Ana SayfaArşivSayı 61Kaypakkayacılar Kaypakkaya’yı Neden Savunamıyor?

Kaypakkayacılar Kaypakkaya’yı Neden Savunamıyor?

 

İ B R A H İ M   K A Y P A K K A Y A   T A R T I Ş M A S I

  

 

 

Kaypakkayacılar Kaypakkaya’yı Neden Savunamıyor?

Ferhat Şirin

Giriş

İbrahim Kaypakkaya’yı kurucu ve oluşturucu ‘komünist önder’ olarak nitelendiren Kaypakkayacılar, Kaypakkaya’nın Eseri’nin gerçek mirasçısının bugün de kendileri olduğu iddiasındadırlar.

O halde, Kaypakkaya’nın Eserinin asıl sahiplenicisi ve gerçek temsilcisinin kendileri olduğu iddiasındaki Kaypakkayacılar’ın Kaypakkaya’yı savunamadığını söylemek de neyin nesi?

1972’de ortaya koyduğu Eser ile Kaypakkaya, zamanının “Marksist/komünist hareketi”ni* bütün olarak karşısına alır. Kaypakkaya’ya göre, Türkiye’de kelimenin gerçek anlamıyla Marksist/komünist hareket, Mustafa Suphiler’in kısa dönemi hariç hiç olmamıştı. Kaypakkaya’nın bu çıkışı, Türkiye’de Marksizmin sahiplenilip savunulmadığı ve kendilerini Marksist/komünist olarak nitelendiren öznelerin bulunmadığı bir ortamda boşluğa çınlayan bir seda değildi. Aksine, bu çıkış, kendilerini Marksist/komünist olarak ortaya koyan öznelerin bulunduğu ve bunların teorik-politik etkinliklerinin gerçekleştiği ortamda yapılmıştır. Kaypakkaya, sadece geçmiş on yılların oluşumlarını, yani M. Suphi sonrası TKP’yi ve birkaç küçük oluşumu değil, kendi döneminde Marksist/komünist olma iddiasındaki özneleri de bu sıfatı hak etmedikleri, yani gerçekte komünist olmadıkları gerekçesiyle mahkûm etmiştir.

Kaypakkayacılar, Kaypakkaya’nın neye, neden karşı çıktığını çoktan unutmuş gözükmektedirler. Kaypakkayacıların Kaypakkaya üzerinden Marksizm anlayışları, Kaypakkaya’nın Eserinin, onun bizzat ve kuvvetli ifadelerle reddettiği Marksizm anlayışlarıyla tekrar uzlaştırılmasının bir biçimidir. Kaypakkayacılar, Kaypakkaya’nın “Marksist/komünist değilsiniz!” diyerek reddettiği, karşısına aldığı Türkiye Marksist/komünist hareketinin izinden yürüyerek, Kaypakkaya’yı sahiplenip savunmaya çalıştıklarının farkında dahi değildir. Bu çalışmada, bunun nasıl gerçekleştiği ortaya konulmaya çalışılacaktır…

Lenin, Devlet ve Devrim’in ilk satırlarında, Marksizmin devrimci özüne yönelik saldırı ve tahrifatların Marksizmin açık ve bariz düşmanları tarafından olduğu kadar bizzat kendilerini Marksist olarak nitelendirenler eliyle de gerçekleştirildiğini söyler.

Kaypakkaya’nın Eseri’nin devrimci özüne yönelik tahrifatlar da, sadece Kaypakkaya’nın açık düşmanları veya onun eserinin dışında yer almış olanlar tarafından değil, Kaypakkaya’yı “komünist önder” olarak nitelendiren, Eseri’nin asıl sahiplenici ve temsilcisinin kendileri olduğunu iddia eden Kaypakkayacılar eliyle de gerçekleştiriliyor.

Kemalizm tahlili ve ‘tahammülsüzlük’

Kaypakkaya’ya kadar Kemalizmi karşısına alan komünist önder yoktur. Kemalizme mesafelenmekten değil, onu karşısına almaktan söz ediyoruz. Hikmet Kıvılcımlı, 1930-33’te kaleme aldığı yazılarında, Kemalizmi ve Kemalist hareketi, Marksist-Leninist bir yetkinlikle komünistçe eleştirir. Bu dönemde TKP’nin yayınlarında da, Komünist Enternasyonal’in “üçüncü dönem” çizgisine paralel olarak, Kemalizmi karşıya alan değerlendirmelere rastlanır, fakat bu değerlendirmeler hiçbir zaman politik nitelik kazanmamış, eşdeyişle pratik mücadelenin konusu olmamıştır. Lakin Hikmet Kıvılcımlı’nın anılan görüşleri, onun sağlığında hiçbir zaman pratik-politik niteliğe kavuşamadığı gibi, söz konusu yazıların kamuya açıklanması da, Kıvılcımlı’nın ölümünden ve Kaypakkaya’nın görüşleri yaygınlaştıktan sonra gerçekleşir.

Kemalizme karşı çıkmak, gericilik, karşı-devrimciliktir yaygın anlayışa göre. Kemalizme karşı ideolojik ve pratik-politik karşı çıkışlar İslamcı Kürt hareketi tarafından gerçekleştirilmiştir. İslamcı Kürt hareketi de –ki en bilineni Şeyh Said hareketidir– Kaypakkaya’ya kadar Marksist/komünist hareket nezdinde “gerici”, “bölücü”, “yobaz”, “karşı-devrimci”, “emperyalizmin işbirlikçisi”dir.

Şu pasajları okuyan tipik bir Kaypakkayacı ne düşünür?

“Burjuvazi halk kesimlerini de peşine takıp aristokrasiye karşı savaşırken radikaldi, ilericiydi ve devrimciydi. Toplumun gelişimine engel olan çürümüş bir sistemi yıkıyordu. Ve devrimin bilimi ve felsefesi yapılmaktaydı. (…) Ne zaman ki burjuvazi, aristokrasi ile olan hesabını kesip kendi düzenini sağlamlaştırdı, feodal ideolojiye karşı düşünsel alanda verdiği mücadelelerin dozajı da düştü…

“(…) Görüldüğü gibi Bilimsel Devrim ve Aydınlanma ile emekçi halk arasına burjuvazinin kaması girmiştir. İnsanlığın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesi, burjuvazi tarafından yarıda kesildi, güdükleştirildi. (…) Bugün Bilimsel Devrim ve Aydınlanmayı küpeşteden atan ve unutturmaya çalışan bizzat küresel burjuvazinin kendisidir. İzlenmesi gereken çizgi, Aydınlanma hareketi mirasına sahip çıkmak ve giderek emekçi aydınlanması (Ezilen Dünya Aydınlanması) perspektifi geliştirmektir…”[1]

“Burjuva modernizminin devrimcilik yıllarını çoktan geride bıraktığı evrensel doğrudur. Ancak kurulu modern zeminin bir insanlık mirası olduğu ve çağımızda da işçi sınıfına devrolunduğu bilinmelidir…”[2]

Türkiye solunun tanınmış iki isminden aktarılan bu satırları Kaypakkayacılar’ın reddetmesi düşünülebilir mi? Zerrece itirazları olmadığından emin olabiliriz. Kaypakkayacılar, bu satırların altına tereddüt etmeden imzalarını atarlar. E. Helvacıoğlu’nun alıntılanan yazısının devamında şu satırlar vardır:

“Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşı ve dinsel temelli bir imparatorluğu yıkan cumhuriyet devrimiyle kuruldu. Kemalist Devrimi, Sovyet Devrimi’nden de etkilenen ama esas olarak Fransız Devrimi’nin yolunu benimseyen bir hareket olarak değerlendirmek yanlış olmaz…”[3]

Kemalizme ve “Cumhuriyet Devrimi”ne dair Giritli’nin de Helvacıoğlu ile aynı görüşlere sahip olduğunu biliyoruz.

İşte bu son hususa itiraz eder Kaypakkayacılar:

“Kemalizm, (…) Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan ekonomik ve sosyal yapının bir devamcısı olarak mülkiyet ilişkilerine dokunmayan, (…) emperyalistlerle sürdürülen komprador ilişkide Türk komprador büyük burjuvazisinin ve toprak ağalarının bir kesiminin menfaatlerini temsil eden bir ideoloji olarak, bütün Türk hâkim sınıflarının ‘resmi ideolojisi’ olmuştur…”[4]

Kaypakkayacılar ile öteki Marksist/komünistler arasındaki anlaşmazlık ve karşıtlık buradadır.

Kaypakkayacı olmayan Marksist/komünistlere göre Kemalizm, feodal Osmanlı İmparatorluğu’na ve emperyalist işgale karşı tavır alıştır. Feodal nitelikli Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan ve emperyalist işgali ulusal kurtuluş mücadelesi ile sona erdirip Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranların ideolojisi olarak Kemalizm, ilerici ve devrimcidir.

Kaypakkayacılara göre ise Kemalizm, feodal Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan ekonomik ve sosyal yapının bir devamı olarak üretim ilişkilerine dokunmayan Türk komprador burjuvazisinin ve toprak ağalarının menfaatlerini temsil eden gerici ve karşı-devrimci bir ideolojidir.

Kaypakkayacılara göre, İbrahim Kaypakkaya’nın en önemli rol ve misyonundan biri Kemalizm hakkındaki yalanları deşifre etmesi, Kemalizme dair yalan-yanlış bilgi ve inanışları düzeltmesidir. O, genel olarak sol harekette Kemalizm hakkındaki illüzyonu bozmuştur.

“Nitekim ülkemizde Komünist Hareket oldukça erken bir tarihte ortaya çıktığı halde, ülkenin somut özellikleriyle ilişkilenemediği için (…) Marksist bir çizgiyi savunmak yerine revizyonist, sınıf işbirlikçisi, sosyal-şoven bir çizgi izleyebilmiştir. (…) Kuşkusuz bunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. En başta gelen nedenlerden biri, ülkemizde Marksizm adına ortaya çıkanların Türk hâkim sınıflarını ve onların temsil ettikleri ideolojiyi doğru kavrayamamaları olmuştur. Türk devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizme olduğundan farklı bir misyon biçilmesi, ülkemizde Komünist Hareketin en büyük hatalarından biri olmuştur…”[5]

Gayet açık! Kaypakkayacı külliyatın tamamında olduğu gibi, söz konusu yazıda da aynı tez işleniyor: Türkiye’deki Marksist/komünist hareket Kemalizme olduğundan farklı bir misyon biçmiştir!

Bizim, Kaypakkayacıların Kaypakkaya’yı savunmadıklarını söyleme nedenimiz de tam olarak bu! Kaypakkaya ile onun karşısına aldığı Türkiye Marksist/komünist hareketi arasındaki fark, Kemalizmi olduğundan farklı gösterip göstermeme meselesi değildir!

Kaypakkayacılar’a göre, Kaypakkaya’nın elindeki “kuyumcu terazisi” ile Kaypakkaya’nın karşısına aldığı Türkiye Marksist/komünist hareketinin elindeki “kuyumcu terazisi” arasında hiçbir fark yoktur. Her iki taraf da aynı teraziyle ölçüp tartmaktadır; ama işte birisi, ölçüp tarttığı şeye ‘altın’ demekte, diğeri ise ‘parlatılıp altın görünümüne sokulmuş teneke’ demektedir. Hayır! Bu tez ile Kaypakkaya savunulamaz; ki savunulamamaktadır da.

Türkiye’de Kemalizme ve Kemalist harekete ilericilik, devrimcilik atfeden, kendilerini Kemalizmin ve Kemalist hareketin mirasçısı olarak gören Marksist/komünistler, kesinlikle tutarlıdır ve Kemalizme asla olduğundan farklı bir misyon yüklüyor da değillerdir. Çünkü Türkiye Marksist/komünist hareketinin savunduğu ve benimsediği Marksizm öğretisi Kemalizmi dışlamayı ve reddetmeyi değil, bilakis savunmayı gerektirir.

Tam da bu nedenle, Türkiye Marksist/komünist hareketinin Marksizm öğretisiyle hesaplaşıp ondan kopmayan, bilakis “Marksizm tedrisatı”nı bunların rahlesinde gerçekleştiren Kaypakkayacılar, Kaypakkaya’yı savunamamaktadırlar.

Türkiye Marksist/komünist hareketinin Marksizm öğretisi yırtılıp atılmaksızın Kaypakkayacı olunamaz ve Kaypakkaya savunulamaz.

Kaypakkayacılar Kaypakkaya’nın ısrarla görmezden gelinip yok sayılmasından yakınırlar ve bunu ‘haksızlık’ olarak değerlendirirler.

Türkiye Marksist/komünist hareketinde temsil olunan Marksizm referans alınacaksa şayet, Türkiye’de Marksist/komünist hareketin tarihi yazılırken Kaypakkaya’nın (ve Eseri’nin) esamesinin okunmamasında şaşırtıcı ve yadırgatıcı olan hiçbir şey yoktur. Çünkü, Türkiye Marksist/komünist hareketinde temsil olunan Marksizm/komünizm öğretisine göre, Kaypakkaya, görüşleri ve eylemiyle kesinlikle ve kesinlikle anti-Marksist’tir! Neden?

Çünkü, 18. yüzyılda ete-kemiğe büründüğü iddia edilen ve Avrupa’da dalgalanan Aydınlanma öğretisini ve değerlerini sahiplenmeksizin Marksist olunabileceğini savunanlara, en iyimser ifadeyle cahil diye bakılır.

Kaypakkayacılar, Türkiye Marksist/komünist hareketinde Kaypakkaya’nın görmezden gelinip yok sayılmasına dair çok dil dökmüşlerdir; ama ne acıdır ki, Türkiye Marksist/komünist hareketindeki Kemalizm hayranlığının ve övgüsünün kökenlerini ve nedenlerini kavrayamamışlardır. Aydınlanma öğretisini, değerlerini, –ilerletip aşarak da olsa- sahiplenmeksizin Marksist olunamayacağını iddia edenlerin Kemalizme hayranlık duymalarında şaşılacak, yadırganacak hiçbir şey yoktur. Şaşırtıcı ve yadırgatıcı olan, Kaypakkayacıların tavrıdır!

Aydınlanma öğretisi ve değerlerini sahiplenip savunmaksızın Marksist olunabileceğini savunan bir Kaypakkayacının varlığı bizce meçhul. Dahası, bu anlayışa göre, bırakalım Marksist devrimci olmayı, devrimci dahi olunamaz!

Pekâlâ! Madem, Aydınlanma öğretisi ve değerleri savunulmaksızın Marksist ve hatta demokrat devrimci dahi olunamayacağı iddiasındadırlar; o halde Kaypakkayacılar şu sorunun yanıtını vermek zorundadırlar: Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Aydınlanmacılığı sahiplenmiş ideolojik-politik özneler var mıdır, varsa kimlerdir?

Kaypakkayacı külliyatta bu sorunun doyurucu bir yanıtının olduğuna dair malumatımız yok; okumadık, duymadık. Kaypakkayacılara göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Aydınlanma öğretisi ve değerlerini savunan, bu uğurda Osmanlı İmparatorluğu’na ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı mücadele yürüten özne bulunmuyor; 1920 Eylül ayı ile 1921 Ocak ayındaki birkaç aylık ve pratik bir faaliyet içinde olma fırsatı bulamayan TKP hariç! Hemen belirtelim; Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkan ve Ortadoğu halklarının (bağımsızlıkçılıktan özerkliğe kadar olan geniş yelpazedeki) ulusal mücadelelerinin Kaypakkayacı külliyatta ve elbette Kaypakkayacılar tarafından savunulduğunu; ezilen ulus ve milliyetlerin, emperyalistlerin şu ya da bu şekilde etki ve güdümünde dahi olsa (özellikle Ermenilerin ve Kürtlerin) Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürüttükleri mücadeleden övgüyle bahsedildiğini, bu mücadelelerin kanla ve barutla bastırılmasının lanetle anıldığını elbette görmezden gelmiyor, gayet iyi biliyoruz. Fakat Kaypakkayacı külliyatta, şu sorunun yanıtı yoktur: Özellikle 1919’da; yani Osmanlı’nın son demleri ile Cumhuriyet Türkiye’sinin şafağında, ilerici ve devrimci olan kim/nedir? Kurtuluş Savaşı içindeyken Kemalist Hareketin şiddetle ya da farklı yollarla ezip sindirerek politika dışı bıraktığı özneler Kaypakkayacılara göre ilerici ve devrimci midir?

Kaypakkaya’ya göre bu sorunun yanıtı nettir. Ona göre, Kemalist hareket, Kurtuluş Savaşı içindeyken baş düşman değildir, ama kayıtsızca desteklenecek bir nitelik de arz etmemektedir. Nitekim, Kemalistlerden farklı olarak ezilenleri temsil eden Çerkez Ethem güçleriyle çeteler ve efeler bir dönem işgalcilere karşı savaşın başlıca yürütücüsüydü.

Bilindiği ve izlendiği kadarıyla, Kaypakkayacılar, açık ve net olarak, sadece TKP’nin ezilmesine itiraz ederler: bunun haricinde Kemalist Hareketin tasfiye ettiği politik özneleri aynı açıklık ve toklukta sahiplenip savunamazlar. Kemalist Hareketin TKP’yi tasfiye etmesine itiraz etmeyen, karşı çıkmayan neredeyse yok gibidir Türkiye Marksist/komünist hareketi içerisinde.

Marksist/komünist harekete göre, Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyet döneminde, tarihin ilerletilmesi dümeninin başında “devrimci burjuvazi” vardı ve gerçekçi bir bakıştan, desteği hak eden tek güç devrimci burjuvaziydi. Komünistlerin bu ilerici misyonun ardında yer alması gerekmekteydi. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve cumhuriyetin şafağında Aydınlanma öğretisini ve değerlerini benimseyip savunan, tarihin ilerleme misyonunu yerine getiren, bu uğurda mücadele yürüten özne Kemalist Hareketti ve Kemalizm de Aydınlanmacı öğreti ve değerlerin cisimleştiği ideolojiydi.

Elbette şunu atlamamak gerekiyor: Marksist/komünist hareket de dâhil bir bütün olarak Türkiye solu içerisinde Kemalist Hareketin ve Kemalizmin Aydınlanma ile uyuşmasını sorgulayan çok sayıda çalışma ortaya konuldu. Hatta 1960’ların sonlarına doğru, İdris Küçükömer, çok daha radikal bir şey yaptı ve Türkiye’de bilinenin ve savunulanın aksine, solun sağ, sağın da sol olduğunu iddia etti. İttihat ve Terakki’nin ve Kemalizmin hiç de iddia edildiği gibi Aydınlanmacılığın temsilcisi olmadığını, bilakis Aydınlanmanın asıl temsilcilerinin Teşebbüsü Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti ve devamında da Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ardılları olduğunu savundu. Bu görüşün, Aydınlanmayı liberal bir pozisyondan savunduğunu ve savunduğu özne dışında, öteki Jakoben pozisyondan herhangi bir tarih görüşü farkı bulunmadığını vurgulamalıyız.

Mesele gayet açık ve nettir: Osmanlı’da ve Türkiye’de Aydınlanma/modernizm akımının temsilcisi ve taşıyıcısı kimdir? Temel sorun, bu tartışma üzerinde düğümlenmektedir.

Bu soru, Aydınlanmayı insanlığın özel olarak olumlu bir atılımı kabul eden ve Aydınlanmanın temel yaklaşımlarını sorgulamayan sol hareket bakımından, ağırlıklı olarak, Kemalizm ve Kemalist Hareket diye yanıtlandığı içindir ki, Türkiye Marksist/komünist hareketi içerisinde, çok ya da az, açık ya da gizli bir Kemalizm hayranlığı ve savunusu vardır.

Kaypakkayacılar ise, sözümona, bu konuda “en radikal” tutumu takınmaktadır: Kemalizm ve Kemalistler hiçbir zaman Aydınlanma/modernizm akımının temsilcisi ve savunucusu olmamışlardır; ama müthiş bir devlet terörü ve ideolojik bombardıman eşliğinde bu gerçeği tersyüz etmeyi başarmışlardır; Türkiye solundaki ve Marksist/komünist hareketindeki Kemalizm hayranlığının kökü ve nedeni budur. Yani “Kemalizmi ilerici ve devrimci gör!” Ama Kaypakkaya ve Kaypakkayacılar, “Kemalizmi ve Kemalist Hareketi ilerici ve devrimci gör ve savun” terörüne ve ideolojik bombardımanına aldırış etmemiş, “kral çıplak!” demiştir…

Fakat, Kaypakkayacıların Aydınlanmacılığa karşı çıktığı, Kemalizmi reddederken Aydınlanmacılığı da reddettiği görülmemiştir.

Tam da bu nedenle, Kaypakkayacılar’ın “Kaypakkaya görmezden geliniyor, onun görüşlerine tahammül edilemiyor” serzenişlerinin hiçbir şekilde kıymeti harbiyesi yoktur. Tahammülsüzlük bilakis Kaypakkayacılara aittir!

Çünkü Kaypakkayacılar, kraldan çok daha kralcıdırlar! Kaypakkayacıların, “görmezden geliyor, tahammül edemiyorsunuz” diye serzenişte bulunduğu Türkiye Marksist/komünist hareketinin “değer ölçüleri”ne hiçbir itirazı yoktur, Kaypakkayacıların asıl itirazları, ölçülüp değerlendirilenin kendisine ilişkindir.

Eğer birileri çıkar ve Kaypakkayacıları, Aydınlanmanın Türkiye’de en azından ilk dönemlerinde Kemalizmde temsil olunduğu konusunda ikna ederse, Kaypakkayacılara Kemalizmi sol hareketin geneli gibi savunmak düşecektir. Buna göre, Kaypakkaya’nın yanılmış olduğu anlaşılacaktır! Kaypakkayacı gelenek içerisinde, bu mesele daima bir gerilim konusu olagelmiştir ve Kaypakkaya’nın Kemalizm tahlillerinde yanıldığı, aşırıya kaçtığı üzerine yapılan özeleştirilerin haddi hesabı yoktur. Olması gereken de budur, zira siz Kemalizmin ve Kemalist Hareketin “ilerici” ve “devrimci” olabilmesi için hangi özellikleri ve değerleri taşıması konusunda hemfikirseniz, bu tartışmanın sonucunda özeleştiri yapmanız; Kaypakkaya’nın yanıldığını kabul etmeniz kaçınılmazdır.

Kemalizmi savunmanın nedenleri

Komünistler dışındaki diğer bütün ideolojik ve siyasi akımlar, dost-düşman ayrımını, öznelerin verili gerçekliği üzerinden değil, öznelerin üzerlerine giydirdikleri ideolojik değerler, simge ve semboller üzerinden yaparlar. İşte buna çarpıcı iki örnek:

İlki 1925 tarihli ve TKP’ye ait: “Türkiye, siyasi istiklalini kazandıktan sonra, içtimai ve iktisadi inkılâp yoluna girmiştir  ve iki seneden beri bu yolda ilerlemekteyiz. Genç’teki ayaklanmanın gerisinde Kürdistan derebeyleri vardır; Cumhuriyet hükümeti derebeyliği tasfiye edecektir. Öyleyse; Arkadaş, kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de kozumuzu ayrıca paylaşırız…”[6]

Diğeri, içinde bulunduğumuz yıllara ve Oğuzhan Müftüoğlu’na ait: “Bugün dinci hareketlerin Kemalist devlete karşıtlığının nedeni dini kişisel inanç alanından çıkartarak yeniden kamusal alana hâkim kılmaya çalışmaktır. (…) Bugün mevcut devlete, onun sömürü ve baskı aygıtına karşı mücadele ederken cumhuriyete, ilerici ve laik kazanımlarına sahip çıkılmadan ilericilik de, solculuk da, demokratlık da yapılamaz.”[7]

Dedik ya; komünistler dışında hiçbir politik akım, “dost-düşman” ayrımını, öznelerin verili gerçekliği üzerinden, ezen mi yoksa ezilen mi olduğu üzerinden yapamıyor. Komünist devrimciler dışındaki bütün kesimler, sosyo-politik ortamdaki özneleri, söylemsel olarak savundukları, kendilerine atfettikleri, üzerlerine giydikleri ideolojik değerler, semboller, simgeler üzerinden tanımlıyorlar. Çünkü onlara göre mücadele, kanlı-canlı özneler arasında, maddi varlıklar arasında değil; ideolojiler arasında, simgeler arasında gerçekleşiyor.

TKP, –olur da muzaffer olursa çok daha vahim şeyler olabileceği nedeniyle– Şeyh Said’e karşı Kemalistleri destekliyor. Çünkü Kemalistler, ideolojileri ve siyasi programları ile Şeyh Said’den daha ilerici ve daha devrimci! Yaygın solcu zihniyetin önemli bir temsilcisi sayabileceğimiz Oğuzhan Müftüoğlu da, mevcut devletin sömürücü ve baskıcı niteliklerini gayet iyi biliyor, hatta buna karşı, yani devletin baskıcı ve sömürücü uygulamalarına karşı mücadele yürütülmesi gerektiğini de savunuyor, ama bunu yaparken eşzamanlı olarak devletin ilerici kazanımlarına sahip çıkmak gerekiyor!

Oğuzhan Müftüoğlu da TKP ile aynı zeminde duruyor. Çünkü, Kemalizm ve Kemalist hareket, Marksizm ve Marksist hareketten sonraki en ilerici, en devrimci akımdır!

Türkiye Marksist/komünist hareketinde Kemalizm savunusunun ve hayranlığının yeşerdiği zemin, Aydınlanma ideolojisi ve akımıdır. Türkiye solu Aydınlanmacıdır, modernisttir ve bu nedenle de şu veya bu düzeyde açık ya da örtük olarak Kemalisttir. Kemalizme karşı olduğu halde Kemalisttir!

Türkiye solu, Aydınlanmacılığı, Marksizmden önceki en ilerici, en devrimci akım olarak görür ve savunur. Sadece Türkiye’de değil, uluslararası komünist hareket içerisinde de, Marksizmi, Aydınlanmacılığın tezlerinin tutarlı savunucusu olarak değerlendirme görüşü egemendir. Aydınlanmanın temel değerleri savunulmaksızın Marksist olunamayacağı görüş ve inancı, tüm tarihi boyunca Marksist hareket içerisinde egemen olmuştur.

Türkiye solundaki şu veya bu düzeyde, açık ya da gizli Kemalizm ve Kemalist Hareket hayranlığı da, Aydınlanma/modernizm akımının temel değerleri savunulmaksızın Marksist olunamayacağı görüş ve inancından beslenir. Kemalizm, feodalizmin ideolojisi olan İslam dinine karşı, Kemalist Hareket ise İslam dininin buyrukları temelinde kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğunu yıkıp cumhuriyeti kuran bir özne olduğundan savunulur. Feodalizmin ideolojisi olan din ve bu dinin buyrukları temelinde kurulan devlet, önce Aydınlanmacı güçler tarafından (burjuvazi tarafından) yıkılmalı, tasfiye edilmelidir. Burjuvazinin yerine getirmedikleri dahil Aydınlanmanın görevleri komünistler tarafından devralınacak ve sosyalizm de ancak bu zemin üzerine kurulabilecektir. Dahası, sosyalizmi kuracak özne (işçi sınıfı) ve bu öznenin ideolojisi (Marksizm) de ancak bu şekilde oluşacaktır…

Kaypakkayacıların bu öğretiye, bu paradigmaya hiçbir itirazları yoktur:

Onların itirazı Kemalizmin ve Kemalist hareketin Aydınlanma/modernizm akımının ve bu akımın taşıyıcısı olan ilerici burjuvazinin Türkiye’deki versiyonu olarak gösterilmesinedir. Kaypakkayacılara göre, Kaypakkaya’nın Kemalizme ve Kemalist Harekete olan karşıtlığı Kemalizmin ve Kemalist Hareketin Aydınlanmacılığın temsilcisi olmaması nedeniyledir. Yani Kaypakkayacılara göre, Kaypakkaya’nın sorunu, Aydınlanma paradigmasıyla ve burjuva devrimleriyle değil, Aydınlanmacı olmadığı halde öyleymiş gibi görülen ve gösterilen Kemalizmle ve Kemalist Hareketledir.

Tam burada şunu önemle vurgulamak gerekir. Kaypakkayacıların Kaypakkaya’yı ve Eserini bu şekilde sahiplenip savunmalarının Kaypakkaya’dan kaynaklanan yönleri olduğunu teslim etmek zorundayız. Şöyle ki, Kaypakkaya, Türkiye’nin önündeki devrim programının Demokratik Halk Devrimi olduğunu savunur. Bunun anlamı, Türkiye’de Batı’daki örneklerine benzer bir burjuva devrimin yaşanmadığıdır. Marksist/komünist hareketin Kemalizmi ve Kemalist Hareketi burjuva demokratik devrimin ideolojisi ve öznesi olarak gördüğü ve bu yüzden savunduğu dikkate alınırsa, Kaypakkayacıların Kaypakkaya’yı sözü edilen şekilde kavramaları ve savunmaları anlaşılırlık kazanacaktır.

Biz, bunun ayrıca değerlendirme konusu yapılması gerektiğini belirterek şunu iddia edeceğiz: Kaypakkaya, Türkiye’de burjuva demokratik devrimin gerçekleştiği tezine şiddetle itiraz etmesine ve Türkiye’nin devrim programının Demokratik Halk Devrimi olduğunu savunmasına rağmen, onun Kemalizme ve Kemalist Harekete karşıtlığının nedeni asla Kaypakkayacıların anladığı gibi değildir!

Kaypakkaya ne diyordu? “Mustafa Kemal, halkımızın tarihinin bir parçası olamaz. F. Sultan Mehmet ne kadar halkımızın tarihinin bir parçasıysa, M. Kemal de o kadar halkımızın tarihinin bir parçasıdır…” “Kurtuluş Savaşında canıyla kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır. (…) Biz yığınların tükenmez enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçılarıyız. Her fırsatta yığınların mücadelesini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışanların, onlara düşmanlık gösterenlerin değil…”

“Kurtuluş Savaşımız, (…) Asya’nın ezilen halklarına değil, Asya’nın korkak burjuvazisine ve bir de emperyalist ülkelerin mali oligarşilerine cesaret ve umut vermiştir.

“Ezilen halklara cesaret ve umut veren devrim Çin Devrimidir. Vietnam Devrimidir. Kemalist Devrim, kitlelerin nasıl kurtulamayacağının örneğidir…”

Bu değerlendirmeler, Kaypakkaya’nın Kemalizme ve Kemalist Harekete karşı aldığı tavrın nedenini anlatır bize.

Marksizmi, Aydınlanmacılığın daha gelişmiş, yetkinleşmiş bir ifadesi olarak gören, Aydınlanma/modernizm akımının temel değerlerini savunan, dostunu ve düşmanını bu parametreler üzerinden tayin eden birisi, Marksistlik/komünistlik adına yukarıdaki sözleri edemez. Kaypakkaya’nın Türkiye Marksist/komünist hareketinin ideologları tarafından Marksist olarak kabul edilmemesinin, Kemalizm ve Kemalist Hareket üzerine söylediklerinin dikkate alınmamasının nedeni de tam olarak budur. Çünkü Kaypakkaya’nın zihnindeki (yani bilincindeki ve imanındaki) Marksizm ile Türkiye Marksist/komünist hareketinin ideologlarının zihnindeki Marksizm kesinlikle bambaşkaydı.

Ama işte Kaypakkayacılar bu gerçeği bir türlü kavrayamıyor. Kaypakkaya’yı, Türkiye Marksist/komünist hareketinin ideologları tarafından üretilen ve öğretilen Marksizm ile sahiplenip savunmaya çalışıyor, bundan bir sonuç alamamanın yarattığı hüsran ve kızgınlıkla “Kaypakkaya görmezden geliniyor, yok sayılıyor” diye feryat ediyorlar.

Türkiye Marksist/komünist hareketi, Kemalizmi ve Kemalist Hareketi, a) 1919-1923 yılları arasında emperyalizme karşı örnek bir “Kurtuluş Savaşı” yürüttüğü, b) Feodal Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye edip yerine Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurduğu, c) Türkiye’de kapitalistleşmenin önündeki engelleri tasfiye ettiği, Türkiye’nin tarihsel ilerlemesine olumlu katkıları olduğu için savunuyor. Kemalizme ve Kemalist Harekete, Aydınlanmacı ve modernist olmadığı için karşı çıkmak, hele hele bunu Kaypakkayacılık adına yapmak, tek kelimeyle Kaypakkaya’nın yöntemini ve duruşunu kavrayamamaktır.

Kaypakkaya, pürüzsüz, duru bir komünist bilince sahiptir; bu bilinci nedeniyledir ki, o, Türkiye Marksist/komünist hareketinin baronlarının aksine, Kemalizmde ve Kemalist Harekette, devrimcilik adına sahiplenilip savunulacak, ezilenlerin kurtuluş mücadelesinde kullanışlı bir silah olabilecek hiçbir şey bulmaz. Çünkü çok net olarak bilmektedir ki, Kemalistler, daha en başından beri, özgürlükleri ve kurtuluşları uğruna mücadele eden ezilenleri kan ve barutla boğmaya çalışan ve düşmanlık gösterenlerdir.

Kaypakkaya, Kemalist Harekete, bu hareketin Aydınlanma ideolojisine olan hayranlığından, Türkiye’de Avrupai bir sosyal-siyasal düzen kurma ideallerinden, bu uğurda bütün bir süreç boyunca saltanat ve hilafet yanlısı olan Osmanlı Devleti’nin klikleriyle kıyasıya bir mücadele içerisinde olduğundan habersizliğinden dolayı karşı değildir. Kemalist Hareketin, kökleri ta Osmanlı padişahı 2. Mahmut’a kadar uzanan “modernleşme”, “Batılılaşma” hareketiyle organik bir ilişki içerisinde olduğunu, Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı öncesinden iki hizbe bölünen egemen sınıf kliklerinden birinin temsilcisi olduğunu, bu iki klik arası iktidar mücadelesinin 1923 sonrasına da sarktığını, bu kliklerin devlet iktidarına egemen olmakta dönem dönem yer değiştirdiğini, bu kliklerin birbirlerine karşı darbe yapacak düzeyde düşmanlaşabildiklerini çok ama çok iyi bilir. Bunları çok iyi bildiği halde, o, Kemalizme ve Kemalistlere karşıdır. Elbette hiçbir zaman öteki klikle ilgili yanılsamalar içinde de değildir. Karşıdır, çünkü o, dost-düşman ayrımını ideolojik değerler üzerinden, sembollerden hareketle değil, ezen-ezilen olma pozisyonu üzerinden yapmaktadır.

Kaypakkaya’yı savunmak ve Kaypakkayacı

olmak…

Kaypakkaya’nın, Kemalizm ve Kemalist Hareket tahlilinin can alıcı noktası, bizzat kendi sözleriyle, “Tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesi”dir.

Tarihin, devrimci mücadelede silah haline getirilmesi ne demektir? Tarihi, ezenlerin ve ezilenlerin tarihi olarak ideolojik-politik bir ayrıma tâbi tutmak ve bu işlemden sonra, ezilenlerin tarihini kayıtsız şartsız sahiplenmek. Bu, tarihin, devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesi işlemidir. Ama bu aynı zamanda, politik iktidar mücadelesinde, ezilenlerin komünist kurtuluşu yolunda toplumsal tarihin materyalist edinimidir.

Türkiye’nin iktisadi ve sosyal yapısını sosyalist temelde değiştirme adına politika yapan ve kendilerini “Marksist”, “Marksist-Leninist”, “Marksist-Leninist-Maoist” olarak adlandıran politik öznelerin politika yapma, eşdeyişle taraf olma paradigması kısaca şöyledir: Tarih, geri(ci) güçler ile ileri(ci) güçlerin savaşımıdır. Geçmişten günümüze kadim tarih boyunca bu savaşımda galip gelenler, hep ilericiler olmuş, gericiler ise geçici zaferler elde etseler de eninde sonunda hüsrana uğrayıp yenilmişlerdir. Demokratlar, sosyalistler ve komünistler, içerisinde bulunulan kapitalist çağın; burjuvalar feodal çağın; aristokratlar-senyörler köleci çağın; köleciler ilkel komünal çağın ilericileridirler. Köleciler, ilkel komünal toplumlardan, burjuvalar feodallerden daha ilerici ve daha devrimci oldukları için kazandılar. Şimdiki kapitalist çağın kazananları da, bu çağın ilericileri, devrimcileri olacaktır; ki bu da işçi sınıfı ve bağlaşığı geniş halk yığınları ile ideolojik-politik öncüsü olarak komünistler, sosyalistler ve demokratlardır. Çünkü Marx ile Engels, bilimsel olarak kanıtlamıştır ki, sosyalizm ve komünizm kapitalizmden ileri, komünistler de burjuvalardan daha ilerici ve devrimcidirler!..

Onlara göre, Türkiye toplumu da, her ne kadar kapitalizm çağında olunsa da modern kapitalist toplumların seviyesine ulaşamamıştır. Türkiye toplumunda iktisadi ve sosyal olarak hâlâ feodalizme ait unsurlar ve kalıntılar vardır. Bu unsur ve kalıntılar Türkiye toplumunun gelişip ilerlemesinin, modern kapitalist toplumlar seviyesine ulaşmasının önündeki en bağnaz, en tutucu, en gerici engellerdir.

Bu anlayışa göre, Kemalizm, Türkiye toplumunun ilerleyip gelişmesini hedefleyen, modern kapitalist toplumlar seviyesine ulaşmasını isteyen Türk milli burjuvazisinin ideolojik-siyasi bir akımıdır. 1923’te Cumhuriyet Rejimi’nin kurulması, Avrupa’da feodalizmi tasfiye ederek tarihin önünü açan, modern devrimleri gerçekleştiren burjuvazinin iktidara gelmesi türünden bir olaydır. Ama feodalizmi yıkarak tarihin önünü açan ilerici ve devrimci burjuvazi, tüm dünyada artık gericileşmiş, devrimcilik barutunu tüketmiş ve tüm insanlığın başına bela olan bir Frankenstein’a, emperyalizme dönüşmüştür. Emperyalizm, Türkiye gibi toplumlarda henüz tasfiye edilememiş olan en gerici, en bağnaz, en tutucu feodal unsurlar ve büyük burjuvazi ile işbirliğine girerek, bu en gerici, en bağnaz, en karşı-devrimci güçleri destekleyerek hem Türkiye gibi toplumların, hem de bütün dünya toplumlarının (yani tarihin) ilerlemesine engel olmaya çalışmaktadır. Durum artık o vaziyete gelmiştir ki, tarihin ilerlemesine her ne pahasına olursa olsun karşı duran emperyalizm, sadece insan soyunun değil, dünya denilen gezegenin geleceğini tehdit eder durumdadır. Hem Türkiye toplumunu hem de dünyayı bu beladan kurtarmanın yolu da, çağın en ilerici, en devrimci öznesi olan komünistlerin önderliğinde en geniş ve devrimci güç birliğini kurmak, emperyalizmi, feodalizmi ve büyük burjuvaziyi tasfiye etmektir… (Kaypakkayacıların buradaki stratejiye yönelik itirazları, 1923’te olanların tanımlamasına dairdir. Zira Kaypakkayacılara göre 1923’te herhangi bir nitel değişiklik olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, kostüm ve isim değiştirerek yaşamaya devam etmektedir!)

Evet, kaba ve basitleştirilmiş haliyle, Türkiye’nin iktisadi, sosyal ve politik yapısını sosyalist temelde değiştirme amaç ve perspektifiyle politika yapan öznelerin paradigması böyle ifade edilebilir.

Kaypakkaya’nın politika yapma, taraf olma yöntemi, bu paradigmaya asla ve asla uymaz. Onun yöntemi, burada kaba hatlarıyla ortaya konulan paradigmanın genişletilmesi, esnetilmesi, aksaklıklarının giderilmesi şeklinde de anlaşılamaz. Kaypakkaya’nın yöntemi, bu paradigmanın yırtılıp atılmasıdır. Tam da bu nedenle, bizim “Marksizmin baronları” dediğimiz Türkiye Marksist/komünist hareketinin ideologları ve bu ideologların rahle-i tedrisinden geçenler, Kaypakkaya’ya komünistliğin “k”sını dahi yakıştıramazlar.

Öyle ya, ortada kapı gibi gerçekler vardır: Dünya gericiliğinin kalelerinden olan, tarihin ilerletilmesinin, üretici güçlerin gelişiminin önünde koca bir kaya gibi dikilen Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyo-ekonomik ve siyasal düzeninden geçilmemiş midir; ümmetten ulusa, padişahın tebaalığından cumhuriyetin vatandaşlığına dönüşülmemiş midir? Bütün bunlar ve daha fazlası, ideolojik akım olarak Kemalizm, siyasi özne olarak da Kemalist Hareket tarafından yapılmamış mıdır? O halde, Kemalizmi ve Kemalistleri gerici, karşı-devrimci olarak mahkûm ederek karşımıza almak, en ilerici, en devrimci, en çağdaş bir ideoloji olarak Marksizmle bağdaşabilir mi? Asla!

Kaypakkaya, “kapı gibi gerçeklere” rağmen Kemalizm ve Kemalist Hareketi gerici, karşı-devrimci olarak nitelendirir.

Kaypakkaya, Marksizmin devrimci diyalektiğini savunur. Kaypakkaya’yı ve Eseri’ni Marksizm dışına koyanlar Lenin’i, Stalin’i, Mao’yu Marksizm dışına koyan Kautsky’ye, Plehanov’a, Kruşçev’e ve diğerlerine benzerler. Kautsky, “Marksizmin papası” olarak görülüyordu ve bu otoritesi ve saygınlığıyla Lenin’i ve Bolşevikleri Marksist olmamakla itham ediyordu. Çünkü ona göre, Lenin ve Bolşevikler görüşleri ve eylemleriyle Marksizmin ortaya koyduğu Tarih Bilimine karşı geliyorlardı. Sovyetler Birliği’nde Stalin’in ardından iktidar olan Nikita Kruşçev, önce Stalin’e, ardından da Mao’ya ve Çin Komünist Partisi’ne ateş püskürüyordu: Stalin çok gaddar biriydi, bir diktatördü; Mao ve Çinli komünistler ise, tüm dünyayı felakete sürükleyecek denli gözü dönmüş delilerdi… Kautsky nezdinde Lenin, Kruşçev nezdinde Stalin ve Mao Marksizmle ne denli ilgisiz iseler, Kaypakkaya da, Türkiye Marksist/komünist hareketinin “baronları” nezdinde Marksizmle o denli ilişkisizdir. Zira Kaypakkaya, Lenin ve Bolşevikler Rusya’da, Mao ve ÇKP Çin’de ne yaptıysa, Türkiye’de onu yapmaya cüret etmiştir! Onlar, Marksizmin devrimci diyalektiğini takip etmişlerdir. Marksizmin devrimci diyalektiğini takip eden komünist devrimciler nezdinde politikanın nesnesi, kavramlar, simgeler, soyut varlıklar değildir; politikanın nesnesi, somut varlıklardır, öznelerdir. Vuran-vurulan, ölen-öldüren, yenen-yenilen, ezen-ezilen, canlı-kanlı varlıklar, özneler… Komünistler, kavramlara, simgelere, soyut varlıklara pratik-politik savaş açmaz. Komünistler, ezenlere ve ezenlerin temel ezme aygıtı olan devlete karşı dövüşür. Ezenlerin ve onların devletlerinin hangi simgelerinin tarihin hangi evresinde ne türden bir pratik-politik muhtevaya büründüğünün pratik-politik mücadelede kendi başına hiç ama hiçbir önem ve ayrıcalığı yoktur.

Elbette özneler, kendilerini çeşitli simgelerle, bunların toplamı olarak da tanımlanabilecek ideolojilerle ifadelendirir, kimliklendirirler. Dinci, milliyetçi, laik, ilerici, ateist, sosyalist, liberal, muhafazakâr, anarşist, feminist, Müslüman, Yahudi, Sünni, Şii vb., vb. Ama politik mücadele, soyut olarak ideolojilerin birbirleriyle mücadelesi değildir. Aslolan somut varlıklar arası mücadeledir. Çarpışan somut varlıkların, öznelerin ilerici mi gerici mi olduğunun tahlil ve tespiti, öznelerin kendilerine vehmettikleri karşılıklardan hareketle değil, maddi gerçeklikleri, gerçek gerçeklikleri üzerinden yapılır. Marx-Engels’ten itibaren tüm komünist devrimcilerin olduğu gibi, Kaypakkaya’nın da politika yapma, taraf olma yönteminin can alıcı noktası burasıdır. Kaypakkaya elbette 1923 sonrası Türkiye toplumunun iktisadi, sosyal ve siyasi olarak 1923 öncesiyle bir ve aynı olmadığını; dahası tarih bilimsel olarak 1923 sonrası Türkiye toplumunun, 1923 öncesine göre daha ileri, daha modern, daha gelişmiş olduğunu bilir. Marksizmin tarih bilimini, Tarihsel Materyalizmi kavrayan hiç kimse bunun aksini iddia etmez, edemez! Kaypakkaya’nın buna itirazı olmadığı gibi, meselesi de bu değildir.

Kaypakkaya’nın meselesi, 1923’te kurulan siyasi rejimin, geniş yığınların; işçilerin, köylülerin, esnaf ve zanaatkârların, Kürtlerin.. bilcümle “halk” denilen baldırı çıplakların, çıkarlarını temsil edip etmediğidir. Kaypakkaya, “ilerleme”, “kalkınma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma”, “laiklik”, “cumhuriyet”, “hukuk”, “vatandaşlık”, “uluslaşma”.. gibi feodalizme karşı kapitalizmle özdeşleşen simge ve kurumların Kemalizmde ve Kemalist Harekette cisimleşip cisimleşmediği tartışmasını asla yapmamıştır. O, Kemalistlerin verili gerçekliğine yoğunlaşmış; Kemalizmin ve Kemalist Hareketin karşı-devrimciliğini, gericiliğini buradan hareketle belirlemiştir. Yani Kemalizm ve Kemalist Hareket, tarihin ilerlemesi, toplumun daha yetkin ve gelişkin bir sosyo-ekonomik seviyeye ulaşması bakımından değil; ezilenlerin kurtuluşu ve özgürlüğünün gerçekleşmesi karşısında gericidir, karşı-devrimcidir.

Epistemolojik düzlemle ontolojik düzlemin indirgenemezliğini asla kavrayamayan Kaypakkayacılar, ya Kaypakkaya adına özeleştiri veriyor, “Kaypakkaya Kemalizm tahlillerinde yanılmıştır” diyorlar ya da Kaypakkaya’yı savunma adına Marksizmi reddediyor, Türkiye toplumunun evriminin donup kaldığını savunmaya, ispat etmeye çalışıyorlar. Çünkü Kaypakkaya’nın yöntemini kavramıyor, Kaypakkaya’yı komünistçe sahiplenip savunamıyorlar.

Kaypakkaya yönteminde o denli sağlam ve tutarlıdır ki, karşı-devrimci olarak nitelendirdiği Kemalizmi ve Kemalist Hareketi “ilerici”, “devrimci” olarak değerlendiren ve yaptıklarını da “M. Kemal ve silah arkadaşları”nın yaptıklarıyla özdeşleştirerek “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak nitelendiren Deniz Gezmiş ve yoldaşlarına gül atmış; ezilen devrimci Kemalist Deniz Gezmişleri, Nurhak Dağlarında katledilen Sinan Cemgil ve arkadaşları şahsında, ezen karşı-devrimci Kemalistlere (TC Devleti’ne) ihbar eden Mustafa Mordeniz’i, kafasına kurşunu bizzat sıkarak cezalandırmıştır. Öznelerle değil de öznelerin kendisine uygun gördüğü simgelerle, ideolojilerle savaşan hiç kimse, Kaypakkaya’nın bu tavrını elbette kavrayamayacak, hatta birileri aklınca onu, bu nedenle tutarsızlıkla eleştirmeye dahi kalkacaktır. Öyle ya, madem Kemalizm, karşı-devrimci bir ideolojidir, kendilerini M. Kemal ve kadrosuyla özdeşleştiren, “İkinci Kurtuluş Savaşı” verdiklerini iddia edenleri devlete ihbar eden birini cezalandırmanın, büyük bir tehlikeye girmenin anlamı nedir?

Kaypakkaya’nın yöntemindeki sağlamlık ve tutarlılığı ortaya koyan bir diğer olgu da, onun Şeyh Said İsyanı karşısındaki tavrıdır. Kaypakkaya, Şeyh Said’in “tarihsel olarak gerici feodalizme ait bir şahsiyet” olduğundan bihaber midir? Asla! Kaypakkaya, Şeyh Said hareketinin politik taleplerinden birisinin de Kemalistlerin tasfiye ettiği “eski”ye ait halifelik kurumunun yeniden kurulması olduğundan bihaber midir? Asla! Kaypakkaya, Şeyh Said’in, takipçilerini, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı başta aşiret bağları ve beraberinde İslami moral değerler üzerinden motive ve ajite ettiğinden, yani “en geri feodal ideolojik değerler” üzerinden bir isyan ordusu kurduğundan bihaber midir? Asla! Ve hepsinden önemlisi, Şeyh Said hareketinin arkasında, yanında, yöresinde İngiliz emperyalizminin olabileceği ihtimalinden bihaber midir? Asla!

Peki, bütün bu olgular ışığında, ilerici, çağdaş ve çiçeği burnunda ulusal cumhuriyet rejimine karşı gerici ve ilkel kurum ve değerler uğruna savaşanları; ilerici, çağdaş, daha eğitimli ve daha kültürlü Mustafa Kemal’e karşı gerici bir ulusal hareket ve dini liderini; hem de kitleleri “din ile afyonlayarak” isyan ettiren bir aşiret ve din adamını, ve bir de bütün bunların üstüne İngiliz emperyalizminin kışkırtma ve oyunlarına gelmiş olma ihtimali olan Şeyh Said hareketini savunmak; haklı ve meşru olanın Kemalistler değil de, bizzat Şeyh Said hareketi olduğunu iddia etmek de neyin nesidir?

Kaypakkaya’nın, Kemalizm ve Kemalist Harekete ilericiymiş, devrimciymiş muamelesi yapılmasına itiraz etmesini anladık; ama her şeyiyle feodal olan ve kendini feodalizme ait sembol ve değerlerle tanımlayan bir hareket nasıl olur da haklı ve meşru değerlendirilir, sahiplenilip savunulur? En makul ve mantıki değerlendirmenin iki gerici gücün, iki karşı-devrimci hareketin boğazlaşması şeklinde olması beklenmez mi? Mesela, Kaypakkayacılar dâhil, genel olarak Türkiye Marksist/komünist hareketi, Afganistan’da, kızları okula göndermeyen, akıl dışı ilkel, çağdışı kuralları topluma dayatmaya çalışan Taliban ile işgalci güçler arasındaki savaşı böyle değerlendirmiyorlar mı?

TKP’nin Şeyh Said isyanı karşısındaki tutum ve çağrısını yeniden hatırlamanın tam sırası değil mi? Şeyh Said isyanının gerisinde Kürdistan feodalleri vardır. Cumhuriyet hükümeti feodalizmi tasfiye edecektir. Feodalizm bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Öyleyse arkadaş; biz her şeyden evvel feodalizmin kökünü kazımalıyız. Burjuvaziyle kozumuzu ayrıca, hele bu işler bitsin, paylaşırız!

Aynı anlayışın günümüzdeki önemli bir temsilcisi ne diyordu? Bugün mevcut devlete, onun baskı ve sömürü düzenine karşı mücadele ederken, cumhuriyete, onun ilerici ve laik kazanımlarına sahip çıkılmadan, ilericilik de, solculuk da, demokratlık da yapılamaz!..

Peki, Kaypakkaya’nın tavrı? O, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki özerk statüsünü korumak isteyen Kürt feodallerinin yanında, safında duruyor, onları destekliyor. O, mevcut devletin cumhuriyetçiliğini, ilericiliğini, laikliğini falan zerrece umursamıyor.

Durum böyleyken, Türkiye Marksist/komünist hareketinin baronlarının Kaypakkaya’yı ve Eseri’ni komünizm dışı bir araz olarak nitelendirmelerinde, Kaypakkaya’nın adını anmaya dahi tenezzül etmemelerinde şaşılacak ve yadırganacak bir şey olabilir mi? Asla olamaz! Çünkü onların “komünizm” kitabında, aslolan, ezilenlerin kurtuluşu ve özgürlüğü değil, tarihin ileriye doğru akıtılmasıdır, tarih tekerleğinin ileriye doğru döndürülmesinin önündeki engellerin temizlenmesidir. Tarihin tekerleğinin ileriye doğru dönmesi uğruna Kürtlerin kan ve barutla boğulmasının, işçilerin, köylülerin, küçük üreticilerin, esnaf ve zanaatkârların iliğine kadar sömürülmesinin, baskının ve şiddetin en koyusunun uygulanmasının, yani bir avuç mutlu zümre dışındaki geniş yığınların devlet sopasıyla inim inim inletilmesinin –yürekleri burkulsa da– politik ve ilkesel olarak hiçbir sakıncası yoktur.

Bunların “komünizm” kitaplarındaki “görevlerimiz” bölümünde, ezilenlerin acı çığlıklarına yüreklerimizi ve davamızı yaslamak yazmaz. Bunların kitabında; her kim ve her ne adına olursa olsun, ezilenlere uygulanan baskı ve zulme karşı çıkmanın, baskı ve zulme karşı ezilenleri isyana teşvik etmenin boyun borcu olduğu yazmaz.

Kuşkusuz Kaypakkayacılar, ezilenlerin acı çığlıklarına yüreklerini yaslama konusunda, ezilenleri baskı ve zulme karşı örgütleyip isyan etme konusunda ayrı bir yerde dururlar; ama bu ayrılık, Kaypakkaya’nın Eserindeki netliğe ve tamamlanmışlığa sahip olmamıştır hiçbir zaman. Çünkü Kaypakkayacılar da “tarihsel ilerlemeci”dir. Kaypakkayacılar da tarihte ve günümüzde, sahiplenip savunacakları, haklı ve meşru bulup destekleyecekleri özneleri, “tarihsel ilerleme” şablonuna göre saptarlar. Geçmiş tarihteki halk hareketlerine ve isyanlarına sempatiyle bakıldığı, Kaypakkayacı külliyattan rahatlıkla anlaşılır. Ama sadece bu kadar: sempati duyma! Çünkü Kaypakkayacılara göre de ister tarihte, ister günümüzde, bir halk hareketinin haklı ve meşru olabilmesinin, hele hele muzaffer olabilmesinin temel şartı, programı, amaç ve hedefleriyle ilerici olmasıdır. Peki, nedir bir hareketin ilerici olmasının kriteri? Harekete önderlik eden öznenin ideolojisi, amaç, hedef ve perspektifleri; yani bilincidir. Bu konularda Kaypakkayacıların, solun öteki kesimlerinden hiçbir temel farkının olmadığı açık değil mi?

Bu ortak anlayışa göre, kapitalizm-öncesi tarihte ise zaten ideolojisiyle, programı, amaç, hedef ve perspektifleriyle ilerici ve devrimci öznelerin ortaya çıkmasının nesnel şartları yoktur. Çünkü, çağdaş, akla ve mantığa yatkın bilimsel ideolojinin oluşmasının koşulları; bilimde, felsefede, teknikte muazzam atılımların gerçekleştiği, “kapitalizmin şafağı” denilen dönemde ortaya çıkmıştır. Tam da bu nedenle, tarihteki –asi değil– ilk ilerici ve devrimci özne, burjuvazi olmuştur. Çünkü burjuvazi, kuracağı toplumu önceden kafasında tasarlamış, bunun programını ve stratejisini ortaya koymuş, bu program ve strateji temelinde yürüttüğü mücadeleler sonucu muzaffer olmuştur.

Mesela, hiçbir Kaypakkayacı, tarihin herhangi bir evresinde burjuva devrimcilerine atfettiği tür ve nitelikte bir devrim gösteremez. Çünkü Kaypakkayacıların “Tarih Kitabı”nda, devrimler tarihinin (amaç ve hedefleri önceden tasarlanıp yürürlüğe konulan bir sosyal-siyasal hareket olarak devrimler tarihi) “burjuva devrimleri”yle başladığı yazar. Öncekiler, mutsuz ve umutsuz isyanlardır sadece…

Peki, gerçekten böyle bir şey mümkün mü? Yani genel ortalamayla 10 bin yıllık sınıflı toplum tarihi, devrim adına “kapitalizmin şafağı”na kadar bomboş bir sayfa mıdır? Kaypakkayacıların külliyatı ortada. Açalım bakalım, burjuva devrimlerine, özellikle de 1789 Fransız Devrimine yöneltilen övgülere layık tek bir devrim anlatısı bulabilecek miyiz? Bulamayız! Çünkü, dediğimiz gibi, her ne kadar Kaypakkaya’yı komünist önder olarak nitelendirseler ve kendilerini Kaypakkaya’nın takipçisi olarak tanımlasalar da, onlar aslında anti-Kaypakkayacılar’ın okullarında yetişmişlerdir. Marksizmi, Kaypakkaya’nın reddettiği kaynaklardan edinmişlerdir.

Bizim tarihimiz, burjuva devrimleriyle başlamaz. Hepsinden önemlisi, burjuva devrimlerini ideolojik ve politik olarak sahiplenip savunmak komünist devrimcilerin işi olamaz! Ders kitaplarımızda övgüler dizilen, devrimciliği yerlere göklere sığdırılamayan burjuvazinin gericiliği ve karşı-devrimciliği, hiç de öyle sanıldığı ve öğretilip ezberletildiği gibi 1842-48 devrimleri veya tam olarak Paris Komününden sonra başlamaz. Burjuvazi, feodal devlete karşı en ateşli düşmanlık beslediği zamanda dahi işçi sınıfına ve köylüye düşmandır! Burjuvazinin devrimcilik örnekleri, ilk devrimler zamanında da vardı ve bugün de bazı örnekleri bulunabilir. Ama Kaypakkaya’nın vurguladığı temel, bizim devrimciliğimizin burjuvazinin herhangi bir zamandaki devrimciliğiyle ilişkisizliğidir. Biz, burjuvazinin devrimciliğinden, ne Aydınlanma türü ideolojik ve fikri ilkeler, ne de pratik-politik miraslar devralabiliriz. Bizim izlediğimiz miras, Kaypakkaya’nın açıklıkla ortaya koyduğu gibi, ezilenlerin devrimcilik mirasıdır, burjuvazinin değil…

Eğer öğretilen ve ezberletilen “resmi Marksizm”in dışına çıkmayı az buçuk becererek “burjuvazinin ilerici olduğu çağda” Avrupa’da ne türden sosyal-siyasal olaylar yaşandığını incelersek, bunu rahatlıkla görür ve anlarız. 1789 Fransız Devriminin yegâne öznesi hiç de örgütlü burjuvazi değildi. Fransa’da feodal monarşiye karşı çeşitli tür ve araçlarla mücadele yürüten pek çok örgüt vardı. Devrim, bütün bu güçlerin enerjisinin sonucu patlamış, ama süreç burjuvazinin hegemonyasında gelişmiş ve sonlanmıştır. (Türkiye’de Kemalist Hareketin yaşadığı gibi!) 1789 Fransız Devriminin ne arifesinde, ne esnasında, ne de sonrasında, bu ülkede monarşiye karşı mücadele yürüten bütün özneler birbirleriyle kenetlenmiş ya da burjuvazinin önderliğini benimsemiş durumdaydılar. Bilakis bu güçler birbirleriyle de şu veya bu düzeyde çatışma içerisindeydiler. (Tıpkı 1919-1923 yıllarının Türkiye’sinde olduğu gibi!) Ve dahası var, ezilenler de, bizzat devrimci önderleriyle Fransız Devriminin içindeydi ve devrimin sonrasında devrimci hükümet tarafından öldürülen Babeuf ezilenlerin devrimcisiydi. Öldürülmüştü, çünkü devrimin daha da ilerletilmesini talep ediyordu ve bu tavrıyla da çiçeği burnunda devrimci burjuva hükümetinin çıkarlarını tehdit ediyordu.

Tarih bilimi nezdinde, o dönemde burjuvazi dışındaki hiçbir sınıfın muzaffer olma şansı ve imkânı yoktu. Çünkü bilimsel olarak, “olan haklı”ydı. Bu sadece 18. yüzyıl Fransa’sı için değil, tüm tarih için geçerliydi; ve evet 1920’ler Türkiye’si için de…

Peki, tarih bilimi nezdinde burjuvazinin muzaffer olması dışında hiçbir seçenek yoktu diye, biz burjuvazinin devrimciliğini mi sahiplenip savunacağız? Yani, politikamız bilimin emrinde mi olacak? Acı ama gerçek, yaygın ve resmileştirilip doktrinleştirilmiş Marksizm, bu soruya “evet” diyor. Resmi doktriner Marksizm, “Bilim neyi emrediyorsa politik olarak ona uy! Adımlarını tarihin akışına uydur!” diye bas bas bağırıyor.

Bir yerlerde bir bilim var ve ne zaman ne yapılması gerektiğini söylüyor, buna riayet edenler de mutlu, mesut, muzaffer oluyor!.. Yok böyle bir şey! Her kim ki “bilim”, üstelik de konumuz özgülünde “Tarih Bilimi” adına konuştuğunu; Tarih Bilimi’nden müthiş tüyolar aldığını ve şimdi şu anda ne yapılması gerektiğini çözdüğünü, bulduğunu iddia ediyorsa, hiç tereddüdünüz olmasın ki zırvalıyordur! Zira, her fani gibi o da aklının erdiği ve kestirdiğini söylüyordur; ama “Bunu bilim söylüyor, ben değil” diyerek yutturmaya çalışıyordur. Hayır! Üçkâğıtçılık, yalancılık yaparak yutturmaya çalışıyordur anlamında değil, gerçekten ve yürekten bilimin konuştuğunu, kendisinin sadece naklettiğine inanıyordur!

1789 Fransız Devrimi olmak zorunda olduğu için olmuştur ve devamla burjuvazinin muzaffer olması kaçınılmazdır. Tarih Bilimi nezdinde bu böyledir; ama Tarih Bilimi nezdinde Fransız Devriminin böyle ortaya konulması, ne o anda ne de sonrasında, ideolojik ve politik olarak Fransız Devrimini ve muzaffer olan burjuvaziyi kayıtsız koşulsuz savunmamızı gerektirir. Bilakis, biz komünist devrimciler ideolojik ve politik olarak pekâlâ, Fransız Devrimine katılan ama muzaffer olamayan ezilenlerin devrimci öncülerini sahiplenip savunabilir ve aynı şekilde bu devrimin muzaffer olan öznesini karşımıza alıp reddedebiliriz. Böylesi bir tutum ve anlayışın bilime karşı gelmekle, anti-bilimsellik ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu türden iddialar ve karşı çıkışlar, “bilimin alanı ve konusu” ile “politikanın alanı ve konusu”nu karıştırmaktan ileri gelmektedir. Yani epistemolojik düzey (bilimin alanı ve konusu) ile ontolojik düzey (politikanın alanı ve konusu) arasında kısa devre yaptırmaktan…

Biz komünistlerin, –bilinçsiz ve başarısız asiliğinin değil– devrimciliğinin tarihi 1789’da başlamaz, başlayamaz. Devrimciliklerinin tarihini 1789 Fransız Burjuva Devrimi ile, veya Türkiye’de –Kemalist Hareketi katarak veya katmayarak, ama her halükarda– burjuvazinin devrimciliğiyle başlatanların Kaypakkaya’yı sahiplenip savunması imkânsızdır.

 



* Marksizmi izlediğini ve Marksist olduğunu iddia eden bütün politik veya ideolojik oluşumlar bu yazı bağlamında bu ifadeyle anılacaktır.

[1] Ender Helvacıoğlu, Bilim ve Gelecek, Sayı: 50, s. 4-6

[2] Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizmi”, Gelenek, Sayı: 57, s. 18

[3] Helvacıoğlu, a.g.e.

[4] “İbrahim Kaypakkaya: Kemalizm’den ve Resmi İdeoloji’den Bir Kopuş”, Partizan, Ağustos 2010, s. 56

[5] A.g.e., s. 73

[6] TKP yayın organı Orak-Çekiç’ten aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yay., Ankara 1978, s. 366-7

[7] Oğuzhan Müftüoğlu, Birgün Gazetesi, 31 Aralık 2006

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar