Ana SayfaArşivSayı 64-65Alman Marksizmindeki Farklı Akımlar

Alman Marksizmindeki Farklı Akımlar

 
 
Nieuwenhuis, Ferdinand Domela (1892): Die verschiedenen
Strömungen in der deutschen Sozialdemokratie. Harnisch
Verlag, Berlin
19. Yüzyıl sonlarında
Alman Marksizmi İçindeki Farklı Akımlar[1]
[Seçmeler]
Ferdinand Domela Nieuwenhuis
Çeviri: Gülsen Güner
Ferdinand Domela Nieuwenhuis kimdir?
Amsterdam’da varlıklı bir aileye doğan Ferdinand Domela    Nieuwenhuis teolojik çalışmalarının ardından Evanjelik-Luteran vaiz olarak çeşitli Hollanda şehirlerinde görev yaptı. 1878’de kendisini bir sosyalist olarak tanımladı. Kiliseyi terk ederek kendi dergisi olan Recht voor Allen’i (Herkes için Eşit Haklar, 1879) çıkarmaya başladı. Dergi daha sonra Hollanda sosyalist hareketinin dergisi haline gelmiştir. Domela Nieuwenhuis, Hollandalı sosyalistlerin entelektüel ve politik lideri olarak ülkenin her tarafında sosyalizm üzerine vaazlar verdi. 1881’de çeşitli yerel hareketlerden oluşan bir sosyalist hareket olan Sociaal-Democratische Bond’un (SDB) temsilci lideri haline geldi. 1886’nın sonunda krala karşı suç işlemekten bir yıl hapis cezasıyla cezalandırıldı. 1888’de serbest bırakılmasından 6 ay sonra 1891’e kadar ilk sosyalist parlamento üyesi oldu. Bu yıllar boyunca Domela Nieuwenhuis Marksist sosyalizm ve özellikle Alman Sosyalist Partisinden uzaklaştı. Anti-parlamentarizmi ve savaş durumunda genel grevi savunması kırılma noktalarını oluşturmuştur. İkinci Enternasyonal’in 1891 ve 1893’teki konferanslarında anarşistlerle birlikte savaş ilanı durumunda genel vicdani ret ve genel grev için bir çağrı öngören çözümler sundu. 1896’da İkinci Enternasyonal’den ihraç edildikten sonra Marksist sosyal demokrasi üzerine çeşitli eleştiriler kaleme aldı. Domela’nın anarşizme geçişinin zamanına dair ortak bir görüş bulunmamaktadır ancak SDB’de parlamenter yöntemlerden giderek uzaklaşarak kopması çeşitli sorunlara neden oldu ve Pieter Jelles Troelstra’nın partinin birkaç önemli üyesi ile birlikte partiyi terk ederek 1894’te daha reformist bir parti olan Sociaal Democratische Arbeiders Partij’i (SDAP) kurmasıyla sonuçlandı. Aynı yıl SDB illegal olarak deklare edildi. Domela, Troelstra ve partisi SDAP’a düşmanlık beslemeye ve sosyal anarşizan davası için mücadele etmeye ve yayınlar çıkarmaya devam etti. Çeşitli kongrelere katıldı, yeni hareketler başlattı, yeni hareketlere katıldı ve eylemden uzak durmadı. 18 Kasım 1919’da öldü.
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ilkelerine eskisi gibi bağlı olmadığını görmek gerçekten üzücü bir durum. Alman yoldaşlarımdan çok şey öğrendiğim ve partinin önder kadrosu içinden birçok değerli arkadaşım olduğu için, bu tespiti ne yazık ki üzülerek yapıyorum. Ama ne demişler: “Platon benim arkadaşım; fakat hakikat ondan daha değerli bir arkadaşım!”
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto okulundan yetişmiş biri olarak söyleyebilirim ki, insan, Marx’ın Gotha Programı eleştirisini gerçekten okur ve bunu, partinin son yıllardaki tutumuyla karşılaştırırsa, bugünkü durumdan Marx’ın kendisinin de hoşnut olmayacağını rahatlıkla görebilir.
Engels bizi, Almanya’da hem küçük burjuvazi hem de Sosyal Demokrat Parti içinde güçlü temsilcileri bulunan her türden hümanizm dostu ve akıl hocası sosyalistlere karşı, dikkatli olmaya çağırıyor. Sözü edilen bu kesimler gerçi sosyalizmin temel yaklaşımlarını ve özel ellerde bulunan üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşmesi talebini, yerinde bir talep olarak kabul ediyorlar; fakat bu dönüşümün gerçekleşmesinin ancak uzak, öngörülemez bir gelecekte mümkün olabileceğini iddia ediyorlar.
Hatta bizim ihtiyar Liebknecht bile şimdilerde, eskiden savunduğu görüşleri değiştirmişe benziyor. Liebknecht, Sosyal Demokrasi’nin Parlamenter Çalışmaya İlişkin Görüşleri adlı eskiden yazdığı bir broşürde, kuşkusuz bugün de en yakıcı şekilde ihtiyaç duyulan fikirleri dillendirir. Bu broşürün ikinci baskısına 1874 yılında yazdığı önsözde (bu önsöz her ne hikmetse, broşürün 1888’deki son baskısından çıkarılmıştır!), parlamentarizm türlerinin birbirine tercih edilecek bir konumları olmadığını, hepsinin aynı burjuva kumaştan dokunduğunu belirtir. O zamanlar benden çok daha fazla parlamentarizme karşı çıkan Liebknecht, 1874’te yazdığı önsözde soruyordu:
“Alman Parlamentosu Reichstag’ta bulunmanın ‘pratik’ amacı nedir? Hiç! Parlamentodaki hedefsiz gevezelikler kralların bir eğlencesi olabilir; ama bunun bize bir faydası yoktur. Aksine buralarda gevezelik etmek bizim için zararlıdır; çünkü sokakta verilen mücadelenin en ciddi politik mücadele olduğu prensibinin, parlamenter sahtekârlıklar ve ikiyüzlülüklere kurban edilerek, değeri düşürülür, Bismarck’ın parlamentosu Reichstag’ın sosyal sorunlara çözüm sunduğu yanlış algısı yaratılır ve sokaktaki isyan parlamentoya çekilerek ehlileştirilir. ‘Pratik sebeplerden ötürü parlamenter olmalıyız’ fikri, davaya ihanet veya sığ görüşlülük içinde savunulabilir ancak.”
Eğer bir kimse, sözü edilen bu devrimci okuldan yetiştiyse, son dönemlerde bu okul adına duydukları karşısında dehşete düşecektir. Korkarım ki, böyle giderse Almanya’daki devasa Sosyal Demokrat Hareket, kendisinin önceli olan İngiltere’deki Çartist Hareketin yaşadığı kaderi paylaşacak.
Belki de (başka türlü olabileceğine dair görünürde bir emare yok) küçük burjuvazi ve işçi aristokrasisi iktidarı alacak. Bunun işaretleri, Sosyal Demokrasinin lumpen-proletaryaya karşı negatif tutumunda görülebilir. Oysa ki, tekniğin gelişiminin proletaryanın geniş kesimlerini lumpen-proletaryanın saflarına ittiği tehlikesi görülemiyor mu? Bu gidişatın zorunlu bir süreç olduğunu kabul etsek bile, bu durumu engellemek için politik olarak elimizden geleni yapmalıyız. Her koşulda küçük burjuvazi ve işçi aristokrasisinin ayrıcalıklarına karşı mücadele edilmeli, proleter saflarda imtiyaz tohumlarının ekilmesine müsaade edilmemelidir. Sosyal Demokrat Hareketin görevi, Marx ve Engels’in 1848’de  Rheinischen Zeitung’da proletaryanın bağımsız çıkarlarını burjuva demokrasisine karşı savundukları gibi, işçilerin ekonomik örgütlülüklerini de devreye sokarak, onların çıkarlarını burjuva toplumuna karşı temsil etmektir.
Sosyal Demokratlar olarak bizler, meselelere karşı eleştirel bir yaklaşım göstermekle yükümlüyüz. Fakat öyle görülüyor ki, Bismarck’ın 12. yılına giren Sozialistengesetz [sosyalistlere karşı yasa] etkisini gösteriyor; kendi içimizdeki bir eleştiri hemen ‘karalama’ olarak damgalanıyor; ki bu yaklaşım bize zarar verir. Belki benim burada getireceğim eleştiriler de, ‘kara çalma’ olarak damgalanacaktır. Fakat benim niyetim bu değil ve hiçbir zaman da bu türden niyetler gütmeyeceğim. Buradaki umudum, Sosyal Demokrat Hareketin içinde bulunduğu durumun açıklanmasına bir katkı sunmaktır.
***
Bugünkü Sosyal Demokratların Erfurt’ta gerçekleştirdikleri Kongre’de geliştirdikleri bir mücadele tarzı, dünyanın bütün sosyalistlerini son derece yakından ilgilendirmektedir; çünkü, hafif bir ifade değişikliğiyle birlikte bu mücadele tarzı, Sosyal Demokrasinin parti içindeki bütün fraksiyonları tarafından oy birliğiyle kabul görmüş durumdadır.
Kongre’de reformist-sağ kanadın temsilcisi olarak Vollmar öne çıkarken, sol kanatta da “Berlin Muhalefeti”nin sözcüsü Wildberger yer alır. Bu iki kanadın dışında kalan Bebel ve Liebknecht, hiçbir tarafa yaranamamanın hüzünlü şahitleri olarak örsle çekiç arasında kaldılar. Kongre hakkındaki değerlendirmelerimizi, gazetelerde yazılan makaleleri değil de, Kongre tutanaklarını esas alarak yapmak için bunların yayımlanmasını beklerken, Sosyalist Hareketin Almanya’da uzun yıllar önderliğini yapmış ve bu hareketi temsil etmiş Liebknecht ve Bebel gibi siyasi şahsiyetlerin orta yolcu tutumları, bizde, onlara karşı bir acıma hissi uyandırdı.
***
Liebknecht ve Bebel çizgisi, reformist Vollmar’a karşı örgütsel tedbir getirmezken, sol kanadı temsil eden “Berlin Muhalefeti” bunlar tarafından, baştan itibaren mahkûm edildi ve parti dışına atıldı. Oysaki Singer’in de haklı bir şekilde ifade ettiği gibi, parti açısından reformist kanadın temsilcisi Vollmar’ın fikirleri, “Berlin Muhalefeti”nin çizgisiyle kıyaslanamayacak kadar daha fazla tehlikeliydi.
***
Sol kanadın sözcüsü Wildberger, parti içinde güçlü bir eğilim olan parlamentarizm eleştirisini, Liebknecht’in 1869 yılında yazdığı bir broşürün savunusu üzerinden yapar. Liebknecht’in, 1874 yılında yeni bir basımı yapılan bu broşürün önsözüne yazdıkları, o yıllarda da parlamentarizme ilişkin fikirlerinde bir değişiklik olmadığını gösterir. Bu önsözde Liebknecht, diğer şeylerin yanında Bismarck parlamentosuna getirdiği eleştirilerinde haklı olduğunu, bu eleştirilerinin geçerliliğini koruduğunu, genel olarak parlamentarizme yönelik eleştirilerini geri çekmediğini belirtir.
1890 yılında Halle’de yapılan Kongre’de ise, genel olarak parlamentarizmi mahkûm etmediğini, sadece Bismarck parlamentosunun bir hilkat garibesi olduğunu, çünkü o yıllarda politik durumun farklı olduğunu belirtir. Liebknecht’in bu Kongre’de dile getirdiği fikirler, 1875 yılında yazdığı önsözdeki parlamentarizm eleştirisi ile açık bir çelişki içindedir; O, burada bu meselenin bir prensip meselesi değil de, pratik bir mesele olduğuna bizi ikna etmeye çalışmaktadır. Pratik meseleler söz konusu olduğunda Liebknecht tam bir liberal; eğer koşullar talep ediyorsa gelecekte taktiği değiştirmek için her zaman hazır ve nazırdır. Bir kişi, herhangi bir meseledeki fikrini her daim değiştirmek istiyorsa, bu kişinin o meseleyi taktik üst başlığının altına yerleştirmesi kafi geliyor!
1876’da Gotha’da yapılan Kongre’de Liebknecht şöyle der: “Eğer Sosyal Demokrasi seçim komedisine katılırsa, o sadece sosyalist hükümet partisi olur. Ama parti bu komedi oyununa katılmayacaktır; bunu hiçbir zaman ve hiçbir koşulda yapmayacaktır.” O zamanlar Liebknecht, bu oyunu şimdi tam da kendisi oynadığı için, gün gelecek de kendisini eleştirenler olacağına inanır mıydı acaba?
***
Liebknecht, sol kanadın sözcüsü Wildenberg’in Kongre’de ifade ettiklerinden yüz kat daha keskin ifadeleri önceki yıllarda bizzat kendisi dile getirdiği halde, onu, savunduğu pozisyondan dolayı Kongre’de anarşistlikle itham eder. Bu suçlamaya “Berlin Muhalefeti”nden Auerbach gayet uygun bir yanıt verir:
“Biz, Liebknecht’in 1869 yılında yazdığı broşürün büyük bölümüne katılıyor ve orada dillendirilen görüşlerin bugün de doğru olduğunu savunuyoruz. Bugün parlamentoda vekil olan Liebkenecht’e, anarşizme eğilim duyduğu ya da anarşist olmak istediği yönlü bir suçlama hiçbir şekilde getirilemeyeceği açıktır; ama 1869 yılının Liebknecht’ine, onun bugün bize getirdiği suçlama pekâlâ getirilebilir!”
“Anarşizm” suçlaması Liebknecht’in çok sevdiği bir manevra olsa gerek; O, bu suçlamayı kendisini soldan eleştiren herkese getirir. Önemsizliğini her saatte yeminle dile getirdiği anarşistleri, bütün Avrupa’da bir iki büyük sepete sıkıştırmak mümkün, Liebknecht’e göre. Ama buna rağmen Liebknecht, hep anarşistler tarafından takip ediliyormuş gibi görünüyor; ona göre kendisiyle aynı fikri taşımayan biri, ya anarşisttir ya da polis ajanıdır.
***
Wildberger, partinin parlamento fraksiyonunun giderek parlamentarizme kaydığına yönelik tespitine, diğerlerinin yanında, Paris’te yapılan Enternasyonal Kongresinde karar altına alınan 8 saatlik çalışma gününün sosyalist vekiller tarafından hemen parlamentoya getirilmemesini, aksine bunun için 1898 tarihinin seçilmesini gösterir. Bu tarihin seçiminde Engels’in “büyük kavga” dediği, 1898 yılı için parlamenter yoldan iktidar olma hesabının rolü var mı diye sorulabilir. Eğer böyle ise, 8 saatlik iş gününün kabul edilmesi talebinin bu kesimler tarafından, bu “büyük kavga”nın mutlu sonucu olarak görüldüğü fikrini çıkarabilir insan. Bize göre, 8 saatlik iş günü talebini parlamenter yoldan iktidara gelmeye bağlamak, esas hedeften vazgeçilmesiyle eş anlamlıdır. Bizim açımızdan bu yasa tasarısı affedilemez bir hatadır.
***
“Berlin Muhalefeti” sözcüsü Wildberger’in temel eleştiri noktaları şunlardır:
1. “Devrimci ruh, parti önderliği içinde bulunan bazı şahsiyetler tarafından öldürülüyor.
2. Parti içindeki diktatörlük bütün demokratik duygu ve düşünceleri boğuyor.
3. Var olan bütün hareket, yüzeyselleşerek sığlaştı ve küçük burjuva istikamet doğrultusunda yol alan saf reformist bir parti haline geldi.
4. Burjuvazi ile proletarya arasında bir uzlaşma tertiplemek için her türlü yola başvuruluyor.
5. İş güvenliği ve sosyal güvenlik sözleşmeleri sebebiyle yoldaşlar arasında var olan coşku çoktan uçup gitti.
6. Partinin parlamento fraksiyonunun çoğunluk kararları, hemen her zaman parlamento içindeki egemen sınıflar ve bunların partileri için saygı dolu bir dil kullanıyor ve böylece sağa doğru giden yolu düzlemiş oluyor.
7. Uygulanan bu taktik yanlış ve bize terstir”.
Muhalefetten Auerbach, yürüttüğü tartışmada, küçük burjuva eğilimin giderek çok tehlikeli hale geldiğini ve yürürlükte olan bu oportünist politikadan çekinilmesi gerektiğini dile getirir.
***
Bebel muhalefete nasıl karşılık verir?
Bebel, Wildberger’in parti içinde bir diktatörlüğün olduğu eleştirisine, onun öne sürdüğü bütün iddiaların, Halle’de yapılan Kongre dönemine, hatta çok daha eski bir döneme, Anti-Sosyalist Yasası’nın yürürlükte olduğu olağanüstü hal dönemine ait olduğunu söyleyerek karşı çıkar.
Partinin parlamento fraksiyonunun küçük burjuva reform politikası güttüğü eleştirisine ise Bebel, Wildberger’in seçim döneminde yazdığı bildirilerle, diğer adaylar gibi bizzat kendisinin de aynı söylemleri kullandığını söyleyerek karşılık verir. Bebel, Wildberger’in sorusuna net bir cevap vermekten kaçınarak, onun, kendi söylediklerini yanlış yorumladığını iddia eder. Oysa ki Kongre protokolleri dikkatli bir şekilde ve önyargısız okunduğunda, Bebel’in savunmasının oldukça zayıf olduğu görülür. Eğer iddia ettikleri gibi Bebel ve Liebknecht, frene basmaktan ziyade harekete geçmekten yanaysalar, o zaman neden muhalefetin militan mücadele taleplerine ve parlamento fraksiyonunun açıkça eleştirilmesine bu denli öfkeyle yanıt veriyorlar; bunu anlamak mümkün değil.
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz; eğer bir muhalefet oluştuysa, bu muhalefetin ortaya çıkma sebepleri de vardır. Parti içi muhalefetin nedenleri üzerinde düşünüleceğine, büyük bir hiddetle, bu muhalefetin hiçbir şekilde haklı olmadığı ve muhalefet etmek için muhalefet ettikleri inancı yayılmaya çalışılıyor. Liebknecht, parti liderliği çizgisinin doğruluğunu ve uygunluğunu ispat için, partinin oy oranlarındaki artışı o denli şatafatlı bir başarı olarak sunuyor ki, bunun karşındaki her türlü itiraz sönük kalıyor.
Fakat yakın gelecekteki politik gelişmeler noktasında Bebel ve Liebknecht’in umutları aynı yönde değil. Eğer Liebknecht “biz şu durumda halkın oylarının sadece %20’sini topluyoruz; halkın %80’i bize karşı” diyorsa, bu ifade onun, Sosyal Demokratların halkın çoğunluğunu kazanana dek beklemeleri gerektiği mutlak beklentisi içinde olduğunu gösterir. Sağ kanadın temsilcisi Vollmar da, “Demokratlar olarak, bizim bu %80’lik çoğunluğu kendi egemenliğimiz altına almamızı bir kere bile talep etmemiz büyük ahmaklık olur; biz yalnızca bu kesimi kendi yanımıza çekmenin sürekli olarak yollarını aramalıyız” diyerek Liebknecht’i tamamlar. Görüleceği gibi bu iki bay da, yasal yollardan ve barışçıl bir yolu takip ederek halkın çoğunluğunun oyunu kazanmak istiyorlar.
Acaba bizim saflarımızda, halkın oylarının çoğunluğunu aldığımız zaman, burjuvazinin bunu kabul edip de egemenlik çıkarlarından vaz geçeceğini düşünen naif ve cahil bir kişi var mıdır? Güç, egemenlik araçlarına sahip olanların elindedir. Spinoza’nın dediği gibi, “Ne kadar gücün varsa, o kadar hakkın var”. Bismarck uzun bir süre boyunca Kuzey Almanya parlamentosunda, çoğunluğa sahip olmadan ve gerek duymadan yönetmedi mi? Danimarka’da azınlık tarafından kurulan hükümet, parlamentoda kendine düşman olan bir çoğunluğa rağmen, bunları umursamadan uzun bir süre iktidar etmedi mi? Demek istediğim, egemenlerin azınlık yahut çoğunluk gibi dertlerinin olmadığı, fakat şiddet tekelini ellerinde tuttukları gerçeğidir. Tam da bundan ötürüdür ki, gelecekte eğer parti parlamenter çoğunluğu sağlasa bile, egemenler efendi olarak kalmak için onu ezmekten çekinmeyeceklerdir. Azınlık olanlar, tarihte her zaman, içinde bulundukları ilişkiler sisteminde “motor güç” olmuşlardır. Eğer biz %20’den %80’e gelmeyi beklemek zorundaysak, daha çok bekleyeceğiz demektir.
Bebel ise, meseleyi daha başka bir uçtan değerlendiriyor; O, provokasyonlara karşı uyararak geçmişe göre egemenlerin daha güçlü top ve tüfeğe sahip olduğu günümüzde 100.000 kişi tarafından başlatılan bir ayaklanmanın, kuşkusuz rahatlıkla ezileceğini söylüyor. Fakat kendi yaptığı bu kötümser tespite rağmen Bebel, ne hikmetse, yakın gelecekteki politik gelişmeler konusunda oldukça iyimser:
“Bizim, durumun gidişatından memnun olmamız için çok büyük bir sebebimiz olduğuna inanıyorum. Bütünlüklü bir bakış açısına sahip olmadıklarından içinde bulunduğumuz durumu nesnel olarak kavrayamayanlar ancak, başka türlü düşünebilirler. Burjuva toplumu kendi sonunu hazırlama noktasında o denli hızlı gelişiyor ki, bize sadece onların elinden kayıp gidecek iktidarı alacak momenti beklemek düşüyor. Sadece Almanya’da değil bütün Avrupa’da durumun gidişatından sevinecek sebeplerimiz var. Nihai hedefimizin gerçekleşmesinin çok yakın olduğuna ve bu salonda bulunan pek çoğumuzun bu günleri göreceğine eminim.”
Bebel, kısa süre içinde bizim fikirlerimize hizmet edecek bir durum değişikliğinin olacağı beklentisi içinde fakat buna rağmen yine de, 100.000 kişiyle başlayan bir ayaklanmayı örgütlemenin budalaca olduğunu söylemekten de geri kalmıyor. Yukarıda gösterilen bu iki yaklaşım nasıl birbiriyle bağdaşabilir?
Görüldüğü gibi Bebel, politik durumu değerlendirmede Liebknecht ve Vollmar’a göre oldukça iyimser. Bu nedenle o, kendisini ve Engels’i parti içindeki yegâne “gençler” olarak tanımlıyor; çünkü Engels de, illüzyoner bir öngörüde bulunarak, devrim için 1898 yılını işaret ediyor. Bize de, bu iyimserliğin nereye kadar gideceğini bekleyip görmek düşüyor. Engels “1895 seçimlerinde 2,5 milyon oy alacağımızı hesap edebiliriz; ama bu oy 1900 seçimlerinde 3,5-4 milyona çıkabilir. Bu, bizim burjuvazi için rahat bir “yüzyıl kapanışı” olurdu!” (NeueZeit, 19. Defter, 10. Yıl) diyerek fazla iyimser umutlara kapılıyor.
Biz ise kendi açımızdan şu durumda bu umutları paylaşamıyoruz. Engels bütün bunları bize, sanki sosyalizmin gerçekleşmesi bizim, bunun için özel olarak çalışmamız gerekmeden gökten düşecekmiş gibi, baştan çıkartıcı bir şekilde anlatıyor.
Biz ise kendi fantezimizde Bebel ya da Liebkencht’i, Sosyal Demokratların kurduğu bir bakanlığın yanında, II. Wilhelm’e bağlı şansölye olarak görebiliyoruz.
Onlar da bunun için çalışıyorlar zaten! Biz bu çalışmadan değerli bir şeyler çıkacağı hayaline kapılacak kadar naif olabilir miyiz?
Bu bayların seçimle iktidara geldikleri koşullarda, rotalarını Kayzer II. Wilhelm tarafına yöneltmeleri kuşkusuz bizi şaşırtmayacaktır. Eğer seçimle iktidara gelirlerse, bu sadece sosyalizme zarar verir ve onun temel karakteristik özelliklerini yitirmesine hizmet eder; bu sosyalizmin de, şimdilerde her daim lafını ettikleri ideallerimizle örtüşen çok az yanı kalır, kısa sürede milyonlarca insanımız arasında bir bölünme meydana gelir ve sonuç olarak bir keşmekeş yaşanır. Bu duruma, Hıristiyanlığın Kayzer Konstantin döneminde içine düştüğü kötü durum, bir örnek olarak verilebilir.
Yığınların kendisine duyduğu sempatiyi sosyalist bir kayzer olarak kazanmak için, neden bir kayzer politik bir hedef gözetmeden kızıl bir pelerine bürünsün ki? Böylece devletlû Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir devletlû sosyalizm kendini var edecek ve sosyalizmin prensiplerine gerçekten bağlı kalanlar ise ‘zındık’ olarak görülerek kovuşturmalara uğrayacaklardır. Bu durum Hıristiyanlığın tarihinde yaşandı; biz neden bu tarihten ders çıkarmıyoruz ki?
***
Almanya’nın tarihini göz önüne getirdiğimizde, bu ülkede devrimci duyguların gelişiminin oldukça zayıf kaldığını, rahatlıkla söylemek mümkün. Bu ülkede “disiplin” kelimesinin “özgürlük” kelimesine göre çok daha geçerli olduğu kesindir. Bu durum bütün partileri kapsamaktadır ve Sosyal Demokratlar da bundan muaf değildirler. Biz burada, özellikle bir mücadele partisi için disiplinin yararlarını reddetmiyoruz; ama disiplin abartıldığında zorunlu olarak her türlü inisiyatif ve bağımsızlığın bir engeli haline gelir.
***
Engels, Almanya’nın barışçıl dönemde ekonomik ve politik gelişmesini devam ettirdiği koşullarda Sosyal Demokratların yasal yoldan zaferlerini ilan edecekleri tarihin 1900 yılı olabileceğini iddia ediyor. Aynı şekilde Bebel de, bizim kuşağımızın büyük çoğunluğunun, taleplerimizin tam anlamıyla gerçekleşmesini yaşayarak göreceklerine inanıyor. Fakat bir savaş durumu tüm bu güzel umutları kaldırıp bir kenara atabilir.
Bu yaklaşım bizi Alman Sosyal Demokrat Parti liderlerinin Brüksel’de gerçekleşen Kongre’de militarizm tartışmasındaki tutumlarını değerlendirmeye getiriyor. Herkes biliyor ki, Marx ve Engels’de Rusya’ya karşı derin, neredeyse doğuştan gelen bir nefret var ve Rusya’ya duyulan bu nefret bütün partiye de yayılmış durumda. Bir yandan biz kendi kendimize naifçe, Rusya’nın “ezeli düşman” olduğu efsanesinin kesin olarak mezara gömülmesi gerektiğinin hayalini kurarken, diğer yandan Rusya,her yerde Almanya’nın ezeli düşmanı olarak gösteriliyor.1876’da Liebknecht, Rusya’ya karşı (çarlığa karşı değil, aksine Rusya’ya karşı) çok sert bir broşür kaleme aldı. Bunun üzerine başka bir sosyal demokrat bu mesele üzerine bir şeyler söylemeyi zorunlu görerek Sosyal Demokratlar Türk mü Olmalıdırlar adlı başka bir broşür yazdı. Aktüel olarak Bebel, Liebknecht, Engels ve Berlin Halk Kürsüsü gazetesi Rusya’nın yıkımını bir zorunluluk olarak önererek, bir yıkım talep ediyorlar. Eski Yahudilerin Kenan ülkesinin kökünün kazılması gerektiğine inanmaları gibi, şimdiki Sosyal Demokrat liderler de Rusya’ya yönelik aynı tutumu almayı kendilerine görev bellemişler. Bu kesim, Fransız-Rus ittifakını genel olarak aşağılıyor ve kendini Rus despotizminin kollarına atan Fransız Cumhuriyeti’nin, bu ittifakla birlikte onurunu yitirdiğini düşünüyor.
***
Almanlar Fransızları, Elsaß-Lothringen bölgesinin kendilerine geri verilmesini istedikleri için, şovenizmle suçluyorlar; fakat bu suçlama, bu iki bölgeyi ellerinde tutmak isteyen Almanlara yönelik de pekâlâ getirilebilir.
***
Alman Sosyalist Partisi şimdiye kadarki açıklamalarında ve Rusya’ya karşı yönelttiği, süreklileşen saldırılarında hükümetin oyununu onunla birlikte oynadı. Hükümet için şimdiye kadar gerçekte esas sorun, kendileri için mesele teşkil eden Sosyal Demokratları boğazlarından nasıl yakalayabilecekleri sorunuydu. Bir halk hareketinden duydukları korku, egemenleri bir savaşa girmekten şimdiye kadar engelledi; çünkü böyle bir girişimin olası sonuçları, onlar açısından korkutucu olabilirdi.
Bugün bu korku ortadan kalkmıştır; çünkü Sosyal Demokrat Parti bu konuda onları rahatlatmıştır.
Bütün bu tartışmaların sonunda kısaca şu söylendiğinde bütünüyle anlaşılır olacaktır: “Bugünkü Sosyal Demokratların, Rusya’ya karşı olası bir savaş durumunda topun ağzına ilk sürülenler olarak, Özel Birlikler içinde toplanmalarına şaşırmaya hakları olmayacaktır. Elbette egemenler bu arada onlar için demirden yapılmış devasa bir av köpeği anıtı dikmeyi de ihmal etmeyeceklerdir.”
Bugün kim Rusya’nın bütün insan özgürlüklerinin düşmanı olduğunu reddedebilir ki? Lakin Rusya, Almanya sanki aydınlanma ve şefkatin koruyucusuymuş gibi, zulmün ve barbarlığın şampiyonu olarak adlandırılınca, insan gülmeden yapamıyor. Burada bizim kuşkumuz, özellikle Almanya’ya özgürlüklerin yılmaz savunucusu rolünün verilmesine yöneliktir. Almanya’daki “bugünkü özgürlük” daha henüz kağıt üzerinde, makalelerde yer alan bir özgürlük olduğundan, güven yaratmıyor. Bu nedenle de biz ölümlülerin kulaklarında, bir sıfat ve bir isimden oluşmuş bu iki kelimenin tınısı yanlış yankılanıyor. Bebel, Rusya’ya duyduğu nefretten dolayı aşırıya kaçarak, sadece sözle bile olsa, barbar ve militarist Rusya’nın yok edilmesini, yerine getirilmesi gereken kutsal bir görev olarak vaaz ettiğinde, ona hatırlatmak gerekir ki, bu söylemle, en otokratik tarzda bütün dünyaya, militarist Almanya’da “Kralın iradesinin en yüksek yasa” olduğu da ilan edilmiş oluyor. Bu vaazla o, sosyalizmin uluslararası karakterini tamamıyla unutmuş görünüyor; hatta o, Sosyal Demokratlara bir çağrı çıkararak, onları “bugünkü sınıf düşmanları olanlarla birlikte omuz omuza savaşmaya” davet ediyor. Proletaryanın ölümcül düşmanı olan günümüz burjuvazisinde, Rusya’ya karşı ulusal bir savaşı başlatma ve onu yok etme noktasında değerli bir destek gören Sosyal Demokrat Parti’nin bazı liderleri, sınıf mücadelesini de unutmuş görünüyorlar.
Almanya’nın Rusya’ya karşı olası bir savaş açması durumunda, burjuvazinin ve proletaryanın bu baylarının birlikte hareket edecekleri ve sınıf mücadelesini geçici olarak kenara bırakacakları bugünden rahatlıkla tespit edilebilir bir durumdur. Ama bugünkü verili koşullarda Rusya’ya karşı bir savaşa girmek demek, aynı zamanda Fransa’ya karşı savaş açmak anlamına da gelecektir. Engels’in kendisi bu gerçeği görüyor ve “Rusya’ya bizim taraftan düşen ilk top güllesiyle birlikte Fransızlar da Rhein nehrine yürüyeceklerdir!” tespitini yapıyor. Zaten bizim korkumuz da bu değil mi! Sosyalist Fransız isçileri kendilerini öldürmeye hazırlanan Alman sosyalist işçi kardeşlerine karşı savaşmak için yürüyeceklerdir. Bu durumun gerçekleşmesinden, ne pahasına olursa olsun kaçınmak gerekir. Bizi iyi veya kötü bulabilirsiniz; anarşist ya da işinize ne geliyorsa öyle tanımlayabilirsiniz; fakat biz her koşulda, Bebel’in ve onunla birlikte hareket edenlerin, sosyal-darvinist fikirler yaydıklarını ve sosyalizmin en değerli ilkelerinden biri olan Enternasyonalizm ilkesinden tamamen uzaklaştıklarını ifade edeceğiz.
Prusya’da, dünyanın diğer ülkelerinde yaşananlardan farklı olan nedir? Prusya Polonya’nın parçalanmasına, ondan yağlı bir parçayı kendine katmak için, ortak olmadı mı? Rusya’nın burada aslan payını kapması, meselenin karakterini değiştirmez; bu sadece, Prusyalıların yeteri kadar güçlü olmadıkları için aslan payını Rusya’ya kaptırdıklarını gösterir. Aynı şekilde Fransa da, güçsüz olduğu için Elsaß-Lothringen bölgesinin Almanya tarafından ilhakını önleyememiştir. Bu topraklarda yaşayan farklı azınlık ve halk kesimlerinin birlikte yaşayacağı bir Almanya yaratmak yerine, herkes Prusyalılaştırıldılar; ama Prusyalıların kendileri Almanyalı olmadılar. Şimdi bu ülke, dünyanın gözünün önünde kendini özgürlüklerin koruyucusu olarak sunuyor!!!
Evet, Rusya’nın olası bir savaşı kazanması uygarlık için bir felaket anlamına gelebilir. Peki, bu savaştan Prusyalıların zaferle çıkması daha mı iyi olacaktır? Bu ülkede eğitimden sağlığa her alanın militarize edilmesi, Prusyalıların herkesin başına kâhya kesilmesi dayanılmayacak bir durum değil midir? Bu durum Almanya’yı ziyaret eden, dışarıdan gelen herkesin gözüne batan bir durumdur. Engels, Almanya’nın olası bir zaferi durumunda, onun bir yeri işgal etmek için hiçbir nedeni bulunmadığını söylüyor; sanki bu ülkenin batısında Hollanda, doğusunda Danimarka, güneyinde Alman-Avusturya’sı yokmuş gibi! Eğer bir ülke işgal edilmek isteniyorsa, her zaman bir gerekçe bulunur; bulunamıyorsa da yaratılır. Lothringen bölgesinin durumu, bunun yakın zamanda gerçekleşmiş somut bir örneğidir. Bütün bilinen nedenler tüketilse bile, gerektiğinde “stratejik zorunluluk” adlı bir ültimatomla işgal yapılır. Biz, Almanya’nın olası bir savaştan zaferle çıkması durumunda, bunun, Sosyalist Harekete bir yarar getireceği düşüncesinde değiliz; tam aksine biz, monarşist prensiplerin kendini daha da sağlamlaştırarak Devrimci Harekete zarar vereceğinden korkuyoruz.
Engels meseleyi şu şekilde ortaya koyuyor:
“Barış koşulları, Sosyal Demokrat Parti’nin zaferini yaklaşık on yıl içinde garantileyecektir. Savaş ise, ona ya iki-üç yıl içinde bir zaferi getirecektir; ya da bütünüyle bir yıkım durumunda zafer, 15-20 yıllık bir gecikmeye uğrayacaktır. Bu durumda bugünkü sosyal demokratların, barışın getireceği kesin bir zaferi beklemek yerine, kendi zaferleri açısından risk içeren bir savaşı arzulamaları için aptal olmaları gerekir. Hangi ulustan olursa olsun hiçbir sosyalist, ne bugünkü Alman hükümetinin ne de Fransız burjuva cumhuriyetinin, savaşın getireceği bir zaferini arzu eder; hele ki, kazanması durumunda bütün Avrupa’nın boyunduruk altına alınması demek olan Rus çarının zaferini, hiç kimse istemez. Bu nedenle bütün ülkelerdeki sosyalistler barıştan yanadırlar. Fakat her şeye rağmen savaş yine de gündeme gelirse, bir durum kesin olarak kendini ortaya koyacaktır: 15-20 milyon silahlı insanın birbirlerini boğazlayacakları ve eşi görülmemiş ölçüde Avrupa’yı yakıp yıkacak olan bu savaş ya sosyalizmin yakın bir zaferini getirecek ya da ama, eski kurulu düzeni tepeden tırnağa alt üst ederek arkasında bir enkaz yığını bırakacaktır; öyle ki savaş öncesindeki kapitalist toplumun yeniden inşası her zamankinden daha çok olanaksız hale gelecektir. Bu koşullarda bir sosyal devrim 10-15 yıllık bir ertelemeye uğrasa bile, sağlam ve hızlı bir süreç sonunda zaferini ilan edecektir.”
Engels’in bu akıl yürütmesini doğru saysak bile, onun buradaki kehanetlerine enerjik bir devlet adamı inandığında, bunun yapacağı ilk şey, ne olursa olsun her koşulda bir savaş için provokasyon çıkarmak olacaktır. Eğer Engels’in dediği gibi, 10 yıllık bir barış döneminin sonunda sosyalizmin zaferi kesin olacaksa, düşmanlarımızın bu süre içinde kılıçlarını çekmeden beklemeleri için çok akılsız olmaları gerekir; zira bir kişinin kesin yenilgi yaşayacağı bir durumu, zafer olasılığı bulunan bir duruma tercih etmesi için gerçekten çok budala olması gerekir.
Biz ise Engels’in bu değerlendirmeyi yaparken, halkın kendini ne kadar da çabuk ve sıklıkla egemenlerin entrika ve dolaplarına kaptırıp maceraya sürüklendiğini unuttuğuna inanıyoruz.
***
Sosyalizmin barış yoluyla zafere ulaşacağının garanti olduğu fikri kuşkusuz birçokları tarafından da paylaşılmıyor. Hatta bu kesimler, bugünkü Sosyal Demokrat Parti’nin Almanya’da gerçekleşmesini umduğu, çok dominant bir fikir haline gelen, barışçıl yollardan iktidara gelecek olan bu sosyalizmden kaygı duyuyorlar; çünkü bu fikir, eskiden savunulan sosyalizmin iktidara geliş koşullarına yönelik düşünceye de bir terslik arz ediyor.
Biz, gelecek bir savaşın militarist yıkımının getireceği felaket durumunda, olayların farklı bir seyir izleyeceğini düşünüyoruz. Diyelim ki Almanya, sadece Rusya ya da Rusya ve Fransa tarafından ortak olarak yenilgiye uğratıldı. Rusya’nın kesin bir zaferi durumunda, ki bu halkın gözünde despotizme geri dönmek anlamına gelecektir ve halk bu duruma geri dönmemek için Rus işgaline karşı coşkuyla ve bütün gücünü kullanarak savaşacaktır.
***
Eğer Bebel ve Liebknecht’le aynı fikirde olsak, bütün askeri harcamaları onaylamaya ve savaş harcamaları lehinde parlamentoda oy kullanmaya kendimizi zorunlu hissederdik. Eğer biz bunu reddediyorsak, hükümeti savaş harcamalarını finanse edeceği kaynaklara ulaşma noktasında da engellememiz gerekiyor. Fakat Bebel ve Liebknecht bu militarist harcamaların iyi amaçlara hizmet edeceğine inandıkları ölçüde bunu engellemeyecekler ve böylece hızla yokuş aşağı yuvarlanmaya devam edecekler. Böylece onlar gururlu bir şekilde, “tek bir asker ve tek bir kuruş vermiyoruz!” demek yerine,“ne kadar insan ve ne kadar para arzu ediyorsanız hepsini veriyoruz!” demek zorunda kalacaklar. Liebknecht bu karara karşı belki sözlü bir protesto tavrı içine girebilir; fakat buna rağmen o yine de, sözlerinin ve davranışlarının toplamından oluşur.
 
 


[1]19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başlarında, Marksizm kendini “Sosyal Demokrasi” adı altında örgütlemiştir. Bugün itibarıyla bu terim Marksizmi tanımlamada bir anlam ifade etmediğinden yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için, başlıkta, “sosyal demokrasi” teriminin bugünkü anlamına karşılık düşen “Marksizm” terimi kullanılmıştır (çeviren). 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar