Ana SayfaArşivSayı 68-69Konjonktür, Restorasyon ve Bir AKP Değerlendirmesi

Konjonktür, Restorasyon ve Bir AKP Değerlendirmesi

Konjonktür, Restorasyon ve Bir AKP Değerlendirmesi

Doğan Kaya

Giriş

AKP, belli bir toplumsal tabanın üzerine oturmakla beraber, belli bir konjonktür içinde, içerideki ve dışarıdaki gelişmelerin birbiriyle çakışması sonucu ortaya çıkmış, bu durum kendisine bir hareket zemini yaratmış, bu uygun zemin devam ettiği sürece hem içerideki hem de dışarıdaki kimi güçlerin desteğini almış, bu sayede hükümet olmuş ve yine uygun konjonktürün devamıyla iktidarlaşma-devletleşme aşamasına gelebilmiştir.

Fakat, özellikle dış konjonktürün değişmesiyle birlikte, bu değişikliği algılayamayıp buna uygun iç ve dış politik tutumları geliştiremeyerek geriye düşmeye başlamış, ardı ardına krizler yaşamıştır. Bu bağlamda, TC devletinin 2000’lerde başlayan restorasyon hamlesinin taşıyıcısı olduğundan dolayı, sıkıntılarla karşılaşan tek başına AKP iktidarı değil, devletin restorasyon hamlesidir de aynı zamanda.

Gelinen aşamada AKP’nin hükümet olmasının üzerinden on üç yıl geçti. Bu sürenin son üç yılı dışında ağırlıklı olarak sorunsuz geçtiğini ifade edebiliriz. Biz bu çalışmada AKP’nin ayaklarını bastığı konjonktürü, restorasyonun mantığını ve tarihsel bağlamda TC devletinin restorasyonla nasıl ilişkilendiğini, AKP’nin hangi momentte geriye düşmeye başladığını ve geriye düşmeye başlamasıyla birlikte nerelerde darbeler yediğini başlıklar halinde ele almaya çalışacağız.

Restorasyon ve TC devletindeki mantığı

Restorasyon denilen olgu, TC devleti tarihi boyunca süreklileşmiş bir biçimde devlet tarafından gündemde tutulmak durumunda kalınmıştır. Devletlû alandan geldiğinden dolayı gerici ve karşı-devrimci nitelikleri haizdir.

Bu yüzden, kimden ve nereden geldiğinden bağımsız bir restorasyon tartışması yürütmek, bu hamlenin gerici ve karşı-devrimci yüzünü örter. Bu niteliği teslim etmeden ve ayrıca politik bağlamda kudret edinmeden devletlûnun açtığı bu konjonktür içinde eylemeye kalkmak, devrimcilik açısından çok ciddi tehlikeler barındırır.

TC devleti, üzerine kurulduğu temellerden dolayı tarihi boyunca siyasal krizlerle boğuşmak durumunda kalmıştır. 90 yıllık süreç boyunca yapmış olduğu tüm müdahalelere rağmen temel sorunlarını giderememiş ve krizlerini aşamamıştır.

Kemalizm, Osmanlı’da 19. yüzyılda başlatılan Batıcı, Aydınlanmacı ve modernist ilerleme çizgisinin 1923 sonrasındaki Türkiye versiyonudur. Osmanlı’dan başlayan bu hamle, bu ülkenin siyasal atmosferine Kemalizm dışında, kendisini bugün AKP’de somutlayan başka bir gerici kanadı daha hediye etmiştir. Ve aslına bakıldığında TC tarihinde sistem içi birçok kriz, bu iki gerici kanadın birbirleriyle mücadelesinden dolayı patlak vermiştir.

Kemalizmin, Osmanlı’da başlatılan Aydınlanmacı modernist çizginin 1923 sonrasındaki versiyonu olması aynı zamanda Osmanlı ile TC devleti arasında tarihsel-politik bir sürekliliğe de işaret eder. Bu noktada bir ayrıntı göze çarpmaktadır. TC’nin kuruluşu, başka bir açıdan bakıldığında, Osmanlı’dan beri varolan bu süreklilikle birlikte coğrafi bağlamda gerilemenin de resmiyet kazanması anlamını taşır. TC devleti, kurumsallığı ve ideolojisiyle birlikte üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun, Anadolu yarımadasına kadar gerileyip orada sıkışmış halinin restore edilerek resmiyet kazanmış halidir.

Anadolu’ya sıkışmışlık hali içerideki kimi toplumsal öznelerin baskılanması ve bu baskılanmanın süreklileştirilmesini beraberinde getirirken; dışarıda da TC devletinin herhangi bir konjonktürdeki gücünün ne olduğundan bağımsız olarak, dışa doğru yayılmacılık güdüsünü ortaya çıkartan önemli bir göstergedir. Bu güdü, içe ve dışa doğru refleksler barındırmakla birlikte, Kemalist gerici kanadın nezdinde reaksiyoner milliyetçilikte vücut bulup anlam kazanırken; diğer gerici kanatta ise (özellikle AKP sürecinde) İslami değerler ve ümmetçilik motifleri üzerinden anlam kazandı.

Bu bağlamda emperyalizmle kurulan ilişkiler, jeo-politik konumun değerli olduğu iddiası üzerinden konum pazarlama dışında bir anlam ifade etmez. Mesela özellikle Sovyet devriminden sonra çok uzun yıllar boyunca kendi jeo-stratejik konumunu emperyalistlere pazarlamaya çalışmış, ‘batının güvendiği en önemli müttefik biziz’ söylemi üzerinden iç politikayı da düzenlemeye çalışmıştır. Yani TC devleti kurulduktan sonra dış pazara sunulan ilk şey, bu sıkışıklığın giderilmesi için, kendi mülkiyetiydi. Bu söylem ve dış konumlanma üzerinden uluslararası diplomasi alanında yer edinilmeye çabalandı.

Sovyetler çöktükten sonra TC devletinin başlattığı Türkî devletlere açılma hamlesi, aslında dış politikada manasızlaşacak bir TC devletine yeni bir misyon kazandırılması anlamını taşır. Bu hamlede reaksiyoner milliyetçilik önemli bir yer kaplar. Yine yayılmacılık içgüdüsü hakimdir. Fakat TC devleti ne bunu başaracak kadar güç ve kudret sahibidir; ne de Sovyetler çöktükten sonra ortaya çıkan Rusya, sanıldığı kadar uzun süre güçsüz ve kudretsiz kalacaktır.

Aslında bugün de benzeri bir durumla karşı karşıyayız. 90’lı yıllarda pazara sürülen ve alıcısı çıkmayan bu ürün, bu defa ‘Stratejik Derinlik’ adı altında AKP eliyle ve dolayısıyla İslami değerlere dönük ümmetçi bir perspektifle eski Osmanlı hegemonya alanını kapsamaya dönük olarak pazara sürüldü. Bu macera da başlangıç itibariyle başka bir konjonktüre işaret ediyordu. Bitişi de, ileride göreceğimiz üzere başkalaşan bir konjonktüre işaret edecekti.

*

Yüzümüzü biraz içeriye dönelim. TC devleti Batıcı-Aydınlanmacı-modernist ilerlemeci bir dönüşümü devam ettirdiğinden dolayı, hem Kürt, hem devletlû olmayan bir İslam, hem de Komünizm düşmanlığını kendisine temel almıştı.

Kuruluş yıllarında ‘sorun’ olarak öne çıkan Kürtlerin isyanları bastırılarak, Kürtlerin politik bir varlık göstermesinin önüne geçilmişti. Yapılan müdahalelerle Kürt halkı ve mücadelesi dip akıntısı haline getirildi. Toplum mühendisliği Kürtleri ve diğer azınlıkları şekillendirmeyi hedeflemişti ve bunların uzun yıllar boyunca yüzeye çıkmasının önüne geçmişti. Kürtler tarihsel olarak ‘var’dı, ama politik olarak PKK kurulana kadar ‘yok’tu!

Yine kuruluş yılları açısından bir başka tehlike olan İslam dinamiği ise, ideolojik manada milliyetçilik aşısıyla kontrol altına alınmıştı. Kemalizmin gerçekleştirdiği hamleler, kılık-kıyafet kanunu, şapka düzenlemesi, genel manada din işlerinin devlete bağlanması; cemaatlerin tasfiyesi, Latin harflerine geçişi kapsıyordu. Gerici nitelikteki bu hamlelere karşı İslam dinamiğinin devlete karşı koyuşunun niteliksel boyutu, Kürt ayaklanmaları gibi güçlü ve geniş ölçekli olmadı. Bu tepkilerin önü İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla kesildi ve 50’lere kadar bir dip akıntısı halini aldı. 1950’lerle birlikte, Kemalizm dışındaki gerici kanadın kendisini ‘çok partili sistem’ içinde ifade etmeye başlamasıyla, bu ezilen kesiti sisteme bağlandı ve giderek devletlû hale geldi, sistem içi muhalefet pozisyonunda kaldı. İfade etmekte fayda var, TC’nin kuruluşu ile başlatılan Kemalist restorasyon döneminin en fazla verim aldığı alan olarak ‘İslam’ mevzusu öne çıktı. İslam mevzusunun uzun yıllar boyunca devlet tarafından tehlike olarak görülmesinin sebebi İslamcıların devlete karşı politik bir varlık kazanma olasılığı değil, TC’nin kuruluşunun üzerine temellendiği ‘laiklik’ başlığının, ezilen kitleleri kapsayıcılığı, bu kapsayıcılığın onları sisteme bağlamadaki  gücü ve onları dinamize etmesiydi.

Komünist hareket ise, 1971’e kadar devrimci manada bir varlık gösterememişti. ‘Geleneksel Sol’ diye ifade edilen bu cenahın edindiği ideolojik biçimin, devlet ideolojisinin Aydınlanmacı, modernist ve ilerlemeci yönü ile çakışmasından dolayı sistem içinde kalması kaçınılmazdı. Devletin buna rağmen Komünizmi tehlike görmesinin başlıca sebebi Sovyetler Birliği’nin tehditkar sayılan varlığıydı.

Özellikle 50’lerden sonra, devletin içindeki iki gerici kanadın birbirleriyle çetin bir mücadeleye girmesiyle birlikte fiili askeri darbe olarak adlandırılan, ama her biri yeni bir ‘restorasyon’ olarak da ifade edilebilecek hamlelerin asli hedefi, devletin içindeki bu iki gerici kanadın yarattığı krizlerin bitirilmesi ve devletin kurumsallığının buna göre düzenlenmesiydi.

1960’ta başlayan fiili askeri müdahaleler ‘97’ye kadar yeniden ve yeniden denendi. Müdahale biçimleri nitelik değiştirerek devam etti ve bugünlere kadar gelindi. Yapılan her müdahale ve bu müdahalelerin devlet cenahında oluşturduğu kudret havası, dip akıntısı olarak varolan ezilen hareketlerinin yüzeye çıkmasının önüne geçti, ancak bu dip akıntılarını tamamen yok edemedi.

Tarihsel alanı biraz genişletecek olursak, 1971 ile ‘80 arası devrimci hareketin politik alanda varlık göstermesi ve görece kitlesel varlığa bürünmesi, 1980 darbesinin önemli nedenlerinden biri oldu. Devlet, özellikle dış konjonktürün uygunluğunda, önceki dönemin ortaya çıkarttığı ekonomik sorunları da ortadan kaldırmayı hedefleyerek, yani neo-liberal ekonomik düzenlemeleri daha rahat gerçekleştirerek, Türkiye’yi emperyalist kapitalist sisteme daha güçlü bağlarla bağlamanın bir yöntemi olarak 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirdi.

Ancak bu hamlenin de çok uzun ömürlü olmadığını ifade etmek gerekiyor. ‘80’deki restorasyon hamlesi ilk çatlağını ‘84’de PKK’nin gerilla mücadelesinin başlamasıyla birlikte verdi. Ve ‘Türkiye’ adındaki siyasi birimde batı ile Kuzey Kürdistan arasında farklı bir politik konjonktür açıldı, devrimcilik bağlamında zaman ve mekan farklılığı baş gösterdi.

Türkiye’de ise devrimcilik ‘90’lara doğru silahlı eylemlerle kendisini var etti. Fakat devrimcilik güçlü ve kitlesel bir damar yaratamadı. Hem devletin ‘90’larla birlikte içine girdiği yoğun kriz ortamı, yönetememe krizi, Kuzey Kürdistan’daki gerilla mücadelesinin halklaşması ve batıdaki devrimciliğin şu ya da bu biçimde sürüyor oluşu, batı ile Kürdistan arasındaki zaman ve mekan farklılığındaki devrimcilik açısını bir nebze kapattı.

İslam faktörü ise, darbenin üzerinden on yıl geçmeden, özellikle çevreden çıkış yaparak merkeze doğru bir hamle başlatmıştı. Politik varlığını Milli Görüş’te bulan ve devlet içindeki diğer gerici kanadın ardılı olarak da nitelenebilecek bu hareket, giderek toplumsal alanda da kendine yer ediniyor ve zaman geçtikçe yer yer Kemalizmin ideolojik yönünü de zorlayıcı bir yöne evriliyordu.

1990’ların ortasıyla birlikte laiklik meselesinin öne çıkartılması, 2000’lere yaklaştıkça türbanın kamusal alanda kullanılmasına dönük gerilimler ve İmam Hatipler’le ilgili yürütülen tartışmalar bunların bir sonucudur. Bu hal-vaziyetin devlet katındaki gerilimleri arttırması, devletin kurumsal ve ideolojik yapısını zorluyordu. Etkileri, ‘97 eşiğinden geçerek 2002’ye kadar devam edecekti.

Ama ideolojik Kemalizm ve onun kurumsal yapısı daha TC’nin kuruluş aşamasında kendisini garanti altına almıştı. Türkiye’de İslam anlayışının Türkçülükle aşılanmasının ve bu biçimde devlete bağlanmasının bir sonucudur ki; ezilen kitlelerin türban, İmam Hatip, vb. taleplerini dillendiren ve bu taleplerin asli temsilcisi olduğu düşünülen Milli Görüş’ün, kuruluş yıllarında çizilen o çizgiyi aşamayacağı ortaya çıkacaktı. TC devletinin omzu kalabalık ve haki renk giysili temsilcileri, bu tarz diretmelere karşı önlem alabilecek tarihsel-politik tecrübeye sahipti. ‘Devlet’ bekası her şeyin önünde olunca Milli Görüş’ün geri çekilmesi ve hareketin liderliğini üstlenen Erbakan’ın emekliye ayrılması için, on tane tankın sokak aralarında gezdirilmesi yetti!

Fakat devlet açısından sorun burada bitmiyordu. Erbakan’ın geri çekilmesi İslamcı cenahın tabanında devlete karşı bir kırılma yaratabilirdi. 1997-99 arasında türban konusu üzerinden yaşanan toplumsal gerilim, o an itibariyle sınırlı ve devrimcilik bağlamında ele alınamayacak tarzda görülse bile, denetimden çıkma olasılığı olduğundan dolayı ‘sorun’ olarak addedilebilirdi.

Ama asli sorun Kürt hareketiydi. Kürt hareketi sistem dışı, devrimci-politik bir varlık olarak orta yerde duruyordu. ‘Post-modern’ olarak anılan 28 Şubat, bir darbe olarak kayıtlara geçmişti. Ve devlet, son restorasyon girişimi üzerinden ikinci on yılını doldurmadan kendini yeniden restore etmekle karşı karşıyaydı. 28 Şubat bunların ürünüdür.

28 Şubat ile 2002 arasında bir ara dönem açılmıştı. Bu, 28 Şubat’a maruz kalanlar açısından köklü dönüşümlere yol açacaktı. Öncelikle Erbakan bu dönem içinde tasfiye oldu. Milli Görüş bölündü ve ana damar etkisizleştirildi. Abdullah Öcalan, uluslararası bir komplo ile esir edilerek TC’ye teslim edildi. Ardından PKK güçleri sınır dışına çekildi. PKK içinde ideolojik dönüşüm hamlesi başlatıldı. 2000’deki hapishaneler operasyonu ile birlikte devrimci hareket her açıdan geriye itildi ve sınırlandırıldı. Sadece bunlar da değil; Susurluk’la birlikte devlet içinde ortaya çıkan tablonun düzeltilmesi amacıyla uzun süre algı operasyonu yürütüldü. Toplumda devlete karşı oluşma olasılığı olan kimi hassasiyetler sınırlandırılmaya çalışıldı. 1990’larla birlikte K. Kürdistan’da PKK’ye karşı kullanılan Hizbulkontra’nın fiziken tasfiye edilmesi, geriye itilmesi de bu dönem içinde gözlemlenen bir gelişme olarak kayıt altına alınmalıdır. Dolayısıyla 1997-2002 arasında, devlet her alanda kendini yenilemek için uygun zemini oluşturmaya çalıştı.

*

12 Eylül darbesinden önce Kürtler tarihsel anlamda vardı ve bu ‘var’lık hesap edilebilir bir olguydu. Fakat ‘84’te PKK’nin gerilla savaşının ortaya çıkması, Kürtleri tarihsel olarak ‘var’ olmak pozisyonundan, politik olarak varlık kazanma pozisyonuna evriltti. İşte bu devlet açısından hesap edilemeyen bir durumdu.

Hakeza, İslam meselesinin kamusal alanda görünür kılınması, politikleşme emareleri göstermesi, PKK örneğinde görüldüğü gibi devrimci bir konuma evrilmese bile, devlet içindeki çelişkileri açığa çıkartıcı, onu krize sürükleyici bir rol oynamıştır. Bunlar 12 Eylül darbesini işlevsiz kılmaya yeten başlıca ‘hesap dışı’ olay ve olgulardır.

Özellikle AKP dönemindeki restorasyon sürecini incelerken hesap dışı çatışma odaklarını bolca gözlemleyeceğiz.

AKP hükümeti sürecinde dış konjonktürün getirdikleri

Neo-liberalizm, yeryüzünün bir toplu iğne ucu kadar yer bile kalmadan tamamının emperyalist-kapitalist sisteme bağlı kılınması ve bu amaca ulaşılması için bütün araçların devreye sokulması ve emperyalist-kapitalist sistemin, bunun için bütün imkanlarını seferber etmesi demektir. Özellikle Sovyetlerin çöküşünden sonra açılan yeni dönemin en önemli gereklerinden biri de buydu. Sovyetlerin varlığı nedeniyle girilemeyen, hegemonya oluşturulamayan alanlara girmek ve sistemin hegemonya alanını genişletmek…

Bu nedenle emperyalizmin 11 Eylül devrimci cihadının ardından bölgeye dönük müdahaleleri aynı zamanda kendi hegemonya alanını genişletmek anlamını taşıyordu. Bölgeye girerken, giriş yapacak olan özne kendisine dost ve düşman güçleri belirliyor, bölgede varlık gösteren unsurların dirençleri hesap ediliyor, bunlar sınırlandırılıyor veya tehlike ölçeği üst boyutta ise, fiziken imha edilmeye çalışılıyor. Eş zamanlı olarak da, örneğimiz üzerinden gidecek olursak emperyalist-kapitalist sistem, kendi bağlaşık odakları üzerinden bir tür ideolojiyi hedef alanında etkin kılmaya çalışıyor.

Üç aşağı beş yukarı ABD’nin bölgeye bir biçimde müdahale etmeye giriştiği dönemlerde AKP de İslami muhafazakar kitlenin desteğiyle Türkiye’de hükümet partisi olarak iş başına geliyordu. TC devleti açısından içerideki konjonktürle dışarıdaki konjonktür, belki de tarihte hiç örneği görülmemiş derecede örtüşüyordu ve AKP, uzun yıllar boyunca bu uygun zeminde hareket etme serbestliğine sahip oluyordu. Ta ki, Suriye’deki iç savaş başlayana kadar.

AKP hükümeti öncesi iç koşullar

Hapishaneler operasyonunun üzerinden iki, Öcalan’ın uluslararası bir operasyonla Türk devletine teslim edilmesi üzerinden de yaklaşık üç yıl geçmişti. PKK sınır dışına çekilmiş ve ateşkes ilan edilmişti. 90’larla birlikte hareketlenen muhafazakar İslamcı kesim Milli Görüş’ün aracılığıyla çevreden merkeze doğru bir yürüyüş başlatmış, devlet kurumsallığı içinde mevziler elde etmiş, devletin ideolojik yapısını zorlayacak bir pozisyona evrilecekken, devletin geleneksel yapısı tarafından, özellikle toplumun taleplerinin taşıyıcısı olan Milli Görüş’e haddi bildirilmiş, geriye itilmişti. Bu durum muhafazakar İslamcı toplumun sorunlarını orta yerde bırakıyordu, sokaklar da hareketleniyordu. Sistem içi siyaset zemininde sağ ve sol diye nitelendirilen partilerin hali ise halka güven vermekten uzaktı. Özellikle sağ, bu muhafazakar İslami taleplerin taşıyıcısı olmaktan uzak bir görünümdeydi.

TC devleti bu ara dönemde, ‘80 darbesiyle birlikte başlatılan neo-liberal ekonomik dönüşüm hamlesine devam etmişti. Fakat 1994, ve özellikle de ara döneme denk gelen 2001’deki ekonomik krizi yaşamaktan kurtulamamıştı. Bunun oldukça sarsıcı sonuçları olacaktı.

Özellikle 2001’de yaşanan ekonomik kriz esnasında muhafazakar bir kitle, ‘esnaf ayaklanması’ adıyla anılacak bir ayaklanma yarattı. Türkiye’nin hemen her şehrinde ellerinde Türk bayraklarıyla sokağa çıkan insanlar, devletin polisiyle çatışıyordu; iflas etmiş şirket sahibi insanlar dükkanlarından yadigar kalan son parçayı, yani yazar kasalarını başbakana fırlatmaya çalışıyordu.

Bu da devletin yapısallığı açısından önemli bir sorundu. Keza bizim 28 Şubat ile 2002 arasında ‘ara dönem’ olarak tanımlayabileceğimiz bir zaman diliminde, yeni bir restorasyon için mıntıka temizliği yapıldığı bir anda, kendiliğinden gelişen ve ideolojik manada, çevrede yer alan, muhafazakar İslami duyarlılıklar taşıyan böylesi bir kitlenin ayaklanması, böyle bir ayaklanmanın sosyolojik olarak türban, İmam Hatip gibi sorunları yaşayanlarla aynı kodları paylaşması, buna ek olarak ekonomik krizin derinliği ve bütün bu sorunların üstesinden gelebilecek, sistem içi kapsayıcı bir öznenin olmayışı tehlike çanlarının çalması demekti.

Bütün bunları toparlayıp sistem içine bağlama yeteneğine sahip bir parti, ancak ve ancak AKP gibi bir parti olabilirdi.

AKP’nin kuruluşu ve hükümeti

İşte AKP adı verilen parti böyle bir boşluğa ve ihtiyaca doğdu. Bu bağlamda bir öznenin kuruluşu anlamıyla, AKP bir plan-proje partisidir.

AKP, 2002’de türban ve İmam Hatip konularında sisteme kızgın olan ve aynı zamanda Milli Görüş’ün dirençsizliğine karşı refleks gösteren kitleyle, 2001’deki ekonomik krizle birlikte arayışta olan kitlenin hassasiyetlerinin örtüştüğü bir anda, bunlara cevap olarak seçimleri kazanmış, merkez sağ diye tabir edilen diğer partilerin ‘yok’ olmasıyla birlikte tek başına hükümet olmuştu.

2001 ekonomik krizi ile birlikte Dünya Bankası’ndan zamanın hükümetine devşirilen Kemal Derviş’in bıraktığı ekonomik programın uygulanmasına harfiyen devam edildi. Dış konjonktürün uygunluğunda, dışarıdan akmaya başlayan sıcak para ve hızlanan özelleştirmeler sayesinde krizin fırtınalı ortamı dindirilmişti. Ve toplumu dindirmek AKP açısından çok da zor olmadı. Yıllar yılı türban ve İmam Hatip vurgusu dillerden düşmedi. Bu yönüyle AKP, muhafazakar-İslamcı kesimin sisteme yeniden içerilmesinin köprüsü oldu.

Peki AKP’nin ideolojisi ne idi? İlerleyen zamanlarda sıklıkla ifade edilecekti: “Milli Görüş gömleği” çıkartılmıştı. Üzerine giyilen gömleğin ne olduğu henüz kestirilebilmiş değildi. Fakat şurası bir gerçek ki, AKP, 2002 ile 2010 arasında liberal tonu ağırlıklı bir İslamcılık, 2011’den sonra da milliyetçi yönü baskın bir muhafazakarlık çizgisi izleyen, bu çizgisi de 2013’ten sonra ideolojik Kemalizm kodlarıyla örtüşen bir yol izledi. Buradan anlıyoruz ki, AKP, tek başına bir ideoloji sahibi olmayan, fakat literatürde ideoloji olarak nitelendirilebilecek kimi başlıkları dönemsel olarak kullanmaya çalışan, bu tarz çubuk bükmelerden en fazla verimi almayı hedefleyen bir yapıya sahipti. Burada Milli Görüş gömleğinin çıkartılmasına dönük yapılan vurgu ise, ideolojik Kemalizmle bir sorun yaşamak istemediğini belirtmek için yapılan bir vurguydu.

Ancak ikinci bir nedenden dolayı da AKP’nin ideolojisiz bir yapı olduğunu ifade edebiliriz. Hükümet olan ve iktidarlaşmayı hedefleyen bir yapının aynı zamanda devletin kurumsallığına da hükmetmesi gerekirdi ki, AKP’nin bu çarkı çevirebilecek bir kadro yapısı yoktu.

İşte tam da bu nedenden dolayı AKP’nin, hükümet olma aşamasından iktidar olma aşamasına geçene kadar Cemaat ile iş tutması gerekiyordu. Bu karşılıklı bir alış-verişti. AKP devlet kurumlarına hükmedebilmek için ihtiyaç duyduğu kadroyu Cemaatten alacaktı, AKP de bunun karşılığında Cemaat’in devlet kurumları içinde derinlemesine bir biçimde kurumsallaşmasına, örgütlenmesine izin verecekti.

Cemaat aslında AKP’nin çok öncesinden beri devlet kurumları içinde yuvalanmıştı. 12 Eylül darbesi sonrasında ANAP döneminden başlayıp 2000’lerin başlarında DSP’ye kadar uzanan dönem içerisinde bütün hükümet partileriyle benzer ilişkiler kurmuştu. Fakat Cemaat sadece bundan ibaret değildi. Topluma nüfuz etme konusunda da özellikle sosyal yardımlaşma vb. vakıflar gibi kurumsallaşmaları bulunmaktaydı. AKP döneminde bunlar da geliştirildi. Kuzey Kürdistan’a yönelik hamlelerde bu kurumlar özel bir rol oynadı. Bu rolde Genelkurmay’ın varlığı, ayrı bir boyutta görülmelidir.

Günümüzde sivil toplum kuruluşu adı verilen bu faşist örgütlenmeler, ister ekonomik ister siyasal nedenlerle olsun, ezilenler ile devletin karşı karşıya gelme potansiyelinin olduğu anlarda devreye girerek ‘an’daki sorunları devlet lehine soğutma işlevi görmeye çalışıyordu. Bu aynı zamanda sorunlu olan ezilen kesitlerin yardımlaşma kurumları üzerinden sisteme bağlanmasının yolunu döşüyordu. İşte özellikle AKP döneminde Kürdistan’da Kürtlerin bir bölümünün, politik manada bir türlü Kürt olamamasının önemli sebeplerinden biri buydu.

Haliyle Cemaat de daha fazla kadrolaşmak ve topluma nüfuz edebilme kanallarını güçlendirmek için istikrarlı bir hükümete ihtiyaç duyuyordu. Ayrıca uzun bir dönem boyunca AKP ile uyumlu görünmesinin bir başka nedeni de Cemaat’in sistem içinde günlük siyaset alanına girmemesi, daha çok kendisine siyaset üstü bir konum belirlemesiydi.

Ekonomik alanda da işler fena gitmiyordu. Sıcak para akışında bir sorun yoktu. Kamu ihaleleri yoluyla kurum ve kuruluşlar teker teker elden çıkartılıyordu. İnşaat sektörü her dönemin olduğu gibi AKP döneminin de baş tacıydı.

Öte yandan bir önceki hükümet döneminden kalan AB reformları bir süre daha devam ettirildi. Bu yöntemle liberal cenahın desteği alınmıştı. Devletin ve sistemin restore edilmesinin yolları adım adım döşeniyordu.

ABD’nin özellikle de 2003’den başlayarak Ortadoğu’ya dönük yaptığı müdahaleler, AKP’ye yoğun bir biçimde destek vermesini gerekli kılıyordu. Bu da AKP’nin özellikle içeride yapmayı düşündüğü dönüşümlerde elini güçlendiriyordu. Bundan dolayı AKP’nin Kurumsal Kemalizmle girdiği mücadelede karşıt cepheyi geriletebilmişti. Bu bağlamda 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve hemen öncesindeki süreç dönüm noktalarından biri olarak nitelenebilir. AKP’nin Cumhurbaşkanlığı’na gösterdiği adayın eşinin türbanlı olması kendi kaderi açısından önemliydi. Buradan kaynaklanan bir çatışmada atacağı bir geri adım, her türlü desteğe rağmen, sonunu Erbakan gibi yapabilirdi. Ancak AKP, Kurumsal Kemalizme karşı bir direniş göstererek gerilimden galip çıktı. Bu ‘an’dan itibaren devlet içindeki gerici Kemalist bölük, diğer gerici kanat tarafından TC tarihinde belki de ilk kez bu denli geriye itilmişti ve önemli bir mevziyi kaybetmişti.

AKP açısından bu döneme dair belki de tek olumsuz gelişme, 2004’te PKK’nin silahlı mücadeleye başka bir tarzda yeniden başlamasıydı. PKK’ye karşı yürütülen savaş devletin kurumsallığı içindeki yarığın görünmez kılınmasına, İdeolojik Kemalistlerin en azından bir bölümünün AKP nefretini dindirici bir rol oynuyordu. Bu bağlamda 2008’e girilirken Zap operasyonu düzenlendi. AKP ve Genelkurmay’ın açık bir yenilgi yaşadığı bu operasyonda, operasyonun başlaması ile bitmesi bir oldu. TC ordusu apar topar geri çekildi.

Ama AKP kendini zaman içinde çok güçlü hissediyor, yapılan seçimlerden daha da güçlenerek çıkıyordu. Devlet içindeki gerilimde Kemalist kanat genel olarak geriletilmişti. AKP kendi varlığını daha da sağlama almak için ve restorasyon hamlesini başlatabilmek için buradan da kendisine kimi bağlaşıklar bulmak durumundaydı, PKK’nin varlığı devam ettiği sürece bu bir zorunluluktu. Bu bağlamda Ergenekon operasyonları başlatıldı. Devlet içindeki, özellikle ‘Kızılelmacı’ olarak nitelendirilen bir kesite karşı tasfiye operasyonu başlatıldı. Bu kesit ABD karşıtıydı ve AKP bu bloğun törpülenmesini hedefliyordu. Restorasyonun devlet içi ile ilgili olan kısmında düğmeye basılmıştı. Buradaki inisiyatifin Cemaat’te olduğu ifade edilebilirdi. Bunun etkileri 2014’e kadar devam etti.

Fakat, aslında bu sürecin ikinci önemli anı 2009’da ‘Çözüm Süreci’ adı verilen, özü PKK’yi tasfiye edip sistem dışı olan Kürt halkını sisteme bağlama operasyonu olan dönemin başlatılmasıyla ilgili olarak Tayyip Erdoğan’ın Meclis’te yaptığı konuşmaydı. Bu hamle devletin tarihteki kimi suçlarını ajitatif biçimde ifade etmesinden dolayı değil, bir ezilen kesitin sistem içine bağlanmasına dönük güçlü vurgularıyla önemliydi. AKP, restorasyon için biri içeride diğeri de sistemin dışında iki önemli odağa savaş açmış durumdaydı.

Bu atmosferde 2010 yılında Anayasa Referandumu gerçekleştirildi. Rejim kendini restore ediyor ve bunun yasallığını oluşturuyordu. Bu rüzgarla 2011’deki genel seçimlerde AKP tarihin en büyük oy oranına erişiyordu. Devletin içindeki diğer gerici kanadın esamesi okunmuyordu. Bu bağlamda tek sorun Kürt Özgürlük Hareketi’ydi. Legal alana dönük operasyonlar da üst seviyede seyrediyordu ve askeri yöntemlerle baskılanamayan hareket bu yöntemle geriletilmeye çalışılıyordu. Bütün bunlara rağmen 2011’de otuzu aşkın vekil Meclis’e giriyordu. İki yıl önce başlatılan çözüm sürecinin kime yaradığı da oldukça tartışmalıydı. Tipik bir devlet refleksi olarak, AKP’nin 2011’den sonra da fütursuzca davranması için bütün koşullar uygundu. Bu dönemde de AKP ile Cemaat koalisyonu oldukça uyumlu ilerliyordu.

TC devletinin AKP eliyle başlattığı restorasyon hamlesi açık bir biçimde Kürdistan’da PKK’ye yaramıştı. PKK biraz daha güçleniyor ve kendi coğrafyasındaki halkıyla bütünleşmek için yeni kanallar oluşturmaya çalışıyordu. Açıkça Kürdistan’da devrimci bir süreç derinleşiyordu, fakat Türkiye sahasında devlet eliyle başlatılan bu karşı-devrimci hamle yüzeyi kaplıyordu.

Getiren dış konjonktür götürmeye başlıyor

Arap Ayaklanmaları başlayana kadar emperyalist-kapitalist sistemin bölgeye dönük hesaplarının tuttuğu ifade edilebilir. Ve hatta Arap Ayaklanmaları başladıktan sonra da, bir aşamaya kadar ayaklanmaların oluşturduğu atmosferin emperyalist-kapitalist sistemin işine yaradığı söylenebilir. Arap Ayaklanmaları’yla birlikte Tunus, Mısır gibi pek de sıcak bakılmayan, Libya örneğinde olduğu gibi istenmeyen iktidarlar devrilmişti. Boşluklar cihatçılar tarafından doldurulurken, Mısır’da Mübarek’in devrilmesinden sonra ayaklanma sürecine dahil olan ve emperyalizmin tam desteğini alan İhvan iktidara getiriliyordu. Arap Halk Ayaklanmalarında gözlemlendiği üzere devrimci bir öznenin yokluğu bütün süreci etkileyen ana faktör olacaktı.

Ayaklanmaların kendiliğindenliği sınır tanımıyordu. Çok geçmeden bu etki kendini Suriye’de de göstermeye başlayacaktı. İş, Suriye’ye gelip dayanana kadar Türkiye’nin dış politikası emperyalizme uyum gösteriyordu. Suriye’de ayaklanmalar başlayınca ve bu durum bir iç savaşa dönüşünce, ana hedef olarak gösterilen Esad’ın iktidarda kalmak için direnmesiyle birlikte, bölgeye dönük tasavvurlar üreten öznelerin tutumlarında değişimler gözlemlenmeye başlandı.

Türkiye’nin dış politikası bu karmaşalı ortamda kendisine nüfuz alanı yaratma üzerine kuruluydu. Kaddafi’nin devrilmesi, Mısır’da İhvan’ın iktidara gelmesi, Esad iktidarının kısa sürede devrileceği hesabının yapılması; aslında başlangıçta ifade etmeye çalıştığımız özelliğin bugüne yansımasıyla birlikte, güncel olarak Ortadoğu politikalarında emperyalizmin TC’ye biçtiği misyonda çizilen sınırların zorlanabileceği şeklinde algılandı. Kısacası artık bu tarihte devletleşmiş bir AKP kendi tarihsel kodlarına uygun olarak Osmanlı mirasını ümmetçi bir tarzda güncellemek için önüne bir fırsat çıktığını düşünüyordu.

Tam bu moment, Mısır’da İhvan rüzgarının başka bir ayaklanmayla sona erdiği bir momente denk düşüyordu. İhvan, Mısır’da iktidara gelirken vaat ettiği hiçbir reformu hayata geçirmemiş ve üstelik devlet kurumsallığı içinde hegemonik güç olma yönünde radikal adımlar atmaya çalışmıştı. Buna ek olarak, Suriye’de başlayan halk ayaklanmasını örgütlü olduğu kentlerde iç savaşa dönüştürmekte tereddüt göstermemişti. Mısır’daki ayaklanma İhvan’ı devirdi ve boşluğu Mübarek artıkları ve Mısır ordusunun komutanları doldurdu.

Birbiri ardına patlak veren halk ayaklanmaları bölgedeki iktidarları deviriyordu. Ancak doğan boşluklar cihatçı örgütler tarafından doldurulacaktı. Libya da bu ülkelerden biriydi ve El-Kaide taraftarları 2012’de Amerikan Büyükelçiliği’ni basacak, büyükelçiyi linç ederek öldürecekti. Bu noktadan sonra ABD bölgeye dönük politikalarında kimi değişikliklere gidecekti.

Politika alanında güç olma hali, bu alanda yapılan hatalardan dönmek için manevra yapma rahatlığı verir. Özne, ne kadar güçlü olursa bu manevraları o kadar rahat gerçekleştirme olanağı yakalar. ABD güç olduğu için, bir momentte kendisi açısından sorunlu gördüğü bir politikadan kurtulma olanağını rahatlıkla yakaladı. Aynı anlama gelmek üzere AKP bölgeye dönük politikalarda bir özne olamadığı, ’emperyalizm’ nedeniyle de olamayacağından, daha doğrusu ‘güç’ olamadığından kaynaklı olarak manevra yapma olanağına sahip değildi ve bu durum kendisine çok ciddi krizler yaşattı.

AKP özellikle de dış politikada nereyi tutsa elinde kalacak bir pozisyona evrildi. Esad iktidarı sarsılıyor ama yıkılmıyordu. ABD bölgedeki cihatçılara desteğini yavaş yavaş çekiyordu. Esad’ı belli ölçülerde, belki de belli bir zaman dilimi için ‘kabul edilebilir’ görmeye başlıyordu. Ama AKP Sünni kuşağı yaratma rüyasından dolayı cihatçılara yardımını kör göze parmak sokarcasına arttırıyordu. Ve tam bu esnada başka bir gelişme oldu.

2012’nin bahar aylarıyla birlikte, Suriye’de oluşan iktidar boşluğunun Rojava tarafındaki bölümü PYD güçleri tarafından ‘kanton’ ilanlarıyla dolduruluyordu. TC devletinin sınırlarına ‘PKK uzantısı’ bir örgütün bayrakları dikiliyordu. Bu durum bölgeye dönük tasavvurlarda ABD ile AKP arasındaki açı farkını arttırıcı bir rol oynuyordu. TC devleti cihatçı örgütler aracılığıyla Suriye iç savaşına dahil olmuştu. Sünni bir Suriye devleti TC için en uygun olanıydı. TC devletinin bahanesi hazırdı: PYD PKK’nin uzantısıydı ve Türk devletinin sınırlarının böyle bir terör örgütünün denetiminde olması kabul edilemezdi.

AKP-Cemaat kavgası başlıyor

2011’deki Genel Seçimler, Anayasa Referandumu ile birlikte düşünüldüğünde AKP’yi daha fazla cesaretlendirdi. Genel manada AKP’de somutlanan gerici kanat belki de hiçbir zaman kendisini bu kadar güçlü hissetmemişti. Devletin kurumsal yapısı içinde yer alan reaksiyoner milliyetçi kanadın ‘kızılelmacı’ bölümü Ergenekon vb. davalarla tasfiye edilmişti ve zaman geçtikçe de bunun çapı genişletiliyordu.

AKP, Cemaat ile yürüttüğü koalisyonda, koalisyon olmanın hakkını tereddütsüz bir biçimde vermişti. Bu sayede Cemaat, o güne kadar devlet kurumlarında kısmen kadrolaşmıştı; şimdi de bunu derinleştirmeye başlamıştı. Kadrolaşma düzeyi, varolduğu günden bu yana en yüksek seviyeye ulaşmıştı.

Politika alanı, genel anlamıyla içinde var olan öznelerin kendi hegemonya alanlarını genişletmek için faaliyet gösterdiği bir alandır. Politika alanında olan her özne bu yüzden, şu ya da bu şekilde mutlak ve tek hakim olmak ister. Çok uzun yıllar boyunca kendisine siyaset üstü bir pozisyon belirleyen Cemaat’in, devlet kurumsallığı içinde bu kadar yaygınlık kazanınca, büyük iktidar olma isteği ve devlet ile ilgili kararları tek başına alma, kurumsallığı yönlendirme isteği ön plana çıkacaktı.

Muhtemeldir ki, ilk çatışma alanı Kürt meselesi ve PKK’nin ne şekilde tasfiye edileceğiydi. Bir diğerinin ise, Arap ayaklanmalarıyla başlayan süreçte AKP ile ABD arasında oluşan açı farkının, Cemaat tarafından AKP aleyhine değerlendirilme çabası olduğu söylenebilir.

Ana halka: Gezi Ayaklanması

2013’ün Haziran ayına gelene kadar iki gerici kanat arasındaki çelişkilerde AKP, Kemalist gerici kanada karşı önemli mevziler elde etmişti. TC’yi kuran kadroların bugünkü siyasi uzantıları, 90 yıllık tarih boyunca ilk kez bu kadar geri bir pozisyona hapsedilmişti.

Kemalist kanadın geriletilmesinden doğan boşluk, AKP ve Cemaat ortaklığı tarafından hızla dolduruldu. 2010 ile 2012 arasında iktidarlaşan ve kendi içlerinde pek de sorun yaşamayan bu koalisyon, 2012 ile birlikte iç gerginlikler yaşamaya ve çatırdamaya başlamıştı.

Kürt Özgürlük Hareketi ise, restorasyon dolayımıyla sistem içine çekilme hamlelerine sığmayacak denli bir güç elde etmişti. Suriye’de yaşanan iç savaşta KÖH çok önemli mevziler elde etmişti ve bu mevziler TC devleti ile yürütülen ‘süreç’te KÖH’e önemli bir avantaj sağlıyordu.

Türkiye’nin atmosferini ise restorasyonun karşı-devrimci havası belirliyordu. Kuzey Kürdistan’daki gibi devrimci bir özneden yoksunluk, genel manada ezilen hareketlerini de olumsuz etkiliyordu.

‘Restorasyon’ genel mantığı itibariyle sadece devlet kurumsallığının reorganize edilmesinden ibaret değildir. Aynı zamanda sorun olarak görülen ezilen kesitlerini de sisteme içermeye çalışır. Bunda başarılı olduğu ölçüde de restorasyon başarılmış sayılır. Artık ‘yeni’ bir dönem açılmıştır. Bu yeni dönemde de, toplum yeni döneme ayak uyduracak bir hale getirilecek biçimde düzenlenmelidir. Böylesi bir kudret eşiğine TC tarihinde sadece M. Kemal döneminde tanık olundu.

O dönemde de Kürtlerin ayaklanmaları bastırılmıştı, diğer ezilen kesitler de sisteme bağlanmış ve sorun olmaktan çıkarılmıştı. TC, kuruluşu ile birlikte topluma nüfuz etmeyi başarmış, o dönemde de toplumun günlük yaşam ve reflekslerine müdahaleler gerçekleştirmişti. O dönemde de, mesela İstanbul, devletin batıcı yüzünü temsil ediyordu ve özellikle Taksim Meydanı ve çevresi bu bağlamda bir merkez haline getiriliyordu. Bu mekan, Türkiye’nin batılılaşma, modernleşme hamlelerinin bir simgesi olacak şekilde elden geçiriliyordu. Bu durum Kemalist inşa sürecinin bütün boyutlarıyla toplum belleğine kazınması anlamına geliyordu.

AKP de genel mantığını benzer bir hamleye dayandırdı. Yani iktidarlaşmaya başlamasıyla birlikte, kendi iktidarı ve modernleşme hamlesinin simgelerini oluşturmaya ve toplum belleğine kazımaya çalıştı. AKP’nin buna cesaret etmesini ve daha genel olarak restorasyonun selametini belirleyen şey de, toplumun zapturapt altına alınmasıydı. Bu durum AKP için bir başlangıç verisiydi. Etek boyundan içilen sigaraya, her şeye laf yetiştirme çabası bu dönemde adet haline getirilmiş, ciddi bir karşı koyuşla da karşılaşılmamıştı.

Bu koşullarda Taksim’deki Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası ve onun içine de AVM yapılması, Tayyip Erdoğan açısından ‘iş’ bile değildi. Zaten Topçu Kışlası’nın içine AVM yapmak, Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir batılılaşma-modernleşme sevdalısı olduğunu da gözler önüne seriyordu.

Evet, artık Tayyip Erdoğan’da simgelendiğini ifade edebileceğimiz TC devletinin ‘Gezi Parkı’ hamlesi, TC devletinin tarihinde görülmemiş ve yaşanmamış bir ayaklanmayla yanıtlanıyordu. Geriye dönüp baktığımızda rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Kürt Özgürlük Hareketi’nin varlığı ve mücadelesi paranteze alındığında, Gezi Ayaklanması AKP’nin yaşadığı ilk yenilgiydi. Ve devam eden dönem açısından, Gezi ayaklanmacılarının maddi varlığından dolayı değil, geriye bıraktığı ‘ruh’ açısından en stratejik değerdeki yenilgisiydi. Çok değil, bir-iki gün içerisinde toplumun fay hatları kırılmış, çok şiddetli bir deprem sırasında ufuk çizgisinin yitirilmesi misali, Tayyip Erdoğan bırakın ufuk çizgisini görebilmeyi, burnunun dibini dahi göremez hale gelmişti. Bu çok net bir yenilgiydi.

Ayaklanmanın AKP açısından stratejik önemi haiz olmasının sebebi, ayaklanmanın süreklileşmiş bir biçimde devam etme olasılığından kaynaklı değil, ayaklanmanın ‘maddesi’ geri çekildikten sonra, o ayaklanmanın ‘ruh’unun AKP yerine kim iktidara gelirse gelsin, onu dahi etkisine alacak bir havanın oluşmasıydı.

Bugünlerde 13. yılına ulaşan bir AKP’yi tartışıyorsak ve onun tarihine dair bir şeyler söylemeye çalışıyorsak, hiç tereddütsüz Gezi Ayaklanması’nın ana halka olarak belirlenmesi ‘devrimci’ olandır. Gezi Ayaklanması, lafzi ve kitabi bir özgürlüğün olamayacağını, tek gerçek özgürlüğün, özgürlüğe yönelen eylemler olabileceğini bizzat gösterdi.

Gezi Ayaklanması 1,5 ay boyunca sadece katılanları değil, tüm Türkiye’yi özgürleştirdi. An devrimciydi. AKP’nin devreye soktuğu restorasyonun esamesi okunmuyordu. Türkiye’nin zamanı ve mekanı, Tayyip Erdoğan’da somutlanan devlete karşı, ‘an’ itibariyle devrimcileştirildi. Ayaklanmanın kendiliğindenliği ve geniş ezilen kesimleri kapsayıcı niteliği, ‘an’daki ayaklanmanın en güçlü ve güçlendirici yanıydı.

Fakat, ayaklanmanın zayıf yanı süreci belirledi. Taleplerin sistemin işletiliş biçimine dair oluşu, ayaklanmanın geriye çekilmesinden sonraki süreci belirleyici bir işleve sahip oldu. Bu durum sol cenahta iki reformist kanal oluşturdu. Birincisi, Birleşik Haziran Hareketi’ydi. Herhangi bir siyasal varlık gösteremedi ve geride kaldı. Daha belirgin ve güçlü olan kanal ise, HDP’de somutlandı. Gezi Ayaklanması’yla oluşan ‘ruh’un, ‘katılımcı demokrasi’ ve seçimler aracılığıyla sistem içinde kalması garantilendi.

Ancak, mesele Kürt Özgürlük Hareketi’nin Gezi ile nasıl ilişkilendiği değil, Türkiye Devrimci Hareketi’nin Gezi’nin ruhu ve maddesiyle ilişkileniş biçimiydi. Zaten bu maddeyi kapsayabilecek kudret eşiğine gelen bir özneden bahsedilemiyordu. Fakat Gezi Ayaklanması bir ‘tarih’ yaratmıştı. Bu tarihsel-politik muhteva ile devrimci bir tarzda ilişkilenme kurulabilirdi. Bunu da Berkin Elvan figürü üzerinden P/C gerçekleştirdi. İlişkilenme tarzı o ‘an’da tarihsel-politik olmaktan çıktı ve aktüelleşti.

AKP ile Cemaat arasındaki ikinci kırılma

AKP ile Cemaat arasındaki kavgada ikinci kırılma ise, yaşanan olayların boyutu düşünüldüğünde ikincil önemde olan, ama Cemaat açısından hayati öneme sahip ‘dershaneler’ meselesiydi. AKP, Cemaat’e hem MİT başının ifadeye çağrılması meselesinden, hem de Gezi’de ortaya koyduğu tutumlardan kaynaklı olarak bir misilleme yapma ihtiyacı duyuyordu. Bu durum devlet katındaki karşılıklı çapsızlık hamlelerini derinleştirici bir rol oynayacaktı. Dershaneler, hem Cemaatin en önemli maddi kaynaklarından biri olması nedeniyle önemliydi, hem de ileride devlet içinde konumlandıracağı kadroların seçimi açısından önemli bir havuzdu. Aynı kampın iki odağı, ikili bir iktidarı yürütürken aralarındaki savaş üst düzeye sıçrıyordu.

Gezi’nin üzerinden birkaç ay geçmeden dershaneler konusu gündeme gelmişti ve ardından da, karşı bir hamle olarak 17-25 Aralık günleri başlıyordu. İlk ve önemli olan şey TC tarihindeki herhangi bir iktidarın yolsuzluk yapıyor oluşu değil, bu yolsuzluklar meselesinin tarihte ilk kez bu kadar gözler önüne seriliyor ve pisliklerin bu biçimde ortalığa saçılıyor oluşuydu. Aynen Gezi’de olduğu gibi, bu da TC tarihinde bir ‘ilk’ti ve bu ‘ilk’ de AKP’nin başında patlamıştı.

2013 Aralık günlerinden hemen sonra 2014’ün ilk günleri içinde bu defa MİT tırları ile ilgili skandallar patlak vermeye başlamıştı. Sonrasında Bayırbucak Türkmenleri’ne gittiği iddia edilecek olan MİT tırları içindeki silahların, devletin askerleri tarafından önü kesiliyor, MİT’çilerle devletin askerleri arasında tekme-tokat kavga yaşanıyordu. Silahların cihatçılara gitmediğine dair herhangi bir gösterge ortalıkta yoktu. İlerleyen aşamalarda ortaya çıkacak olan dinleme kayıtlarında, dış işleri bakanlığı konutunda MİT ve devletin üst düzey yetkilileri arasındaki bir konuşmaya yer veriliyordu. MİT başı bu diyalog esnasında tam da devletin geleneğine uygun bir tarzda “gerekirse göndeririz iki-üç adam, attırırız üç-beş füze olur biter!” diyerek TC devletinin dış politikasının vizyonunu ortaya koyuyordu.

AKP kendisine inen darbelerin etkisini ‘şimdilik’ kimi hukuki-teknik düzenlemelerle hafifletmeye çalışıyordu. Ancak pozisyonunu devam ettirebilmek için kendisine yeni bir koalisyon ortağı bulmak durumundaydı. Bu ihtiyaç onun İdeolojik Kemalizm sınırlarına dek geri çekilmesine vardı.

2014 yılı AKP açısından, devlet içindeki Cemaatçileri tasfiye etmek için yaptığı siyasal-hukuki düzenlemelerle geçirdi. Bütün bu sarsıntılara rağmen yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde istediği düzeyde başarılı olduğu söylenebilir.

Kobanê Serhildanı

Özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte Ortadoğu’da sınırlar fiilen ortadan kalkmıştı. Suriye’nin demografik yapısı düşünüldüğünde bu ülkede yaşanan iç savaş gibi ciddi bir durumun çeşitli vehçelerle Kuzey Kürdistan’a ve Türkiye’ye yansımaması düşünülemezdi.

2012 yılı ile birlikte Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin Rojava’da doğan siyasi boşluğu doldurması dolayımıyla oluşan kantonlar, TC devletinin tarihsel kodlarını ve güncel-politik tahammül sınırlarını zorlayacak bir gündemi dayatıyordu. Bunun bir sonucudur ki, AKP zaten kendisine hiç de yabancı olmayan cihatçı örgütlere desteğini arttırmaya başlamıştı. Her ne kadar bunu açıktan yapmasa da, ortaya çıkan sonuçlar itibariyle düşünüldüğünde denilebilir ki, Suriye’de Esad’ın devrilemeyeceği anlaşıldıktan sonra Esad meselesi AKP için de ikinci plana düşmek zorundaydı.

Tayyip devleti, cihatçı örgütlere verdiği desteği açıktan kabul etmese bile, ne yapıyorsa kör göze parmak sokarcasına yapıyordu. Bunda, Arap Ayaklanmalarının başlangıcından Suriye’deki iç savaşın başlangıcına kadar olan dönem içinde ABD açısından bir mahzur görülmüyordu.

Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz üzere Suriye iç savaşı başlayınca, aynı momentte Libya’da ABD büyükelçiliği basılıp büyükelçi linç edilerek öldürülünce, ABD Ortadoğu’ya dönük politikasında kimi değişiklikler yapmaya başladı. Türkiye dış politikası açısından bu bir gerilim anlamına geliyordu ve bu gerilimin iç siyasete yansımaması düşünülemezdi. 2014 ile birlikte AKP; IŞİD, El-Nusra vb. cihatçı örgütler eliyle Rojava’yla dolaylı yollardan savaşa başlamıştı bile.

KÖH, özellikle ABD ile AKP arasında oluşan bu açı farkını gördü ve bunun üzerinde konumlandı. IŞİD dolayımıyla hem kantonların savunmasında hem de kantonlar dışındaki bölgelerde almış olduğu inisiyatiflerle kendine bölgede alan açtı. Bu konumlanış, hareketin genel olarak uluslararası diplomasi alanında daha da meşrulaşmasına yol açtı. Gerçekleştirilen bu hamleler, AKP’nin Ortadoğu’ya ilişkin düşlediği hegemonya alanını darlaştırıcı bir işlev gördü. AKP bu düşlerini diri tutmak için IŞİD’i desteklemeye devam etti. Bu noktada Barzani’yi de devreye sokmakta tereddüt göstermedi.

2014’ün yaz aylarında IŞİD’in Şengal ve Mahmur saldırılarının HPG tarafından püskürtülmesi, IŞİD’in Rojava’daki kantonlara doğru harekete geçmesini beraberinde getirdi ve Kobanê kantonu Eylül ayı itibariyle IŞİD tarafından çembere alınmaya başlandı. Çember 6-7-8 Ekim günlerine kadar daraldıkça daraldı.

Bütün bunlar olup biterken Tayyip Erdoğan’ın yaptığı bir konuşmada “Kobanê düştü düşecek” demesi, hem Kürt Özgürlük Hareketi açısından bardağı taşıran son damla oldu, hem de ‘kültürel Kürt’ler açısından, etkisi ileride görülecek kırılmalara yol açtı. O güne kadar İslam mevzusu üzerinden AKP’ye kapaklanmış kültürel Kürtler bu sayede hızla politikleşmiş ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin politik hegemonya alanına giriş yapmıştı.

Bu esnada Kobanê’nin dış dünya ile tek bağlantı noktası olan sınır kapısı civarında çatışmalar şiddetlenmişti. KÖH, kendi kitlesine dönük ‘acil eylem’; dış kamuoyuna da, TC devletinin IŞİD’e dönük sempatisini deşifre edecek biçimde ‘acil yardım’ çağrısı yaptı.

Kobanê Serhildanı, Kürt Özgürlük Hareketi tarafından örgütlü ve planlı bir biçimde gerçekleştirildi. Geri çekilmesi de yine belli bir plan dahilinde oldu. Kürt Özgürlük Hareketi bu üç gün boyunca K. Kürdistan’da bir süredir unutulmuş görünen ‘barbar’ yüzünü TC devletine gösterdi. TC açısından bilanço, sadece tahrip edilen iş yeri ve ölü sayılarıyla hesap edilemeyecek derecedeydi.

Bu ayaklanma esnasında öncelikle AKP hükümeti ciddi bir kriz yaşadı. Ayaklanmanın durdurulması için İmralı’nın yolları aşındırıldı. Kobanê’ye dönük tasavvurundan ‘an’ itibariyle vazgeçerek sınır kapısı üzerinden Kobanê’ye yardım ulaşması için kendi sınırları içinde bir hat oluşturulmasını kabul etmek durumunda kaldı. KÖH’ün K. Kürdistan’daki metropollerde örgütlü askeri varlığının hegemonik gücü ortaya çıktı. TC devleti ilk kez bu kadar açık bir biçimde JİTEM’in bugünkü uzantılarıyla, Hizbulkontra’yı aynı anda sahaya sürdü.

Ayaklanma belli bir inisiyatifle geri çekildikten sonra, kısa bir süre uygulamaya sokulan şiddetin dozajı tartışıldı. Ancak bütün bu tartışmalar, o güne kadar AKP’nin K. Kürdistan’da oluşturmuş olduğu hegemonyanın kırılmasının önüne geçmedi. AKP’de vücut bulan restorasyon, ‘iç güvenlik yasası’yla kapatılamayacak biçimde darbeler alıyordu. Uzun bir dönem boyunca hiçbir şey yapmasa da kazandığı bir pozisyondan, ne yapsa kaybetme bataklığına saplandığı bir konuma gerilemişti.

Tayyip Erdoğan’ın simgesel ölümü

Tayyip Erdoğan, özellikle Gezi Ayaklanması’ndan beri yoğun bakıma alınmıştı. İçerideki atmosfer düşünüldüğünde artık çöküş kaçınılmaz görünüyordu. 17-25 Aralık günlerinde de artık makineye bağlı yaşamın başladığı ifade edilebilirdi. Gerçekten de bu süre içerisinde Tayyip Erdoğan’ın elde ettiği Cumhurbaşkanlığı ‘zafer’i Pirus Zaferi anlamına geliyordu. Kriz artık Tayyip Erdoğan’ın varlığında somutlanıyordu. Pirus Zaferi, hükümet ve devlet içindeki krizlere bir de Anayasal krizi armağan edecekti. TC devletine 2010’dan beri de Tayyip devleti denilebilirdi, fakat Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra oluşturduğu Külliye mekanizması, Tayyip Erdoğan devletini hem somutlaştırdı, hem de kurumsallaştırdı.

Özellikle Gezi, 17-25 Aralık günleri ve Kobanê serhildanlarından sonra, Ergenekonculara uygulanan muameleler de düşünüldüğünde, ‘hukuk’ denilen mekanizmanın “iktidarın fahişesi” olmaktan başka bir anlama gelmediği bir kez daha somutlanmıştı. Milyonlar, her kritik dönemeçte Tayyip Erdoğan devletinin içinde bulunduğu arabanın devrilmemesi için, o fahişenin nasıl da makyajlanıp piyasaya sürüldüğüne şahit olacaktı.

2015’in başından itibaren 17-25 Aralık operasyonlarında isimleri ön plana çıkan dört eski bakanın Yüce Divan’a gönderilmesi konusunda yapılan oylamada AKP içinde yaşanan ayrışma bir yönü ile başbakan ile cumhurbaşkanı arasındaki fikir ayrılıklarına işaret ediyordu. Yine, Kamuda Şeffaflık ve İmar Yasası’nın çıkartılması konusunda yaşanılan tartışmalar, MİT müsteşarının Tayyip Erdoğan’ın müdahalesiyle milletvekili adaylığından vazgeçmesi, İç Güvenlik Yasası ile ilgili çıkan kriz, 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de çekilen resimden sonra Tayyip Erdoğan’ın çubuk bükmesi… Ya Bülent Arınç’ın Melih Gökçek hakkında kameralar karşısında ettiği laflara ne demeliydi?

Bunların hepsi bir dağılma emaresiydi ve organizasyon olarak bir devletin en zaaflı anlarına işaret ediyordu. Ve ülke yavaş yavaş seçim atmosferine giriyordu.

Ama bu esnada İstanbul-Çağlayan’da devrimci bir eylem oldu. P/C’li iki militan Çağlayan’daki Adalet Sarayı’na girip, Gezi’nin sembollerinden biri haline gelen Berkin Elvan’ın ölümü ile ilgili yürütülen soruşturmaya bakan bir savcıyı odasında rehin alıyordu. Rehin alma eylemi esnasında çekilen görüntüler, hızla sosyal medya aracılığıyla dolaşıma sokuluyordu. Devletin gücü, ancak eylemin ikinci saatinde tv’lere ve sosyal medyaya yayın ve iletişim yasağı getirmeye yetti.

Devlet ve devrimcilik karşılaştırması açısından böyle bir eylem tarzının, ağırlıklı olarak psikolojik, ancak önemli sonuçları oldu. Normal koşullarda, bu tarz eylemler devletin ayrışık ve dağınık görüntüsünü giderecek bir birlik ve bütünlük görüntüsü yaratırdı. Fakat bu gerçekleşmedi. P/C’nin temsil ettiği sembol ile seçtiği hedefin sembolik niteliği, burjuva medyasında da ciddi ayrışmalara yol açtı. Bu ayrışma yayın yasağı ile birlikte derinleşti.

1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi esnasında elleri kelepçeli ve arkasında TC bayrağı varken çekilen görüntüleri ilk gördüğünde bir Kürt ne hissettiyse; Çağlayan Adliyesi’ndeki rehin alma eyleminde ağzı bantlı, elleri bağlı, arka fonda P/C bayrağı ve Berkin Elvan resmiyle, kafasına silah dayanmış bir savcının olduğu bir ambiyans da devlet açısından benzer bir çöküntüye yol açacaktı. Keza, herkes bilirdi ki, rehin alınan devletin sıradan bir savcısı değil, Tayyip Erdoğan ve onun devletinin ta kendisiydi.

Dolayısıyla bu ‘an’ herhangi bir an değildi ve bu eylemin sonucunda devlet katı bütünleşerek değil, kendi içindeki çelişkileri açığa çıkartıcı, ayrışan bir tarzda ortaya çıkmıştı. Bu psikolojiyi ve çaresizliği iki gerici kanadın başka veçhelerle savunuculuğunu yapan kalemşorların satırlarından anlıyoruz. Onların çabası bile bu bütünleşmeyi sağlayamadı.

Mesela Nihal Bengisu Karaca “devletin savcısının başına silah dayamak, devletin başına silah dayamaktır” diyerek meselenin ciddiyetini ne kadar iyi kavradığını gözler önüne seriyordu. Karşıt kamptan Ertuğrul Özkök de “bu olay rejimin 11 Eylül’üdür” diyordu.

Fakat bunlardan daha önemli ve bizi ilgilendiren başka bir durum daha vardı. Devrimcilik açısından, genel olarak sol cenah Gezi Ayaklanması’yla devrimci bir tarzda ilişkilenemiyordu. Ayaklanmanın geri çekilmesiyle birlikte Berkin Elvan’ın cenaze töreni dışında ortalıkta pek görünmeyen bu ‘kitle’ye yapılan vurgu, daha önce de ifade ettiğimiz üzere, kitlesiz bir kitlecilik ve ayaklanma bekleyiciliğine yönelmiş, bu da sol öznelerin, hareket geriye çekildikten sonra hareketsizliğine yol açmıştı. Zaten sol cenahın Gezi gibi bir ayaklanmayı taşıyabilecek bir gövdesi de yoktu. Her kendiliğinden ve öznesiz ayaklanmada olduğu gibi, hareket geriye çekildiğinde ve devrimcilik merkeze konulduğunda negatif sonuçların ortaya çıkması, çıkacak olması pek de sürpriz değildi. Şu halde beklemek yerine Gezi Ayaklanması ile tarihsel-politik bir bağlama gelecek bir ilişkilenmeyi devrimcilik üzerinden kurmak pratik-politikanın devamı açısından elzemdi. Dışarıdan gözlemlendiğinde, P/C’nin çabası buraya denk düşmekteydi.

Seçim propaganda süreci bu şekilde açıldı. Ama sol cenahın bir kısmı bu eylemi üstü kapalı biçimlerde provokasyon olarak nitelendirdi. Eleştiri menzilinde olmak kaydı ile, bir öznenin seçimleri kendisine gündem olarak belirlemesi ve bunun üzerinden savunduğu argümanları politikleştirmesi ne kadar normalse, başka bir öznenin de savunduğu argümanları pratik-politik devrimcilik üzerinden dile getirmesi o kadar normaldir. Ve seçim gündemi ile karşılaştırıldığında, Türkiye’de sürdürülme krizi yaşayan pratik-politik devrimciliğin gündeme gelmesi çok daha önemlidir.

Tayyip Erdoğan’ın son savaşı

Belli ki 7 Haziran seçimleri ve bu seçimlerden sonra açığa çıkan sonuçlar, Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hayallerine ve ‘çizik’ karizmasına büyük bir darbe daha indirdi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Kuzey Kürdistan’da seçim yoluyla, Rojava’da da IŞİD’e karşı yürüttüğü savaş yoluyla yaptığı hamleler, özellikle K. Kürdistan’da yaşayan Kürtler üzerinde ideo-politik hegemonyasını geliştirmiş olduğunu ortaya çıkardı.

Ancak, 1 Kasım seçim sonuçlarının Tayyip Erdoğan’ın politik ömrünü biraz daha uzattığı görülecektir.

*

Politika alanında eyleyen özneler, bazı durumlarda kendilerini daha güçlü kılabilmek için kendilerine bağlaşıklar ararlar. Bu durum onları konjonktür içindeki güç ilişkileri arasında daha güçlü ve avantajlı bir hale getirir. Bambaşka nedenlerle ve ihtiyaçlarla, AKP hükümet olup iktidarlaşma evresine gelene kadar Cemaati kendisine bir ittifak unsuru olarak belirledi. Daha önceki bölümlerde de ifade ettiğimiz üzere, AKP-Cemaat arasında yaşanan mücadeleden kaynaklı olarak bu ittifak çöktü. AKP, daha sonra devam eden ve bugünlere kadar uzanan dönem boyunca, hem diğer özneler hem de farklı toplumsal kesitlerin kendiliğinden tepkileri sonucu daha da sınırlandırıldı ve savunma pozisyonuna itildi. Bu duruma düşen her öznenin doğal reflekslerinde görüleceği üzere, AKP de yeniden saldırı pozisyonuna geçebilmek için kendisine yeni bağlaşıklar bulmak durumundaydı. Güç ancak bu biçimde yeniden elde edilebilirdi.

AKP çok güçlüydü. 2002’den bu yana birçok seçimde insanlar AKP’ye bu nedenle oy vermiş, bir burjuva partisine çok az nasip olabilecek şekilde tek başına hükümetler hediye etmişti. ‘İdeolojisiz’di, ama güçlüydü. Bu iki olgu ona bolca ‘hata’ yapma imkanı sunuyordu. Buna içinden geçilen konjonktür, büyük bir cömertlikle eşlik ediyordu.

Konjonktürün uygunluğu, ideolojisizlik ve ‘güç’ olma durumu yaptığı hataları görünmez kılıyor ve tolere etme imkanı sağlıyordu. Fakat 2012 ile birlikte dengeler değişmeye başladı. Tayyip Erdoğan’ın ideolojisizliği avantajdan dezavantaja, ‘güç’lülüğü de güçsüzlüğe dönüştü. Güç kaybettikçe panikledi, panikledikçe hata yaptı ve yaptığı hataları tolere edemedi, görünmez kılmaya gücü yetmedi.

Belli bir noktadan sonra da bunu dengeleyebilmek için iki çareye başvurdu. Birincisi, kendisine bir ideoloji edinmeliydi ve bu doğrultuda kendisine bir ittifak bulmalıydı. Bunu İdeolojik Kemalizme kapaklanarak yaptı ve bu ideolojinin en önemli kurumsal temsilcisi olan Genelkurmay’ı kendisine ittifak olarak belirledi.

İkinci önemli adımı ise, savaşı devreye sokmaktı. Bu noktada şunu belirtmekte fayda var: Şiddet, her türden ideolojinin kurucu unsurudur. Konumuzla alakalı olarak da, ‘an’a dair bir tespit yapılacak olursa, şiddet; konjonktür içinde eşitsizleşen güçler arasındaki dengeyi eşitleyen bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Karşıdaki gücün imkanları ne olursa olsun, zayıf olanın güçlüye uyguladığı şiddet ‘an’da güçlü olan ile aradaki makas farkını kapatır ve konumlar eşitlenir. Saldırıya geçen psikolojik üstünlüğü de elde eder, inisiyatif sahibi olur.

Tayyip Erdoğan da şu anda bunu yapıyor, yapmaya çalışıyor. Restorasyon sürecinde iyice zayıflayan konumunu savaşı devreye sokarak dengeleyip, restorasyonu restore etmenin imkanlarını arıyor.

Fakat tek sorun restorasyonun restore edilmesi de değil. Sorun, Tayyip Erdoğan’ın kendi külliyesi içinde son bir yılda oluşturduğu bir çete mekanizmasıyla, içinden geçilen konjonktüre ayar vermeye çalışmasında. Tayyip Erdoğan, oluşturduğu bu çete mekanizmasıyla ‘paralel’ bir devlet haline gelmiyor. Hazırlığını daha önceden yaptığını bildiğimiz üzere, devletin ta kendisi haline geldiğini, oluşturduğu bu ‘çete’ aracılığıyla kurumsallaştırarak ve eylemleştirerek deklare etmiş oluyor.

*

Hem iç konjonktür açısından, hem de bölgede olup bitenlere dair almış olduğu tutumların ortaya çıkarttığı sonuçlardan dolayı, 2012’den beri sıkışık bir halde kendisini var etmeye çalışan Tayyip Erdoğan’ın başka hiçbir çaresi ve şansı yoktu. Ortadoğu siyasetine yön verme iddiasıyla ‘Stratejik Derinlik’ten başlayan bir maceranın IŞİD olgusuyla ve Esad’ın yenilemeyeceğinin ortaya çıkışıyla oluşan tablo, kendi geleceği açısından gerçekten hazin bir tabloydu.

Bırakalım birkaç yılı, son bir-iki ay içindeki gelişmeler bile bu tablonun son rötuşları niteliğindeydi. Rusya’nın Suriye’de fiili müdahil olması ve Türkiye ile yaşadığı uçak krizinin acil ve derin etkilerinden önceki gelişmeler, İran’ın ABD ile girdiği nükleer müzakerelerinden sonuç çıkartıp bölge siyaset denkleminde daha inisiyatifli bir pozisyona gelmesi, yine aynı oranda Hizbullah’ın IŞİD’e karşı savaşta aktifleşmeye başlaması, PYD’nin Türkiye sınırlarında kalıcı hale gelmesi ve olası bir kantonlar birleşiminde Kürt kuşağının tamamlanma ihtimali ve bunun kalıcı hale gelmiş olması… Hali hazırda Kürt Özgürlük Hareketinin, ‘Türkiye’ adındaki siyasi birimin İran’dan başlayıp, Güney Kürdistan’la devam eden ve Kobanê’ye kadar uzanan sınır boylarında konumlanmış olduğu -1000km’den daha fazla bir uzunluktur bu!- ‘gerçek’ bir durumdur. Afrin ile Kobanê arasındaki boşluğun PYD’nin eline geçmesi sonucu ortaya çıkacak tabloyu düşünün.

Bitti mi? Bitmedi elbette! 17-25 Aralık operasyonunda ortaya çıkanlar, TC devletinin Reza Zarraf ile birlikte İran’ı altın kaçırarak dolandırdığının açığa çıkması; bu defa da geçtiğimiz Mayıs ayında IŞİD’in petrol emirine düzenlenen operasyon sonrasında, ABD’nin ele geçirdiği belgelerde, TC devleti ile IŞİD arasındaki petrol kaçakçılığı üzerine yapılan anlaşmalar, bu kaçakçılıktan hangi Türk devlet yetkililerinin ne kadar pay aldıklarının, ‘müttefik’ olarak tanımladıkları ülkelerin medyalarında somut bir biçimde tartışmaya açılması, buna son günlerde Rusya’nın IŞİD’le Türkiye’nin bağlantılarına ilişkin art arda yaptığı hamlelerin eklenmesi; ve yine Temmuz ayı içerisinde Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin önüne Tayyip Erdoğan, A. Davutoğlu ve Efkan Ala ile ilgili savaş suçu işledikleri iddiasıyla dosyanın gitmesi…

İçerideki gelişmeler bir yana, bilinen klasik emperyalist sistemin iç çelişkileri bağlamında düşünülse bile, Tayyip Erdoğan’ın güvende olması söz konusu olamazdı. Haliyle yapacağı tek hamle İncirlik’i açmak ve manevra alanını biraz daha genişleterek içeride ve dışarıda savaşı körüklemekti. Bunu ancak ideolojisizliğini gidererek ve İdeolojik Kemalizme yaslanarak yapabilirdi. Tayyip Erdoğan ve çetesinin tutunabileceği tek dal burasıydı. İdeolojik Kemalizmin devlet kurumsallığı içindeki en tipik temsilcisi Genelkurmay ‘göreve’ çağrıldı.

Genelkurmay, ‘savaş’ ayağının yasal bir kolu olarak konumlanmıştı. Fakat ‘savaş’ denilen gerçeklik daha illegal araç ve aygıtlara ihtiyaç duyardı. Bunu oluşturmak Külliye çetesi açısından hiç de zor olmadı ve faaliyetler 7 Haziran’daki seçim öncesinden başlatıldı. Savaş Kürtlere açılacaksa, K. Kürdistan’daki eski JİTEM artıkları, 2000’lerde tasfiye edilen Hizbulkontra artıkları ve onun bugünkü legal uzantısı; ve elbette ki petrol kaçakçılığı ve daha birçok ‘suç’un ortağı IŞİD’in bölgedeki hücreleri.

Külliye’de oluşan çetenin Suriye’deki iç savaşa koalisyon aracılığıyla müdahil olma çabasına da hiç şaşmamak lazım. Az önce belirttiğimiz, Mayıs ayında IŞİD’in petrol emirine düzenlenen operasyon ve sonrasında ele geçen belgelerin ortalığa yayılmaya başlamasından sonra bu hamlenin gelmesi ne kadar da ilginç.

Eğer bölgede bir aktör aranacaksa Tayyip Erdoğan şu an itibariyle kötü bir suret bile değildir. Tayyip çetesinin yaptığı işlem, güçsüzleşen konumunu, savaşı devreye sokarak dengeleme çabasından başka bir şey değildir. Tayyip Erdoğan çetesinin bölgedeki hiçbir müttefikinin bu artistik hareketleri ciddiye alması söz konusu bile olamaz.

Burjuva basınında sıklıkla soruluyor: “Türkiye 90’lı yıllara geri mi dönüyor?” Bu hayatta yaşanılan hiçbir olay kendini iki kez aynı biçim ve koşullarda tekrar etmez. Tayyip Erdoğan, Külliye’de kurduğu çete ile birlikte Kürtlere savaş açmıştır. Ancak sorun şu ki, Kürt Özgürlük Hareketi 90’lı yıllardaki gücünün çok çok ötesinde bir konumdadır.

Bu yüzden her değişen konjonktür ve oluşan yeni koşullar yeni kahramanlara ihtiyaç duyar. Biz anlıyoruz ki Tayyip Erdoğan’ın kahramanlığı koşulların değişmesiyle bitmiştir, yeni bir konjonktür başlamıştır. Bu yeni konjonktür ve koşullar kendisine yeni bir kahraman bulacaktır.

Sonuç olarak

·                               Kemalizm; Osmanlı’nın son dönemlerinde başlatılan Batıcı, Aydınlanmacı, modernist çizginin, 1923 sonrasında Anadolu’ya sıkışmışlığında restore edilen ideolojinin adıdır. Bu ideolojik varlık, her krizde fiili askeri müdahalelerle yeniden restore edilmeye çalışılmış, 1980 darbesinden sonra 28 Şubat ve 27 Nisan’da biçim değiştirerek devam etmiştir. AKP döneminde başlatılan restorasyon da başarısızlığa uğramıştır.

·                 Dolayısıyla AKP eliyle yürütülen restorasyon sürecinin sonuna gelinmiştir. Devlet, ‘gerici’ olduğunu ifade etmeye çalıştığımız bu süreçte başarılı olamamıştır. Devletin krizi derinleşmiştir. Restorasyon, restore edilmekle yüz yüze kalmıştır.

·                 Sistemin en önemli avantajı, Kürt Özgürlük Hareketi dışında, ezilen kitleler üzerindeki hegemonyasını devam ettiriyor oluşudur. En önemli dezavantajı da Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kuzey Kürdistan’da ve genel manada Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürtler üzerinde hegemonya alanını geliştirmesi, uluslararası diplomasi alanında daha fazla meşrulaşmasıdır. Bu da Tayyip devleti açısından başlı başına bir kriz unsurudur.

·                 Kürt Özgürlük Hareketi’nin Tayyip devletine karşı bu devrimci varlığının Türkiye siyasetine yansıyış biçimi liberal-özgürlükçü ve reformist bir tarzda olmaktadır. Bu da Türkiye Solu’nun büyük bir bölümünü olumsuz etkilemektedir. Bir etkileşim vardır ve bu etkileşimin ideolojik boyutlara varması, olumsuzluğu arttırıcı bir işlev görmektedir. Pratik-politik devrimcilik sürdürülme krizi yaşamaktadır.

·                 Politika alanı, bu alanda mücadele eden öznelerin, diğerlerine karşı ideo-politik hegemonya kurmak için müdahalelerde bulunduğu, hareket halinde olduğu bir alandır. Bu ülkedeki Marksizmin, Alevi ve Kürtler de dahil olmak üzere, ancak bunların dışındaki ezilen kesitlere yönelik ideo-politik müdahaleler gerçekleştirmeden ve hegemonya alanı oluşturmadan başarılı olma şansı yoktur.

·                 Konjonktür içinde tartışma konusu olan IŞİD’in bize öğrettiği ya da yeniden hatırlattığı kimi kritik tartışma konuları vardır. Ve bunlardan en önemlisi de ‘şiddet’in her türden ideolojinin en önemli kurucu unsuru olmasıdır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar