Ana SayfaArşivSayı 58Marksist Devlet Analizi ve Yöntem Sorunu

Marksist Devlet Analizi ve Yöntem Sorunu

Marksist Devlet Analizi ve

Yöntem Sorunu

Engin Abat

Giriş

Buradan [devletin ekonomi-politiği] doğan tartışma en soyut metodolojik sorunlardan oldukça özgül tarihsel sorunlara kadar uza­nan çok geniş bir alanı kapsamış ve bir dizi hipotez ve öngörünün geliştirilmesine zemin hazırlamıştır (Jessop, 2005: 35).

Ele almaya (kavramaya, capture) çalışacağımız konunun soyutluğu, kapsamı ve tartışılmasına müdahil olanların çok­luğu nedeniyle incelememizi sınırlandırmak gerekiyor. Bu minvalde Poulantzas’ın alana dair çözümlemelerinin yönte­me ilişkin kısımlarını incelemeyi düşünüyoruz. İki nedenden ötürü bu yolu seçtik; Poulantzas’ın, birincisi, bu alana ilişkin tartışmaların merkezinde bir figür olması ve ikincisi, Althusserci temaları kullanmak suretiyle özerk ve özgün anlamıyla bütünlüklü bir Marksist devlet teorisi inşasına girişmesidir. Özellikle ilk döneminde Althusserci epistemolo- jik/felsefi ufuk oldukça belirgindir ki; bir Marksist devlet teori­sinin geliştirilmemiş olmasını, Althusser’in de mücadele ettiği ekonomik indirgemeciliğe ve tarihselciliğe bağlar. Ho­casından aldığı kavramsal çerçeve ile bu iki öğeyi kapı dışa­rı ederek, yine Althusserci bir biçimde, politikayı özerk bir alan olarak ele almaya başlar. Jessop’ın ifadeleriyle, “Son dönemlerinde Poulantzas, siyasal olana odaklanışını savu­nurken, Althusser’in ileri sürdüğü son kertede ekonomi tara­fından belirlenen „hakim yapı’ karmaşası içinde siyasal ala­nın göreli özerkliği görüşüne dayanır” (Jessop, 2005: 80).


Fakat sadece siyasal alanın göreli özerkliği yaklaşımında değil, bu özerkliğin inşasını oluşturan pek çok konum ve kavramda Althusser’in etkisinden söz edilmelidir. O halde Poulantzas’ın Marksist devlet ve politika analizini içinden çıktığı Althusserci müdahale ile birlikte yapmamız gerekir. Öte yandan bu çalışma ile ne yapısalcı Marksizm savunusu ne de aşırı soyutlamaların felsefi cazibesi hedeflenmektedir, çünkü Marksist bir politik teorinin açıklayıcı bir güce kadar, etki edici (harekete geçiren) bir güce de sahip olması gerek­tiğini düşünüyoruz. Fakat bağlamı içinde düşünüldüğünde Althusserci müdahalenin kuvvetli bir katkı olduğu göz ardı edilemez. Çalışmamızın temel önermesi şudur: Ontolo- jik/felsefi ve metodolojik ön-kabuller ile siyasi analizler ya­şamsal bir bağ oluştururlar, ilkinde gerçekleşecek olan bir değişim ikincisini derinden etkiler. Bu rabıtayı en çok Marx’ın kuramının seyrinde görüyoruz.

Çalışmamız öncelikle Althusser’in felsefi müdahale­lerini konu edinecektir. Devamında Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar eserinde yer alan temel sorun­lar, konumlar, kavramlar aracılığıyla Althusserci etkinin yo­ğunluğu gösterilmeye çalışılacaktır. O halde Althusser’in toplumsal formasyon, soyutlama (Genellik düzeyleri), bilgi üretim süreci gibi konumuzla ilişkili olan felsefi-epistemolojik çözümlemeleriyle başlayalım.

Althusser etkisi

İdeolojik mistifikasyonu (ya da tersine nes­neyle özgün ilişkiyi) soru’nun kendisinde, yani bir nesneyi düşünme tarzında (yoksa bu nes­nenin kendisinde değil) aramak gerekir (Althusser, 2002: 85).

Çalışmamız açısından bizi ilgilendirdiğini düşündüğümüz Althusserci noktaları şöyle toparlayabiliriz:

a)   Bilim ve felsefenin ayrımı ile sorunsal ve episte- molojik kopuş temalarının önemi,

b)   Bilgi edinme/üretme ve soyutlama sürecinin önemi.

Bilim ve felsefe ayrımının, ideoloji analiziyle açık bir ilişkisi vardır, fakat ideolojinin, bu çalışmada, toplumsal for­masyonun üç düzeyinden birisini oluşturduğu vurgusundan öte, analizi yapılmayacaktır. Felsefe, Althusser için, sınıf mücadelesinin teorideki alanıdır (Althusser, 1989: 27). Onun için felsefe, Gramsci’nin her insanın sistematik olmayan (Althusser’in terimleriyle “kendiliğinden felsefe”) bir felsefeye sahip olduğu yargısıyla yakından bağlantılıdır ve nesnesi olmayan, mevcut bilim pratiklerini ve bu pratiklerin (teoride pratik) meşrulaştırılmasını “doğru / yanlış” kategorileriyle yapan bir etkinliktir (Gramsci, 1975: 17). Felsefenin nesne- sizliği her alanda etkin olduğu anlamına gelir. Buna karşın bilimler, düşüncelerinin dışında var olan gerçek nesnelere sahiptir ve bilgi üretirler; felsefe, bu anlamda tezler (konum­lar) üretir ki, bu konumlar siyasal pratiğin konumlanmalarıyla yakından ilişkilidir (Althusser, 1990). Felsefe ve Bilim Adam­larının Kendiliğinden Felsefesi adlı eser, ideoloji/felsefe kavramının kendiliğindenliğini, siyasal pratikle uygunluğunu ve kuşatıcılığını vurgulamaktadır. Felsefe bu anlamda, “bü­yük felsefi akımların belirli bir konjonktürde varolan pratik ideolojilerin değerlerine bağımlı” olması ile tanımlanmaktadır (Althusser, 1990: 101). Marx, Alman İdeolojisi eseriyle birlik­te, inceleme alanını sorunsallaştırarak buradaki ideoloji- yi/felsefeyi deşifre ve reddeder. Althusser’in Marx’ın eserine odaklanan tartışmalarının önemli bir noktası işte bu episte- molojik kopuş ya da ideolojiden kopuştur.

En son çabalarında bile, Alman eleştirisi, felsefe alanını terk etmedi. Kendi genel felsefi öncüllerini incelemek şöy­le dursun, Alman eleştirisinin ele aldığı istisnasız bütün sorular, tersine, belirli bir felsefi sistemin toprağından, Hegel sisteminden fışkırmıştır. Yalnızca cevaplarında de­ğil, kendi sorunlarında bile bir aldatmaca (mystification) vardı (Marx).

Alman İdeolojisi’nden aktarılan bu pasaj hem epistemolojik kopuş (felsefe/ideolojiden kopuş) hem de sorunsal teması­nın önemini ve bilim yapma pratiğini açıklayıcı niteliktedir. Sorunsal kavramı; “teorik bir oluşumun özgül birliğini ve sonuç olarak bu özgül farklılığın saptanacağı yeri belirtmek için” kullanılmaktadır (Althusser, 2002: 42). Sorunsal/ so­runsallaştırma, daha sonra Poulantzas tarafından Miliband’a bir eleştiri olarak yöneltilecek ve Miliband’ın çalışmasındaki en önemli sorunun çalışma alanını sorunsallaştırmamak olduğu ileri sürülecektir: “Her düşünce ve kavram, yalnızca onun temelini oluşturan tüm sorunsal içinde anlamlıdır: Bu sorunsaldan çıkarılıp „eleştiril’mezse (…) kişi bilinçsizce ve gizlice hasmın epistemolojik ilkeleriyle zehirlenebilir” (Poulantzas, Miliband, Laclau, 1990: 20). Sorunsallaştırma, sanki, bir taraftan epistemolojik kopuşu diğer taraftan da bilgi üretiminin zeminini hazırlamaktadır. Epistemolojik ko­puşun belli bir tarzda ideolojiden kopuş olduğunu ve bilgi üretimininse ancak böyle bir kopuş sayesinde gerçekleşebi­leceğini düşündüğümüzde, ideolojinin basit bir yanlış bilinç (ki bu, yabancılaşma teması ile birlikte Hegelci bir nosyon­dur) olmadığını söyleyebiliriz. Althusser için ideolojinin tarih- sizliği, yanlış bilinç mefhumunu dışlamak imasını da taşır. Öte yandan ideoloji, gerçeklik ile görünüm (öz ile görünüş) ayrımına işaret eder ki; Marx için bilim yapmanın zorluğu görüngülerin ardındaki gerçeğe ulaşmadaki zorlukla tanım­lanır. Soyutlama pratiğini zorunlu kılan da bu durumdur. Yönteme veya düşünme (buradaki anlamıyla bilim yap- ma/bilgi üretme) pratiğine ilişkin bu vurgular, aslında hem politik hem de ekonomik bir gerçeklikle (kapitalist üretim biçimi ve onun politik ifadelerinden bir olan sivil toplum- devlet ayrımı) sıkı sıkıya bağlıdır.

Althusser’in bilgi sürecine ilişkin temel tezleri kuv­vetli derecede Spinozacıdır ve o bunu açıkça deklare eder (bkz: Althusser, 2002: 99, 39 no’lu dipnot). Fakat ana nokta, bilgi edinme sürecinin temelinin bir ayrımda inşa edilmesidir. Spinoza, fikir ile nesnesi arasındaki bir ayrıma işaret etmek için gerçek bir köpeğin havladığını, fakat köpek kavramının havlamadığını söyler. Bu ayrım daha çok gerçek bir nesne ile bir fikir nesnesi arasındaki ayrımı (fikrin geçekliği ile ger­çekliğin temsil yoluyla fikirde ifade edilmesi) işaretlemek içindir. Althusser Kapital’ Okumak’ta bu noktaya, Hegel ile Marx arasındaki kopuşu göstermek açısından, değinir. “Marx, gerçek nesne ile bilgi nesnesini, gerçek süreç ile bilgi sürecini özdeşleştiren Hegelci bulanıklığı reddeder.” Ve bu bulanıklığa karşı bir ayrım önerir:

Bu bulanıklığa karşı Marx gerçek nesne (…) ile düşünce- nin-somutu (Gedankenkonkretum) olarak, düşüncenin- tümlüğü (Gedankentotalitat) olarak, yani, tam olarak bilgi­yi sağlayan düşüncenin-somutu, düşüncenin-tümlüğü olan gerçek-nesneden, somut-gerçekten, gerçek- tümlükten mutlak olarak ayrı düşünce-nesnesi olarak bilgi nesnesi arasındaki ayrımı savunur (Althusser, 2007: 64).

Bu ifadeleri yerli yerine oturtmak gerekir. Gerçek nesne kendi gerçekliği içinde cereyan ederken bilgi nesnesi de kendi düzeninde işler. Bu nedenle özne ve nesne Hegelci anlamda özdeş değildirler. Fakat bu ayrım; gerçeklikten, maddi olandan ayrı bir düşünce alanının olduğu anlamına gelmez. Zira düşünce veya bilgi üretimi tüm aşamalarında toplumsal durumun gerçekliği içinde temellenir ve ona ek­lemlenir. Marx’a özgü materyalizmin anlamı da buradadır. Ayrım temasının Althusser’de (ve ileride Poulantzas’ta) önemli olduğu aşikârdır. Örneğin, göreli özerklik bütünlük içerisinde ayrımlara vurgu yapmaktır. Son olarak Genellikler yaklaşımına değinmemiz gerekiyor.

Genellik I, bilimin üzerinde çalıştığı katışıksız nesnel veriler ya da olgular olmayan, duyumlar ya da bireyler de olmayan ve en sonu ampirik ve tekil olgular da olmayan yarı bilimsel yarı ideolojik hammaddeyi örneğin üretim, sermaye vs. ifade etmektedir. Yani “ideolojik” kavramlar. Genellik II ise, bilgiyi üretecek araçların (kavram, yöntem, teknik gibi) inşa edilmesidir ve böylece bu düzeyde üretilen araçlar Ge­nellik I’deki hammaddeyi işleyerek Genellik iii’ü oluşturur. Bu düzey, düşüncedeki somut olarak, dönüştürülmüş ham­maddenin (Genellik ii’de yapılan) bilgi haline gelmesini ifade eder. Bu süreç, soyuttan somuta geçişin betimlenmesidir. Bilgi üretimi, Genellik ii’deki ideolojik unsurların temizlen­mesiyle gerçekleşmektedir. Althusser, Marx’tan şu pasajı aktarır: “Düşünce bütünü olarak, concretum düşünce olarak somut bütünlük, gerçekte, düşünmenin ve tasavvur etmenin ürünüdür; ama asla sezgilerin ve temsillerin dışında -ya da üzerinde- düşünen ve kendi kendini yaratan bir kavramın ürünü değildir, tersine, sezgileri ve temsilleri kavramlara dönüştüren çalışmasının ürünüdür” (Althusser, 2002: 224). Sezgi ve temsillerin, yani ideolojik unsurların, kavramlara, yani bilgi nesnelerine, dönüştürülme süreci olarak düşünme; ne kendi üzerine katlanan (solipsist) ne de tamamıyla ve olduğu gibi görünene sadık kalan bir etkinliktir. İşte Althusser, Özeleştiri Öğeleri’nde yapısalcılık iddiasını red­dederek belli biçimde rasyonalizmi fazla vurgulamış olabile­ceklerini kabul ettiğinde (1991), bizce, bu geçiş sürecini ve sonraki aşamanın (Genellik ii ve iii) aşırı vurgulanmış oldu­ğunu kastetmektedir. Althusser’in Genellikler şemasına yönelik en önemli eleştirilerden biri E. P. Thompson tarafın­dan getirilmiştir. Burada girmeyeceğimiz bu tartışmaya işa­ret etmiş olalım (Thompson, 1994: 47-55). Ayrıca Genellik düzeyleri Poulantzas için de son derece önemlidir. “Kapita­list Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap” makalesinde Ge­nellik düzeylerini bir yandan savunur, öte yandan, genel olarak Althussercilerin de paylaştığı, teorisizm eleştirisini kabul eder. Eleştirinin kabul edildiği nokta; “teorik pratik” ifadesiyle, yani aşırı rasyonalize etmekle, teorik faaliyeti diğer pratiklerden koparmaya ve böylece bir teorinin ancak kendi içinde sınanabileceği sonucuna varmış olmaya ilişkin­dir. Poulanztas bunu şöyle ifade etmektedir: “Üstelik Althusser’in durumunda bu, teorik sürecin, veya „söylemin’ (discourse), kendi içinde geçerliliği veya „bilimselliği’ için ölçütler taşıdığı şeklinde çok kuşkulu bir izlenim yaratmak­taydı” (Poulantzas, Miliband, Laclau, 139). Ancak bu, Genel­lik düzeylerinin tamamen terk edilmesi anlamına gelmemek­tedir; daha çok vurgunun veya tonlamanın abartılmış olduğu kabulüdür. Çünkü aynı yerde Poulantzas, Althusserci epis­temolojiyi paylaştığını belirtmekte (ona göre, belki “aşırı katı bir epistemoloji” olabilir bu); ancak bu tavrın belli bir kon­jonktürde ve haklı olarak geliştirildiğinin altını çizmektedir: “Saldırımızı Marksist gelenekteki şekillenmeleri ekonomizm ve historisizm olan ampirizm ve neo-pozitivizme karşı yo­ğunlaştırdığımız için kendi özgül yapılarıyla düşünce süre­cinde ortaya çıkan bilgi üretiminin, teorik sürecin özgüllü­ğünde, haklı olarak, ısrar ettik” (Poulantzas, vd., 138). Althusser’in felsefi/epistemolojik olarak temellendirdiği so­runsallaştırma, ideolojiden kopuş, gerçek nesne ile bilgi nesnesi ayrımı, Genellik düzeyleri, bilim nesnesi gibi mef­humları Poulantzas’ın da kabul ettiğini (en azından bir dö­nem için devlet teorisinin arkasındaki yöntem ya da zemin olarak) söyleyebiliriz. Jessop’ın ifadeleriyle;

Althusserci yaklaşıma yönelirken Poulantzas, özellikle alt- yapı-üstyapı savlarına karşı ayrı bir siyaset kuramını sa­vunmanın yolunu aramaktadır. Bu nedenle ağırlıkla Althusser’in soyuttan somuta geçiş, belirli koşulların üst belirlenimi ve göreli özerklik kavrayışı hakkındaki savları­na yaslanır (Jessop, 2005: 82).

O halde Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar eserine, konumuzu ilgilendirdiği yönleriyle, geçebiliriz.

Althusser – Poulantzas

Perry Anderson, Poulantzas’ın Gramsci’yi hatalı okuduğuna dair bir yorumunda Poulantzas’tan şu alıntıyı yapmaktadır: “Sermaye ideolojilerinin asıl özelliği, yönetilen sınıfların bun­lara kutsallık atfetmesini amaçlamamasıdır. Kendilerine bilimsel demekte ve öyle görmektedirler” (Anderson, 2007: 51, vurgu bize aittir). Bu alıntının bizim için önemi Poulantzas’ın yorumunun doğru olup olmaması değildir, önemli olan; bilimselliğe yapılan vurguda hem ideolo- ji/söylem etkisini, hem Althusser’in bilgi üretimi analizinin etkisini, hem de Marx’ın “iktisat bilimi”ne yönelttiği eleştirile­rin etkisini görmektir. Marx, Alman İdeolojisi’nden başlaya­rak burjuva iktisat biliminin veya Hegelci idealist felsefenin insanın sosyal ilişkiselliğini kavrayamadığını ve böylece bilimsel analizlerde sorunlar yaşadığını sürekli vurgulamış­tır. Özellikle sivil toplum-devlet ayrımı bu yanlış (fakat yan­lışlığı içerisinde kapitalist devleti de kuran veya ona birleşti­rici bir karakter kazandıran sermayenin egemenliği açısın­dan “kurucu” bir yanlışlık) perspektifin bir ürünüdür. Althusser için ise, “bilimin gerçekliğini sömürme” teması altında ahlak nosyonu, Antik Yunan’da siyasal ideolojinin, Orta Çağ’da dinsel ideolojinin ve modern-burjuva dönemde yasal-hukuki ideolojinin hizmetine sokulmuş ve bu temelde kendilerine özgü toplumsal formasyonlardaki eşitsizliklerin üstünün örtülmesi için kullanılmıştır (Althusser, 1990: 88­102). Her iki durumda da bilimsel olduğu düşünülen açıkla­maların, nedeni ne olursa olsun, hiç de öyle olmadıkları vurgulanmaktadır. Burada işaret edilen durum, bilimsel bir açıklamanın nasıl olduğundan çok, nasıl ve ne gibi öğeler yüzünden bilimsel olamadığıdır. Marx’ın, bu güçlüğü esasen aştığı veya aşacak yolları gösterdiği; fakat bazı yorumların eski ve yanlış öğeleri tekrar içeri aldığı, Althusser gibi, Poulantzas’ın da temel kabullerinden biridir. Öyleyse ve öncelikle bu temalar belirtik kılınmalıdır, bu ise Marksizmin ne olduğunu veya ne olmadığını tartışmak demektir.

Marksizm; tarih kavramını muhtelif üretim biçimleri­nin ve toplumsal fonksiyonların yapıları, oluşumları, işleyiş­leri ve toplumsal formasyonların birinden diğerine geçiş biçimleri bakımından inceleyen “tarihsel materyalizm” (tarih bilimi) ile düşünsel evrim sürecinin yapısını ve işleyişini ele alan “diyalektik materyalizm” (Marksist felsefe) dallarının birleşmesinden oluşmuştur. Bu iki alan birbirinden farklıdır, ama birinin diğerine indirgendiği farklı Marksizm yorumları vardır. Gerçekte konusu “bilimsel üretim tarihi”nin teorisi olan diyalektik materyalizmin tarihsel materyalizme indir­gendiği yorumlara göre (Lukacs, Korsch, vd. gibi tarihselci yorumlara göre) tarih temel ve kurucu bir kategori olarak görülür ki, Marksizm bu noktada bir “tarihsel antropoloji”dir. Tersi durumdaysa, tüm tarihsel konuları, evrensel olarak geçerli, aynı “soyut” yasa, tüm tarihsel “somutlaştırmaları” düzenleyici aynı model altında toplayarak tarihsel materya­lizmin özgün bünyesine katıp yoğunluğunu azaltan poziti- vist-ampirist yorumlar söz konusudur (Poulantzas, 1992: 5­6).

Alana dair bu ikili konumlandırmanın açıktan Althusserci olduğu söylenebilir. Hem Hegel düşüncesine hem de Hegelyan Marksizme temel eleştiri; teleoloji nokta­sındadır. Bilindiği üzere semptomatik okuma ya da metin’e odaklanarak yapılan okuma Althusser ve geleneğinin ala- met-i farikasıdır, ve Althusser’in Marx İçin’deki müdahalesi şudur: Hegel felsefesinde sürecin sonu başta verilidir veya “ideolojik tarihin hakikati ne kendisindedir (kaynak) ne de varacağı yerde (son). Bu hakikat olguların kendisinde’dir… sorunsallarının gizlenmiş zemini üzerindedir” (Althusser, 2002: 90). Dolayısıyla Althusser için önemli olan, teleolojik düşünmenin her türlü idealist eğiliminden kurtulmuş bir okuma yapmaktır ve bu okuma öncelikle Marx ve onun eseri için geçerlidir. Bu minvalde coşkulu bir dille şunları yazmak­tadır: “Köken ve Amaç tanrıları bir kez tahttan indirildiğinde, doğmakta olan bir yaşam içinde zorunluluğun doğuşuna tanık olmaktan daha büyük bir sevinç yoktur” (Althusser, 2002: 90). Böylece tarihselci yorum reddedilir. Bunun politik analizdeki izdüşümü ise önemlidir ve üzerinde durmayı ge­rektirir.

Marx, Engels ve Lenin’de politik düzey ve politika sorunu “tarih” sorunuyla ilgilidir. Bu soruna ilişkin Marksist konum Komünist Manifesto’daki iki temel önermeden kay­naklanır: a) Her sınıf mücadelesi politik mücadeledir, b) Sınıf mücadelesi tarihin itici gücüdür.

Bu iki önermenin tarihselci okunuşunda Hegelci tür­den bir bütünsellik ve tarihsellik önceden varsayılır; ilkin, bütünlük eşit öğelerden oluşan ve Marksist birlik türünü belirleyen karmaşık yapıdan farklı olarak, basit ve döngüsel türden bir bütünlüktür ve ikinci olarak, evrimi çizgiseldir. Burada tarihsel süreç, düşüncenin (kendi kendine) öz- gelişiminin oluşmasıyla özdeşleştirilir ve böylece tarihsel gelişme ilkesi, kavramın tözden var oluşa diyalektik geçişi olarak basit bir dönüşüme indirgenir. Bu aşırı Hegelci yoru­mun kuvvetli bir eleştirisinin Althusser tarafından yapılmış olduğunu, bir kere daha belirtelim.

Eğer bu Hegelci yorum kabul edilmiş olsaydı: a) Ta­rih ve politika özdeşleşir, b) politikanın özgüllüğü ortadan kalkar ve c) politika yapısal düzeylerin merkez ya da ortak ve basit çarpanı haline gelirdi. Teorik düzeyin “burjuva bilimi – proletarya bilimi” şemasıyla sonuçlanan üst- politikleştirilmesi sonuncunun bir örneğidir. Netice itibariyle, politika, Marksizmin tarihselci bir anlayışı içinde, kavramın Hegel’deki rolüne bürünür. Bütünsel, lineer, ilerlemeci olan Hegelci tarih anlayışının tüm özgül ve özerk toplumsal du­rumları tarih kavramına indirgemesi söz konusudur. (Poulantzas, 1992: 28-30). Artık, tarihsel materyalizmin, ne olmadığı ve neden öyle olamayacağı sergilendikten ve ta- rihselci yorumlar reddedildikten sonra, ne olduğuna bakabili­riz.

Tarihsel materyalizmde Marx’ın araştırma çerçeve­sine giren etkin kavramları (üretim biçimi, toplumsal oluşum, gerçek mülk edinme ve mülkiyet, örgenlik, ideoloji, politika, konjonktür, geçiş) tanımlayan bir “genel teori” vardır. Bu bilimin nesnesi, örgenleşmeleriyle bir toplumsal formasyon ve üretim biçimi oluşturan, farklı olsalar da birbirine bağlı olan muhtelif yapı ve pratiklerin (ekonomi-politika-ideoloji) irdelenmesidir ki bunlara “bölgesel teoriler” denilebilir. Ta­rihsel materyalizm, varlık sebeplerini farklı üretim biçimleri ve toplumsal formasyonları tanımlayan yapı ve pratiklerin farklı bileşimlerinin oluşturduğu “özel teoriler”i de (köleci, feodal, kapitalist, vd. üretim biçimi teorileri) kapsar (Poulantzas, 1992: 6). Bu genel ayrımların ve başlangıç konumlanmalarının ardından Poulantzas, yine açıktan Althusserci bir ayrımla devam eder.

Biçimsel soyut nesnelerle gerçek somut nesneler arasındaki ayrılığı iyice ortaya koyan tarihsel materyalizmin “üretim biçimi” ve “toplumsal formasyon” kavramları, soyut kavramlar vasıtası ile somut kavramlar oluşturulmasını sağ­layan bir teori geliştirme çalışmasına örnektir. Bu minvalde “üretim biçimi”nin nasıl kavranıldığını ele alalım.

Üretim biçimi, ekonomik düzey olarak isimlendirilen salt üretim ilişkilerini değil, ancak birlikte birçok kerte ve düzey olarak, yani bu üretim biçiminin birçok bölgesel yapısı olarak ortaya çıkan farklı farklı yapı ve pratiklerin spesifik bir örgenleşmesidir. Bir üretim biçimi; ekonomik, politik, ideolo­jik ve teorik düzey ve kerteleri içerir. Biçimi niteleyen birlik biçimi, son kertede ekonominin egemen olduğu karmaşık bütünün birliğidir. Düzeyler arasındaki ilişki biçimi ne doğru­sal nedensellik, ne etkili uzlaşma, ne de analojik korelasyon ilişkisidir. İçinde egemen yapının ve bölgesel yapıların dü­zenini / yerini belirleyip işlev yükleyerek oluşturduğu ilişki biçimidir: “her düzeyi oluşturan ilişkiler hiçbir zaman basit olmayıp diğer düzeylerle olan ilişkiler tarafından üsttenbelirlenimlidirler” (Poulantzas, 8). Ne var ki, bütünün yapısının son kertede ekonomi tarafından belirlenmesi eko­nominin yapıda her zaman egemen rol oynadığı anlamına gelmez. Egemen yapının oluşturduğu birlik her üretim biçi­minin egemen bir kerte veya düzeyi olduğunu, ancak eko­nominin aslında yalnızca herhangi bir düzeye egemen rol yüklediği ölçüde, yani düzeylerin merkezden kopması sonu­cu egemenliğin el değiştirmesini düzenlediği ölçüde belirle­yici olduğunu ifade eder. Bu doğrultuda bir üretim biçiminin özgüllüğünü oluşturan, bu üretim biçiminin düzeylerinin oluşturdukları “özgün eklemlenme biçimi”dir; Eklemlenme = Üretim biçiminin matrisi -üretim biçiminin egemenlik göster­gesini ve üsttenbelirlenme sınırlarını oluşturan belirlenme olarak üretim biçiminin matrisi- (Poulantzas, 8). Poulantzas’ın bu analizinin temel kavramlarından birisinin üstbelirlenim olduğu görülüyor. Bu kavramsallaştırmanın açık kılınması için, Althusser’in “Çelişki ve Üstbelirienim” makalesinden hareketle, üstbelirlenim kavramını ve bunun nasıl bir felsefi müdahaleyi içerdiğini göstermeye çalışalım.

Althusser bu makalede, Lenin’in Sovyet Devrimi analizini aktarır. Buna göre, ulusal-uluslararası ekonomik durumun tahlilinden politik kültürel faktörlere ve hatta Rus­ya’nın yüzölçümüne değin pek çok unsurun devrimci kopuş anına etkisi değerlendirilir. Althusser, buradan hareketle çelişki kavramının sadece altyapıya işaret etmediğini (üretici güçler-üretim ilişkilerindeki çelişkiyi de kapsayacak bir bi­çimde diğer unsurların da düşünülmesi gerektiğini) vurgular. Bu durumda çelişkinin edimselleşmesi ve devrimci bir anın mümkün olması için (çelişkinin) belirleyen olduğu kadar belirlenen olmasına bağlandığının altını çizer. Yani, temel ve tek olarak kabul edilen çelişki diğer koşullar tarafından hem belirlenir hem de onları belirler. Üstbelirlenim kavramı bu karşılıklı belirlenme ilişkisi için kullanılır. Belirleyen ve belirlenen biçimindeki bu dikotomiyi aşmaya yönelik hamle, sürekli vurgulanan ekonomizm eleştirisinin en kuvvetli yö­nüdür. Öte yandan üstbelirlenimin çelişkinin kendi ilkesi içinde ve çoklu değerlendirilmesi, Marksist çelişki ile Hegelci çelişkiyi ayırt etmeye de yarar. Hegel’deki çelişki nosyonun­dan farklı olarak Marksist anlamıyla çelişki; çoklu ve karma­şıktır. Bu nedenle toplumsal formasyonda gerçek bir kopuş, böylesi bir çelişkinin üstbelirlenmesini gerektirir. Hegelci çelişkinin (biricik, homojen, tek biçimli) yerine üstbelirlenmiş Marksist çelişki; aynı zamanda materyalist diyalektik ile idealist diyalektiğin ayrımını ortaya koyar. Çünkü her iki diyalektik anlayış için de çelişki temel önemdedir ve çelişkiyi kavrayışlarındaki fark diyalektiğin nasıl niteleneceğini belir­ler (Althusser, 2002: 111-158). Dolayısıyla sorun, basit bir biçimde, diyalektiğin baş aşağı edilip edilmemesi sorunu değildir; katışıksız, yegâne ve tek biçimli, ”asla geçekten üstbelirlenmiş olmayan” çelişki kavramıyla (Hegelci bir dü­şünce; çelişkiyi, pekâlâ, sadece emek-sermaye çelişkisi olarak tanımlayabilir, fakat Marksist diyalektik için bu geçerli değildir) düşünülemeyeceğidir. Althusser bu kavramla (üstbelirlenim) hem ekonomizme hem de Hegelci çelişki ve tarih anlayışına saldırmakta ve Marksist analizin özgünlü­ğünü göstermeye çalışmaktadır. Lenin’in tanıklığından son­ra Althusser, Gramsci’ye de başvurarak bu üstbelirlenmiş olmayan çelişki kavramının mekanist-yazgıcı bir biçimde Marksizme dâhil edildiğinin altını çizer. Gramsci, mekanik determinizmi şöyle tanımlar:

Mücadelenin inisiyatifi olmadığında ve mücadele sonunda bir dizi yenilgiyle özdeşleştiğinde, mekanik determinizm çok büyük bir ahlaki direniş gücü, bağdaşıklık gücü, sabır­lı ve inatçı bir direnme gücü olur. „Anlık olarak yenildim; ama uzun vadede olaylar benden yana’ vs. gerçek irade, tarihin belirli bir rasyonalitesine, yazgının, inayetin, vs… inanca dayalı dinlerin yerine geçtiği gözüken tutkulu erek­çiliğin ampirik ve ilkel bir biçimine imana dönüşür. Yazgı­cılığın, faal ve gerçek bir iradenin zayıflığını örtmeye nasıl yaradığına belirginlik kazandırmak uygun olur (Gramsci’den akt: Althusser, 2002: 129, 23 no’lu dipnot).

Görüldüğü gibi, kitlelerin harekete geçirilmesi noktasında işlevsel olabilen emek-sermaye gibi basit ve soyut bir çelişki anlayışının, kitleleri mekanik, atıl, yazgıcı kıldığında terk edilmesi gerekir ve Althusser’e göre yapılması gereken de budur. Bu şematik çelişki terk edilmelidir. Şimdi, tekrar, Poulantzas’a dönebiliriz.

Poulantzas, düzey, toplumsal formasyon, üstbelirlenme, eklemlenme, bölgesel kuram gibi kavramsal- laştırmaları belirledikten sonra bu belirlenmiş (tanımlanmış, sınırlandırılmış ya da ayrımları belirtik kılınmış) kavramlar arasındaki ilişkilenmelerden hareketle bir bilim nesnesinin oluştuğunu, yani kapitalist devlet incelemesinin mümkün hale geldiğini gösterecektir.

Bir toplumsal formasyonda bir üretim biçiminin diğerleri üzerindeki egemenliği yani belirlenimin özel yansıması, bu üretim biçiminin matrisini (düzeylerinin özgün eklemlenme biçimini) belirleyerek, bu formasyonun bütününe işaretini koyar. Bu açıdan, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal formasyonun niteliği, aralarında aykırılıklar olan ekonomik, politik, ideolojik ve teorik düzey ve kertelerinin egemen üretim biçimine olan özgün eklemlenmesi sonucu oluşan bir egemenlik ve üsttenbelirleyicilik endeksiyle belirlenir (Poulantzas, 8).

Bu bağlamda KÜB’ün (kapitalist üretim biçimi) karakteristik özekliğinin birtakım teorik sonuçları vardır: Bu, üretim biçimi­nin bir bölgesel düzey teorisini (mesela kapitalist devlet teo­risini) olanaklı kılıyor ve politik düzeyin özerk ve spesifik bilim nesnesi olarak oluşturulmasını sağlıyor. Öyle ki söz konusu özerklik diğer düzeyleri içeren teorilerin yokluğunu da gerekçelendirmektedir. Böylece teorik ve soyut bir biçim­de yapılan detaylandırma ve ayrımlar koyma işlemi; ekono­mik bir indirgemeciliğe karşı düzeylerin özgüllüğünü ve ilişki­selliğini (birbirleriyle olan ilişkilerini) sağlamlaştırmaya yöne­liktir. Böylece göreli özerklik tezi, düzey ve kerteler ayrımı ve ilişkileri içinde ifade edilmiş oluyor. Öte yandan KÜB’ün eko­nomik düzeyinin incelenmesiyle göreli özerkliğin başka bir bağlamda yeniden ele alınması gerekir. Çünkü böylelikle, farklı üretim biçimlerinin karşılaştırılmasıyla ekonomik düze­yin neden son kertede belirleyici olduğu (ve egemen rolü üstlendiği) açıklanıyor.

Poulantzas’ın ekonomik düzeye ilişkin açıklamaları mülk edinme ve mülkiyet ilişkilerine odaklanır ve öncelikle ekonomik düzeyin öğelerini ele alır. Bu düzeyde o üç sabit öğe belirliyor: 1) Çalışan “doğrudan üretici” yani iş gücü, 2) Üretim araçları, 3) Artı değere (ürüne) el koyan “çalışma­yan”.

Bu öğeler bir üretim biçiminde ekonomik düzeyi oluşturan, kendisi de bu öğelerin bir çifte ilişkisiyle oluşmuş olan, özgül bir bileşimin içinde yer alırlar. Bu çifte ilişki şudur: a) Bir gerçek mülk edinme ilişkisi (çalışanla üretim araçları arasındaki ilişkiyi kapsar), b) Bir mülkiyet ilişkisi (çalışmayanı gerek üretim araçlarının, gerek çalışma gücünün, gerekse de her ikisinin ve dolayısıyla ürünün sahibi olarak devreye sokar). Bir üretim biçiminin, kertelerinin eklemlenmesinin ve egemenlik göstergesinin son tahlilde ekonomik düzeyce belirlenimi, KÜB’ün karakteristik bileşiminin büründüğü şekil­lere bağlıdır ve diğer üretim biçimlerinden ayrımını ortaya koyar (Poulantzas, 19). Marx, diğer üretim biçimlerini yalnız­ca iki belirli bakış açısından inceliyor: “İlk olarak tüm toplum­sal yapının bu bileşimin farklılaştırıcı çifte devinimi üzerine kurulu olduğu biçimindeki genel tezinin basit örnekleri olarak inceliyor” (Poulantzas, 21). Bu perspektiften yapılan incele­meler sadece teorik göstergeleri kapsar. “ İkinci olarak, KÜB ile betimsel kıyaslama noktaları olarak yani bir benzemezlik bileşimine dayanan ve kendileriyle kökten farklı bir bileşime -benzerlik bileşimi- dayanan bir üretim biçimine (KÜB) göre konumlanmış olan üretim biçimleri (kapitalizm öncesi) ara­sındaki biçimsel ilişkisellikleri göstermek” (Poulantzas, 21) maksadıyla inceliyor. Böylece KÜB’e özgü yapı açığa çıkmış oluyor. Poulantzas, Marx’ın KÜB’ün matrisine ilişkin olarak iki temel karakteristik belirttiğini vurguluyor:

1) Bu üretim biçiminde ekonomik ve politik düzeyle­rin eklemlenmesi, bu iki düzeyin -göreli- özgül bir özerkliği niteliğini taşır. (Marx bunu KÜB’ün “kapita­lizm öncesi” üretim biçimleriyle karşılaştırılmasından çıkarıyor.)

2) Bu üretim düzeyinde ekonomik düzey sadece son kertede belirleyiciliği değil, egemen rolü de üstlenir.

Marx’a dayandırılarak yapılan bu çerçeve, bir kez daha, göreli özerklik tezinin öne sürülmesi adınadır. Öncelik­le Hegelci tarih anlayışı reddedilmekte (tarih ile politikanın özdeşleşmesi, teleoloji sorunu, çelişki ve üstbelirlenim kav­ramları) ve ardından Marx’ın eserlerindeki karşılaştırmalı üretim biçimine odaklanarak gerçekleştirilen göreli özerklik vurgulanmaktadır. Bu noktada, sivil toplum – devlet ikiliğine, daha doğru bir ifadeyle böyle bir (sahte) ikilik görüntüsüne bakalım.

Sivil toplum – devlet ikiliği

[Poulantzas’ın] ilk önemli kitabı olan Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, burjuva demokrasisinin gerçek do­ğası ve yapısı hakkındadır (Jessop, 2005: 77).

Sivil toplum alanı öznel veya belirli düzeyde öznel (birey, aile, meslek, piyasa gibi) bir etkinlikler alanı olarak tanımlan­dığında süreç kendisini deneyimler, tercihler, kültürel kodlar düzeyinde gösterir; fakat (yine bu sahte ikilik içinde) devlet alanında özne terimi, bir sınıf terimine, sınıf ise bir konumu işgal etme haline gönderim yapar ve bu noktada kurumlar, yapılar söz konusu edilir. Bunlar tamamen Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri eserinde söz konusu edilmektedir ve bu genel olarak Hegel felsefesinin bir sonucudur. O halde bu sahte ikilikten çıkışın ilk ayağı, Hegel felsefesinden kopuşun da ilk adımı olmalıdır. Şimdi devlet ile sivil toplum ayrımına ilişkin bu sahte sorunun aşıldığı noktada, kapitalist üretim biçiminin (bir bölgesel yapı) yapısal bir analizi sonucu soru­nun bir sömürü sorunu olduğu açığa çıkmaktadır. Bu aşılma konumuz açısından çift karakterlidir; ilkinde Althusser’in açık kıldığı şekliyle Hegelci düşünce biçiminde bir kopuş söz konusudur veya Genç Marx/ Olgun Marx ayrımı ve bu kopu­şu mümkün kılan sorunsallaştırma öğesi… Hegel’in sorunu tamamen yanlış koyduğu vurgusu Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi, Yahudi Sorunu eserlerinde mevcuttur; bunun sahte bir ikilik olduğunu sürekli vurgulamakta, fakat bu sahteliği ifşa edememektedir. Gerekli ifşaat, tarihin bir bilim nesnesi haline dönüştürülmesiyle mümkün olmuştur. Bu açıklama Poulantzas’ın, Althusser’in bu çözümlemelerini kendi çalışmasında nasıl işlettiğini göstermekte gibidir ve ekonomik düzey analizi de buna uymaktadır. Bu da bizi me­selenin ikinci yönüne taşır. Devlet (hukuki formlar, kurumlar) ve sivil toplum (piyasa) ayrımı sosyal ontolojideki (sınıf mü­cadelesi) bir ilişkinin antagonistik karakterinin, bu antago- nizmanın bir tarafınca (egemen sınıf) ifade biçiminden başka bir şey değildir. Bu noktada Marx, temsil/tasarım (imgesel) ile gerçek arasındaki kopuşu ve temsil-gerçek ilişkinin bo­zulmasını hem politik hem de ekonomik açıdan değerlendir­miştir.

Marx Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire‘inde (2010), temsili, politik düzeyde ele alır. Özerkleşmiş temsil (bu du­rum temsilin gücünü artırarak sadece bir parçanın temsilini bir bütünün temsiliymiş gibi sunmasına neden olur), gerçekte belli bir sınıfın temsili olmasına rağmen kendini tüm toplu­mun ortak çıkarı gibi sunar ve böylece aslında temsil ettiği sınıfın genel adına konuşmasını ve genele egemen olmasını sağlar. Bu, Poulantzas’ın temsiliyetçi devlet ya da ulusal- halkçı sınıf devleti olarak işaretlediği devlet biçiminin temel mekanizmalarından biridir. Ama aynı zamanda ciddi bir bi­çimde tasarım, görüngü, temsil ile gerçekliği ya da temsilin ardındaki “öz”ü ifşa etmeye yönelik bir yöntem sorununu da içerir. Bu noktayı soyutlama ve Genellik düzeylerini betimler­ken vurgulamıştık. Temsilin daha çetrefilli bir yönüne değin­memiz gerekiyor. Marx, kapitalist üretim biçimindeki temsili meta fetişizmi kavramıyla Kapital’de ele alır (Marx, 2011: 81­92). Meta fetişizmi, insan emeğinin ürünlerinin bağımsız ve özerk bir gerçeklik olarak insanların karşılarına dikilmesidir. Böylece toplumsal ilişkiler, meta aracılığıyla temsili bir bi­çimde eşdeğerlilik ve eşitlik ilişkisi içinde görülür (değişim değerinin, genel eşdeğerlilikle mümkün hale gelmesi). Bu durum, nesneler arasındaki eşitliğin sağlanmasını gerektiren kapitalist üretim biçiminde, “özgür” emek-gücünün bir meta olmasıyla birlikte tüm insan ilişkilerinin nesneler arasındaki ilişkiler gibi görünmesine yol açar. İnsanlar arasındaki ger­çek ilişki, artık, kendisini nesneler arasındaki ilişkilerde giz­lenmiş olarak bulur. Bu gizlenme basit bir yanılsama ya da kurnaz bir planın ürünü de değildir. Bir nesne olarak meta ve metalar arası ilişki, ardında bütün bir toplumsal ilişkileri ba­rındırdığı için temsil ettiği şey bir simge düzeyinde düşünü­lemez; çünkü ardında gizlediği, yoğunlaşmalar ve yer değiş­tirmeler içeren toplumsal ilişkilerdir (yer değiştirme mefhu­munun Marx için önemine dair bkz: Karatani, 2008). Yanıl­sama, kapitalist üretim biçiminin biçimi ile içeriği arasındaki bu yarık ve toplumsal ilişkilerin dinamik yapısından kaynak­lanır. Burjuva toplumunun ikili yapısı (ister altyapı/üstyapı, ister sivil toplum/devlet, isterse de özel alan/kamusal alan olarak ayrılsın) kapitalist üretimin bu özgüllüğünden beslenir. Bu tema bizi, Poulantzas’ın “Burjuvazi, siyasi hakimiyeti için neden kapitalist devlet olan bu tümüyle özgül devlet aygıtını, bu modern temsiliyetçi devleti, bu ulusal-halkçı sınıf devletini kullanmaktadır?” sorusuna gönderir (Poulantzas, 2004: 53).

Politik düzey ve politika

Devlet sorunsalının, toplumsal sınıflar ve sınıf mücadelesi konusundan önce ele alınmasının temel nedeni, “toplumsal sınıfların, devletin de bir bölümünü oluşturduğu bazı yapısal düzeyler oluşturmalarından dolayıdır”. Bu noktada, “politik düzey” olan devletin “hukuksal-politik üstyapısı” ile politika olarak adlandırılabilecek olan sınıfların politik pratikleri ara­sındaki ayrım ele alınmalıdır. (Poulantzas, 1992: 28).

O halde bu açıdan politik pratiğin özgüllüğü nedir? Bu pratiğin özgül nesnesi “İçinde bulunulan an”dır. Yani bir yapının çeşitli düzeylerinin çelişkilerinin; üstbelirlenim tara­fından, yerinden çıkmalar ve eşitsiz gelişmelerce oluşturulan karmaşık ilişkiler içinde toplandığı düğüm noktasıdır. “İçinde bulunulan an”, egemen yapıyı belirleyen eklemlenmeyi yan­sıtan birçok çelişkinin kaynaştığı stratejik noktadır, bir “kon- jonktür”dür. Politikanın tarihle olan ilişkisi bağlamında politik pratik, ürünü, bir toplumsal kurumun bütününün çeşitli dü­zeylerinde ve evrelerinde dönüşüme yol açtığı ölçüde “tarihin motoru”dur. Tarihselci anlayışın tersine politik pratik, nesnesi kendilerine özgü tarihsellikleri ve eşitsiz gelişmişlikleri olan çeşitli düzeylerin çelişkilerinin düğümsel yoğunlaşma nokta­sını oluşturduğu ölçüde bütünsel dönüşümü sağlar. (Poulantzas, 32).

Ancak, politikayı yalnızca nesnel pratik, nesnesi ve ürünü belirlenmiş bir pratik olarak tanımlamakla yetinmek, “daima özgüllüğünü azaltmak, belirli bir bütünü dönüşüme uğratan her şeyi politik olarak tanımlamak tehlikesini getirir. Politik yapıların teorik incelenimini ihmal etmek konjonktürün “içinde bulunulan an’ını” tehlikesini getirir. Kısacası, bir poli­tika tarihselciliği kesin olarak aşmak isteniliyorsa, hedef alı­nan politik yapıların düzeyinin, bir toplumsal kurumun içinde­ki yerini ve özgül işlevini de belirlemek gerekir. Ancak bu ölçüde farklılaştırıcı bir tarihle olan ilişkiler içindeki politik üsttenbelirlenimi görmek mümkündür (Poulantzas, 33).

O halde, Marksist anlamda politikanın tanımı nedir? “Nesnesi içinde bulunulan zaman birimi olup, sadece Devle­tin politik yapılarını tam bir çatışma noktası ve özgül stratejik hedef olarak aldığı ölçüde bir kurumsal bütünün dönüşümü­ne yol açar veyahut onu muhafaza eder.” (Poulantzas, 34). Poulantzas’ın politikayı kavramsallaştırırken gözettiği belli nosyonların tarihselcilik karşıtlığı, üstbelirlenim, özerklik ya da indirgemeciliğe karşı özgüllük vd. olduğunu belirtelim. Ayrıca belli bir alana dair (burada politika) belirli bir nesne (burada “içinde bulunulan an”) tanımlama gayretini – Althusser’in bilim ve felsefe ayrımı için kullandığı tanımı ha­tırlayınız- not edelim.

Bu durumda Devlet, Poulantzas’ta, “alışılmış „politik düzen’den çok, karmaşık bir bütünün düzeylerini birleştirici ve sistem olarak bütünsel dengesini düzenleyici öğe veya „örgenleşme ilkesi’ biçiminde” tanımlanıyor (Poulantzas, 35). Böylece, politik pratiğin neden Devleti hedef aldığı ve bütün­sel dönüşümler yarattığı ile tarihin motoru olduğu anlaşıl­maktadır. Devleti bu şekilde analiz etmekle bu önermenin karşıt-tarihselci anlamı inşa edilebilir: Politik pratik ya bu kurumun herhangi bir düzey veya evresindeki bütünselliğini korur ya da bu bütünselliğin bozulmasında Devleti hedef alarak dönüşüme uğratır.

Devletin rolüne ilişkin bir belirti olarak “onun aynı zamanda bir yapının değişik düzeylerinin çelişkilerinin içinde yoğunlaştığı yapı olduğunu” vurgulayan Poulantzas (36), Althusser’in Marksist çelişki ile Hegelci çelişki arasında çiz­diği ayrımdan hareket etmektedir. Dolayısıyla bu durum çe­lişkinin üstbelirlenimi temasıyla devam eder: “O böylece bir kuruma, onun herhangi bir alanına ya da evresine niteliğini veren „egemenlik ve üsttenbelirlenim göstergesinin yansıdığı yer’ olmak durumundadır. Bu sebeple Devlet, bir yapının bütünselliğinin ve yapısal eklemlenmesinin deşifre edilmesini olanaklı kılan yerdir” (Poulantzas, 36).

Devletin rolünün toplumsal oluşumun bütünlüğünü sağlamakla tanımlanması, sivil toplum-devlet ayrımının KÜB’e özgüllüğünden ve yine aynı üretim biçimindeki sınıf­sal ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Bu da sınıf kavramının analizini yapmak demektir. Ancak biz, çalışmamızın konusu açısından buraya girmeyeceğiz. Çünkü göstermek istediği­miz, bir yöntemin veya felsefi/epistemolojik konumun bir devlet kuramında nasıl belirleyici olduğudur. Zaten daha sonraki çalışmalarında (ilişkisel bir devlet analizinde) Poulantzas, önceki çalışmalarının bu yönünü (Althusser etkisini veya yapısalcılığı) eleştirel bir tonda değerlendirmiş­tir.

Sonuç yerine

Çalışmamızı, Bop Jessop’ın “Poulantzas’ın Özgünlüğü, Mi­rası ve Güncelliği” isimli makalesinden hareketle sonlandıra- cağız. Öncelikle Jessop’ın eleştirilerini veya Poulantzas’taki gerilimleri (iktidar bloğu olarak devletin bütünleştiriciliğine yapılan vurgu ile egemen sınıfın çıkarlarıyla ilişkilendirilen devlet analizinde olan gerilimler gibi) değerlendirmeyeceğiz. Kısaca yine Althusser etkisini ele alacağız.

Jessop, Poulantzas’ın üç kaynağı olduğunu söyler; ilki, Fransız felsefesi, İtalyan siyaseti ve Roma-Alman huku­ku. Fransız felsefesi de kendi içinde üç kaynağa ayrılır; Sartrecı varoluşçuluk ve hümanizm, Althusserci epistemoloji ve yapısalcılık, Foucaultcu iktidar ve stratejinin mikro-düzeyi (Jessop, 2005: 79). Bu üç Fransız felsefe kaynağı eşzamanlı olarak etkin değildir, sırasıyla Sartre’dan Althusserci yapısal­cılık ile devrimci materyalizme, Foucaultcu iktidar analiziyle birlikte ilişkisel perspektife geçişler söz konusudur. Ayrıca, İtalyan siyasetinde en çok Gramsci’den etkilenmesi Althusser-Poulantzas ilişkisi açısından başka bir önemi ha­izdir ki; Althusser’in Gramsci’den etkilendiği de bilinmektedir. Marksist devlet teorisinin en etkili figürü olarak Poulantzas’ın bu alana girişi Althusser’ce oluşturulmuş sorunsallarla do­laysız bir bağlantı içindedir. Bir siyasal teorinin felse- fi/ontolojik varsayımlarla derinden ilişkili olduğunu belirtmiş­tik. Bu bağlamda Jessop “Althusserci yapısalcığın ektisi olmaksızın” Poulantzas’ın alana dair önemli teorik katkısının mümkün olmayacağını iddia etmektedir:

… hukuki-siyasal analizde soyuttan somuta doğru hareke­tin farklı düzeylerine yerleştirildiklerinde ve ekonomik, hu- kuki-siyasal ve ideolojik bir bütün olarak kapitalist sistemle ilişkilendirildiklerinde bir araya getirilmiş ve başka savlarla bağlantılandırılabilmişlerdir. Fransa’nın 1960’ların ortasın­daki entelektüel ve siyasal konjonktüründe, böylesi bir çer­çeveyi sunabilecek tek kişi Althusser’di (Jessop, 83).

Kaynakça 

ALTHUSSER, Louis, Marx İçin, (Çev. Işık Ergüden), İthaki Yayıncı­lık, İstanbul, 2002.

ALTHUSSER, Louis, Kapital’i Okumak, (Çev. Işık Ergüden), İthaki Yayıncılık, İstanbul, 2007.

ALTHUSSER, Louis, Özeleştiri Öğeleri, (Çev. Levent Targu), Belge Yayıncılık, İstanbul, 1991.

ALTHUSSER, L., Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Fel­sefesi, çev: Ömür Sezgin, V Yay., Ankara, 1990.

ANDERSON, P., Gramsci, çev: Tarık Günersel, Salyangoz Yay., İstanbul, 2007.

JESSOP, B., Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekse­ninde Kapitalist Devlet, Der: Betül Yarar, Alev Özkazanç, İletişim Yay., İstanbul, 2005.

GRAMSCİ, A., Felsefe ve Politika Sorunları, çev: Adnan Cemgil, Payel Yay., İstanbul, 1975.

KARATANİ, K., Transkritik, çev: Erkal Ünal, Metis Yay., İstanbul, 2008.

MARX, K., Kapital, çev: Mehmet Selik ve Nail Satılgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011.

MARX, Karl, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., İstanbul, 2010.

POULANTZAS, N., Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, çev: Şen Süer, L. Fevzi Topaçoğlu, Belge Yay., İstanbul, 1992.

POULANTZAS, N., Devlet, İktidar, Sosyalizm, çev: Turhan Ilgaz, Epos Yay., Ankara, 2004.

POULANTZAS, N., MİLİBAND, R., LACLAU, E:, Kapitalist Devlet Sorunu, çev: Yasemin Berkman, İletişim Yay., İstanbul, 1990.

 

THOMPSON, E., P., Teorinin Sefaleti, çev: A. Fethi Yıldırım, Alan Yay., İstanbul, 1994.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar