Ana SayfaArşivSayı 64-65Marx’tan Uzaklaşarak Marksizme Ulaşmak

Marx’tan Uzaklaşarak Marksizme Ulaşmak

 
  
              2-3 Şubat 2008’de Ankara’da düzenlenen
“Manifesto’nun 160. Yılında Marksizmin Güncelliği” Sempoz-
yumuna sunulan bildiri. Sempozyum bildirileri ve tartışmalarının,
aynı adla, Epos Yayınları ile Emek Araştırmaları Merkezi Girişi-
mi’nce ortak yayınlandığı kitaptan (Ankara, Kasım 2008), yayıncı-
ların izniyle alındı.

 

Marx’tan Uzaklaşarak Marksizme Ulaşmak

Metin Kayaoğlu

Marksizm, bilim, felsefe ve politikadan oluşan üç bileşenli bir bütündür. Toplumsal varlığın bilimsel (yani yasalı ve determinist) edinimi, felsefede materyalizmin ödünsüz savunusu ve pratik–politik devrimcilik şeklinde ifade edilebilecek bileşenleriyle Marksist bütünlük günümüzde parçalanmış durumdadır. Marksizm aynı zamanda, 1840’ların ortalarından başlayarak bugün hapishanelerde, dağ başlarında, sokaklarda mücadele eden komünist devrimci militanlara kadar uzanan bir tarihsel bütünlüktür. Günümüz, bütünlüğün bu tarzının da parçalandığına tanıklık ediyor.
Bu anlaşılma tarzıyla, görülüyor, Marksizm tek başına bir teori değildir. Onun pratik karşılığı politika bileşenine ilişkindir. Pratik-politik varlık ve başarı gösteremeyen bir Marksizm eksik ve sakat kalmaya mahkûmdur.
Marksizmin güncelliği epeyce bir süredir bir kriz güncelliğidir ve bu ortamda bir umut edebiyatına ihtiyacımız bulunmamaktadır. Öyleyse, kendini Marksist kabul edenlerin de görevi ortaya çıkıyor. Marksistlerin pratik devrimci temelde birliğinin sağlanması ve Marksistlerle ezilenlerin devrimci birliğinin yaratılması mücadelesi.

Komünist Manifesto ve Kapital

Marksizmin pratik devrimci yanını yani politika bileşenini temsil eden en önemli ilk eser Komünist Manifesto’dur. Marksizmin bilim bileşenini de ‘geniş anlamda Kapital’ temsil eder. ‘Geniş anlamda Kapital’le, salt, 1867’de birinci cildinin ilk baskısı yapılan Kapital adındaki eser değil, genel olarak Felsefenin Sefaleti ve Alman İdeolojisi’ndeki belirimden itibaren Marx-Engels’in eserlerinde yer alan tarihsel materyalist nitelikteki bütün katkılar kast edilmektedir.
Üyesi oldukları Komünistler Birliği’nin isteğiyle Marx ve Engels tarafından kaleme alınan ve imzasız olarak 1848’de basılan Komünist Partisi Manifestosu’nun, başka bir zaman değil özel olarak bugün, hangi temel görüşleri vurgulanmalıdır?
Manifesto, bütün sınıflı toplumların tarihinin sınıfların mücadelesinin tarihi olduğunu söyler. “Tek sözcükle”, “ezenlerle ezilenlerin mücadelesi”dir tarih. Manifesto’nun yazarları, içinde yaşadıkları ve burjuva radikalizminin ideolojik dünyasından henüz tam ayrışamamış sosyalistler dünyasının revaçta şiarı “insan kardeşliği”ni, “insanlık” terimini reddetmiş, Komünistler Birliğinden bu yönde gelen talebi tartışarak geri çevirmiş ve insanların bir kısmının diğerlerine karşı mücadelesini öngören bir şiarla bitirmişlerdir eserlerini: “Bütün ülkelerin işçileri; birleşin.”
İşçiler kimlere ya da neye karşı birleşecektir? Komünist Manifesto bu konudaki cevabını şu sözlerle verecektir: Komünistler bütün ülkelerdeki “kurulu toplumsal ve siyasal düzene” karşı savaşır. Komünistlerin düşmanı, fiilen karşılarındaki devlet aygıtının kendisidir. Gerçek bir hedef olamayacak bir üretim tarzı, devlet aygıtını dışlayarak burjuvazi ya da karşımızdaki devletin devasa ve gerçek varlığı dururken başka bir devlet değil.
Manifesto’ya göre, “politik eylem”, “özellikle devrimci eylem”dir ve bu, “barışçı yol”dan farklıdır. Amaca “barışçı yollardan” değil şiddet yoluyla varılacaktır, ve “komünistler, hedeflerine ancak bütün mevcut toplumsal koşulların şiddet yoluyla devrilmesiyle ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler”. Ezilenler politik alana ancak şiddetin temel bir bileşen olduğu, yani devletin şiddet tekelini kırdığı bir eylemsel varoluşla dahil olabileceklerdir. Marx–Engels’in böylece liberal politika teorisine kategorik bir darbe vurduğu açıktır. Devrimi, örgütlenmiş işçiler ve komünistler yapacaktır.
 
Marksizmin bilim bileşenini, tarihsel materyalizmi temsil eden –geniş anlamda– Kapital’in sürekli ve kesin önermesi Manifesto’dan farkıyla dikkat çeker. Tarih, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin mücadelesinin tarihidir. (Sınıflar ve mücadeleleri bunun üzerinde ve buna bağlı olarak yükselir.) Kapital, toplumsal gerçeği bilimsel alana açtığını kabul eder ve toplumu doğa türü ve doğaya bağlı bir gerçek olarak kabul eder. Toplum da doğa gibi yasalı ve zorunlu bir hareket dinamiğine sahiptir. Engels, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sı için yazdığı bir tanıtım yazısında, eserlerinin bu yönünün, yani yaygın olarak, ‘bilinçli insanın temel kurucusu kabul edildiği’ toplumsal gerçeğin öznesiz doğa gibi ele alınmasının, salt burjuvalar tarafından değil, sosyalistler kitlesi tarafından da tepkiyle karşılandığını, bu durumun “onur kırıcı” bulunduğunu belirtir. ‘Devrimci özne’ye ve ‘bilinçli insan’a yer verilmemiş, kapitalizmin hareketi iradeden bağımsız olarak ele alınmıştır! Sosyalistler arasında yükselen tepkiler, Marx’ın da Kapital’in “Önsöz”ünde bir uyarı yapmasını zorunlu kılar. “Yanlış anlaşılmasın, kapitalistleri pembeye boyamadım” der Marx. Bu yaklaşımda kapitalistler değildir düşman; kapitalistler, üretim tarzının kendilerine verdiği rolü oynamak durumundaki oyunculardır sadece. Kapital’in önermesine göre, devrim, yapılmaz ama olur.

Manifesto ile Kapital, Marksizmin vazgeçilmez ama ilk bakışta farklı, hatta aykırı eserleridir. Peki, gerçekten bir ayrılık ya da aykırılık var mıdır Kapital ile Manifesto arasında?
Bizce, bu iki eser arasında bir aykırılık ve karşıtlık değil bir ayrılık vardır. Ancak, Manifesto’nun bir yönüyle, kapitalizmi alkışlayan bir yönüyle, Kapital arasında bir aykırılık olduğu söylenmelidir. Bu ele alışa göre, Manifesto açısından, örneğin, özelleştirme iyidir, Kapital’e göre ise, özelleştirme, iyi ya da kötü olmaksızın, kapitalist üretim tarzında gerekli olabilecek çözüm yollarındandır.
Manifesto ile Kapital’in en azından görünüşteki bu aykırılığı üzerine Marksizmi esas alanlar –ya da Marksizm üzerine eğilenler– arasında yaklaşım farklılıkları ortaya çıkmıştır.
İlk tür yaklaşımı, bu iki eserden birini benimseyen ve ötekini reddedenler oluşturmuştur. Yani Kapital’e evet, Manifesto’ya hayır; ya da tersi. Günümüzün öne çıkan iki adı, Kapital’i Marksizm adına ve Marksizm için reddeder. Bunların biri, yaygın olarak, teorik Marksizmin önde gelen dayanakları arasında kabul edilen E. P. Thompson; öteki, Marksist-olmayan yeni bir teorik-politik atılımın sahibi ilân edilen A. Negri’dir. Marksizmin içinden ve dışından iki başlıca referansın Kapital’i reddetmesi ve Manifesto’nun Marx’ını Kapital’in Marx’ına karşı çıkarması, tarihin kör bir rastlantısı değil, zorunlu, gidimli ve anlamlı bir sonucudur.
Manifesto ile Kapital, ayrılığı ya da aykırılığı her neyse, Marksizmin bütünlüğünden çıkarılamaz nitelikte eserlerdir. Marksizm budur ve başka çözüm arayışları Marksizmin dışına götürür.
İkinci tür yaklaşım, her iki eseri de benimsediğini savunanlarca, ikisine de evet diyenlerce oluşturuluyor. Bu, Marksizmin bütünlüğünü gözetmek bakımından ‘ilkesel olarak’ doğru bir tutumdur. Ancak bu yaklaşımı ‘bir’ yaklaşım saymak olanaksız. Çünkü, bu yaklaşımın bir versiyonu, öteden beri, Kapital ile Manifesto’yu, ‘sivrilikler’ini törpüleyerek ‘uzlaştırma’ya çalışanlar tarafından, bağdaştırmacı bir tarzda savunulmaktadır. Bağdaştırmacılık, zorunlu olarak eklektiktir ve Kapital ile Manifesto’nun bağdaştırılmasından genellikle Kapital ‘zararlı’ çıkmaktadır. Kapital’deki “nesnelci”, “doğacı”, “determinist” yaklaşım, gerçekte, bir bağdaştırmacılığa izin vermeyecek denli ‘rijit’tir. Bağdaştırmacılar, Marx-Engels’in ta Alman İdeolojisi’nden ve Felsefenin Sefaleti’nden başlayarak, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve bu eserin ünlü ve önemli “Önsöz”ünden geçerek Kapital’de ilerleyen temel önermesini görmezden gelmekten başka çare bulamazlar. Bu konuda ellerinden gelen yegâne karşı hareket, Kapital’deki ideolojik birtakım önermeleri ya da Marx’ın kapitalizme nefretini ifade ettiği pasajları öne çıkarmaktır; ama Marx’ın, bütün bunların yanında, o “meşum ifadeler”i neden ettiğini kategorik bakımdan anlatmaya yanaşamazlar.
Dünyada günümüzde Marksizm teorik olarak neredeyse bu eğilim tarafından temsil edilmektedir. Determinist öğeye ve iradi öğeye toplumsal varlıkta yan yana ya da çatışarak yer verenlerden “karşılıklı belirlenimcilik” savunucularına kadar uzanan çeşitli alt-ayrımlara bölünebilecek bu eğilim, Marksizmin ‘modernist’ ve ‘post-modernist’ saldırılar karşısında bunalan bir yönünü temsil etmek yanında, teorik olarak Marksizmin bilim temelini bir yana bırakmayı ve onu bir ideolojiye indirgemeyi temsil etmek bakımından bir vahamet göstergesidir.
Marksizmin kurucuları, ilk ayırt edici eserlerinden başlayarak, “Tarihteki bütün çatışmaların kökeni, üretici güçler ile ilişki biçimi arasındaki çelişkidir” (Alman İdeolojisi, 1845-6) önermesini izlemişlerdir. Bu önerme, “El değirmeni size feodal beyli toplumu, buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu verir” (Felsefenin Sefaleti, 1847) sözleriyle varlığını kararlı ve gözden kaçırılamaz bir şekilde hep duyurmuş, hatta Marx’ın çalışmaları ilerledikçe ağırlığını, kategorik boyutlar da katarak artırmıştır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz”ü (1857), Marksizmin bilim bileşenini geri dönülmez bir şekilde kuran niteliktedir. Marx, Kapital’in Almanca birinci baskısına yazdığı “Önsöz”de (1867), eserine sosyalist çevrelerden yöneltilebilecek eleştirilerin hangi hususlarda yoğunlaşacağını öngörmüş ve şu sözleri etme gereği duymuştur:
Olası bir yanlış anlamayı önlemek için bir noktayı belirtmek isterim. Kapitalisti ve toprakbeyini, hiçbir şekilde pembeye boyamadım. Ama burada, kişiler, ekonomik kategorilerin temsilcileri oldukları, belirli sınıf ilişkileri ile sınıf çıkarlarını kişiliklerinde topladıkları ölçüde ele alınıp incelenirler. Toplumun, iktisadi biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süreci olarak gören benim görüşüm, bireyi, o kendini öznel olarak bu ilişkilerin üzerine ne denli çıkarırsa çıkarsın, toplumsal olarak yaratığı kaldığı bu ilişkilerden, herhangi bir başka görüşten daha az sorumlu tutar.
Marx’ın, Kapital’deki yaklaşımına ilişkin bu görüşü, bir yanılgı, bir yanlış ifade ediş değildir. Marx’ın kendi eserine ilişkin, neredeyse tek temel süreğen bilinci burada ifade edilendir. Kapital’in ikinci baskısına yazdığı “Önsöz”de (1873), Marx, bir Rus yazarın değerlendirmesine yer verir:
Marx, toplumsal hareketi, yalnızca insan iradesinden, bilincinden ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayan, tersine, onların iradesini, bilincini ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak ele alır.
Marx, bu yorumu, kendi yönteminin “çarpıcı” ve “cömertçe” ortaya konuluşu olarak ifade eder.
Kapital’i Manifesto’daki Marksizm adına reddedenler, bu önermeleri gözü çıkarırcasına öne sürer ve buradan bir devrimcilik çıkamayacağını savunurlar. (Her şeye rağmen, bu tutum teorik niteliktedir.) Bağdaştırmacılar ise, bu önermeleri, laf kalabalığı ile geçiştirmeyi yeğler. (Bütün ‘Marksist niyet’ine rağmen bu tutum teorik değildir.)
Beğenir ya da beğenmezsiniz; ama Marksizm budur. Kapital’in açık önermeleri olmaksızın Marksizm yapısal olarak eksik kalır. Ancak elbette sorun burada bitmez. Kapital’in, devrimciliğe pek cevaz vermez görünen önermeleri ile, Manifesto’nun ya da öteki politik eserlerin devrim çağrıları yapan niteliği arasındaki ‘fark’ı, açıklanması gereken bir sorun olarak ortaya koymaktan kaçınmamalıdır.
Biz, sorunu, bilim ile politikayı, tarihsel süreç ile içinde yaşanılan konjonktürü ve olayların tarihini ayırmak olarak ifade ediyoruz. Kapital, kavramlar dünyasına ilişkindir. Manifesto ise bizi, olayların gerçek dünyasına yönelmeye ve somut bir konjonktürde devrimci politikaya çağırmaktadır. Biri, şekeri tatmaya ve onun tadını duymaya çağırırken; öteki, şeker sözcüğünün tatlı olmadığı konusunda bizi uyarmaktadır. Biri (Spinoza’ya atfen), karşımızda havlayan gerçek köpeklere dikkat çekerken; öteki, köpeklik üzerine söz etmekte ve kavramsal köpeğin havlamayacağı uyarısı yapmaktadır. Devrimin, üretim güçlerinin en gelişkin olduğu ülkede gerçekleşmesi gerektiği, bilim ile politikanın ilişkisini bir ‘uygulama’ konusu gören anlayışın sonucudur ve hiçbir devrim bu önermeye uygulama şansı vermemiştir. (Başlarda Marx da zihinsel emeğinin çıktısı ile ideolojik bilinci arasında bu ilişkiyi kurarak “en ileri ülkede” devrim beklentisine kapılmış, ancak ilişkilendirme anlayışından giderek uzaklaşmıştır.) Bilim ile politikanın, kavram ile konjonktürel gerçeğin şimşekler çakarak buluşacağı ve bu türden Marksistlerin “İşte bu!” diyeceği bir moment de hiçbir zaman olmayacaktır. Öte yandan, üretim güçlerinin geri olduğu ülkelerde yapılan devrimler de bilimin bir uygulaması örneği olarak alınmaya elvermez. Şeker sözcüğünde tad aramaya veya tattığımız şekerde kavram aramaya gerek yoktur.
Bu yaklaşım, Marksizmin bilim bileşeninin politika bileşenine egemen olduğu bir ilerlemecilik anlayışına, teleolojik bir tarih anlayışına, bir “İkinci Enternasyonalcilik”e, pozitivizme kategorik bir set çekerek, Marksizmi modernizmle post-modernizmin cenderesinden öteye götürür.
Marksizmin devrimci diyalektiği
Marksizmin 20. yüzyıldaki tarihi, bu ayrım üzerinden izlenebilir. Buna, ‘Marksizmin tarihsel ve politik devrimci diyalektiği’ diyeceğiz.
1917 Ekimindeki devrimi, İtalyan Marksist Gramsci, “Kapital’e karşı devrim” başlıklı makalesiyle selamlamıştı. Bu devrim, Gramsci’ye göre, Kapital’in kapitalizmi onaylayan ve onun ancak en ileri ülkelerde devrime cevaz veren niteliğine karşı yapılmıştı. Ancak, aynı devrimi, bu kez, Kapital’e karşı olduğu için lanetleyen çağdaş ‘Marksistler’ de vardı. “Marksizmin papası” olarak nitelenen Kautsky, Kapital’in öngördüğü nitelikleri taşımadığı ve işçi sınıfına dayanmadığından Ekim Devriminin sosyalist bir devrim sayılmasının mümkün olmadığını ileri sürmüştü.
Bu ayrımda, izlenecek olan, ne Manifesto’yu Kapital’e karşı çıkaran Gramsci türü Marksizmdir, ne de Kapital’i Manifesto’ya karşı çıkaran Kautsky türü sözde-Marksizmdir.
Marksizm, baştan beri pratik devrimcilik üzerinden ilerlemiştir ve Ekim Devrimi bu ilerlemenin ilk büyük ve dünya-tarihsel momentidir. Ekim Devrimini üstlenen Leninizm, her aşamada tam açıklamasa da, hem Kapital’in bilimini, hem Manifesto’nun devrimci politikasını izlemiştir. Ama birbirine karıştırmadan, birbirinin yerine geçirmeden…
Manifesto, “İşçiler birleşin!” şiarıyla bitiyordu, ama Ekim Devrimiyle Marksizm, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar; birleşin!” şiarıyla açılım yaptı. Gerçekte bu şiar, 20. yüzyılın Marksizm bayrağı altındaki bütün devrimlerini ve devrimci hareketlerini ele aldığımızda, “Bütün ülkelerin işçileri, köylüleri ve ezilen halkları; birleşin!” şeklinde belirmiştir.
Marksizmin 20. yüzyıldaki devrimci tarihi bu anlamda, ‘işçi sınıfından uzaklaşma’nın, aralarında –pratik olan dışında– hiçbir önsel ayrım yapmadan, işçiler dahil ezilenlere açılmanın tarihidir. Çin komünist devrimci hareketi ve ülkemizde de ‘71 devrimciliği’nde beliren Marksizm anlayışı bu diyalektiğin işleme örnekleridir. İzleyeceğimiz Marksizm budur.
İzleyeceğimiz Marksizm, ne Marksizmi, güya Kapital’i savunarak, üretim güçleri en gelişmiş ülkelerde yapılacak sözümona proleter devrimleri ertesinde kurulacak ‘sosyal-emperyalist sosyalizmler’in sömürgeci ideolojisi olmaya indirgeyeceklerinkidir, ne de 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini, güya Manifesto’yu savunarak, Marx’tan ve işçi sınıfı ilkesinden sapma olarak görenlerinkidir. 20. yüzyılda Marksizmin devrimci tarzının yolu doğrudur, ancak elbette eksiktir.
Günümüzde Marksizmin yolu
Bugün durum nedir? Manifesto’da resmedilen kapitalizm nihayet zuhur etmiş midir? Bütün insanlar işçi, bütün dünya Avrupa mı olmuştur? Dünya Bankası uzmanlarının ve önde gelen borsacıların Manifesto övgüleri karşısında, haklı çıkmanın hazzını mı yaşamalıyız? Yoksa –ya da birlikte–, kapitalizmin Aydınlanmacı ve modernleşmeci döneminin değerlerinin bizzat kapitalizm tarafından bir yana bırakılması ve kapitalizmin “vahşi ve ortaçağa özgü” dönemi karşısında, Aydınlanmanın ve modernleşmeciliğin değerlerine mi sarılmalıyız? “Yeni barbarlık”a karşı, Marksizmi, burjuvazinin devrimci değerlerini de üstlenen yeni bir uygarlık manifestosu olarak mı almalıyız?
Bugün kapitalizm çürümüyor, tersine üretim güçlerini geliştiriyor. Kapitalizmin ne çürümesinden avunmaya, ne de gelişmesinden yerinmeye ihtiyacımız var. Her şey bizim dışımızda cereyan ediyor, ve bizim işimiz, maddî bir kuvvet olabilmek.
Manifesto’nun kapitalizm hakkındaki –liberalizmle bulaşık– önermeleri önemli değildir ve bunun politik vargıları da devrimci sonuçlar vermez. Manifesto’nun pratik devrimci önermelerinin değil de bu türden önermelerinin öne çıkarılması da gayet derin anlamlara sahiptir.
Kapitalizmin ve burjuvazinin devrimci misyonuyla paylaşacağımız bir tarih de yoktur, güncellik de… Ezilenlerin, kapitalizm öncesi de dahil, tarih boyunca sürdürdüğü bitimsiz ve mevziler kazanmış mücadele birikimi Marksizmin ‘geri besleme’si için kâfidir. Kapitalizmin bugün girdiği belirtilen yeni dönemine karşı, nostaljik bir Aydınlanma değerleri savunusu bizi kapitalizmin radikal muhalifi pozisyonundan ötesine götürmez.
Bugün ne yapacağız?
Çare, Marx’a dönmek değil, bilakis ondan ‘uzaklaşmak’tır. Marksistler Marksizmi, bugünün dünyasında, ancak Marx ile aralarına bir yaratıcı tarih mesafesi koyarak var edebilir ve yeniden üretebilirler. 20. yüzyılda olan budur ve biz de o yolu izlemeliyiz.
İzlememiz gereken devrimci yol, her defasında, zamanlarının ‘Resmî Marksist otoriteler’i tarafından Marksizmden uzaklaşmakla mahkûm edilmeye çalışılan Leninizmin ve Maoculuğun yoludur. Marksizm adına Lenin’in, “Blankist”, “Narodnik”, “anarşist”, “Rusya işçi sınıfındaki köylü kalıntılarının istismarcısı” olarak itham edildiğini; Mao’nun “yarı-anarşist”, “köylücü”, “yerel haydut” olarak suçlandığını unutmamalıyız. Bugünden yarına yaratmamız gereken devrimci mücadele hattı da, Marx’tan Lenin’e ve Mao’ya uzanan devrimci diyalektiğin yolunu devralacaktır. Bu bakımdan, sadece Marx’tan değil Lenin’den ve Mao’dan da ‘uzaklaşma’mız gerekebilecektir.
Marksizm, Aydınlanmanın radikal bir çocuğu ve burjuvazinin bugün bir yana bıraktığı ya da bazı momentlerde –dinci ya da başka tür “gericilik”lere karşı savunduğu– devrimci değerlerinin savunucusu değildir, olmamalıdır. Din ya da başka tür ideolojiler kendi başına gerici ya da ilerici olamaz. Onlar taşıyıcılarının tarihsel ve politik konumları bağlamında içeriklenirler. Bu anlamda, ‘aynı’ ideoloji ezenlerin elinde başka, ezilenlerin elinde başka politik içerik kazanır.
20. yüzyılda Marksist devrimciler, devrimci politikanın yaratımını, ezilenlerin devrimci hareket halindeki bütün kesimleriyle bağlantılar kurmakta bulmuştur. Ancak bugün, onların genel olarak eksik bıraktığı bir alana yönelmeliyiz. 20. yüzyılın Marksist devrimcileri, ezilenleri “kendiliğinden ideolojileri”nden ayrıştırarak kapsamaya çalışmıştı. Bu, sorunlara yol açan bir eğilim oldu. Ezilenler gerçek varlıklarıyla edinilmelidir; yani net değil brüt olarak… Onlar, devrimci dinamik içindeyken verili ideolojileri, kültür, gelenek, alışkanlık, ve öteki bileşenleriyle Marksist devrimci politikaya dahil edilmelidir. Bu, Marksizmin, bir ‘üst-ideoloji’ olarak konumlanması yükümlülüğüdür.
Marksist devrimciler bu bakımdan, dünyanın birçok bölgesinde yaptıklarını, kapsamını genişleterek yapmalıdır. Bugün Nepal’de, Kolombiya’da ve başka bölgelerde yürütülen mücadeledir söz konusu olan. Bu mücadele örnekleri, Marksistlerin ezilenlerin barbar enerjisine yönelmesinin, onları edinmesinin zorunluluğunu ortaya koymak yanında, bu yolun geliştirilmesini gerekli kılıyor. Bunun karşı-yönelimi, Marksist devrimcilerin gözlerini ‘orta sınıf’ın olduğu alana ve ‘kamuoyu’na dikmesidir.
Ezberden bol bol yinelendiği halde, Marksizmin “pratik materyalizm”i, yani gerçek ilişkileri gerçek varlığıyla değiştirecek / dönüştürecek kudretteki güçlere verdiği tayin edici önem unutulmaya meyletmiştir. Bu yönelimdeki öncül, fiilî / gerçek hareket ve dinamiklere bilinçlerini (ideolojisini, programlarında yazan amaç ve hedeflerini, sözlerini) esas alarak yaklaşmaktır. Oysa, gerçek toplam varlıkta ideoloji ve bilincin rol ve yeri sıfırla özdeş değildir, ancak bu hiçbir zaman ağırlıklı ya da tayin edici bir rol de olamaz. Pratik materyalist Marksistler için bu hususun sorun teşkil etmemesi beklenir.
Günümüzde Türkiye’de Marksistler, pratik devrimci inisiyatiflerini yitirmekle karşı karşıya. Genel olarak Marksistler, Türkiye Cumhuriyeti Devletini sarsan ilk gerçek muhalefet hareketi olan Kürt Yurtsever Hareketinin tarihsel devrimci rol ve işlevini gözden kaçırıyor. Bu harekete karşı konumlanışlarını, onun ideolojik yönelimlerini esas alarak inşa ediyorlar. Sözünü ettiğimiz, bir program, bir bildirge, bir ideoloji metni değil, devletle ‘aşık atmak’ için yeterli büyüklüğe erişebilmiş gerçek bir harekettir. Hangi (ideolojik) gerekçeyle hareket ederse etsin, bir özne, ancak eylemiyle varolur. İdeoloji ya da program, hareketin yani varoluşun kendisi değil, olsa olsa bilişsel bir gerekçesidir.
Kürt Yurtsever Hareketinin etkili varlığı, Türkiyeli Marksistler tarafından adeta bir protokol konusu ediliyor. Önce muhayyel misyonuyla işçi sınıfı ve temsilcileri, sonra sanki o da muhayyelmiş gibi, Kürt Hareketi… Oysa, birincisinin ülke çapında etkili bir güç olmak bakımından muhayyel olduğu gerçek olsa da, Kürt Hareketinin ülke ölçeğinde –hem de devrimci roller oynayan– gerçek bir güç olduğu açıktır; ve elmalarla armutlar burada da toplanmaktadır. Bu hareket, ülke ölçeğinde en önde gelen ve yegâne devrimci-etkili harekettir ve “pratik materyalist”lerden bu gerçek varlığın hakkını teslim etmeyi beklemek meşrudur.
Türkiye’de Marksistler, dünya çapında ve ülkede süren İslâmcı hareketin dinamiğine yabancı ve soğuk yaklaşıyorlar. Bu dinamiğe ilgisiz kalmak, gerçek ilişkilere ve gerçek çelişkilere ilgisiz kalmaktır. Daha birkaç hafta önce (Ocak 2008) Antep’te polisle girdikleri çatışmada öldürülen İslâmcıları, avukatları şöyle anlatıyordu:
Müvekkillerimin Afganistan’da inancı için ABD’ye, Rusya’ya, İsrail’e karşı savaştığı doğrudur. Bu kişilerin ömrü cihatta geçmiş, sürekli baskınlarla yaşamışlardır. Düzenlenen operasyona da, baskın zannederek, o psikolojiyle tepki vermiş olabilirler. Türk polisi olduğunu bilerek de karşılık vermiş olabilirler. ABD kendine muhalefet olan Müslümanlara El Kaide damgasını vurarak kendi ülkesi dışında idam cezasını böyle uygulatıyor.
Bir Marksistin bu sözlere yol açan dinamiğe ilgisiz kalması düşünülmemeli.
İç savaş ihtimalinin zaman zaman operasyonel olma işaretleri verdiği bir ülkede mücadele yürüten Marksist devrimcilerin pratik hazırlık yapması ve pratik bir güç olmaya çalışması zorunluluktur.
Marksizmin, teori diye akademizme ve politika diye reformizme kaçırılışına karşı Marksist devrimcilerin yürütmekle yükümlü olduğu mücadele, Marksizmin bütünsel varlığının gereklerine de gayet uygundur.
Marksizm teorik olarak güçlü bir yapıdır, fakat onun gerçek hayat karşısındaki gücü teorik değil pratik olmak durumundadır. “Eleştiri silahı”mızın hükmü başka bir eleştiri silahınadır. Pratik olarak güç olamayan, karşısındaki güçlerle pratik olarak yenişemeyen ve gerçek ilişkileri varlığıyla değiştirmeye kudret yetiremeyen bir Marksizmin gücünden ve meziyetinden bahsetmek neye yarar. Yakıcı politik ihtiyacımız, Marksizmin güne gücüyle hâkim olmasıdır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar