Ana SayfaArşivSayı 66Marx ve Azınlık Devrimi

Marx ve Azınlık Devrimi

Marx ve Azınlık Devrimi*
Stanley Moore
Çeviri: Sina Güneyli
1
Reform ve devrim ilişkisi üzerine odaklanan taktik kavgaları, Marx ve Engels tarafından başlatılan sosyalist hareketi, kurucularının ölümünden bu yana her kuşakta bölmüştür. Yüzyılın dönümünde, bu tartışma, Sosyal Demokrat Partilerdeki revizyonizm taraftarları ile Ortodoksluk taraftarlarını ayırmıştır. Bu, iki dünya savaşı arasında, Sosyal Demokratlarla Komünistler arasındaki çatışmada en önemli husustu. O zamandan beri, bu, Tito ve Stalin, Kruşçev ve Mao arasındaki mücadelelerde, Komünist hareket içerisinde yeniden gündeme gelmiştir. Bu tartışma dizisini çelişki üzerinden gelişme süreci olarak gören bir Hegelci, reform ve devrim karşıtlığında Marksizmin diyalektiğinin bir anahtarını bulabilir.
Bu çatışmaların çarpıcı bir süreklilik, radikal olarak değişen tarihsel koşullara direnen bir politika ve teori karşıtlığı sergilemekte olduğu görülmektedir. Bernstein, Kautsky ve Luxemburg arasında revizyonizm üzerine ilk tartışma patlak verdiğinde, sosyalist hareketin durumu neydi? Bolşevikler, Menşeviklerden ayrılmamışlardı. Sosyalist partiler, hemen hemen istisnasız, Avrupa ve Amerika ile sınırlıydı. Dünyanın hiçbir ülkesinde sosyalistler iktidarda değildi. Ve şimdi, altmış yıldan sonra, iki dünya savaşından sonra, Rus Devrimi’nden ve Çin Devrimi’nden sonra, Tito, Kruşçev ve Mao neyi tartışıyor? Bize meselenin revizyonizm olduğu söyleniyor.
Bu sürekliliğin aldatıcı olduğu ileri sürülebilir. Güncel problemleri ölü otoritelerin kategorileriyle ifade etme ve güncel durumları tarihsel benzerliklerle betimleme ısrarının tamamen sözel olan sürekliliklerle sonuçlanması beklenebilir. Revizyonizm gibi bir kelime, giderek artan sayıda farklı problemi ve durumu içerecek şekilde genişletildiğinden, tüm belirli referanslarından kopartılabilir ve basit bir suiistimal terimi durumuna düşürülebilir.
Veya süreklilik gerçek bile olsa, yine de yanıltıcı olduğu ileri sürülebilir. Hâlihazırda tartışan gruplardan birinin önerdiği taktikle, iki dünya savaşı arasında tartışan gruplardan birinin ve yüzyılın başında tartışan gruplardan birinin önerdiği taktikler arasında, bir soyutlama düzeyinde, bir dereceye kadar süreklilik keşfedilebileceğini varsayalım. Buradan, hepsinin aynı derecede doğru olduğu veya aynı derecede yanlış olduğu mu çıkar? Tarihsel koşullar değiştiği ölçüde, bir zamanda doğru olan politikalar bir başka zamanda yanlış olurlar. Taktiklerin tartışılmasında, can alıcı karşılaştırma geçmiş taktiklerle değil, fakat mevcut gerçeklerle yapılan karşılaştırmadır.
Son olarak, Marksist politikada bile taktik tartışmaların soyut ilkelerle seyrek olarak esastan ilgili olduğu ileri sürülebilir. Yüzeysel düzeyde, bunlar, bütün politik etkinliklere eşlik eden, çekişen grupların desteklediği çekişen kişilikler arasındaki liderlik yarışmasını yansıtır. Ve bu düzeyin altında, meseleler, büyük ölçüde değerlendirme farklılıklarına dönüşür. Yarışmacılar, durumun gerçekleri ile ilgili inançları ve alternatif eylem biçimlerinin getirdiği risklerin değerlendirilmesi konusunda anlaşamazlar. Teorik ilkeler işin içine girdiği ölçüde, birbiri ile karşı karşıya gelen çatışan teoriler değil, fakat aynı teorinin çatışan uygulamalarıdır.
Her üç tartışma tarzının gücü teslim edildiğinde, bunlar, güncel tartışmanın bazı yönlerinin Marksçı teorideki öncellerinin izlenmesi girişimini yasaklar mı? Bu tartışmaları yasaklama olarak değil, uyarı olarak görüyorum. Bu tartışmanın teorik geçmişini izlemenin, bunu ele almanın pek çok yolundan sadece birisi olduğunu kabul ediyorum. Ve bu yaklaşımın tek başına, çekişen politikalardan hangisinin güncel durumun gerçeklerine en iyi uyduğuna karar veremeyeceğini kabul ediyorum. Fakat bu şekilde hedeften uzaklaşmak, cevap sağlayamasa bile, soruları açıklığa kavuşturabilir ve bildirinin ve suiistimalin akla uygun tartışmanın yerini bu kadar sık aldığı bir çatışmanın anlaşılması için bu tür bir açıklığa kavuşturma acil olarak gereklidir.
Taktik üzerine sosyalist tartışmalar, karşı karşıya gelen politikalar, açıktan veya örtülü olarak, kapitalizmden sosyalizme geçişin aykırı kalıplarını varsaydığı ölçüde, teorik meselelere yol açarlar. Kuşkusuz, teorik bir probleme yol açmak için, tek bir tutarlı teorinin geniş bir farklı durumlar kümesine uygulanmasından daha fazlası gerekir. Aykırılık, bir ilkeler çatışması içermelidir.
Bu makalelerde, Marx’ın yazdıklarında, kapitalizmden sosyalizme geçiş ile ilgili olarak, bu şekilde üç aykırı kalıp veya alternatif model keşfedilebileceğini göstermek niyetindeyim. Bunlar, sürekli devrim kalıbı, artan sefalet kalıbı ve yarışan sistemler kalıbı olarak adlandırılabilir. Bu modelleri ayırt ettikten ve karşılaştırdıktan sonra, bunları, Marksçı sosyalistleri bu kadar dirençli şekilde bölmüş olan çatışma noktalarında taktik tartışmalarla ilişkilendirmeye çalışacağım.
2
Marx, radikal demokratlıktan felsefi komünistliğe dönüşünü, geri kalmış bir ülkede proleter devriminin ön koşulları üzerine olan bir makalede açıklamıştır. Bu makale, 1844’ün başlarında yayınladığı, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş (Introduction to a Critique of Hegel’s Philosophy of Right) idi. Geri kalmış ülke, bu zamanda, kesin bir şekilde, 1917’de Rusya’nın Batı Avrupa’nın gerisinde kalmış olması gibi, hem politik ve hem de ekonomik olarak İngiltere’nin ve Fransa’nın gerisinde kalmış olan Almanya idi.
Marx, Almanya bir burjuva devrimi yaşamamıştır, diye yazar: Almanya, devrimin kendisine katılmadan Fransız Devriminin ürettiği reaksiyonu paylaşmıştır. Fakat, Almanya için bir burjuva devrimi imkansızdır. Almanya’nın kapitalistleri, feodalizme karşı olan bütün toplumsal grupları kendi liderlikleri altında birleştirme, toplumu özgürleştirmek adına var olan düzeni yıkarak kendilerini özgürleştirme kapasitesinden ve isteğinden yoksundurlar. Devrimci bir burjuvazi olmadan bir burjuva devrimi olamaz.
Fakat Almanya, Fransa’nın ve İngiltere’nin hâlihazırda eriştiği politik gelişme aşamasına erişemese bile, bu aşamayı atlayabilir. Bir burjuva devrimi mümkün olmamakla birlikte, bir proleter devrimi mümkündür. “Almanya için ütopik bir rüya olan, radikal bir devrim, genel bir insan özgürleşmesi değildir; bu daha çok kısmi, sadece politik bir devrimdir, binanın sütunlarını ayakta bırakan bir devrimdir.”
Hangi koşullar bu radikal devrimi mümkün kılar? İlk ön koşul devrimci bir teoridir. Almanlar, Fransızların ve İngilizlerin felsefi çağdaşıdırlar, fakat politik ve ekonomik çağdaşları değildirler. Alman teorisi, Alman toplumunun henüz geliştirmediği kurumların radikal bir eleştirisini sağlamıştır. İkinci ön koşul devrimci bir sınıftır. Almanya’nın başlangıç aşamasındaki sanayileşmesi, bütün toplumu özgürleştirmeden, gerçekten ve ismen, kendini özgürleştiremeyecek olan bir ücretli işçi sınıfı üretmektedir. Bu sınıf, devrimci teoride radikal ihtiyaçlarının cevabını bulmaktadır. “Felsefe bu özgürleşmenin kafasıdır: kalbi proletaryadır.”
Marx’ın Kapital‘inin bakış açısından bakıldığında, geri kalmış bir ülkede proleter devrimi beklentisi hakkındaki bu tartışma, cevapladığından daha çok soru ortaya koyar. Marx, devrimin sadece Alman Sanayileşmesi, İngiltere’nin ve Fransa’nın 1844’te hâlihazırda eriştiği düzeye erişince mi olmasını beklemiştir? Bu durumda, bu ilerlemenin onyıllar alacağını varsaymak makul olduğundan, Marx, bu dönem boyunca kapitalistler için politik ve ekonomik yönetimi ele geçirmenin imkânsız olduğuna nasıl inanabilirdi? Veya Marx, devrimi, Alman sanayileşmesi yaklaşık o anki düzeyinde iken, yakın gelecekte mi bekliyordu? Bu durumda, Marx, önerdiği filozoflar ve proleterler -toplam nüfusun küçük bir kesimi- ittifakı için var olan politik düzeni yıkmanın ve Almanya’yı sanayileştirme görevini yüklenmenin mümkün olabileceğine nasıl inanabilirdi?
Ne var ki, bu tür sorular, en azından kısmen, geriye bakışın bir sonucudur, çünkü Marx’ın makalesi Kapital‘in görüş açısından yazılmamıştır. Marx’ın Fransız devrimci politikası ve İngiliz politik ekonomisi üzerine olan çalışması, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş‘in yayınlanmasından sadece birkaç ay önce, onun Paris’e taşınması ile başlamıştır. Bu makale, bu yeni fikirlerin etkisini yansıtmakla birlikte, uzatılmış bir özümseme ve gelişme sürecinin başlangıcını temsil etmektedir. Kanıtlar, makaledeki kısmi ve radikal bir devrim ile ilgili aykırı beklentiler üzerine olan tartışmanın, orijinal bir teori geliştirme girişimi olmaktan daha çok hâlihazırda elde olan bir teoriyi Alman koşullarına uygulama girişimi olduğunu göstermektedir. Sadece politik bir devrim ile toplumsal bir devrim arasındaki aykırılık, Marx, Paris’te onunla karşılaştığında yaklaşık elli yaşında olan bir devrimci sosyalizm geleneği için temel bir meseleydi. Bu gelenek, Babeuf’un ve Buonarroti’nin önderlik ettiği Eşitlerin Komplosu’nun (Conspiracy of the Equals) üyeleri tarafından 1796’da oluşturulmuştu. Marx’ın çağdaşları arasında, bu geleneğin esas mirasçıları, Barbès’in ve Blanqui’nin önderlik ettiği Mevsimler Derneği (Society of the Seasons) üyeleri idi.
3
Buonarroti’nin Babeuf’un Eşitlik için Komplosunun Tarihi (History of Babeuf’s Conspiracy for Equality) sadece başarısız bir ayaklanma hikayesi değildir. Buonarroti, bu ayaklanmayı açıklama ve haklı çıkarma girişiminde, ayaklanmanın ilkelerini, programını, örgütlenmesini ve taktiklerini ayrıntılı olarak açıklar. Kitabının esas katkısı, sosyalist bir devrim yürütmenin ilk sistematik planı ile ilgili betimlemedir. Sosyalist taktikler üzerine sonraki tartışmaların ışığında, bu planın birbiriyle ilgili üç yönü özel bir önem taşımaktadır: bitmemiş devrim doktrini, azınlık yönetimi doktrini ve komplocu liderlik doktrini.
Buonarroti’nin Fransız Devrimi ile ilgili yorumu, iki farklı devrim türünün taraftarları arasındaki çatışma üzerine kuruludur. Bir devrimciler grubu, sadece, eski azınlık yönetiminin yerini yeni bir azınlık yönetiminin alacağı, kan bağı aristokrasisinin yerini zenginlik aristokrasisinin alacağı bir hükümet biçimi değişikliği amaçlamıştı. Buonarroti, bunları egoizm taraftarları olarak adlandırır. Diğer devrimciler grubunun daha radikal amaçları vardı: onlar sadece bütün azınlık yönetimlerinin yerini demokrasinin alması için değil, fakat büyük çoğunluğun çıkarları doğrultusunda tam bir toplum reformu için uğraşıyorlardı. Buonarroti, bunları eşitlik taraftarları olarak adlandırır.
Buonarroti, devrimin ilk yılları boyunca egoizm taraftarları iktidarda idi, diye yazar. Bundan sonra Robespierre’in hâkimiyeti eşitlik taraftarlarının zaferini gösteriyordu. Jakoben dönemin esas kazanımları 1793’ün demokratik anayasası ve Kamu Güvenliği Komitesinin liderliği altında uygulanan toplumsal reformlardı. Daha sonra Thermidor eşitlik taraftarlarının devrilmesini gösteriyordu ve Direktörlük altında egoizm taraftarları bir kez daha bir zenginlik aristokrasisi inşa ettiler. Bu şartlarda, Babeuf, Eşitlerin Komplosunu örgütledi. Bunun amacı, bitmemiş devrimi tamamlamak üzere Direktörlüğü devirmekti.
Ne var ki, Babeuf’un ve Buonarroti’nin programı Jakoben eşitlikçiliğinin bir yeniden doğrulanması değildi. Onlar, 1793 Anayasasını halkın egemenliğini ilan ettiği için övmüşler, özel mülkiyeti doğal bir hak olarak tanıdığı için eleştirmişlerdir. Savaş sırasında dış müdahaleye karşı acil olarak getirilen reformları övmüşler, bu tür reformların toplumsal eşitliği kalıcı olarak güvenceye almada etkili olacağını inkar etmişlerdir. Özel mülkiyeti yeniden paylaştırmak yerine, onlar bunu ortadan kaldırmayı ve bunun yerine bir mal ve emek topluluğu örgütlemeyi önermişlerdir. Devrimi tamamlamak için, sadece demokratik bir devleti değil, bir sosyalist ekonomiyi de inşa etmek zorunluydu.
Bu iki amaç 1796’nın Fransa’sı ile uyumlu muydu? Özel mülkiyetin ortadan kalkmasının büyük çoğunluğun çıkarına olacağını ileri sürerken, komplocular, bu çoğunluğun birazının kendileriyle aynı fikirde olduğunu fark ettiler. Buonarroti, ayaklanmanın liderleri ile ilgili olarak şunları yazar: “Komite, 9 Thermidor felaketinin ve bunu izleyen trajik olayların ahlaka ve ortak davaya ne kadar zararlı olduğunu kendilerinden gizlememişti. Bir vatandaş kitlesinin kendisini en rezil bir aç gözlülüğe bırakarak tepki verdiğini biliyorlardı. Kısa bir süre önce mülklerinden vazgeçmeye hazır olan en küçük mal sahiplerinin bile, şimdi, bir kez daha bunlara bağlandığını biliyorlardı, yasamanın ortak çıkarla ilgili düşünmeyi tümden yitirmiş olduğuna ve sınırsız bir egoizme terk edilmiş olduğuna ikna olmuşlardı.” Bu şartlar altında, çoğunluğa istediğini vermek onların ihtiyacı olanı inkâr etmek olacaktı. Yeni toplum sağlam bir şekilde kurulana ve bu toplumun üyelerine ortak çıkarlarını tanıma deneyimle öğretilene kadar, demokrasi ve sosyalizm arasında seçim yapmak zorunluydu.
Bu durumla karşılaşan komplocular, bu çatışmanın ancak uzatılmış bir azınlık yönetimi süresince çözülebileceğine karar verdiler. Onların acil görevi, var olan hükümeti devirmekti. Onların nihai görevi, demokratik bir anayasa çerçevesinde çalışan bir hükümet kurmaktı. Ara bir görev, çoğunluğun çıkarına çalışan fakat çoğunluk tarafından kontrol edilmeyen, bir anayasanın oluşmasını amaçlayan fakat kanun tarafından sınırlanmayan geçici bir hükümet örgütlemekti. Bazı komplocular, bu geçici hükümetin, tek bir adama emanet edilen olağanüstü yetki olarak tanımladıkları bir diktatörlük biçimini alması gerektiğini ileri sürdüler. Fakat benimsenen plan, komployu yöneten komitenin aday göstermesi üzerine Paris’in isyancıları tarafından seçilecek olan test edilmiş devrimcilerden oluşan küçük bir yönetici grup gerektiriyordu.
Babeuf’un ayaklanma için yaptığı hazırlıklar komplocu liderliğin klasik bir örneğini oluşturmaktadır. Bütün kararlar, yedi adamdan oluşan, gizli ve kendi kendini atamış bir Kamu Güvenliği Yöneticiliğinden geliyordu. Bu komite, Paris’in oniki bölgesinin her biri için devrimci bir ajan ve bölgedeki askeri kuvvetler için beş ilave ajan atamıştı. Yöneticilikten gelen ayrıntılı emirlere göre eylem yapan ve yöneticiliğe rapor veren her ajan, gazeteler ve broşürler dahil olmak üzere komplo için propaganda yapmaya ve yine mümkün olduğunca silahlı eylemci grupları örgütlemeye girişiyordu. Bu hazırlık etkinliğinin amaçları, ilk olarak, eski hükümete sadık kalan askeri kuvvetlerin üstesinden gelebilecek bir halk ordusu yaratmaktı ve ikinci olarak, ayaklanmayı desteklemek üzere bir çalışan insan kitlesi toparlamaktı. Liderler eylem emri verdiğinde, ilk adım cephanelikleri ve ana hükümet binalarını ele geçirmekti. İkinci adım, fakirler için acil gıda ve barınma tedariği konusunda emir vermek olacaktı. Ve üçüncü adım, devrimci bir hükümet örgütlemek olacaktı.
Geçici otoritenin üyeleri aday gösterildiğinde ve seçildiğinde, Kamu Güvenliği Yöneticiliği dağılacak mıydı? Buonarroti, liderlerin bu nazik konudaki tartışmalarının sonuçsuz olduğunu yazar. Onlar, halktan, yasaları önerme ve uygulama konusunda ayrıcalıklı bir yetki tanıyan bir irade göstermesini istemeye hemen hemen karar vermişlerdi. En azından, komitelerinin, seçilmiş memurların çalışmalarını denetlemek üzere varlığını devam ettirmesine karar verdiler. Ayaklanma Bildirisinin son maddesi, ayaklanma görevi tümüyle tamamlanıncaya kadar yöneticiliğin varlığını sürdüreceğini belirtir.
4
Buonarroti’nin Tarih‘i, 1828’de yayınlandıktan sonra, tüm bir devrimciler kuşağı için kılavuz oldu, bunların arasında en dikkat çekeni Blanqui idi. Bu geleneğin Marx üzerindeki etkisini tartışmadan önce, Blanqui’nin, bitmemiş devrim, azınlık yönetimi ve komplocu liderlik doktrinlerini ne derecede geliştirmiş ve modifiye etmiş olduğunu belirtmek faydalı olacaktır.
Blanqui, Babeuf’tan veya Buonarroti’den daha büyük ölçüde, bitmemiş devrim doktrinini sınıflar arasındaki bir mücadele cinsinden yorumlamıştır. Onların zengin ve fakir arasındaki genel karşıtlığını, burjuvazi ve proletarya arasındaki daha özgül karşıtlıkla değiştirmeye yönelmiştir. Onun proletarya tanımı teorik hassasiyetten yoksun olmakla birlikte, taktikleri, ücretli işçilerin politik rolünü köylülerinkinden ve küçük burjuvazininkinden etkili bir şekilde ayırıyordu. Demokratik bir anayasanın oluşturulması nihai bir hedefti: fakat devrimin acil görevi, çoğunluğu değil, ücretli işçileri iktidara getirmekti.
Blanqui, azınlık yönetimi doktrinini kolektif bir diktatörlük cinsinden ifade etmiştir. Onun zamanının Fransa’sında, devrimci bir diktatörlüğün Paris’te çoğunluk yönetimini ve Fransa’nın çoğunluğu üzerinde Paris yönetimini gerektireceğine inanıyordu. Böylece, 1848 Devrimi sırasında hemen genel oya başvurulmasına kuvvetle karşı koydu. 1870’in bakış açısından bu konumu pekiştirerek, Kapital ve Emek‘in (Capital et Travail) son bölümünde şunları yazar: “1848’de genel oya ivedi başvuru yapılması, kasıtlı bir ihanet idi. Politikacılar, Napolyon iktidara el koyduktan sonra yıllar boyunca basın susturulmuş olduğundan, taşranın, rahiplerin, bürokratların ve aristokratların avı olduğunu biliyorlardı. Bu köleleştirilmiş nüfustan oy istemek bunların efendilerinden oy istemekti. … 1848’de, Paris’in bir yıllık diktatörlüğü, Fransa’yı şimdi sonuna yaklaşmakta olan çeyrek yüzyıllık olaylardan koruyabilirdi. Eğer bu kez, on yıl gerekli ise, bunda tereddüt etmemeliyiz.” Proleter diktatörlüğü azınlık yönetiminin en son tarihsel biçimidir.
Blanqui, kendi komplocu örgütlenme doktrininde, Babeuf’un ve Buonarroti’nin oluşturduğu temel kalıbı geliştirmiştir. Fakat Blanqui, onların devrimci liderlik kaynakları çözümlemesini belirgin biçimde değiştirmiş, onların erdemli ve yoz karşıtlığında temellenen katı ahlakçı değerlendirmelerinin yerine yaklaşım olarak daha sosyolojik olan bir değerlendirme koymuştur. Etkili bir komplocu örgütlenmenin, proletaryanın en radikal üyelerini, sınıfsızlaşmış burjuva entelijansiyasının en radikal üyelerinin rehberliği altında birleştirmesi gerektiğine inanıyordu.
Bazen, komploculuğu ve darbe mekanizmasını saplantı haline getiren Blanqui’nin devrimi gerçekleştirmek için propagandayı ve tüm işçi sınıfını örgütleme görevini ihmal etmiş olduğu ileri sürülür. Bu eleştiri, Blanqui’nin, Mevsimler Derneğinin 1839’da kalkıştığı ayaklanmadaki liderliği için söz konusu olabilir. Fakat onun 1848 Devrimindeki liderliği için söz konusu olamaz. Blanqui, bu devrimin başlangıcında, hapisten çıktığında, gizli bir dernek değil fakat açık bir propaganda derneği örgütlemiştir. Var olan koşullarda, Blanqui, ayaklanmaya karşı çıkmış, bunun yerine Paris’teki bütün işçilerin silahlandırılmasını savunmuştur. O, devrimi ileri götürmek için gerekenin sürpriz bir saldırı değil, fakat silahlı bir sınıfın birlik halindeki planlı eylemi olduğunda ısrarcıydı.
5
Komünizme dönüşlerini ilan ettikleri 1844’ün başlangıcından 1848 krizinin bittiği gerçeğiyle yüzleştikleri 1850’nin sonuna kadar Marx ve Engels’in devrimci taktikleri, esasen, Babeuf, Buonarroti ve Blanqui geleneğinden etkilenmişti. Bu gelenek, Marx ve Engels üzerindeki tek etki değildi. Bu geleneğin ilkelerini eleştirmeksizin kabul etmekten uzaktılar. Yine de, onların bu dönemdeki taktiklerini anlamanın anahtarı, onların sürekli devrim, proleter diktatörlüğü ve komplocu liderlik doktrinleri konusunda aldıkları tutumun incelenmesidir.
Sürekli devrim sloganı Komünist Manifesto‘da yer almaz. Fakat bu kavram, Almanya’nın hemen bir proleter devriminin izleyeceği bir burjuva devriminin arifesinde olduğu iddiası ile ima edilmiş olmaktadır. 1848’in başarılarından ve 1849’un bozgunlarından sonra, Marx ve Engels, Komünist Birliğin Merkez Komitesinin Almanya’daki Üyelerine İlk Seslenişi‘nde (First Address of the Central Committee of the Communist League to its Members in Germany) devrimi ileri götürmek için ayrıntılı bir taktik plan sunmuşlardır. Bu konuşmada, onlar, devrime hakim olma mücadelesi veren üç sınıfı temsil eden üç politik programı ayırırlar: burjuva Liberalizmi, küçük burjuva Demokrasisi, ve proleter Komünizmi. Devrimci gelişmenin her aşaması boyunca, proleterler, kendi bağımsız örgütlerini inşa etmeli ve kendi bağımsız programlarını ortaya koymalıdırlar. Fakat her yeni aşamada, ittifaklarını değiştirmelidirler ve taleplerini artırmalıdırlar. Burjuva Liberallerin yükselişte olduğu dönemde, Komünistler, küçük burjuva Demokratların iktidarı ele geçirme mücadelesine destek olmalıdırlar. Fakat küçük burjuva Demokratların yükselişte olduğu bir dönemde, Komünistler, bunların yerine geçmek için mücadele etmelidirler. Bu taktikler şu ifadede özetlenmiştir: proletaryanın savaş narası “Sürekli Devrim” olmalıdır.
Proleter diktatörlüğü sloganı Komünist Manifesto‘da yer almaz. Dahası, azınlık yönetiminin zorunluluğu, proletaryanın demokrasi savaşını kazanarak yönetici sınıf haline geleceği iddiası ile inkâr edilmiş görünüyor. Bu iddia, proleterlerin çoğunlukta olduğu bir ülke için makul görünüyor. Fakat durumun böyle olmadığı ülkeler ne olacak? Engels, bu soruya, Manifesto için yazdığı ilk taslakta, Komünizmin İlkeleri‘nde (Principles of Communism) cevap vermeye çalışır. Engels, burada, demokratik bir anayasa oluşturulmasının “doğrudan veya dolaylı olarak” proletaryanın politik yönetimini gerektireceğini ileri sürer. Bu, proleterlerin hâlihazırda nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu İngiltere’de doğrudan böyle olacaktır. Bu, proleterlerin çoğunlukta olmadığı Fransa’da ve Almanya’da dolaylı olarak böyle olacaktır. Oralarda, köylüler ve küçük burjuvazi proletere dönüşmektedir. Böylece, onlar, politik çıkarları gereği proletaryaya artan bir bağımlılığa sürükleneceklerdir. Bu durumda, onlar, proletaryanın talepleri doğrultusunda hareket edeceklerdir. Engels, ekler, “belki de” bu, proletaryanın zaferi ile sonuçlanacak ikinci bir mücadeleyi gerektirecektir. Fakat bu şekilde ikinci bir mücadele ortaya çıkarsa, şu sorulabilir, bu zafer bir azınlığın çoğunluk üzerindeki tam bir zaferi, küçük burjuva demokrasisinin yerini proleter diktatörlüğünün alması anlamına gelmez mi?
Hem Fransa’daki ve hem de Almanya’daki 1848 devrimleri, Marx ve Engels’i bu ikinci mücadelenin sadece mümkün olmakla kalmayıp kaçınılmaz olduğuna da ikna etmişti. Onların değerlendirmesine göre, Almanya, feodal bürokratik hükümetlerinin devrilmesinden sonra, demokrasi için mücadele aşamasına girmiştir. Proleter Komünistlerin acil görevi, burjuva Liberallere karşı koymada küçük burjuva Demokratlara katılmaktı. Fakat, Marx ve Engels, Komünist Birliğe İlk Seslenişlerinde, sonraki aşama sırasında Komünistlerin küçük burjuva Demokratlarla karşı karşıya geleceği kehanetinde bulunmuşlardı. Diğer yandan, Fransa’da, burjuvazinin bir kesimi devrimden önce iktidarda idi; ve ilk birkaç ay içindeki gelişmeler ikinci aşamanın, proleter diktatörlüğü için mücadelenin problemlerini ortaya çıkarmıştı. Marx, bu dönemin tarihini Fransa’da Sınıf Savaşımları‘nda (The Class Struggles in France) çözümlemiştir. Marx orada şunları yazar, 1848 Haziranında küçük burjuva Demokratlar proletaryayı ezmek üzere burjuva Liberallere katıldığında, onların kurbanları genel oya başvurmanın sonuçlarını öğrenmişlerdi. O zaman proleterler, ılımlı reform taleplerini devrimci mücadelenin savaş narası ile değiştirdiler: “Kahrolsun Burjuvazi! İşçi Sınıfı Diktatörlüğü!” Marx’ın aynı eserdeki Fransızların çoğunluğunun köylü olduğu şeklindeki ifadesinden, bunun bir azınlık yönetimi talebi olduğu ortaya çıkar.
6
1844’ten 1850’ye kadar olan yıllar boyunca, Marx’ın ve Engels’in taktik teorilerini, Babeuf, Buonarroti ve Blanqui geleneğinden en keskin şekilde ayıran şey komplocu liderlik doktrini idi. Yine de, bu dönemin tarihsel bağlamı içinde ve sonraki gelişmeler göz önüne alınmadan bakıldığında, onların anlaşmazlığı, yarışan iki hareket arasındaki ilke farklılıklarından daha çok tek bir hareket içerisindeki vurgu farklılıkları olarak görünür.
Engels, Almanya’da Sosyalizm‘de (Der Sozialismus in Deutschland) Blanqui’ninkine çok benzeyen bir devrimci liderlik kaynakları değerlendirmesi yapar. Engels şunları yazar, “Başlangıçta iki bağımsız hareket vardı. Bir yanda, Fransız komünist işçilerden türeyen saf bir işçi hareketi: Weitling’in ütopik komünizmi bunun bir gelişme aşamasını temsil eder. Diğer yanda, Hegel felsefesinin çözülmesinden kaynaklanan teorik bir hareket: bu grupta en başından beri Marx hakimdi. Ocak 1848’in Komünist Manifestosu iki hareketin birleşmesini temsil eder, bu birleşme hem işçilerin ve hem de önceki filozofların cesaretle dövüştükleri devrim mücadelelerinde tamamlanmıştır.” Kayıtlar bu birleşmenin çatışmasız gerçekleşmediğini gösteriyor. Weitling, entelektüellerin bir işçi hareketi için uygun liderler olmadıkları gerekçesiyle, Marx’ın liderliği önerisine karşı çıkmıştır.
Alman işçilerinin hareketine ilham kaynağı olan Fransız komünistleri kimlerdi? Engels, Komünist Birliğin Tarihi Üzerine (On the History of the Communist Leauge) isimli makalesinde, Fransız işçilerinin komünizminin Babeuf geleneğinden türediğini yazar. Dahası, Engels, Adiller Birliğinin (League of the Just) -Paris’te Alman işçilerinin başlattığı ve onyıl sonra Komünist Birlik haline dönüşen örgüt- 1836’daki kuruluşu sırasında, Barbès’in ve Blanqui’nin yönettiği Mevsimler Derneğinin Alman kolundan daha fazlası olmadığını söyler. Başarısız 1839 ayaklanmasında, iki örgütün üyeleri yan yana dövüşmüştü.
Engels devam eder, bu bozgundan sonra Birliğin merkezi Londra’ya taşındı ve etkinlikleri komplocu özelliklerinden bazılarını kaybetti. Açık bir örgüt olan Alman İşçileri Eğitim Derneği, bir propaganda forumu ve yeni üye kaynağı olarak hizmet vermek üzere kurulmuştu. Birliğin bir komplocular örgütünden bir propagandacılar örgütüne dönüşmesinin son aşamasına, üyelerin örgütlerini Komünist Birlik olarak yeniden yapılandırıp Marx’ın ve Engels’in liderliğini kabul ettiklerini gösterdikleri 1847’de erişilmişti.
Komplodan propagandaya geçiş neyi getiriyordu? Bir sonuç, daha az gizlilikti. Birlik, üyelerini polisten gizleme politikasını devam ettirdi. Fakat üyelerini birbirinden izole etme ilkesini, yani minimum ilişki çerçevesinde örgütlenmiş ardışık komuta düzeyleri üzerinden, her birinde sadece organizatörün bir üst düzeyle ilişkisinin olduğu küçük gruplardan, üyelerin hiçbirinin bilmediği liderlere doğru uzanan bir piramit inşa etme ilkesini reddetti. Diğer bir sonuç, daha fazla demokrasi idi. Birlik, üyeliği işçi hareketinin en ileri destekçileri ile sınırlamaya devam etti. Fakat, kendi iç yapısında, komplocu yukarıdan atama ilkesinin yerini demokratik aşağıdan seçim ilkesi almıştı.
Ancak, bu değişikliklerde Blanqui’nin ilkelerinden kesin bir kopuş keşfetmek yanlış olacaktır. İlk olarak, Blanqui de, bazı durumlarda, komplo taktiklerini açık propaganda lehine terk etmeye hazırdı. İkinci olarak, Birliğin yapısındaki bu değişikliklerin anlamı, Birliğin yeni isminin anlamı ile birlikte ele alınmalıdır. Marx ve Engels, 1848’de, Avrupa’da dolaşan bir hayalet haline gelmemişlerdi. Marx’ın, Fransa’da Sınıf Savaşımları‘nda işaret ettiği gibi, bu dönemde, burjuvazi, komünizmi Blanqui ile özdeşleştiriyordu. Esasen Almanca konuşan Birlik için kendini komünist olarak isimlendirmek, Blanqui’nin Fransız izleyicileri ile dayanışmayı kamusal olarak onaylamaktı.
İki yıllık devrimci liderlik tecrübesi, Marx’ı ve Engels’i, Blanqui’nin yönettiği hareketle daha da yakınlaştırdı. Alman devriminin başlangıcında, Marx, Komünist Birliği dağıttı. Açık işçi örgütleri başlıca şehirlerde var olmaya devam etti: açık propaganda Neue Rheinische Zeitung üzerinden götürülebilirdi. O şartlarda gizli bir propaganda derneği gereksiz görünüyordu. Yine de, iki yıl sonra, hem açık işçi örgütleri ve hem de Neue Rheinische Zeitung karşı devrim tarafından tahrip edilmişti; ve yeniden oluşturulan Birliğin üyelerine ilk seslenişlerinde, Marx ve Engels, Birliğin dağıtılmasının bir hata olduğunu fiilen itiraf ettiler. Onlar, şimdi, Birliğe sadece eğitim fonksiyonundan daha fazlasını atfediyorlardı. Üyelere ikinci seslenişlerinde, Birliğin amacının Almanya’da bir devrimci işçi partisi örgütlemek olduğunu ileri sürdüler. Aynı zamanda, Birliğin temsilcileri olarak, Blanqui’nin Fransız izleyicilerinin temsilcileri ile gizli bir dernekte birleştiler.
Devrimci Komünistler Evrensel Derneği (Société Universelle des Communistes Révolutionaries) 1850 Nisanında Londra’da kurulmuştu. Bu derneğin tüzüğü, Komünist Birlikten (Marx ve Engels dahil) üç temsilci, Blankist örgütlerin sürgündeki iki temsilcisi, ve Çartistlerin bir temsilcisi tarafından imzalanmıştı. Dernek liderlerle sınırlıydı. Sadece dernek üyeliği değil, derneğin varlığı bile sıradan üyelerden gizlenmişti. Tüzüğünün ilk paragrafı şunları belirtir: “Derneğin amacı ayrıcalıklı sınıfları devirmek, bunları proletarya diktatörlüğüne tabi kılmak ve insan toplumunun nihai biçimi olan komünizme erişene kadar sürekli devrimi devam ettirmektir.”
Bu, Marx ve Blanqui arasındaki en büyük -doktrinel ve örgütsel- birlik noktası idi. Birkaç ay içinde, Marx ve Engels, devrimci krizin bittiğine ve gizli derneğin öldüğüne karar verdiler. Onlar, bir daha asla, Blanqui’ye bu kadar yakın olmadılar.
7
Marx’ın, Babeuf, Buonarroti ve Blanqui geleneğine olan borcuna dikkat çekmek, Marx’ın entelektüel gelişmesindeki başlıca akımlardan sadece birini ele almaktır. 1844’ten 1850’ye kadar olan yıllarda, bu gelenek, Marx’ın kapitalizmden sosyalizme geçiş modeli için ve dolayısıyla, taktik doktrinleri için asıl kaynaktı. Yine, bu dönem boyunca, Marx, sadece Fransız devrimci politikasını değil, İngiliz politik ekonomisini de incelemiştir ve bu tesirlerin etkileşimi Marx’ın taktik doktrinleri ile tarihsel materyalizmin temel ilkeleri arasında gizli bir çatışmaya yol açmıştır. Bu çatışma, 1850’den sonraki yıllarda, sürekli devrim kalıbından diğer kapitalizmden sosyalizme geçiş modellerine dönüşün habercisi olmuştur.
Taktik doktrinlerle tarihsel yaklaşım arasındaki ilişki problemi, Marx’ın Blanqui ile teorik dayanışmayı en kuvvetli bir şekilde olumlaması sonucu ortaya çıkmıştır. Blanqui’nin komünizmi, diye yazar Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları‘nda, “devrimin sürekliliğinin ilanıdır, tüm sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, bu farklılıkların dayandığı tüm üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine karşılık gelen toplumsal ilişkiler bütünlüğünün ortadan kaldırılması, ve bu toplumsal ilişkilerden kaynaklanan tüm fikirlerin devrimcileştirilmesi için zorunlu bir uğrak olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğünün ilanıdır.” Bu betimlemenin ilk kısmı bir devrim teorisine işaret eder, son kısmı bir tarih teorisine işaret eder. Marx’ın ve Blanqui’nin, bu zamanda, sınıf mücadelesi, sürekli devrim ve proleter diktatörlüğü doktrinlerini paylaştığı inkâr edilemez. Onlar, üretici güçler ve ilişkiler teorisini, toplumsal gelişmede ekonomik değişimin önceliği teorisini ve toplumsal varoluşun toplumsal bilince önceliği teorisini de paylaşmışlar mıdır? Veya Marksçı tarih yaklaşımı, Blanqui’nin temsil ettiğinden kesin bir şekilde farklı mıdır?
Bu tür bir fark, en azından, Marx’ın ve Engels’in profesyonel komplocunun politikaya yaklaşımına yönelttikleri saldırılarda dile getirilmiştir. Komplocu örgütlerde etkili olan sosyal teori cehaleti ile ilgili olarak, Engels, Komünist Birliğin Tarihi Üzerine (On the History of the Communist League) isimli makalesinde, Adiller Birliğinin tek bir üyesinin bile politik ekonomi üzerine tek bir kitap okumamış olduğuna inandığını yazar. “Eşitlik”, “kardeşlik” ve “adalet” kelimeleri bütün teorik güçlüklere çözüm getirmekteydi. Marx ve Engels, 1848 dönemindeki Fransız komplocuları üzerine iki kitap incelemesinde, komplocu liderlerin karakteristiği olan sosyal gerçeklerin tanınmasının reddi üzerine şunları yazmışlardır: “Bu komplocular kendilerini devrimci proletaryayı örgütlemekle sınırlamazlar. Onların işi gücü, devrimci gelişme sürecini engellemekten, bu süreci yapay krizlere itmekten, devrim koşulları olmaksızın irticalen devrim yapmaktan ibarettir. Onlara göre, devrim için gerekli tek koşul, onların kendi komplolarının yeterince örgütlenmesidir. Onlar devrim simyacısıdırlar …” 1850 bittikten sonra, Marx’ın ve Engels’in ekonomik krizin sonunun devrimci krizin sonuna işaret ettiği, ve bir başka ekonomik krizin bir başka devrim için zorunlu bir koşul olduğu ısrarı, Blanqui’nin izleyicileri ile ilişkinin nihai olarak kesilmesine neden olmuştur. Kendi izleyicilerinin kusurlarını paylaştığı ölçüde, Blanqui’nin politikaya yaklaşımı tarihsel materyalizmin bakış açısı ile çatışıyordu.
Bu eleştiriler, komplocu yaklaşımın, genel olarak nesnel koşulların, özel olarak ekonomik faktörlerin politik eylem üzerine getirdiği kısıtlamaları ihmal ederek, politik eylemin potansiyelini abarttığı suçlaması altında özetlenebilir. Fakat bu tartışma şekli nereye kadar uzatılabilir? Aynı eleştiri, Marx’ın ve Engels’in geri kalmış bir ülkede proleter devrimi planına yöneltilemez mi?
Politik Ekonominin Eleştirisi‘nin Önsözünde tarihsel materyalizmin bakış açısını açıklayan Marx, şunları yazar: “Hiçbir toplumsal düzen hiçbir zaman barındırdığı üretici güçlerin tamamı gelişmeden ortadan kalkmaz. Yeni, daha yüksek üretim ilişkileri hiçbir zaman varoluşlarının maddi koşulları eski toplumun rahminde olgunlaşmadan ortaya çıkmazlar.” Bu ilkeler, bir burjuva devriminden bir proleter devrimine kesintisiz geçişi, kapitalistlerin güçlükle başladığı bir sanayileşmenin sosyalist tamamlanmasını gerektiren bir program ile uyumlu mudur? Kapitalizmden sosyalizme bir geçiş modeli olarak değerlendirilen sürekli devrim kalıbı, komplocu tarih yaklaşımının başlıca kusurlarını paylaşmıyor mu?
Marx’ın geri kalan ömründe, bu çatışma, gizlendiği ölçüde çözülmüş değildi. Alman tarihi, Engels’in -Bismarck İmparatorluğunun kuruluşundan sonra- yukarıdan burjuva devrimi teorisinde çözümlediği bir kalıbı izleyerek, Manifesto‘nun kehanetinden tamamen farklı bir yoldan ilerledi. Marx’ın ekonomik düşüncesinin Kapital‘de doruğa ulaşan gelişmesinin ilgi odağı, sermaye birikimi sürecinin ekonomiyi küçük bir kapitalist azınlık ve büyük bir proleter çoğunluk olarak bölmekte büyük ölçüde başarılı olduğu, gelişmiş bir kapitalist ülkedeki proleter devriminin problemlerine kaymıştır. Marksçı hareketin taktik doktrinleri, varsayımlarını, sürekli devrim kalıbından, bir başka kapitalizmden sosyalizme geçiş modeline, artan sefalet kalıbına kaydırmıştır.
Fakat Almanya, Avrupa’daki son geri kalmış ülke değildi. Engels’in ölümünden sonraki yıllarda, Lenin, Marx’ın 1844’ten 1850’ye kadar olan yıllarda Almanya için geliştirdiği taktik doktrinleri Rusya için uyarladı ve işledi. Bolşevik Devriminden sonra, Lenin’in ve Kautsky’nin polemikleri, Marx’ın düşüncesindeki gizli bir gerilimin düşman politik hareketlerin açık bir karşılaşmasına dönüşmesine işaret ediyordu. Hem Lenin ve hem de Kautsky, Marx’ın öğretisini miras aldığını iddia ediyordu, fakat onlar bu öğretinin farklı kısımlarına başvuruyorlardı. Hiçbirisi, bu mirasın tüm karmaşıklığını kabullenmeye hazır değildi.
Lenin ve taraftarları, Almanya’nın tarihsel kaderi üzerine Komünist Manifesto‘ya başvurabilirlerdi. “Komünistler, dikkatlerini esasen Almanya’ya çeviriyorlar, çünkü bu ülke, Avrupa uygarlığının daha gelişmiş koşulları altında ve onyedinci yüzyıldaki İngiltere’nin veya onsekizinci yüzyıldaki Fransa’nın burjuva devriminden çok daha gelişmiş bir proletarya ile yürütülmesi kesin olan bir burjuva devriminin arifesindedir, ve çünkü, dolayısıyla, bir burjuva devrimi hemen izleyen bir proleter devriminin başlangıcından başka bir şey olamaz.” Bu, Bolşeviklerin iktidarı nasıl ele geçirdiğini açıklamıyor mu?
Kautsky ve taraftarları, Almanya’nın gerçek tarihine işaret edebilirlerdi ve Babeuf üzerine Komünist Manifesto’ya başvurabilirlerdi. “Proletaryanın, kendi öz amaçlarına ulaşmak için, feodal toplum devrilirken genel kalkışma zamanında yaptığı ilk doğrudan girişimler, proletaryanın gelişmemiş durumu ve özgürleşmesi için gerekli ekonomik koşulların -henüz üretilmesi gereken, ve sadece gelmekte olan kapitalist dönemin üretebileceği koşullar- yokluğu nedeniyle, zorunlu olarak başarısız oldu.” Bu, Bolşevikler iktidarı ele geçirmiş olmasına rağmen, proletaryanın neden yönetemediğini açıklamıyor mu?


* Stanley Moore, Three Tactics, The Background in Marx, Monthly Review Press, New York, 1963, s. 11-33.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar