Ana SayfaArşivSayı 68-69Ezilenlerin Safında Marksist Olmak

Ezilenlerin Safında Marksist Olmak

 

 

Ezilenlerin Safında Marksist Olmak

Vedat Tanzili

Ezilenlerin safında yer almak için Marksist olmak gerekmiyor ama Marksistler hareket ve mücadele içindeki ezilenlerin fiilen yanında yer alırlar.[1]

Mücadele eden ezilenler, ideolojiden arınmış ‘boş bir kafa’yla ya da sadece fiziki varlıklarıyla karşımıza çıkmıyor. Onlar mücadele pratiklerine birtakım ideolojik anlamlar atfedip bunları temellendiren teoriler benimsiyor. Mücadele eden ezilen, ideolojisi, dini, imanı, kültürüyle bir bütün olarak eziliyor. Onun için de mücadele eden ezilenin ideolojisini, mücadele pratiklerini eleştirmek bir Marksistin işi değildir, bir Marksiste düşen görev mücadele eden ezilenin yanı başında olmaktır. Ama söz konusu ezilenlerin teorileri olduğunda bu kez de Marksiste düşen görev teorik olarak Marksizmi ezilenlerin her türden ideolojilerinden radikal bir biçimde ayırmaktır.

Marksizm, kurucuları tarafından sadece bir teori olarak algılanmadı, aynı zamanda işçi örgütleri ve hareketlerinin politik eylemlerini belirleyen bir ideoloji olarak algılandı. Bir eylem kılavuzu olarak Marksizm, ezilenlerin ideolojisi olarak şekillenmiş olsa da onu ezilenlerin pratik ideolojilerinden ve teorilerinden ayırıp farklı bir yere konumlandıran, onun, daha önce olmayan bir bilimi oluşturması ve temellerini bu bilimden alıyor olmasıdır.

Marksizme göre kapitalizm öncesi toplumlar da dahil olmak üzere ezilenlerin içinde bulundukları toplumsal koşullar aynı şekilde ezilenlerin pratik ideolojilerinin zeminini oluşturur. Bu maddi temel değişmediği müddetçe, ezilenler, olanı reddedip konumlarının koşulladığı yıkıcı pratikleri sergilemeye devam edeceklerdir. Tarihsel süreç içinde maddi temelde yaşanan biçimsel dönüşümler, ezilenlerin toplumsal konumlarını değiştirmemiş, bir üst aşamada ezme ve ezilme ilişkisi yeniden kurulmuştur. Ezilenler yeni koşullara uyumlu ideolojik öğeleri benimseyerek kurulan sistemlere muhalif olmayı sürdürmüşlerdir.

Ezilenlerin pratik ideolojisi, Marksizm öncesinde kapitalist sistemin karakterini oluşturan sömürü ilişkilerini eleştiri içinde ideolojik olarak biçimlenmiş Marksizmin bazı boyutlarına kendiliğinden ulaşmıştır. Ancak bu eleştiri, burjuva ideolojisinin hegemonyasını kırmadan, onun egemenliği altında ve ona tabi bir şekilde tamamlayıcı bir rol oynar. Ezilenlerin nihai kurtuluşunu sağlayamaz.

Marksizmin herhangi bir sınıfın ideolojisi, politikası olmaması, onun kendisini ve tüm ezilenleri kapsayacak şekilde yapılandırılmasını gerektirir.

Marksizm dışı akımlar gibi, Marksizmin de ezilenlerle ilişkisi ontolojik niteliktedir. Ontolojik düzlemde Marksizm, ezilenlerle politika bileşimi aracılığıyla ilişki kurar ve kendisini ezilenlere bağlar.

Ezen-ezilen ayrımı Marksist politikanın ontolojik zeminidir. Bu zemin üzerinde, ezen-ezilen ayrımını temel alan Marksist politika için, içinde bulundukları konjonktürde mücadele eden ezilenler politik olarak ilerici ve devrimcidirler.

***

Marksizmin devrimcilikle eşitlenmesine, sınırlarının devrimcilik tarafından belirlenmesine razı olmamak gerekir. Çünkü Marksizmin devrimciliğin dışında da olması gereken boyutları var ve buralarda karşılığının oluşturulması zorunludur. Ancak politikada devrimci olmadan Marksist olunamaz. Marksizmin politik niteliği devrimciliktir.

Bununla birlikte, uzunca bir dönemdir, Marksizmin pratik devrimcilik boyutunda erime yaşanıyor. Marksizm esinli hareketler, pratik devrimcilik üretemiyorlar. Reformistler ile devrimciler arasındaki ayrımda gerçek bir ayıraç olan devrimci pratiğin, ayrım işlevi görmediği günümüz koşullarında Marksizmin politikada hakkıyla temsil edildiğini söylemek kolay değil. Marksizmin politika alanında varlığı Marksizm esinli hareketlerin aldığı ideo-politik tutumlar aracılığıyla saptanabiliyor. Bu tavır ve tutumlar, ahlaki zeminde Marksizmin devrimci niteliğini korumak bağlamında önemli ve son derece saygıdeğer olmalarına rağmen, en olumlu yönlerinde bile Marksizme yönelim içinde olan girişimler kapsamının dışına çıkamamaktadır.

Marksist hareketler, pratik devrimcilik ürettikleri dönemde ezilenlerin belli bir kesimini saflarına çekip onları başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandırarak seferber etmeyi başarmıştı. Ezilenler, kendilerini, tepkilerini, özlemlerini Marksist hareketlerde temsil edilen ideolojiler içinde ifade ettiler. Marksist hareketlerin pratik devrimcilik üretememesi, Marksizmin geri çekilmesi, Marksizmin ezilenlerle etkileşim alanlarını sınırladı. Ezilenler başka ideolojilerin bayrağı altında mücadelelerini yürütüyorlar. Devrimciliğin üretilemediği dolayısıyla güç de olunamadığı günümüz koşullarında politikada Marksizm adına alınacak ideolojik tavır ezenlere karşı mücadele eden ezilenlerden yana olmak olmalıdır.

Genel ve soyut bir ifade olan ezilenler tanımlaması, belli bir anda somut bir varoluş kazanır. İçinde bulunulan anda ezilenleri devletin uyguladığı baskıya karşı mücadele edenler, devletin uyguladığı “baskı toplumun çeşitli sınıflarını etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında –meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb. vb. alanlarında– ortaya koyduğuna göre”[2] baskının somut belirtilerine karşı mücadele edenler oluşturur. İçinde bulunulan anda baskıya karşı mücadele eden ezilenler için  –farklı toplumsal kesimler tarafından oluşturuluyor olsa da– genel bir adlandırmada bulunulabiliyor. Bugün de ezilenlerin ortak adı İslamdır.

Ezilenden yana olma şeklinde ifade edilen ideolojik tavır tam da burada bir soruna dönüşüyor. Ezilenlerden yana olma şeklinde beliren ideolojik tavırda politika belirleyici olmayı bırakıp yerini ideolojiye bırakıyor ve ideolojik farklılıklar öne çıkarılarak ideolojiden yana tavır alınıyor. Ezilenlerden yana olması gereken Marksistler, söz konusu İslamcılar olduğunda politik olmayı bırakıp tarihsel solcu anlayışı benimseyerek İslamcılardan uzak durmayı seçiyorlar.

***

“Ezilenlerin adı İslam”[3] belirlemesi, sadece İslamcıların İslami inanca sahip olmalarından dolayı eziliyor olmalarını, emperyalist saldırganlığın hegemonya mücadelesinin Müslüman nüfusun yaşadığı alanlar olmasını kapsamıyor, aynı zamanda emperyalist merkezlerdeki ‘iç barbarları’ da kapsıyor. İdeolojik bir bütün oluşturan İslam, böylece ezilenlere sahiplenip koruyacakları simgesel değerler toplamıyla bir ideoloji sunarak onları politik savaşıma dahil etmiş oluyor.

İslamcıların Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan emperyalist merkezlere varan hareket alanı gözetildiğinde, Marksist hareketlerin hal-i pür melali daha net ortaya çıkıyor. İslamcı hareketlerin bulunduğu küresel düzlemde Marksist hareketlerin adı sanı geçmiyor. Kendi yerelliklerinin sınırlarının içine kapanmış durumdalar.

Buna rağmen Marksistler İslamcı hareketin ideolojisini ve pratik devrimciliğini eleştirebiliyorlar. İslam ideolojisinin çağdışı olduğunu, onun taşıyıcı öznesinin de politik düzlemde ilerici ve devrimci rol oynayamayacağını kanıtlamak için yoğun çaba sarf ediliyor.

İslamcılara karşı ideolojik tavır alıp ondan uzak durmak aslında yeni bir şey değil, klasik hale gelmiş ideolojik davranış kalıbıdır. Bu kalıbın sınırlarında dolaşanlar olsa da, şimdiye kadar pratik politik düzlemde bu kalıbın dışına çıkan olmadı. Buna göre İslam geri bir ideoloji olarak gerçekliğini feodal toplumda bulmuştur, fakat feodalizmin yıkılmasıyla birlikte İslam da geçerliliğini yitirmiş, tarihe havale olmuştur. Aşılmış bir dönemin ideolojisini benimsemek çağdışılıktır.

İslamcılara karşı ideolojiden yana tavır almak bir yerde anlaşılabilir. Güç olunmadığı bir dönemde kendini belli bir alanla sınırlayarak, varlık gösterilen alandaki sapmalara karşı çıkarak, kendi durumunu pekiştirmek için ideolojik tavır alınabilir. Ancak sorun, İslamcılara karşı alınan ideolojik tavrı yöneten anlayışın kendisinin sorunlu olmasıdır. İslam tümden gerici ilan edilirken ilerici olarak onun karşısına burjuvazi çıkarılıp onun safında İslamcıların karşısına çıkılıyor olmasıdır.

İslamcı harekete karşı burjuvazinin tarihsel devrimciliğine politik anlamlar yüklenerek bir yandan tarihsel ilerlemeye yol açmanın ne kadar önemli ve bu ilerlemenin önünde durmanın ne kadar beyhude bir çaba olduğu ifade ediliyor, öte yandan burjuvazinin feodalizmi ve feodal toplumdan kalma artıkları tarihin sahnesinden silip atması destekleniyor.

Aydınlanmacı Marksistlerin, tarihin bilimsel açıklamasıyla politika arasında kurdukları kısa devrede, tarihsel ilerlemecilik hem bilim hem de politika anlayışlarına egemendir. Bilimsel olarak ileri olan ile politik olarak ileri olan arasında bir fark yok, onlara göre, bilimsel ileri ile politik ileri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu anlayışa göre, köleci toplumda köleleri değil feodalleri, feodalizmde de burjuvazinin mücadelesini desteklemek gerekiyor. Burjuvaziyi destekleyen Aydınlanmacı Marksistlerin burjuvaziye öfkesi, onun üç kuruşluk sınıfsal çıkarları uğruna tarihi ilerletmekten vazgeçip feodal artıklarla uzlaşmış olmasınadır. Tarihin tekerini[4] ilerletmek yerine sınıfsal çıkarlarını tercih eden burjuvazi, ilerici ve devrimci niteliğini kaybetmiş, artık o da gericileşmiş, ilerleyen tarih görevi işçi sınıfının ve onun temsilcilerinin omuzlarındadır.

Tarihin bilimsel açıklamasıyla tarihyazımını birbirinden ayırmayan, tarihin politik ediniminde burjuvazinin devrimci geleneğini devralanlar için politika bilimin basit bir uygulamasından ibarettir. Bilim, işçi sınıfının ideolojisine indirgenip bilimsel önermeler sınıfın çıkarlarıyla özdeşleştirilerek her ikisi, sınıf ve bilim, diğer ezilen toplumsal kesimlere karşı çıkarılır.

Tarihsel ilerlemeci, Aydınlanmacı Marksistler, aşılmış, tarihe mal olmuş bir dönemin ezilenleriyle politik olarak ilişkilenmeyi reddettikleri gibi günümüzde de aşılmış dönemin ideolojisini benimsemiş ezilenlerle ilişkilenmemeyi seçiyorlar. İslam da bunlardan biridir. Gerici bir dönemin gerici ideolojisi olarak İslam, ezilenleri, tarihin tekerini gerisin geriye çevirmek için seferber ediyor. Gerici tehlike karşısında ileriyi temsil eden burjuvaziyle aynı safta ama farklı bayraklar altında mücadele etmek tarihsel görevin gereğidir.

***

İşin belki de daha tuhaf yanı, Aydınlanmacı Marksistlerin, İslamcı ‘gericilerin’ tarihi geriletebileceklerine inanmaları değil kendilerinin tarihi ilerletebileceklerine inanmaları ve bu ‘inancın’ İslamcıların inancından farklı olduğuna inanmalarıdır; sanki İslamcıların kuracağı toplumsal nizamda insanlar, Allah’ın kelamıyla yaşayıp geçinecekler, barınma ve beslenme için gerekli maddi malları kendilerinden farklı şekilde üretecekler… Onlardaki sorun, geçim araçlarını, emek sürecinin toplamı olarak değil, zihinsel bir yeti, ideolojik bir faaliyet olarak algılamalarıdır.

Oysa, nasıl ki İslamcılar, çalışma araçlarının gelişme seviyesini kendileri belirlemeyip geçmiş kuşaktan devraldıysa geliştirip geliştirmemek de kendi keyiflerine bağlı değildir. Üretim sürecinde gelişen farklı işbirliği biçimleri İslamcıları da buna uygun davranmaya zorlar. Karşı-devrimci IŞİD’çiler ‘bile’ bu kurala boyun eğiyorlar. İnsan gücünü kullanarak hendek kazabilirler ama etki gücü bakımından iş makinasının daha etkili olması onları da bu ‘nimetten’ faydalanmaya yönlendiriyor.

İslamcılar, onları, Ortaçağ’dan kalma unsurlar olarak tanımlayanlarla aynı çağda yaşayabilecek kadar çağdaş olmayı başarırken Aydınlanmacı sol, sosyalist ve Marksistler İslamcıları tanımlarken neden geçmişe gerek duyuyorlar?

Marx’ın verdiği yanıta geçmeden önce bir dönem Marx’ın arkadaşı olan ama daha sonra karşısında yer alan Heinrich Heine’nin Fransız burjuva devrimcisi Robespierre ile Kant arasında yaptığı kıyaslamayı hatırlamak gerekiyor. Heine’ye göre Kant, Robespierre’den daha radikaldir. Çünkü Robespierre topu topu kralın kafasını kesmiştir. Oysa Alman filozofu Kant’ın ‘Arı Usun Eleştirisi’ yaradancılığı (déisme) idam eden kılıçtır.[5] Heine’nin ideolojik akıl yürütmesini takip edecek olursak şunu söyleyebiliriz, insan aklı Fransız Devrimi’nde pratik, Kant’ta ise felsefi temelini bulmuştur. Bu teorik temel, Aydınlanmacı sol, sosyalist ve Marksistlerin düşünce biçimini şekillendiriyor.

İnsan aklı ve pratiğinin gerçekleşmesini Marx da ele alıyor. Ama tamamen başka öncelikler üzerinden… Marx için insan aklını pratik yönden gerçekleştiren Fransız devrimcileri tarih sahnesine geçmişten ödünç aldıkları dille çıkıyorlardı. Onun için de Marx, “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını geçmişten değil ancak gelecekten alabilir. Geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisinden başlayamaz” hatırlatmasında bulunuyor. Fransız burjuva devrimi de geçmişe giderek Roma Cumhuriyetinin kılığına bürünmüştür.

“Camille Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Napoléon, eski Fransız Devriminin partileri ve yığınları kadar kahramanları da, kendi çağlarının görevlerini, yani modern burjuva toplumun zincirlerinden kurtulması ve kurulması işini Romalı giysiler içinde ve Romalı sloganlar kullanarak yerine getirdiler. İlk devrimciler, feodal kurumları parça parça ettiler ve bu kurumlar üzerinde biten feodal başları kopardılar…(Fransız burjuva devriminin) gladyatörleri, Roma Cumhuriyetinin kaskatı klasik geleneklerinde, kendi savaşımlarının sınırlı burjuva içeriğini kendi kendilerinden gizlemek ve esrimelerini büyük tarihsel trajedi düzeyinde tutabilmek için kendilerine gerekli olan ülküleri, sanat biçimlerini, yanılsamaları buldular.”[6] Aynı yerde Marx yüzyıl önce İngiliz burjuva devrimi için gerekli olan dili ve yanılsamaları Cromwell’in de Eski Ahit’ten aldığını belirtiyor.

Burjuva devrimcileri geçmiş tarihe giderek şimdiye, içinde bulundukları ana hakim oluyorlar. Bu bir yanılsamadır ama onlar için gerekli olan bir yanılsamadır. Eşitlik, Özgürlük ve Adalet’in gerçekleşmesine dair Roma’daki örnekler olmasa, Fransız devrimcileri, burjuva devrimi gerçekleştirip tamama erdirmek için ne kendilerini ne de kitleleri seferber edebilirlerdi. Burjuva devriminin sınırlı içeriğini kendilerinden gizlemek, gerçekten Özgürlük, Eşitlik ve Adalet gibi ülküleri gerçekleştirmek için mücadele edip onlar için ölüp öldürdüklerine inanmaları gerekiyordu, başka türlü davranamazlardı. Çünkü gerçekte Fransız devrimcileri, kitleleri sadece feodal sömürüden kurtarabilirlerdi, bunu da kitleleri burjuva kapitalist sömürü ilişkilerine tabi kılmak için yapmışlardı.

Bu yanılsama özelde Fransız, genelde burjuva devriminin kendine özgü çelişkisine dayanıyor. Burjuvazi, feodallerin elinde bulunan devlet iktidarını ele geçirmek için, kendisini ve geniş halk kitlelerini, oluşturduğu ideoloji sayesinde seferber edebiliyor. Burjuvazi, kendi sömürüsünün maddi temellerine, içine doğduğu ve geliştiği feodal toplumda sahip olduğu için bunu başarabilmiştir. Burjuvazi, kapitalist toplumsal formasyonu kurup eskinin yerine kendisi yerleşince yalın gerçeği içinde kendi sözcülerini yaratıyor.

Burjuva devrimcilerinin peşine takılan halk devrimcileri de aynı ideolojik yanılsamayı paylaşıp aynı ideolojinin içinde, politika alanında ahlaki davranış biçimlerini arıyorlar. Özgürlük, eşitlik, vatan sevgisi, dürüstlük ve görev duygusuna bu ideoloji içinde sahip oluyorlar.

İslamcı ‘gericilik’ karşısında burjuvaziyle aynı safta yer almanın yadırganmamasının nedeni aynı yanılsamayı paylaşıyor olmalarıdır. Burjuva ideolojisinin egemenliği altındaki ideolojinin ‘değerleriyle’ uzlaşarak ideolojik mücadelenin gündeminde olan konuları ele almak aynı elmanın yarısı olmalarındandır.

***

Ortak değerlerin paylaşılması ideolojide tavır almakla sınırlı kalmıyor, Marksizmin içinde de yanılsamasını ‘bilimsel politika’ veya aynı anlama gelen sınıf politikası anlayışında buluyor. Burada bilim, sınıf çıkarlarıyla özdeşleştirilip sınıf dışı toplumsal dinamikleri kapsamamayı seçen ve bunu politik tutum olarak sunan apolitizmdir.

Oysa Marksist politikanın doğasını belirleyen Lenin, bu ideolojiyle taban tabana zıt bir anlayışa sahiptir. Lenin, ahlak ideolojisinin değil, politik başarının peşindedir ve ideoloji ve ahlakı da politikaya bağlamaktadır.

Bu bakımdan Lenin geçmiş yanılsamasına gerek duymayan politik Marksizmin manifestosunu yazmıştır. Marx’ın belirttiği gibi bugünden, şimdiden başlamak ve geleceği düşünmek için geçmişin yanılsamasına ve diline gerek duymamış kendi somut politik hedefini, geçmişten ödünç aldığı bir mitle oluşturduğu ahlak ideolojisi biçiminde canlandırmaya gerek duymamıştır. Bunun başlıca nedeni, Lenin’in Marx’ın açtığı yoldan giderek bu ideolojiyle tüm bağlarını koparmış olmasıdır.

Bu ideolojiyle bağlarını tümden koparmayanlar İslamcı gericilik karşısında tarihsel görevlerini yerine getirmek için ahlak ideolojisinin belirlediği görev bilinciyle davranıyorlar.

Zaman ve mekan tarafından sınırlandırılmış bir anda ‘bilimsel politika’nın pratiğini icra ettiklerini ve yaşanan anda teknik olarak gerçekleşmesi zorunlu olan gelişmeleri yorumlamayı bilim sananlara karşı, bilimle politikayı ayıran ve bilimsel çalışmalardan devşirilmiş argümanların politik alana taşınmasına karşı çıkan Lenin’in pragmatizmle suçlandığını hatırlatmakta yarar var.

Gerçeğin, fiili hakikatin kendisini değil de, imgesel temsilini esas alıp, zihinlerinde işe koşulan bilimsel gerçeklerin karşılığını içinde bulundukları anda arayanlara göre, “tamirci de elindeki parçayı motorun çalışmasını sağlayacak biçimde ‘ayarlar’ cerrah da hastayı kurtarmak için ‘doğru biçimde kesmeli’… Lenin de doğru siyasal eylem çizgisini saptamadan önce konjonktürün bütün öğelerini hesaba katmaktaydı… Bu tasarımlamaya göre, eylem, müdahalesini belirli bir erek, yani gerçekleşmesini istediği ‘kafasındaki’ bir amaca ulaşılması için ‘ayarlayan’ ya da ‘düzenleyen’ bir öznenin eylemidir.”[7] Gerçeği söylemde bulanlara karşı Lenin, gerçeğin imgesinden fiili hakikatine yöneliyor. Gerçeğin kendisini politik olarak ele alan Lenin, kendisini içinde bulunduğu ana katan politikacı olarak, aldığı politik tutumların sadece içinde bulunduğu anda geçerli olduğunu, bilimsel doğruların anda karşılığını aramanın anlamı olmadığını bilerek konjonktürde eyliyor. “Elindeki parçayı ‘ayarlayan’ tamirci, motorun kendisinden önce var olduğunu ve işlemek için işin bitmesini beklediğini gayet iyi bilmektedir: motor onun dışındadır. Belki biraz daha karmaşık, ama aynı şey cerrah için de geçerlidir: cerrah hastanın bir parçası değildir. Buna karşılık, siyaset adamı Lenin, … motor tamircisi ve cerrahtan … farklıdır… Siyaset adamı Lenin üstünde etkili olabilmek için içinde eylemesi gereken konjonktürün tam anlamıyla içindedir… O… ‘kafasındaki’ bir fikrin peşinden giden ve onu dışarıdan zorla kabul ettirmek isteyen bir ‘özne’ değildir… ‘doğru çizgiyi’ saptarken … kendisinin de içinde yer aldığı ve kendisinin de içine hapsolduğu bir güç ilişkisini zorlayıp eğmek için düşünmektedir.”[8] İçinde bulunulan anın geçerli tutumunu takınan Lenin bu yüzden ilkesiz ve pragmatist olmakla suçlanıyor.

Lenin’i politik deha yapan şey içinde bulunduğu anda fenomeni her yönüyle görmesi veya süreci anda görmesi ve adımlarını buna uydurması değildir, Lenin’i politik deha yapan şey ‘zaman ve mekanca sınırlanmış belli bir anda’ davranmış olması ve politika ve bilimi ayırmış olmasıdır. Politikayı bilimin hizmetine vermek aslında politikayı reddetmektir. Bilimin hizmetindeki politika anlayışında politika bilimin basit bir teknik uygulamasından başka bir şey değildir.

Bilim ve politikayı nesneleri bakımından ayırmayanlar, bilimsel gerçeklerin imgeleri ile gerçeğin imgesi arasında zihinlerinde düz kontak yapıyorlar ve nereye baksalar hep aynı şeyleri görüyorlar. Issız adaya düşmüş Robinson gibi bunların da etrafı gericiler tarafından kuşatılmış, medeniyet tehlike altında… Aradaki fark, Cuma, Robinson’un başrolünde olduğu oyunda figüran konumundayken, günümüzün cahil Cumaları, kendileri oyun kurucu olmak istiyorlar ve Cuma namazı çıkışında yumruklarıyla değil, ellerindeki makinelilerle düşman bellediklerinin üzerine koşuyorlar.

Kendilerini ilerici ve bilimsel bir teorinin taşıyıcıları, İslamcıları ise gerici ideolojinin taşıyıcıları ilan edenler, İslamcıların kendilerinden bir adım değil fersah fersah ileride olduklarını açıklayamıyorlar.

***

Lenin işçilerin grev hareketini de ezilenlerin başkaldırılarını da kendiliğinden kapsamında kabul ediyor. Bir savaşım niteliğinden çok, umutsuzluk ve öç almadan kaynaklanan bir direniş niteliği gösteren ezilenlerin kendiliğinden hareketi her zaman desteklenmelidir. Lenin’e göre “kendiliğinden hareket, en az direnme çizgisini izleyen hareket, burjuva ideolojisinin egemenliğine yol açıyor.[9]

Ezilen hareketinin kendiliğinden çıkan siyasal savaşımını kabul edenler, politikanın günümüz koşullarına uygun düşen tutumlarını ideolojik tavır alarak reddedenler politik tutum geliştirmekten uzak oldukları için, burjuva ideolojisinin sınırlarının içine çekilmekteler. Bu sınırlar içinde onun ‘değerleriyle’ uzlaşmaktalar.

Lenin, döneminin liberal eğilimleriyle hesaplaşmaktadır. Bugün İslamcı hareket karşısında takınılan ideolojik tavır ‘derin liberalizm’ ile bulaşıktır.

Liberalizm farklı biçimler altında varlığını sürdürdü ve yok olmadı. Sadece kontrol altına alınmış ve Marksist politikaya tabi kılınmıştı. Marksizmin pratik bir ideoloji olarak gerilemesiyle birlikte, liberalizmin tekrar su yüzüne çıkması için uygun koşullar oluşmuş oldu. İslami hareket karşısında liberalizm, Marksist teoriyi ve politika anlayışını kuşatan eğilim olarak, mevzisinde kıstırılması gereken bir ideolojidir.

“Hasım hiçbir zaman tamamen yenilmez, yani hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmaz, tarihsel varoluştan silinmez. Yalnızca egemenlik altına girer ve uzun bir mücadeleden sonra kendisini azleden yeni felsefi oluşumun egemenliği altında yaşamaya devam eder: konjonktür fırsat verip, kendisine işaret ettiğinde yeniden ortaya çıkmaya hazır biçimde egemenlik altındaki felsefi oluşum olarak varlığını sürdürür.”[10]

Ezenlerin kıskacındaki ezilenlerin devrimci dinamizmiyle buluşacak olan Ezilenlerin Marksizmi, bu siyasal ideolojiyi kontrol altına almak zorundadır. Ezilenlerin Marksist devrimciliği için bu mücadele gerekli ve zorunludur.

 

 



[1] Metin Kayaoğlu, “Ezilenler ve Marksizm”, Teori ve Politika 2, Bahar 1996.

[2] Lenin, Ne Yapmalı, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., s. 67.

[3] Agah Akyazıcı, “Ezen Uygarlıklar Kıskacında Ezilenler”, Teori ve Politika Sayı 67, s. 61. Agah Akyazıcı, Ezilenlerin adı İslamdır belirlemesini İslamın içinde yaptığı ayrımlar üzerinden takip ediyor.

[4] Tarihin ilerleyişinin insan icadı ‘tekerlekle’ ifade edilmesi, alet yapan canlı bir varlık olan insanın tarihinde öznesi olduğu ve tekerlek gibi tarihi de yapabileceği anlamını içerir.

[5] Aktaran E. Bottigelli, “Sunuş”; K. Marx, 1844 Elyazmaları, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., s.17.

[6] K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay, s. 14-15.

[7] L. Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, İthaki Yay., s. 64.

[8] Althusser, A.g.e., s. 65-66.

[9] Lenin, Ne Yapmalı, A.g.e. s. 50.

[10] Althusser, A.g.e., s. 94.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar