilen halklar, sınıflar ve uluslara ‘sempati’ duyar” ama “siyaset yapmak için duygular kadar akla da başvurmak” gerekmektedir (Liebknecht, s.53). Liebknecht için Kırım Savaşı döneminde beliren ve sonraki dönemlerde netleşen tutum geçerliliğini tüm ağırlığıyla korumakta ve sınanarak doğrulanmaktadır. Herhangi bir yeniden incelemeye, tarihsel ilerlemeye dayalı olsa bile ayrıca ayarlama yapmaya ihtiyaç duymaz: Konu dünyasal anlamda ilerici güçler ve gerici güçler arasındaki çatışmadır; kendi dilimize çevirirsek dünya siyaseti olarak Avrupa devletleri arasındaki hegemonya mücadelesidir ve burada gericiliği Rus Çarlığı temsil eder. Liebknecht Luxemburg’un tezini vulgerleştirerek hızlıca eler: “Şimdi Çar’ın Türkiye’ye karşı bir savaşı ya da Türkiye’yi bölmeyi istemediği, çünkü Rusya’nın kapitalist gelişmesinin onu bir barış politikası izlemeye zorladığı tezini bir kenara koyuyorum.” (s.56).

Liebknecht’in en rahat olduğu alan geri Osmanlı İmparatorluğu, ileri Hıristiyan ulusal azınlıklar tezinin reddedilmesidir. O elbette “Türklerle kavgaya tutuşan her koyun hırsızına bir ‘ezilen milliyet’ olarak yaklaşıp acıyan aptalca hassasiyet”e de (s.55-56) katılmaz, ama daha fazlasıyla Girit isyanı bağlamında bu ulusları Osmanlı’yla karşılaştırır. “Ve Marx’ın Karadağlı koyun hırsızları hakkında söylediği, Yunanlılıkları kuşku götürürken Türklerin karşısında hırsızlık ve haydutlukları hiç kuşku götürmeyen ve ayrıca Türk egemenliğinde biz Almanları imrendirebilecek bir özgürlükten yararlanan Giritli ‘Rum’lara en azından uygulanabilir.” (s.57).

Yani Liebknecht ile Luxemburg’un anlaşamadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun mu yoksa Hıristiyan ulusların mı tarihsel olarak daha ileri olduğudur. Bu da aslında kaynağını başka bir yerden, Avrupa devletleri arasındaki çatışmalarda beliren önceliklerden alan bir farktır. Liebknecht “Türk düşmanlıklarını ‘materyalist tarih anlayışı’ örtüsüyle gizleyen bazı kalıplaşmış düşünürler” sözleriyle direkt Luxemburg’u kasteder ve onun tezini de şöyle özetler: “Ermenilerin ve Yunanlıların ekonomik gelişmeleri Türkler tarafından engellendiği için onlardan ayrılmak zorunda olduklarını keşfetmişlerdir.” (s.57) Bu tezin olumsuzlanmasını Giritliler üzerinden hızlıca yapar ve geçer: “Onlar (Giritliler) en ilkel kültürel düzeyde kaldıkları gibi, ekonomik olarak da adanın Müslümanlarından fersah fersah geridirler.” (s.57).

Liebknecht’in burada yaptığı ve devamında Korsikalılar ile Fransa karşılaştırması sadece bu halklara gerilik atfetmek değildir; bir tür ‘uygar uluslar’ ve ‘tarih dışı halklar’ sorununa bağlanabilecek olan metafizik iddia ile onların “uygarlığa fazla eğilimli” olmadığını da savunur. Fransa’nın tarihsel olarak geri olmadığı kabulünün Luxemburg ile paylaşıldığı zeminde Luxemburg’a vurucu hamle yapılır: “Genel basmakalıp laflarla Türklere söylendiği gibi kimse Fransızların ‘ilerleme önünde engel’ olduğunu söyleyemez.” (s.58).

Liebknecht, Luxemburg’un müdahalesi karşısında Polonya sorununa dönerek son hamlesini yapar: “Rusya’da Türkiye’de olduğundan binlerce kat daha büyük bir baskı, daha büyük bir talan vardır.” (s.53). Üstelik Polonya’nın nüfusu Ermenilerden beş kat, Giritlilerden yüzlerce kat fazladır, “her zaman kültürün öncüleri olmuşlardır”, “çıkarları insanın ilerlemesi ve özgürlüğünün evrensel düşmanının dışında kimseyi incitmez.” (s.58). Şu halde evrensel düşman Rus Çarlığıdır!

Tarihsel ilerleme karşısında risk olarak görülen Rusya’nın yayılmacılığına karşı durma refleksinin uzatılmış ifadesi olarak Liebknecht’in tutumu herhangi bir ulusal hak arayışını ya da özgürlük mücadelesini bu genel politika dışına yerleştirmez/yerleştiremez. Bu nedenle de Liebknecht’in görüşünün devrimciliğe kategorik olarak kapalı bir tutarlılığı vardır. Tarihsel ilerleme onun açısından verili devletler aracılığıyla ifade edilen politik “ilericilik”tir. Daha fazlasıyla, Liebknecht baştan sona gerici taraflar arasındaki çatışmalarda taraf olmanın rehavetine kapılmanın yanı sıra Alman devletiyle uyumlu bir politik tutum ortaya koymaktadır. Bunun sonucu olarak ezilen ulusların başkaldırılarının açıkça karşısında yer almaktan kaçınmaz.  

 

 



[1] Rosa Luxemburg, Türkiye Üzerine Yazılar, Çev: Ali Çakıroğlu, Belge Yay. Temmuz 2013. Bundan sonra bu kitaptan yapılacak alıntılar parantez içinde gösterilecektir. Wilhelm Liebknecht’in makaleleri de bu kitapta yer almaktadır. Bu nedenle parantez içinde alıntının yapıldığı yazarın adı ve sayfa numarası birlikte gösterilecektir.

[2] “Rusya bağlantılı büyük sanayinin tahrip etmekte olduğu küçük sanayi Polonya ulusçu ajitasyonunun doğal yuvasını oluşturmaktadır, fakat bu sanayi ekonomik olarak güçsüzdür. Köylülük anlaşılabilir bir politik fizyonomiye sahip değildir. Köylülerin toprak sahiplerine duydukları geleneksel nefret, Çar serfleri özgürlüğe kavuşturduğundan beri pro-Rus tonlar taşımaktadır. Sanayi içinde çözümlenmemiş entelektüeller kamu hizmetinden dışlandıkları için şikayet ediyorlar ve ulusçu ajitasyonun merkezini oluşturuyorlar.” Luxemburg’dan aktaran Horace B. Davis, İşçi Hareketi, Marksizm ve Ulusal Sorun, Çev: Yavuz Alogan, Belge Yay. 1994, s.146

[3] Michael Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yay. 1999, s.91

[4] “W. Liebknecht bir öncü sosyalist idi. Fakat liderlerinden biri olduğu Alman İşçi Sendikaları Birliği (1863) Lassalle’nin partisi ile aynı anlamda sosyalist değildi. Bu parti 1869’da Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi olarak yeniden örgütlendiği sırada bazı kayıtlarla, Birinci Enternasyonal’e katıldı. Liebknecht bir enternasyonalist olarak tanınıyordu, fakat Enternasyonal’i inşa etmek için hiçbir şey yapmadı. Bebel ve bir modern bilgin olduğu söylenen Liebknecht, partiyi sadece Alman ihtiyaçlarına göre örgütleme özgürlüklerinden vazgeçmeksizin, ayrıca Enternasyonal’in programını tam olarak kabul etmeksizin ve hatta üyelik aidatı bile ödemeden, Enternasyonal’in isminden gelen prestijini kullanmak istediler. Aslında bu Engels’in o dönemdeki kanaati idi. Marx, W. Liebknecht’in Austrofil ulusçuluğuna karşı olduğu kadar Lassalle’in Prusya ulusçuluğuna da karşı idi. Böylece Marksist olmayan Alman ulusçuluğu, Alman hareketinin her iki kanadını da 1875’te Gotha’da birleşmeden önce etkiledi.” Horace B. Davis, a.g.e., s. 96. Bu uzun alıntı “Doğu Sorunu” diye ifade edilen başlığın her ne kadar Marx’ın Kırım Savaşı ile ilgili yazdıkları, Engels’in 22 Mart 1853’te Tribune’e yazdığı “Doğu Sorunu” makalesinden itibaren Marx ve Engels’in Avrupa devletleri arasındaki çatışmalarda ve onların dünyanın diğer bölgelerindeki müdahalelerinde taraf tutan gerçeksiz politik tutuma tekabül etmesinden başlasa da Liebknecht’in ele alacağımız tartışmaya bu durumu da kullanarak Alman ulusçuluğu ve çıkarları lehine dahil olduğunun ipuçlarını vermesi bakımından dikkat çekicidir.  

[5] Cummins İ. T., “Marx-Engels-Çağdaş Siyaset”, Marksist Düşünce Sözlüğü içinde, Yay. Yönetmeni: Tom Bottomore, Çev: Levent Köker, İletişim Yay. 2002, s.421

[6] Nieuwenhuis F. D., “Alman Marksizmi İçinde Farklı Akımlar”, Çev: Gülsen Güner, Teori ve Politika 64-65, Ağustos 2014, s.90

[7] H. B. Davis, a.g.e., s.95

[8] “Rosa Luxemburg pozisyonunu bir polemikle savunduğu zamanlarda kendisini iç sahada hissediyordu. Bunu daha geçen yılın sonuna doğru Wilhelm Liebknecht ile Türkiye’deki ulusal savaşlar ve İleri’nin ön Asya politikası üzerine yaptığı tartışmayla kanıtlamıştı. W. Liebknecht gibi bir otorite bile onu yalnızca ‘Polonya mayın tarlasıyla’ sınırlı kalmayarak ön Asya sorunu üzerine yapılan tartışmaya dahil olmasını engelleyemedi. Wilhelm Liebknecht’i Rusya ile Türkiye içi ve bu iki imparatorluk arası ilişkilerdeki değişimleri; Romanya, Sırbistan, Bulgaristan, Bosna ve Hersek’in Türkiye’den kopmasını görmezden gelmekle ve görüşlerinin tümüyle eskimiş olmasıyla suçladı.” Annelies Laschitza, Rosa Luxemburg, Çev: Levent Bakaç, Yordam Yay. 2010, s.58 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar