Ana SayfaArşivSayı 68-69Marx ve Reformizm*

Marx ve Reformizm*

Marx ve Reformizm*

Stanley Moore
Çeviri: Sina Güneyli

1
Sürecin Marksçı modeline göre, feodalizmden kapitalizme geçişte, kapitalist sınıf, politik iktidarı, kapitalizmin ekonomisinin feodalizmin ekonomisi ile başarılı bir şekilde yarıştığı uzun bir dönemin sonunda ele geçirir. Anti-Dühring‘te (Anti-Dühring) politikanın ekonomiye önceliğini ileri süren teorilerle tartışan Engels, kapitalizmin gelişmesini ve zaferini şu terimlerle betimler: “Feodal soyluluğa haraç ödeyen, başlangıçta ezilen bir mülk, serflerden ve her türden vassallardan oluşuyordu, kentliler soylulukla sürekli mücadele içinde kuvvetli noktaları birbiri ardına ele geçirdiler, ve sonunda en gelişmiş ülkelerde yönetici olarak onların yerlerini aldılar -Fransa’da onları doğrudan devirerek, İngiltere’de onları giderek burjuvalaştırarak ve kapitalist sınıfın süs kabilinden başları olarak kontrol altına alarak. Bu nasıl becerilmişti? Tamamen, er ya da geç, gönüllü olarak veya mücadele sonucu olarak, politik koşullardaki bir değişmenin izlediği ‘ekonomik durum’daki değişme yoluyladır. Burjuvazinin feodal soyluluğa karşı mücadelesi, kentin kıra karşı, sanayinin toprak mülkiyetine karşı, para ekonomisinin doğal ekonomiye karşı mücadelesi idi; ve kentlilerin bu mücadeledeki can alıcı silahı onların el işçiliği endüstrisinin, daha sonra manüfaktür endüstrisinin gelişmesi ve ticaretin genişlemesi yoluyla sürekli kuvvetlenen ekonomik güç durumu idi.”

Feodalizmden kapitalizme geçiş Kapital‘de (Capital) ve Komünist Manifesto‘da (Communist Manifesto) benzer şekilde betimlenmiştir. Marx’a göre, onaltıncı yüzyılın başlangıcından itibaren kapitalist ekonomik kurumlar feodal ekonomik kurumlara karşı koymuşlar, nüfuz etmişler ve bu kurumların yerlerini almışlardır. Kapitalistler, İngiltere’de 1640’tan sonra ve Fransa’da 1789’dan sonra, politik iktidarı ele geçirdiklerinde, toplum halihazırda kesin olarak dönüşmüş durumdaydı.

Kapitalizmden sosyalizme geçiş benzer bir kalıbı izleyebilir miydi? Jaurés, Yöntem Sorunu (The Question of Method) isimli makalesinde bunun olması gerektiğini ileri sürer. “Tarih, farklı ve hatta çelişen biçimlerin birlikte var olduğu pek çok örnek olduğunu gösterir. Örneğin, lonca üretimi ve kapitalist üretim onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda yan yana işlemiştir. Serbest tarımsal emek ve serflik uzun bir süre yan yana var olmuştur. Bizi komünizme götürecek olan devrimci evrimde uzun bir dönem boyunca kolektif mülkiyetin ve özel mülkiyetin, komünizmin ve kapitalizmin yan yana var olacağına ikna olmuş durumdayım. Bu gerçekten de bu tür büyük dönüşümlerin yasasıdır.”

Bu bakış açısını savunan Jaurés, Marksçı sürekli devrim kalıbını ve Marksçı artan sefalet kalıbını açıkça reddeder. Jaurés’in tarihin bir yasası olarak sunduğu yarışan sistemler ilkesi, reformist sosyalizmin teorik başlangıç noktasıdır.

2

Yarışan sistemler geleneği, kapitalizmden sosyalizme tek bir geçiş modeli yerine, geniş bir model ailesi ve karşılık gelen programlar ve taktik doktrinler dizisi sunar. Bu geleneği temsil eden başlıca teorisyenlerden bazıları Marx’ın öncelleri arasında Fourier ve Owen; Marx’ın çağdaşları arasında Blanc, Mill ve Lassalle; ve izleyen kuşakta Sidney Webb, Tugan-Baranowski, Bernstein ve Jaurés’dir. Hepsini tartışmaya girişmek yerine, inceleme için üç İngiliz reformistini seçeceğim: Owen, Mill ve Webb.

Owen, kariyerinde kısa bir süre için, sendikalarda birleşen işçilerin kapitalist üretimi devam ettirmeyi reddetmeleri yoluyla tek bir seferde sosyalizmi getirmeyi önermiştir. Fakat, bu noktadan önce ve bu noktadan sonra, onun uzun yıllar boyu savunduğu kalıp kademeli ve ufak ufak geçişli kalıplardan birisiydi. Bu programa göre, ilk adım, her biri beşyüz – ikibin üyeli, bir dizi kooperatif köyleri kurmaktı. Her bir köyün ekonomisi hem tarımsal ve hem de endüstriyel olacaktır, böylece her bir köy büyük ölçüde kendi kendine yeterli olma becerisi kazanabilir. Bu tür kooperatiflerin üyeleri başlangıçta işsizlerden oluşturulacaktır. Owen, Manchester’da Verilen Altı Ders‘te (Six Lectures Delivered in Manchester) fonların dört kaynaktan sağlanabileceğini ileri sürer. Bu tür köyleri kurmanın en çok arzu edilen yöntemi, Avrupa’nın ve Amerika’nın var olan hükümetlerinin bunları finanse etmesi olacaktır. Eğer ulusal hükümetler eyleme geçmekte isteksiz davranırlarsa, onların yerine yerel otoriteler eyleme geçebilirler. Eğer yerel otoriteler de isteksiz davranırlarsa, “bu önlemleri tam olarak yürürlüğe koymak için tüm sınıfların daha aydınlanmış ve daha hayırsever üyeleri anonim şirketlerde birleşebilirler …” Ve eğer üst ve orta sınıflar bundan uzak dururlarsa, fonlar, emekçi sınıfların üyelerinden haftalık abonelik yoluyla toplanabilir.

Bir kez, ilk kooperatifler işsizler için kurulduğunda, bu pilot projeler sosyalizmin kapitalizm üzerindeki karşı konulamaz üstünlüğünü gösterecektir. Daha sonra, örneğin gücü gerisini halledecektir. Ders‘te var olan hükümetlerin fonları karşılamasını öneren Owen, sonuç hakkında kehanette bulunur: “Bu şekilde hükümetler iyileştirmeye kendi devletlerindeki en düşük ve en sefil sınıfla başlayacaklardır, ve bu hükümetlerin tüm üyelerinin kendileri, kendilerinin de üstün varoluş durumundan faydalanabilmeleri için yeni dünyaya dönüştürülmeyi arzu edene kadar giderek daha da iyileştireceklerdir. … Bu değişim oluşturma yöntemi ile düzensizlikten kaçınılabilir ve herhangi bir sınıfa veya herhangi bir bireye herhangi bir zarar engellenebilir.” Kooperatif sektörü büyümeye devam ettikçe ve kapitalist sektör küçülmeye devam ettikçe, sosyalist dönem bir gece hırsızı gibi gelecektir.

John Stuart Mill, aynı genel kalıbın daha kompleks ve daha nitelikli bir uyarlamasını ortaya koymuştur. Mill, Politik Ekonominin İlkeleri‘nde (Principles of Political Economy), en azından yakın gelecekte, geliri katkıya göre dağıtan kooperatiflerin geliri eşit şekilde dağıtan kooperatiflerden daha uygulanabilir olacağını ileri sürer. O, bu tür birliklerin kurulmasında hükümet yardımını bir yol olarak görmez. Tersine, o, bunların kapitalist girişimlerin kar paylaşımı yoluyla dönüşmesiyle dolaylı olarak veya işçilerin kendi inisiyatifleri üzerine doğrudan yaratılacağına inanır.

Mill, kooperatifler sayıca arttığında ve avantajlarını pratikte gösterdiğinde, yetenekli işçilerin hayatlarını ücretli olarak devam ettirmeye daha fazla razı olmayacaklarını öngörür. İlkeleri‘n emekçi sınıfların geleceği ile ilgili kısmında, Mill şunları yazar: “Birlikler çoğaldıkça, bunlar, dar bencillikten başka hiçbir şekilde davranmayı öğrenemeyecek kadar kıt anlayışa veya kıt erdeme sahip olanlar dışındaki bütün çalışan insanları giderek daha çok kapsamaya yöneleceklerdir. Bu değişim ilerledikçe, kapital sahipleri, en kötü tanımla eski sistemin çalışan insanlarla mücadelesini desteklemek yerine, giderek sermayelerini birliklere ödünç vermenin, bunu azalan bir faiz oranı ile yapmanın ve sonunda belki de sermayelerini sonlanır yıllık taksitler karşılığında vermenin bile kendi avantajlarına olduğunu göreceklerdir. Bu şekilde veya buna benzer bir şekilde var olan sermaye birikimleri dürüst bir şekilde ve bir tür kendiliğinden süreçle, sonunda üretici çalışmaya katılan herkesin ortak mülkiyeti olur: bu şekilde oluşturulan, …, halihazırda öngörmenin mümkün olduğu, toplumsal adalete en yakın yaklaşım olan, ve endüstriyel işlerin evrensel iyilik için en faydalı düzenlenmesi olan bir dönüşüm.”

Mill, bütün avantajların sosyalizmin tarafında olduğunu inkar ederek Owen’dan ayrılır. Mill, yöneticilerinin yetenekliliği ve yeniliğe açıklık bakımından sosyalist bir birliğin, muhtemelen, kapitalist bir girişimden daha aşağıda olacağına inanır. Dahası, Mill, sosyalist yazarların kapitalizmin kötülüklerini abarttığını ve var olan sistem içindeki reform olanaklarını küçümsediğini ileri sürer. Rekabet, Owen gibi sosyalistlerin iddia ettiği şekilde, bencillik üretir. Fakat, aynı zamanda çabalamayı arttırır ve verimliliği teşvik eder, böylece rekabet sosyalist bir toplum için -en azından kooperatif birlikleri arasında- son derece cazip olacaktır. Özel mülkiyet toplumsal eşitsizliğe yol açmıştır. Fakat, Mill, İlkeleri‘n mülkiyet üzerine olan kısmında, yasamanın zenginliğin -yoğunlaşması yerine- yayılmasına yönelik olması durumunda, bireysel mülkiyet ilkesinin, hemen tüm sosyalist yazarların ondan ayrılamaz olduğunu varsaydığı fiziksel ve toplumsal kötülüklerle zorunlu hiçbir bağlantısının olmadığının görülecek olduğunu ileri sürer.

Yarışan sistemler döneminde, Mill, kapitalist sistemin, geçiş sürecini yumuşatacak bir şekilde, yasama etkinliği ile kontrol edilebileceğine ve reforma tabi tutulabileceğine inanmıştır. Bitirilmemiş Sosyalizm üzerine Kısımlar‘ı (Chapters on Socialism) yazdığı 1869’a kadar İngiltere’deki şehirli ücretli işçilerin büyük bir çoğunluğu oy kullanma hakkına kavuşmuştu. Bu makalelerin ilkinde, Mill, emekçi sınıfların yakın zamanda elde ettikleri seçme gücünü kendi kolektif çıkarlarını kollamak üzere henüz kullanmamış olduklarına, ancak bunların çok geçmeden kesinlikle bu tür eylemlere girişeceklerine işaret eder. “Ve onlar böyle yaptığında”, diye ekler, “bu, yasal ve anayasal mekanizmanın kullanımına alışmamış bir halkınki gibi düzensiz ve etkisiz bir biçimde olmayacaktır, ne de sadece bir yıkma içgüdüsünün itmesiyle olmayacaktır. Bunun araçları, basın, kamusal mitingler ve birlikler, mümkün olan en büyük sayıda emekçi sınıfların politik amaçlarına bağlanmış insanın Parlamentoya seçilmesi olacaktır.”

Owen ve Mill gibi sosyalistler, sosyalizmin kademeli ve barışçıl bir biçimde kapitalizmin yerini alması hakkında spekülasyon yapmışlardır: Sidney Webb, 1889’da bu geçişin yarım yüzyıldır işlemekte olduğunu ilan etti. Webb, Fabian Makaleleri‘ne (Fabian Essays) yaptığı katkıda, sosyalizmi demokratik ilkelerin ekonomik örgütlenmeye genişletilmesi olarak tanımlar. Politik demokrasinin gelişmesinden kaynaklanan, ekonomik bireyselcilikten ekonomik kolektivizme kayışta dört ana akım ayırt edilebilir. Birincisi, özel girişimin yerini, yerel veya ulusal, kamusal mülkiyet almıştır. İkincisi, ekonominin hala özel sektör kontrolü altındaki kesimlerindeki kamusal düzenlemelerde bir artış olmuştur. Üçüncüsü, kira ve kar üzerindeki vergiler yoluyla, ücret karşılığı kazanılmamış gelirlerin kamuya mal edilmesinde bir yükseliş olmuştur. Dördüncüsü, kamusal fonların toplumun daha yoksul kesimlerinin refahı için kullanımında bir genişleme olmuştur. Ondokuzuncu yüzyılın başlangıcını karakterize eden kontrolsüz kapitalizmi yüzyılın bitimindeki ekonomik örgütlenmeyle karşılaştıran Webb, şunları yazar: “Bu bireyci düzende o kadar az kalıcı öğe vardı ki, politik özgürlüğün ilerlemesi ile birlikte, üretim araçlarının özel mülkiyeti, şu ya da bu doğrultuda, ardı ardına düzenlenmiş, sınırlanmış ve aşılmıştır, şimdi, dürüstçe, bugünün sosyalist felsefesinin, halihazırda büyük ölçüde bilinçsiz olarak benimsenmiş olan toplumsal örgütlenme ilkelerinin bilinçli ve açık bir biçimde dile getirilmesinden başka bir şey olmadığı ileri sürülebilir. Yüzyılın ekonomik tarihi, sosyalizmin gelişmesinin hemen hemen sürekli bir kaydıdır.”

Webb, bu süreci, planlanmamışlığının ve hatta öngörülmemişliğinin ulaştığı düzeyi vurgulayarak bilinçsiz olarak betimler. O, bunun nihai nedeninin teknolojinin kurumlar üzerindeki baskısı olduğunu ileri sürer. Sanayi Devrimi, üreticileri fabrikalarda, nüfusu şehirlerde yoğunlaştırmıştır. Bu ekonomik değişimler, demokratik politik kurumların gelişmesine yol açmıştır. Sanayileşmenin ve demokrasinin kaçınılmaz sonucu sosyalizmdir.

Kazananlar kadar kaybedenler de ne olduğunun giderek daha çok farkına varmakla birlikte, toplumun bu radikal dönüşümünün kademeli, ufak ufak, barışçı değişikliklerle tamamlanması sağlanabilir mi? Kira ve kar elde edenler mücadele etmeden boyun eğecek midir? Fabian Makaleleri‘ne yaptığı katkıda, Webb, en azından İngiltere’de, kapitalizmin anayasal ve barışçıl değişikliklerle tümüyle ortadan kaldırılabileceğini ileri sürer. Bu makalenin sınırları içinde, o, diğer ülkelerle ilgili görüş bildirmez. Fabian Makaleleri ile aynı yıl yayınlanan İngiltere’de Sosyalizm‘de (Socialism in England), Webb, genel bir formül vermeyi açıkça reddeder. O, evrensel olarak uygulanabilir sosyalist bir reform yöntemi olmadığını ileri sürer. Webb, sosyalizme geçişin zorunlu olarak, veya hatta normal olarak, var olan hükümetin ani olarak ve fiziksel kuvvet kullanılarak devrilmesini gerektirdiğini inkar eder. Fakat, o, bu geçişin her bir durumda barışçıl olamayacağını ileri sürer. Rusya’daki sosyalistlerin karşılaştığı engelleri, Almanya’da ve Fransa’da yürürlükte olan daha büyük politik özgürlükle karşılaştırarak, sosyalist bir hareketin taktiklerinin öncelikle bu hareketin karşılaştığı baskıcı güçlerin doğasına bağlı olması gerektiği sonucuna varır.

3

Revizyonist hareket, 1896’da, Fabianlardan etkilenen Bernstein, Marksçı teori ve taktikleri reformist doğrultuda gözden geçirmeye giriştiğinde doğmuştu. O zamandan beri “revizyonist” terimi giderek daha geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Örneğin, 1958’de Yugoslavya Komünist Birliği (Communist League of Yugoslavia) tarafından kabul edilen Program, Stalin’in ortaya koyduğu Marksçı teorinin “devletçi-pragmatik” modifikasyonlarını revizyonist olarak tanımlar. Yine de, bu kelime Marksçı teoriyi herhangi bir değiştirme girişimini içerecek şekilde genişletilirse tamamen yararsız olacak kadar belirsiz hale gelir. Bu kelimenin referansını, Marksçı hareket içinde başlayan hem teoriyi ve hem de taktiği reformist doğrultuda değiştirme girişimleri ile sınırlandırmayı öneriyorum. Terimi kullandığım şekliyle, bütün revizyonistler reformisttir. Örneğin, Bernstein hem revizyonist ve hem de reformisttir. Fakat bütün reformistler revizyonist değildir. Örneğin, Webb ve Jaurés, teorik ve taktik doktrinleri Bernstein’ınkilere çok benzer olmakla birlikte, revizyonist değildirler.

Evrimci Sosyalizm‘de (Evolutionary Socialism), Bernstein, Marksizm eleştirisine sürekli devrim taktiklerinin tarihsel materyalizmin bakış açısı ile uyumsuz olduğunu ileri sürerek başlar. Politik ve ekonomik koşulların dikkatli bir analizine dayanmaktan uzak olan, Marx ve Engels tarafından 1848’de ortaya konulan taktik doktrinler spekülatif bir fanteziden -Hegelci çelişki gizemi ile Blankist ayaklanma gizeminin şans eseri bir araya gelişi- daha fazlasına dayanmıyordu. Bu dönem için bile gerçekçi olmayan bu doktrinlerin, sonraki kuşaklardaki sosyalist hareketin karşılaştığı koşullarla tamamen ilgisiz olduğu ortaya çıkmıştır.

Engels’in, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Savaşımları”na Giriş‘teki (Introduction to Marx’s ‘Class Struggles in France’) sürekli devrim kalıbını inkarını, Bernstein, politik bir vasiyet olarak betimler. Fakat, Bernstein’ın kitabının esas kısmı, Engels’in “vasiyetinin” sosyalist taktik için alternatif temel olarak kabul ettiği artan sefalet kalıbına saldırmaya ayrılmıştır. Sınıf kutuplaşması ve artan sefalet tezleri kapitalist gelişmenin gerçekleri tarafından doğrulanmamıştır; bu tür öngörülere dayanan bir taktik program gerçeklikten temelli kopmuştur. O zaman neden Engels gerçeklerle yüzleşmeyi reddetmiştir? Çünkü, Engels, Blankist sürekli devrim taktiğini terk etme yolunda bir adım atmış olmasına rağmen, özgürleşmesini tamamlamakta başarısız olmuştur. Artan sefalet kalıbı, sürekli devrim kalıbından daha az olmamak üzere, proleter devrimi yoluyla politik iktidarın ele geçirilmesinin ekonominin herhangi bir sosyalist dönüşümünü öncelemesi gerektiği şeklindeki Blankist dogmayı dile getirir.

Bernstein’ın Marksizm eleştirisinin anahtarı, onun, hem sürekli devrim kalıbının ve hem de artan sefalet kalıbının yerini bir yarışan sistemler kalıbının alması önerisidir. Kapitalist çöküş teorisi üzerine olan bir makalede, -daha sonra Sosyalizmin Sorunları‘nda (Probleme des Socialismus) bir araya getirilmiştir-, 1898’in bakış açısından şunları yazmıştır: “Mevcut kuşağın, patentli formunda değilse bile en azından özsel olarak, sosyalizmin büyük ölçüde gerçekleşmesini görecek olduğu benim sıkı inancımdır. Toplumun bireylere karşı yükümlülüklerinin ve bireylerin topluma karşı görevlerinin ve bunlara karşılık gelen haklarının sürekli genişlemesi; ulus veya devlet olarak örgütlenen toplum tarafından ekonomik hayat üzerinde kullanılan denetim hakkının genişlemesi; belediyede, ilçede, ilde demokratik özerkliğin gelişmesi; ve bu organların görevlerinin artması -bütün bunlar benim için sosyalizmin gelişmesine, veya, eğer isterseniz, sosyalizmin parça parça gerçekleşmesine işaret etmektedir. Ekonomik girişimlerin özel yönetimden kamu yönetimine geçmesi, kuşkusuz, bu gelişmeye eşlik edecektir, fakat bu sadece kademeli olarak ilerleyecektir.”

4

Bu konum, Bernstein’ın iddia ettiği gibi, Marksizmin bir revizyonuna eşdeğer midir? Veya, bu, Bernstein’ın ortodoks rakiplerinin iddia ettiği gibi, Marksizmin terk edilmesinden başka bir şey değil midir? Bu soruyu cevaplandırmanın ilk adımı, konu ile ilgili başlıca meseleleri dile getirmektir. Birisi, kapitalist bir ekonominin sosyalist dönüşümünün politik bir devrim olmadan başlayabileceği iddiasıdır. Bir diğeri, kapitalist bir ekonominin sosyalist dönüşümünün politik bir devrim olmadan tamamlanabileceği iddiasıdır. Bernstein, hem başlangıç ve hem de bitiş tezlerini olumlamış görünmektedir: Kautsky, her ikisini de inkar etmiş görünmektedir. Yine, onların bu meseleleri birbirinden ayırarak çözümlemekteki yetersizliği her iki taraf için de karışıklık nedenidir.

Reformizmin ortodoks tanımı, Kautsky tarafından Sosyal Reform ve Devrim‘de (Social Reform and Revolution) formüle edilmişti, ve Lenin tarafından Devrimci Sosyal Demokrasi Platformu‘nda (Platform of Revolutionary Social Democracy) onaylanmıştı. Bu tanıma göre, reformist sosyalistler, sadece reformlar aracılığıyla kapitalist toplumu sosyalist topluma dönüştürmeyi öneren sosyalistlerdir. Kautsky şunları yazar: “Toplumsal dönüşümün bir aracı olarak politik devrimi ilkesel olarak reddedenler, bu dönüşümü yönetici sınıflardan koparılabilecek tavizlerle sınırlandırmaya çalışanlar, idealleri var olan toplum biçimine ne kadar karşı olursa olsun, sosyal reformcudurlar. … Sosyal reformlar için uğraşmak değil, fakat kendini açıkça bunlarla sınırlandırmak, bir sosyal reformcuyu sosyal devrimciden ayıran şeydir.” Kapitalist bir ekonominin sosyalist bir dönüşümünün politik bir devrim olmaksızın başlayabileceğini, fakat tamamlanamayacağını düşünen bir teorisyen, tanımlanan anlamda bir reformist değildir.

Yine, Kautsky, iddiasını tanımlanan anlamdaki reformistlerle sınırlamaz. Hem Sosyal Reform ve Devrim‘deki ve hem de İktidar Yolu‘ndaki (The Road to Power) tartışması, sosyalist dönüşümün politik devrim olmaksızın tamamlanamayacağı tezini ve sosyalist dönüşümün politik devrim olmaksızın başlayamayacağı tezini bir araya getirir. Örneğin, İktidar Yolu‘nun ilk kısmının sonunda, bir devrimin olacağından şüphelenmeyen fakat bunun en azından bir nesil sonra olacağına inanan sosyalistleri eleştirisine açıkça dahil eder.

Diğer yandan, Bernstein, toplumsal dönüşümü yönetici sınıflardan koparılabilecek bu tür reformlarla sınırlamayı önerdiği suçlamasını karikatür olarak küçümser. Evrimci Sosyalizm‘in Önsözünde, Bernstein, hiç kimse emekçi sınıflar için hükümetin kontrolünü ele geçirme zorunluluğunu inkar etmez, diye yazar. İnkar edilen, sosyalist dönüşümün tüm önlemlerinin bu olayın sonrasına kadar ertelenmesidir. Mesele tamamlanma değil fakat başlangıçtır.

Yine, Bernstein, kendisini sosyalist dönüşümün politik devrim olmadan başlayabileceğini iddia etmekle sınırlamaz. Evrimci Sosyalizm‘in bazı yerlerinde, o, henüz uzun bir zaman için işçi sınıfının politik iktidarı ele geçiremeyeceğini ileri sürer ve bu süre boyunca sosyalist hareketin parça parça reformlar için mücadele etmeye yoğunlaşması gerektiği sonucuna varır. Fakat, diğer yerlerde, Bernstein, demokratik kurumların gelişmesinin, sosyalist dönüşüm sürecinde, ne kadar uzak olursa olsun, herhangi bir aşamada bir devrim olasılığını zayıflattığını ileri sürer. İki sorunu birbirinden ayırmakta yetersiz kalan Kautsky, rakibinin koyduğu örneği izlemiştir.

Yüzyılın dönümünde, İngiltere’de, Fransa’da ve Almanya’da, reformist sosyalistler ve devrimci sosyalistler tarafından en hararetli şekilde tartışılan özgül taktik sorunlar, -hükümet halen kapitalist ellerde iken, seçim işbirliklerine girip girmeme, koalisyon hükümetlerine katılıp katılmama, ulusallaştırma önlemleri veya yoksullara yardım yasalarına karşı hangi tutumun takınılacağı-, tamamlanmadan daha çok başlama ile ilgili problemler ortaya koyar. Varsayalım ki, bir teorisyen, kaçınılmaz olmasına rağmen, politik devrimin, ekonominin sosyalist dönüşümünün halihazırda iyice ilerlediği bir noktada geleceği şeklinde konum alsın. Bu durumda, o, muhtemelen, sosyalizmden kazanacak olan büyük çoğunluğu örgütlemede ve eğitmede en önemli faktörün, onların parça parça reformlarla elde edilen faydaları fiilen deneyimlemesi olduğunu ileri sürecektir. Taktik bir kararla karşılaştığında, -bir seçim işbirliğine girip girmeme, bir koalisyon hükümetine girip girmeme, belli bir ulusallaştırma önlemini destekleyip desteklememe, veya belli bir yoksullara yardım yasası için oy kullanıp kullanmama-, böylesi bir teorisyenin sorduğu ilk soru, hangi politikanın kademeli, birikimli reform sürecini ilerletmesinin en muhtemel olduğudur. O, bu sürecin bir noktasında, kaybedenler ve kazananlar arasındaki çıkar çatışmalarının bir iç savaş şeklinde patlak vereceğini öngörür. Fakat, o, bu noktaya ulaşmadan önce, kazanacak kadar güçlü bir anti-kapitalist orduyu sadece sosyalizmin kısmi ediniminin eğitebileceğini ve örgütleyebileceğini ileri sürer.

Tersine, politik devrim olmadan sosyalist dönüşümün başlayabileceğini inkar eden bir teorisyen düşünelim. Bu durumda, o, muhtemelen, reformların, kapitalizm altında şöyle ya da böyle elde edilebildiği kadarıyla, sadece devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürecektir. Sosyalizm davasına hizmet eden, bir reformu elde etmek değil, fakat bunun için savaşmaktır. Palyatif önlemler değil, kavgalar, işçi sınıfını örgütleyen ve eğiten şeylerdir. Bir taktik kararla karşılaşıldığında, -bir seçim işbirliğine girip girmeme, bir koalisyon hükümetine girip girmeme, belli bir ulusallaştırma önlemini destekleyip desteklememe, belli bir yoksullara yardım yasası için oy kullanıp kullanmama-, böylesi bir teorisyenin sorduğu ilk soru, hangi politikanın iktidarın devrimci olarak ele geçirilmesini yakınlaştırmasının en muhtemel olduğudur. Bu standartla değerlendirildiğinde, devrimci olmayan bir durumda bir seçim işbirliğine veya bir koalisyon hükümetine girmek ilkesel olarak kabul edilemez. Ulusallaştırma önlemleri ve yoksullara yardım yasaları, devrimden sonra sosyalist bir ekonominin yaratılmasında kaçınılmaz olmasına rağmen, devrimden önce kapitalist devletin gücünün artmasına hizmet edebilir.

Bu düşünceler, Birinci Dünya Savaşından önce, reformist sosyalizm ve devrimci sosyalizm arasındaki çatışmada başlangıç tezinin merkezde olduğunu gösterir. Yine, bu zamanda bile hiçbir taraf iki meseleyi tutarlı olarak ayırmıyordu. Ve, Birinci Dünya Savaşından sonra, koalisyon taktiklerine ve ulusallaştırma önlemlerine karşı değişen tutumlar, tartışmanın odağını başlangıç tezinden bitiş tezine kaydırmıştır. Tarihsel kullanıma uymak için, reformist sosyalistleri, her iki tezi olumlayan kişiler olarak tanımlamak uygundur. Fakat teorik açıklığı desteklemek için, her birinin iddialarını sırasıyla ayrı ayrı çözümlemek gereklidir.

Öyleyse, revizyonizmin Marksizm ile ilişkisi nedir? Her iki tez için de Marx’ta hiçbir destek bulunamazsa, bu durumda revizyonist taktikleri savunmak, sadece Fabianizm için Marksizmi terk etmek anlamına gelir. Fakat, Marx, kapitalizmden sosyalizme geçiş modelleri arasına bir yarışan sistemler kalıbı dahil ettiği ölçüde, başlangıç tezi için destek sağlar. Bu sorun, esasen, Marx’ın kapitalist ekonomi çözümlemesine dayanır. Ve, Marx, iç savaş olmaksızın geçişin tamamlanabileceği durumları kabul ettiği ölçüde, bitiş tezi için destek sağlar. Bu sorun, esasen, Marx’ın kapitalist devlet çözümlemesine dayanır.

5

Marx’ın, Politik Ekonominin Eleştirisi‘ne (Critique of Political Economy) Önsözde sunduğu şekliyle, üretim güçleri ve üretim ilişkileri ayrımı, teknoloji ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi çözümlemek üzere tasarlanmış görünmektedir. Marx, orada, toplumsal üretim sürecinde insanlar arasındaki ilişkilerin toplam olarak toplumun ekonomik yapısını oluşturduğunu yazar. Her bir üretim ilişkileri kümesi, maddi üretim güçlerinin gelişmesinde belirli bir aşamaya karşılık gelir. Ve bu tür her bir ilişki kümesi, bir mülkiyet ilişkileri sistemine eşdeğerdir: sonraki sadece öncekinin hukuki ifadesidir.

Harfi harfine alındığında, bu değerlendirme, gerçekleri aşırı ölçüde basitleştiriyor görünmektedir. Her bir üretim tekniği, güçleri ve ilişkileri içeren bir süreç değil midir? Bu ilişkilerle mülkiyet ilişkileri arasında bire bir karşılık gelme gibi bir şey var mıdır? Örneğin, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği ortak bir teknolojiyi ne ölçüde paylaşmaktadırlar? Diğer yandan, İngiliz mülkiyet yasaları Sanayi Devrimi sırasında ne ölçüde değişmiştir? Teknoloji ve mülkiyet arasındaki bağlantıyı güçler ve ilişkiler arasındaki bir karşıtlık cinsinden betimlemek sadece bir mecaz olarak görünmektedir, ve bu yanıltıcı bir mecazdır.

Kapital‘de, Marx, fiilen, üretim güçleri ve ilişkiler arasındaki karşıtlığı, iki tür ilişki, teknolojik koşullanmalı ve mülkiyet koşullanmalı ilişki arasındaki karşıtlığa dönüştürmüştür. Örneğin, -ilk ciltte “İşbirliği” başlıklı kısımda ve üçüncü ciltte “Faiz ve Girişim Karı” başlıklı kısımda-, kapitalist üretimde yönetimin ikili rolünü tartışırken, Marx, mülkiyet ilişkilerinin teknolojik ilişkiler tarafından sınırlandığını fakat mülkiyet ilişkilerinin teknolojik ilişkilerle eşdeğer olmadığını düşünür. Bazı erken formülasyonlarının önerdiği teknolojik determinizm yerine, bu yaklaşım teknoloji ve mülkiyet arasında asimetrik bir etkileşimi kabul eder. Marx, Mill’in üretim yasaları ve dağıtım yasaları arasındaki karşıtlığını eleştirmeye devam etmekle birlikte, kendisinin üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki karşıtlığı tam olarak bu yönde gelişmiştir.

Mülkiyet ilişkilerinin teknolojik ilişkiler tarafından sınırlandığını fakat bunların eşdeğer olmadığını kabul etmek, verili bir teknolojik gelişme düzeyindeki bir toplumun birlikte var olan ve yarışan bir üretim biçimleri çeşitliliğine sahip olabileceğini ileri sürmektir. En büyük çeşitliliğin ve en sert rekabetin, teknoloji ve mülkiyet arasındaki gerilimin maksimum olduğu dönemlerde ortaya çıkması beklenebilir. Halihazırda işaret ettiğim gibi, Marx, feodalizmden kapitalizme geçiş değerlendirmesinde böylesi bir kalıptan bahsetmektedir. Birinci Enternasyonal’in Açılış Konuşmaları‘nda (Inaugural Address) ve Kapital‘in üçüncü cildinin bazı kısımlarında, Marx, ayrıntılara girmeksizin, kapitalizmden sosyalizme geçiş için benzer bir kalıba işaret etmektedir.

Kapital‘in üçüncü cildinin iki kısmında, -“Faiz ve Girişim Karı” ve “Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü” başlıklı kısımlarda-, Marx, bireysel kapitalist girişimcilerden anonim şirketlere geçişin anlamını çözümler. Marx, burada, anonim şirket şeklindeki girişimlerin gelişmesinin hem üretim araçlarının mülkiyetinin karakterini ve hem de sahiplerin üretim sürecindeki rolünü radikal olarak değiştirdiğini ileri sürer.

Tüm kapitalist üretim, her girişimin bir dizi doğrudan üreticinin kolektif etkinliğini gerektirmesi anlamında toplumsaldır. Yine, normalde, kapitalist toplumlarda üretim araçlarına bireysel olarak sahip olunur. Bireysel girişimden, anonim şirket şeklindeki girişime geçiş, toplumsal üretim ile özel mülkiyet arasındaki karşıtlığı değiştirir, çünkü üretim araçlarının bireysel mülkiyeti yerine kolektif mülkiyeti koyar. Anonim kapitalist mülkiyet iki uç arasında bir geçiş formudur: tek bir kapitalistin mülkiyeti ve birleşmiş üreticilerin mülkiyeti. “Kapitalist üretim biçiminin sınırları içerisinde, bu, özel mülkiyet olarak kapitalin aşılmasıdır.”

Bireysel girişimden anonim şirket şeklindeki girişime geçiş, üretim araçlarının sahiplerini üretim sürecinden koparır. Önceden bireysel kapitalistler tarafından yürütülen yönetimsel fonksiyonlar, şimdi, maaşlı yöneticilere aktarılmıştır. Bir zamanlar vazgeçilmez olan girişimci, şimdi bir rantiyeye dönüşmüştür, toprak sahibi kadar gereksiz hale gelmiştir. Rantiye sahipleri adına maaşlı yöneticiler tarafından yönetilen anonim kapitalist üretim, iki uç arasında bir geçiş formudur: tek bir kapitalistin yönettiği üretim ve birleşen işçiler adına maaşlı yöneticilerin yönettiği üretim. “Bu, kapitalist üretim biçimi içinde kapitalist üretim biçiminin aşılmasıdır -tam da yeni bir üretim biçimine geçiş noktasını açıkça gösteren kendi kendini ortadan kaldıran bir çelişki.”

Marx, bu gelişmenin karmaşıklıklarını ve çatışkılarını vurgular. “Bu, belli alanlarda tekeller oluşturur ve dolayısıyla devlet müdahalesini kışkırtır. Bu, yeni bir finansal aristokrasi, kurucu, spekülatör, ve sadece sözde yönetici şeklinde yeni bir parazit grubu yaratır; ve bu, spekülasyon, hisse senedi çıkarma, ve hisse senedi ticareti alanlarında tam bir dolandırıcı ve üçkağıtçı sistem yaratır. Bu, özel mülkiyet kontrolü olmaksızın özel üretimdir.”

Kapital‘in bireysel girişimden anonim şirket şeklindeki girişime geçişi tartıştığı her iki kısımda, Marx, ikinci bir geçiş formunu, kooperatif birliğini tartışır. Kooperatifler, anonim şirketlerden daha büyük ölçüde, üretim araçlarının mülkiyetinde ve üretim sürecinin yönetiminde can alıcı değişikliklere yol açarlar. Kooperatif bir girişimde kapitalist yönetimin ikili karakteri ortadan kalkar, çünkü yöneticinin işçilere karşı kapitali temsil etmesi yerine yöneticiye işçiler tarafından ödeme yapılır. Aynı zamanda, sadece, birleşen işçilerin kendi kapitalistleri olmaları ve üretim araçlarını kendi emekleri üzerinden kar elde etmek için kullanmaları şeklinde olsa da, toplumsal üretim ve üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki karşıtlığın üstesinden gelinir. Kooperatif birlikleri, kapitalist toplumda kapitalist olmayan üretimin gelişmesini temsil eder. “Bunlar, maddi üretim güçlerinin ve bunlara karşılık gelen toplumsal üretim biçimlerinin gelişmesinin belirli bir aşamasında, eski üretim biçiminden yeni bir üretim biçiminin ne şekilde doğduğunu ve geliştiğini gösterir.”

Bu farklı girişim türlerinin -anonim ve bireysel, tekelci ve rekabetçi, kooperatif ve kapitalist- yan yana olduğu dönem karmaşık bir yarışan sistemler kalıbı sunar. Kapital‘in, yeninin ve eskinin bu şekilde birlikte varoluşunu betimleyen kısımlarında, Marx, reformizmin minimum tezini, yani kapitalizmden sosyalizme ekonomik geçişin işçi sınıfı devlet iktidarına erişmeden başlayabileceğini olumlar.

6

Açılış Konuşmaları‘nda, Marx, işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesinin sonrasına kadar, kooperatif üretiminin toplumun her kesiminde kapitalist üretimin yerini alamayacağını ileri sürer. Bu, kapitalizmden kolektivizme geçişin yalnızca kooperatif girişim ve kapitalist girişim arasındaki ekonomik rekabet yoluyla tamamlanabileceğini inkar etmek anlamına gelir. Yine Marx, geçişin bu şekilde başlayabileceğini tasdik eder. Marx, kapitalist toplumda kooperatif hareketin gelişmesinin, emeğin politik ekonomisinin mülkiyetin politik ekonomisi üzerindeki esaslı bir zaferini gösterdiğini savunur.

Marx, Fabrika Yasalarının geçişinde böylesi bir diğer zafer görür. Açılış Konuşmaları‘nda, Marx, On Saat Tasarısının kanunlaşmasının, ilk kez, burjuvazinin politik ekonomisinin, kör arz ve talep kuralının, proletaryanın politik ekonomisine, toplumsal öngörü tarafından kontrol edilen toplumsal üretim, güpegündüz yenildiğine işaret ettiğini ileri sürer. Politik kontrol alanında tam zafer, ekonomik örgütlenme alanında olduğu gibi, işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesinin sonrasına kadar elde edilemez. Fakat her iki durumda da geçiş kısmi ve barışçıl değişikliklerle başlayabilir.

Geçiş ne kadar bir süre barışçıl kalabilir? İşçi sınıfının, bir noktada, iktidarı alması gerektiğine göre, bu değişim tamamen barışçıl amaçlarla gerçekleşebilir mi? Bu soruyu sormak, reformizmin minimum tezinden reformizmin maksimum tezine, kapitalist bir ekonominin sosyalist dönüşümünün bir proleter devrimi olmaksızın tamamlanabileceği iddiasına geçmektir. Bu ikinci iddia için Marx’ın yazılarında nasıl bir destek bulunabilir?

Birinci Enternasyonal’in Amsterdam şubesine 1872’de yaptığı bir konuşmada, Marx, bazı ülkeler için sosyalizme barışçıl bir geçişin mümkün olduğunu savunur. Sosyalist bir toplumu kurmak için işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesinin zorunlu olduğunu ileri sürdükten sonra, Marx ekler: “Kuşkusuz, bu amaca giden araçların her yerde aynı olacağını ima ettiğim şeklinde anlaşılmamalıyım. Farklı toprakların kurumlarına, geleneklerine, ve göreneklerine özel bir hürmet gösterilmesi gerektiğini biliyoruz; ve Birleşik Devletler ve İngiltere gibi, işçilerin amaçlarına barışçıl araçlarla ulaşmayı ümit edebilecekleri belli ülkeler olduğunu inkar etmiyoruz. Eğer yanılmıyorsam, Hollanda aynı kategoriye dahildir. Böyle olmakla birlikte, pek çok Kıta ülkesinde fiziksel kuvvetin devrimin kaldıracı olmak zorunda olacağını kabul etmeliyiz.”

Barışçıl geçişin mümkün olduğu ülkeleri, barışçıl geçişin mümkün olmadığı ülkelerden ayıran nedir? Marx, 1871 Nisanında Kugelmann’a yazdığı bir mektupta, kısmi bir cevap önerir. Burada, Marx, Kıtadaki her halk devriminin başarısı için, devrimcilerin, askeri-bürokratik devlet mekanizmasını kendi kontrollerine almaya girişmeleri yerine, bu mekanizmayı parçalamalarının esas olduğunu ileri sürer. Ancak, Marx, bu politikanın Kıta dışındaki sosyalistler için neden esas olmadığını hiçbir yerde belirtmez. Bu, İngiltere’de veya Birleşik Devletler’de askeri-bürokratik devlet mekanizması olmadığı için midir? Veya bu, bu ülkelerde var olan askeri-bürokratik mekanizmalar sosyalist kontrol altına alınabileceği için midir?

Marx, kuşkusuz, yetmişlerin başında, hem İngiltere’de ve hem de Birleşik Devletler’de, askeri ve sivil, bir bürokratik organizasyonun var olduğunun farkındaydı. Marx, barışçıl geçiş olanağı inancını bu bürokrasilerin boyutuna mı dayandırıyordu? Bu durumda, eğer Marx, bu askeri-bürokratik devlet mekanizmalarının sonraki genişlemesini görecek kadar yaşamış olsaydı, herhangi bir barışçıl geçiş umudunu terk etmiş olacaktı. Bu, Lenin tarafından Devlet ve Devrim‘de (State and Revolution) ve Dönek Kautsky‘de (The Renegade Kautsky) vurgulanan yorumdur. Veya, Marx’ın barışçıl geçiş olanağı inancı, bu ülkelerin “kurumları, gelenekleri, ve görenekleri” dolayısıyla, seçilmiş bakanların İngiltere’nin ve Birleşik Devletler’in bürokratları üzerinde uyguladıkları kontrolün derecesine mi dayanıyordu? Bu durumda, bürokrasiler büyüse bile, barışçıl geçiş olanağının reddedilmemesi gerekir. Ve Kıta ülkeleri benzer kurumlar, gelenekler, ve görenekler geliştirdiği ölçüde, barışçıl geçiş bunlar için de bir olanak olabilir. Bu, Engels tarafından Erfurt Program Taslağının Eleştirisi‘nde (Critique of a Draft for the Erfurt Program) vurgulanan yorumdur.

İngiltere ve Birleşik Devletler için bile, Marx, iç savaş olanağını dışlamamıştır. O ve partisi, diye yazmıştır 1880’de Hyndman’a, bir İngiliz devriminin “zorunlu değil, fakat -tarihsel teamüllere göre- mümkün” olduğunu düşünmüşlerdir. İşçi sınıfının, bürokratik bir isyan olmaksızın, barışçıl olarak iktidara gelebileceğini varsayalım. Bu durumda, yeni hükümet, sömürenlerin isyanı ile karşılaşmadan, toplumun dönüşümü için radikal önlemler alabilir miydi? Toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin zararının karşılanması politikası üzerine, Engels, Fransa’da ve Almanya’da Köylü Sorunu‘nda (The Peasant Question in France and Germany) şunları yazar: “Marx, bana, kendi düşüncesine göre, onların büyük çoğunluğunu satın alabilmemiz durumunda en ucuz şekilde kurtulacağımızı (hem de ne kadar sık!) anlatmıştı.” Lenin, bunu, bunun yetmişlerin İngiltere’sinde bir tazminat politikasının barışçıl bir geçişi sağlayabileceği anlamına geldiği şeklinde yorumlamıştır. Bu somut durumda, diye yazar Lenin ‘Sol Kanat’ Çocukluğu’nda (‘Left-Wing’ Childishness), “Eğer koşullar, kapitalistleri, bunların satın alınmalarının sağlanmasıyla, barışçıl olarak boyun eğmeye ve kültürlü, örgütlü bir şekilde sosyalizme geçmeye zorlayacak şekilde olsaydı, kapitalistlere iyi bir ödeme yapmayı, fidye vermeyi düşünmek tümüyle kabul edilebilirdi.” Fakat, Engels’in Kapital‘in İngilizce çevirisinin Önsözündeki değerlendirmesine göre, Marx iyimser değildi. Marx’ın çalışmalarının, onu, İngiltere’nin, kaçınılmaz toplumsal devrimin barışçıl ve yasal araçlarla tümüyle gerçekleştirilebileceği Avrupa’daki tek ülke olduğu sonucuna varmaya götürmüş olduğunu aktaran Engels, şunları söyler: “Marx, İngiliz yönetici sınıflarının ‘kölelik yanlısı bir isyan’ olmaksızın, bu barışçıl ve yasal devrime boyun eğmesini hiç de beklemediğini eklemeyi kesinlikle hiçbir zaman unutmamıştır.”

7

Marx’ın taktik ve teorik yazıları, önceki alıntıların göstermiş olduğu gibi, reformist sosyalizmin her iki tezi için biraz destek sağlamaktadır. Fakat, çok fazla değil. Başlangıç tezi, önemli olmakla birlikte, sadece birkaç ayrı pasajda ortaya konulmuştur. Bitiş tezi, başlangıç tezinden daha az açık ve daha az kategorik olarak olumlanmıştır. Yine de, Marksçı teoriyi reddetmediğini, gözden geçirdiğini ileri süren Bernstein, bu dağınık parçalara ek olarak başka kanıtlara başvurabilirdi. Marx’ın kabataslak açıklamış olduğu bu yarışan sistemler kalıbı, Engels tarafından, özellikle Marx’ın ölümünden sonraki oniki yıl boyunca yazdığı yazılarında, incelikle işlenmiş ve vurgulanmıştı.

Marx, Kapital‘in üçüncü cildini 1864 ve 1865’te (yayınlanmasından otuz yıl önce) yazmıştı, ve Açılış Konuşmaları aynı döneme aittir. Engels, Anti-Dühring‘i bir oniki yıl sonra, 1877 ve 1878’de yayınlamıştır; ve 1880’de bu çalışmanın üç kısmı, küçük eklemelerle, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm (Socialism: Utopian and Scientific) olarak yayınlanmıştı. Marx’ın ölümünden sekiz yıl sonra, 1891’de, Engels, Erfurt Program Taslağının Eleştirisi‘ni yazmıştır. Kendi ölümünden önceki yıl, 1894’te, Kapital‘in üçüncü cildini, editör yorumuyla, yayınlamıştır. Engels’in tüm bu yazıları başlangıç tezini destekleyen ifadeler içermektedir. Ve bir tanesi, bitiş tezinin açık ve özgül bir olumlamasını içerir.

Marx, bireysel girişimden anonim girişime geçişin “kapitalist üretim biçimi içinde kapitalist üretim biçiminin aşılmasını” gösterdiği iddiasını ortaya atmıştır. Anti-Dühring‘te -“Teorik” başlıklı kısımda- ve Kapital‘in üçüncü cildinde -“Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü” başlıklı kısma eklenen bir yorumda-, Engels bu iddiayı tekrarlar.

Marx, anonim şirketlerin gelişerek tekelleşmesi eğilimine işaret etmiştir. Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm‘de -“Teorik” başlıklı kısma bir ekte- ve Erfurt Program Taslağının Eleştirisi‘nde, Engels, aynı eğilime işaret eder. Fakat, anonim şirketlerin gelişerek tekelleşmesinin, kapitalist toplumun plansız üretiminden “istila halindeki sosyalist toplumun planlı üretimine” bir geçişi temsil ettiğini iddia ederek Marx’tan daha ileri gider.

Marx, tekellerin gelişmesinin devlet müdahalesini kışkırtacağını önermiştir. Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm‘de, Engels, bu öneriyi incelikle işler. Engels, anonim şirketlerin gelişmesini, tröstlerin ve tekellerin gelişmesini, ve böylesi girişimlerin ulusallaştırılmasını tüm üretim araçlarının toplum tarafından ele geçirilmesinin ardışık basamakları olarak betimler. Eğer bir girişimin boyutu artmaya devam ederse, diye yazar Engels, halihazırda sözü geçen kısımda, “kapitalist toplumun resmi temsilcisi -devlet- nihayetinde bunun yönetimini ele geçirmek zorunda kalacaktır. Bu devlet mülkiyetine dönüşme zorunluluğu ilk önce ulaştırma ve haberleşme alanlarında ortaya çıkar: postane, telgrafhaneler, demiryolları.”

Marx gibi, Engels de, bu geçiş gelişmelerinin karmaşıklıklarını ve çatışkılarını vurgular. Ne anonim şirketlerin ve tröstlerin oluşturulması, ne de bu tür girişimlerin ulusallaştırılması, diye devam eder Engels, üretim araçlarının kapitalist mülkiyetini aşar. Ulusallaştırma, kapitalist devleti bir büyük-ölçekli kapitalist girişime çevirir. “Çalışanlar ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Sermaye ilişkisi aşılmamıştır fakat bir uca itilmiştir. Ve bu uçta o tahrip olur. Üretim güçlerinin devlet mülkiyeti bu çatışmanın çözümü değildir; ancak bu çözümün formel araçlarını, kaldıraçlarını sağlar.”

Bu tür karışıklık yaratıcı faktörler yüzünden, Engels, her ulusallaştırma vakasını sosyalizme doğru bir adım olarak kabul etmeyi reddeder. Ulusallaştırma önlemleri, iki koşul kümesine göre, somut olarak değerlendirilmelidir: birincisi, var olan ekonomik gelişme düzeyi, ve ikincisi, var olan politik demokrasi derecesi.

Anti-Dühring‘te, Engels, Bismarck’ın demiryollarını ulusallaştırmasının sosyalizme doğru bir adım olduğu iddiasını reddetmek için ekonomik gelişme testini kullanır. “Teorik” başlıklı kısımda, Engels, Bismarck’ın eyleminin altında yatan şeyin ekonomik zorunluluk olmadığını, fakat askeri etkinlik, politik avantaj, ve özel kazanç düşüncesi olduğunu ileri sürer. Bu tür durumlarda, ulusallaştırma sosyalizme doğru bir adım değildir. “Sadece ne zaman ki üretim veya haberleşme araçları gerçekten anonim şirketler tarafından yönetilemeyecek kadar büyür, değişim ekonomik olarak kaçınılmaz olur, o zaman ulusallaştırma, -bugünün devleti tarafından yürütülse bile-, ekonomik bir ilerlemeyi, tüm üretim güçlerinin toplumun kendisi tarafından ele geçirilmesine yönelik bir diğer adımı gösterir.”

Ulusallaştırmanın ekonomik olarak zorunlu olduğu her durum sosyalizme doğru bir adımı gösterir mi? Bu soru, reformizmin maksimum tezi ile, kapitalist bir ekonominin sosyalist dönüşümünün bir proleter devrimi olmaksızın tamamlanabileceği iddiası ile bağlantılı meseleler ortaya çıkarır. Eğer proleter devrimi kaçınılmazsa, ulusallaştırma önlemleri, hükümetin gücünü halkın gücü karşısında kuvvetlendirmedeki etkileri açısından değerlendirilmelidir. Eğer bu tür önlemler devrimden önce yürürlüğe konulursa, diye önerir Engels, Kasım 1879’da Bebel’e yazdığı bir mektupta, bunlar sosyalizmin nihai zaferine yardım etmekten daha çok bunu zorlaştırırlar. Diğer yandan, sosyalizme geçişin barışçıl bir şekilde becerilebilmesi durumunda, başlangıç ve bitiş arasında bu tür çatışmaların ortaya çıkmasının gerekmeyeceği ileri sürülebilir.

Erfurt Program Taslağının Eleştirisi‘nde, Engels, Bismarck’ın Almanya’sında sosyalizme barışçıl bir geçiş olanağını inkar eder. Engels, taslağı Alman devletinin demokratik olmayan karakterini görmezden gelmekle eleştirerek şunları yazar: “Sonunda bu toplumun eski politik yapıdan çıkarak gelişmesinin -bir yengeç gibi, bu eski kabuğu kuvvet kullanarak parçalamasının- zorunlu olup olmadığını sormazsak, ‘bugünkü toplumun sosyalizme doğru geliştiğini’ ileri sürmekle kendimizi ve Partiyi kandırırız. Almanya’daki bugünkü toplum yarı-mutlakıyetçi, tarifsiz biçimde karmakarışık politik düzenin zincirlerinden kurtulmamalı mıdır?”

Daha sonra, Engels, Almanya’nın durumunu çağdaş demokratik devletlerle karşılaştırır. “Tüm gücün halkın temsilcilerinin elinde toplandığı, anayasaya göre çoğunluğun desteğini sağlayan her şeyin yapılabileceği ülkelerde, eski toplumun barışçıl bir şekilde yeni topluma doğru gelişebileceği düşünülebilir. Bu, Fransa ve Birleşik Devletler gibi demokratik cumhuriyetlerdeki durumdur. Kraliyet ailesinin ödeneğinin basında günlük olarak tartışıldığı ve monarşinin halkın iradesine karşı koyamayacak kadar güçsüz olduğu İngiltere gibi monarşilerde de yine durum budur.”

Engels’in tüm yazıları arasında, reformist sosyalizmin hem minimum tezi ve hem de maksimum tezi için en kuvvetli şekilde destek sağlayan pasaj budur. Önce, Engels, Almanya’da kapitalizmden sosyalizme ekonomik geçişin ilerlemekte olduğunu kabul eder. Bu başlangıç tezini olumlar. İkinci olarak, Engels, İngiltere’de, Birleşik Devletler’de, ve Fransa’da bu geçişin bir proleter devrimi olmaksızın tamamlanabileceğini ileri sürer. Bu bitiş tezini olumlar. Marx’ın Fransa’yı Almanya ile birlikte karşı grupta sınıflandırmasından yirmi yıl sonra, neden Engels, Fransa’yı, İngiltere ve Birleşik Devletler ile birlikte gruplandırmıştır? Engels’in, Fransız bürokratik-askeri mekanizmasının aradan geçen yıllarda küçülmüş olduğuna inanmış olmasından mıdır? Veya, Engels’in, Üçüncü Cumhuriyetin stabilizasyonunun bu mekanizmanın halk kontrolünden bağımsızlığını zayıflatmış olduğuna inanmış olmasından mıdır?

Bernstein bile, Engels’in sürekli devrim kalıbını reddettiği gibi artan sefalet kalıbını da reddettiğini iddia etmemiştir. Hayatının geri kalan son yıllarında, Engels, kendisinin ve Marx’ın kırk yıldan daha uzun süre önce aynı kehanette bulunmuş olduklarındaki kadar güvenli bir şekilde, sınıf kutuplaşması ve artan sefalet tezlerinin hemen doğrulanacağı kehanetinde bulunmuştur. Fakat, teorik ve taktik yazılarında baskın olmaya devam eden artan sefalet kalıbının yanı sıra, Engels, Marx’ın yarışan sistemler kalıbı önerilerini geliştirmiş ve giderek artan ölçüde vurgulamıştır. Kautsky ve Bernstein arasında Engels’in ölümünden sonra patlak veren polemikler sadece Marksizmin ve Fabianizmin karşılaşmasını göstermez. Bunlar, Marksçı teorideki gizli bir gerilimin politik eğilimlerin açık bir çatışmasına dönüşmesini de gösterir.

8

Engels’in ölümünden zamanımıza kadar, üç taktiğin çatışması Marksçı sosyalistleri tekrar tekrar bölmüştür. Birinci Dünya Savaşından önceki dönemde, Bernstein, Kautsky, ve Lenin tarafından temsil edilen politikaların karşılaşması söz konusuydu. Bu savaşın sonu ile Lenin’in ölümü arasındaki dönemde, İkinci Enternasyonal, Viyana Birliği (veya, “İki buçuğuncu Enternasyonal”), ve Üçüncü Enternasyonal tarafından temsil edilen politikaların karşılaşması söz konusuydu. Stalin’in yükselişi ve Troçki’nin sürgünü arasındaki dönemde, İkinci, Üçüncü, ve Dördüncü Enternasyonaller tarafından temsil edilen politikaların karşılaşması söz konusuydu. Ve, şimdiki dönemde, Tito, Kruşçev, ve Mao tarafından temsil edilen politikaların karşılaşması söz konusudur. Kuşkusuz, üç gelenekten hiçbirisi, önemli modifikasyonlar, eklemeler, veya -özellikle Stalin’in durumunda- karşıt kalıpların karışımı olmaksızın, ardışık dönemlerde sadece tekrar dile getirilmekle kalmamıştır. Kuşkusuz, kapitalizmden sosyalizme geçişin karakteri, esas mesele olmakla birlikte, tartışılanlardan sadece birisi olmuştur. Ve kuşkusuz, bu tartışmaların tarihsel nedenleri, yarışmacıların başvurduğu teorik ilkelerden ayrılmalıdır. Yine, teorinin sorunları işin içine girdiği ölçüde, bunların çözümlenmesi için bir anahtar, -çözümlemenin kendisi çok zor olmakla birlikte-, üç kalıbın karşıtlığı tarafından sağlanır: azınlık devrimi, çoğunluk devrimi, ve parça parça reform.

Şimdiki dönemde, kapitalizmden sosyalizme geçiş üzerine olan Komünist tartışmalar üç problem üzerinde yoğunlaşır: birincisi, Komünist partiler iktidarda olmadıkları ülkelerin iç politikalarında hangi taktikleri benimsemelidir; ikincisi, Komünistlerin iktidarda oldukları ülkelerde sosyalizmi kurmak için hangi taktikler benimsenmelidir; ve üçüncüsü, ittifak halindeki emperyalist güçlerle, diplomatik ve askeri karşılaşmalarında bir grup olarak Komünist ülkeler tarafından hangi taktikler benimsenmelidir. Bu meselelerin her birinde, Yugoslav, Rus, ve Çin Komünistleri aynı göreli konumu alırlar. Yugoslavlar, iddialarını bir yarışan sistemler kalıbına dayandırarak kademeli taktikleri savunurlar. Çinliler, iddialarını sürekli devrim kalıbına dayandırarak “kafa kafaya çarpışma” taktiklerini savunurlar. Ve, Ruslar, bu ikisinin arasında bir yerde bir duruş geliştirmeye gayret ederler.

Komünist partiler iktidarda olmadıkları ülkelerin iç politikalarında hangi taktikleri benimsemelidir? Yugoslavya Komünist Birliği tarafından 1958’de kabul edilen Program, ilk iki bölümünde, revizyonizmin modern bir versiyonunu ortaya koyar. Başlangıç tezi iddianın merkezidir. Emperyalist ülkelerde, kapitalist ekonomilerin sosyalist dönüşümü halihazırda ilerlemektedir; sömürge ve eski-sömürge, azgelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş hareketleri bu yönde ilerlemektedir. Bitiş tezi de olumlanmıştır. Sosyalizme barışçıl geçiş beklentileri, şimdi, geçmişte herhangi bir zamanda olduğundan daha parlaktır. Modern revizyonizmin bu programının karşısına, Çinli Komünistler, hem emperyalist ve hem de azgelişmiş ülkeler için, Leninist ortodoksinin taktiklerini koyarlar. İlk kez 1956’da Yirminci Parti Kongresinde Kruşçev tarafından ilan edildiği üzere, şimdiki dönemde sosyalizme parlamenter bir geçiş olanağını olumlayan Rus Komünistleri Leninist azınlık devrimi doktrinini reddetmişlerdir. Fakat, onlar, kapitalist ekonomilerin sosyalist dönüşümünün halihazırda ilerlemekte olduğu şeklindeki revizyonist tezi kabul etmemişlerdir. Rusların konumu ile ilgili olarak belirsiz kalan, onların çoğunluk devriminin taktiklerini sınıf kutuplaşması ve artan sefalet öngörülerinden ayırmanın mümkün olduğuna ne ölçüde inandıklarıdır.

Komünistlerin iktidarda oldukları ülkelerde sosyalizmi kurmak için hangi taktikler benimsenmelidir? Burada temel problem tarımın kolektivizasyonudur. Yugoslavlar ve Polonyalılar, sosyalist inşayı bir yarışan sistemler kalıbı cinsinden tasavvur ederek, Lenin tarafından 1921’in Yeni Ekonomi Politikasında ortaya konan kademeli taktikleri savunurlar. 1957’de, Sosyalist Ülkelerin Komünist Partilerinin Deklarasyonu sırasında, Ruslar ve Çinliler, 1928’de Stalin tarafından benimsenen zorunlu kolektivizasyon politikasını -bir yukarıdan devrim politikası- karşısına koyarak, bu “revizyonist” yaklaşımı suçlamakta birleştiler. Fakat, bunların anlaşması bir yıldan önce, Çinliler sosyalist inşa görevine sürekli devrim sloganını uygulayarak Komün hareketini başlatmakla Stalin örneğinin ötesine geçtiklerinde, sona erdi.

İttifak halindeki kapitalist güçlerle, diplomatik ve askeri, bir grup olarak karşı karşıya kalan Komünist ülkeler tarafından hangi taktikler benimsenmelidir? Burada esas mesele, atomik savaş tehdididir. Mevcut durumda, Komünistler, 1915’teki Lenin gibi, gerektiğinde askeri araçlarla, devrimi sosyalist ülkelerden kapitalist ülkelere yaymak üzere militan bir mücadele programı önerebilirler mi? Veya onların, 1924’te Stalin tarafından ortaya konan tek ülkede sosyalizm doktrininde -Troçki tarafından sürekli devrim sloganı ile eleştirilen bir yarışan sistemler kalıbı- örtülü olarak var olan barış içinde bir arada yaşama taktiklerini geliştirmekten ve iyileştirmekten başka hiçbir seçeneği yok mudur?

Bu meselede Çin’in konumu, dünya ölçeğinde sosyalizmin güçlerinin şimdi emperyalizmin güçlerine ezici bir şekilde üstün olduğu tezine dayanır, bu tez ilk kez 1957’de Mao tarafından Moskova’da toplanan Komünist liderlere ilan edilmiştir. Bu gerçek beyanından iki taktik sonuç çıkartılır. Birincisi, sosyalist ülkeler yerel kurtuluş savaşlarını desteklemekte tereddüt etmemelidir. Ve ikincisi, sosyalistlerin Üçüncü bir Dünya Savaşına karşı tutumları şu şekilde olmalıdır: Biz ona karşıyız fakat ondan korkmuyoruz.

Yugoslavlar ve Ruslar bundan korkuyorlar. Yugoslavlar, tarafsız ülkeleri, barış içinde bir arada yaşamaya ve silahsızlanmaya destek sağlamak üzere örgütlemeye çalışarak her iki askeri bloğun dışında kalmışlardır. Ruslar Çinlilerin askeri müttefikleridir. Fakat bu ittifak, Rusların, Çinlilerin nükleer savaşın insan maliyetini değerlendirmede gösterdikleri irrasyonelliği ve sorumsuzluğu olarak düşündükleri şeye karşıtlığıyla kırılma noktasına kadar zorlanmıştır.

9

Şimdi Marksizmi temellerinden sarsmakta olan taktik tartışmalar, zamanımızın esas problemini yansıtmaktadır, Komünizmin artan gücü ile artan atomik yıkım tehdidi arasındaki uğursuz gerilim. Üçüncü bir Dünya Savaşı olasılığını azaltmak için Marksçı taktikleri modifiye etmek, yapılabilir ve istenen bir şey midir? Ruslar, çoğunluk devrimlerinin mevcut dönemde mümkün olduğunu ileri sürdüklerinde, onlar, Komünistlerin her yerde azınlık devriminin taktiklerini reddetmeleri ve kendilerini çoğunluklar için mücadele etmekle sınırlamaları gerektiğini mi kastederler? Bunun yapıldığını kabul edelim. Mevcut huzursuz ateşkesin bir kuşak boyunca sürdüğünü, bu sırada sosyalist ülkelerin kazanımlarının diğer ülkelerdeki çoğunlukları sosyalizmin tek cevap olduğuna ikna ettiğini varsayalım. Sonra ne olacak? Ruslar, barışçıl geçişlerin mevcut dönemde mümkün olduğunu ileri sürdüklerinde, onlar, iç savaşın dış müdahaleye yol açabileceği gerekçesiyle, Komünistlerin her yerde çoğunluk devriminin taktiklerini reddetmeleri gerektiğini mi kastederler? Fakat, eğer Komünistler kendilerini sürekli olarak barışçıl geçiş taktikleri ile sınırlandırırsa, onların Marx’ın devrimci geleneğine bağlılığının ne anlamı kalır? Ve, eğer onlar bu tür taktiklerin peşine düşmeye karar verirlerse, onlar bu kararlarını olayların gerçek akışına uygulayabilecekler mi?

Feodalizmden kapitalizme geçişi tartışan Marx, –Kapital‘in ilk cildinin sanayi kapitalistinin kökeni ile ilgili bölümünde-, sömürge sistemi ile ilgili olarak şunları yazar: “O, Avrupa’nın eski ilahlarının yanına sunağa kendini yerleştiren ve güzel bir sabah, bir itiş ve tekme ile, bunları bir yığın halinde öldüren ‘tuhaf tanrı’ idi.”

Burada ima edilen, Marx’ın çok beğendiği bir eser olan Rameau’nun Yeğeni‘dir. Diderot, tuhaf tanrı mecazını, onsekizinci yüzyıl Avrupa uygarlığını reforme etmeye çalışan Aydınlanmanın taktiklerini betimlemek için kullanır. “Doğanın ve benim Üçlümün kuralı, Cehennemin kapıları bunun karşısında duramayacaktır -Doğru, ki o Babadır ve İyiyi doğurur, ki o Oğuldur, ki ondan Güzel olan çıkar, ki o Kutsal Ruhtur-, kendini çok sessiz bir şekilde kabul ettirir. Tuhaf tanrı, kendini, ülkenin ilahının yanına, sunağa alçak gönüllülükle yerleştirir. Yavaş yavaş o kendini daha sağlam yerleştirir. Sonra, güzel bir sabah, komşusunu dirseğiyle iter, ve -çatırtı!- ilah yerde yatmaktadır.” Sömürge sistemini, Diderot’nun tuhaf tanrısına benzetmekle, Marx, sadece iki gelişme kalıbı arasındaki benzerliğe işaret etmekle kalmaz, fakat, eski kültürün altının Aydınlanma fikirleri tarafından oyulmasının, eski politik ve ekonomik kurumların altının kapitalizmin büyümesi ile oyulmasını yansıttığını da ileri sürer.

Tuhaf tanrı mecazını kullanmakla, Marx, Diderot’nunkinden bile daha çok beğendiği ikinci bir eseri, Hegel’in Fenomenoloji‘sini de ima ediyor olabilir mi? Diderot, tuhaf tanrının taktikleri ile örneklenen, “amacına doğru gürültü veya kan dökme olmadan, hiç şehit vermeden ve tek bir tutam saç bile yolunmadan ilerleyen” politik yöntemin ona en iyi yöntem olarak göründüğünü yazmıştı. Fakat, Napolyon döneminin bakış açısından Aydınlanma üzerine kafa yoran Hegel, Aydınlanmanın niyetlerini ve sonuçlarını, sert bir alayla, karşılaştırır. Tuhaf tanrı konusunda Diderot’dan alıntı yaptıktan sonra, Hegel ekler: “Eğer enfeksiyon ruhsal hayatın her organına nüfuz etmişse; eğer, sadece, hafıza tarih olarak, insanların nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde ortadan kaybolan ruhun önceki vücut bulmasının ölü formunu koruyabiliyorsa; eğer, diz çöken tapınanlardan önce ayağa kalkan yeni Akıl İblisi sadece ölü bir deri olanı ağrısızca dökmüşse, o zaman öğlesinin kan kırmızısı olmadığı ‘güzel bir sabah’ olacaktır.”

Bizim dönemimizde, kapitalizmin eski ilah rolünü, ve sosyalizmin tuhaf tanrı rolünü oynaması mukadder midir? Bu kez çatırtı gerçekten de çok patırtılı olabilir.

 

 



* Stanley Moore, Three Tactics, The Background in Marx, Monthly Review Press, New York, 1963, ss. 65-96.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar