Ana SayfaArşivSayı 50Hukuk Teorisi Girişimi İçin Bir İlk Adım

Hukuk Teorisi Girişimi İçin Bir İlk Adım

 

Hukuk Teorisi
Girişimi İçin Bir İlk Adım
Hukuk – Bilim – İdeoloji – Özne

 

 

Ali Haydar Karataş

“Bilimsel olmak savındaki bir söylemi satır satır kaleme alan yazarın, bilimsel “söyleminin” “öznesi” olarak (çünkü her bilimsel söylem, tanım gereği öznesiz bir söylemdir, bilime ilişkin bir ideoloji dışında “bilimsel özne, bilimin öznesi” olmaz) yok olması, şimdilik bir kenara bırakacağımız başka bir sorundur…”

Louis Althusser[1]

Sunuş

Bu çalışmada ele alınan eserler hukuk teorisi girişiminde kendilerinden faydalanmamanın eksiklik olacağı düşünülen “üstatlar”a aittir. Bu şekilde nitelendirilebilecek daha fazla sayıda eser tabii ki mevcuttur. Ancak bu çalışmanın kapsam ve amacı düşünüldüğünde, temel argümanlarımızı ortaya koymaya yeteceği düşünülen asgari bir taramanın yapıldığını söyleyebiliriz.

Görüleceği gibi bazı yerlerde, uzun ve fakat önemli olduğunu düşündüğümüz alıntılara yer verilmiştir. Bundaki amaç, çalışmada tutarlı ve sarih bir kavramsal takipte ve tasnifte bulunma, mantıki ve sağlam bir iç kurguyla hareket etme şeklinde açıklanabilir.

Burada hukuk teorisine ilişkin sadece bir ilk adım, ama sonraki adımlara temel olabilecek bir ilk adım geliştirme kaygısı vardır.

Bu bağlamda, izleyeceğimiz güzergah kendini hukuk, bilim, ideoloji ve özne sıralamasında gösterir. Hukukun bilim ile olan geriliminden bahsedilecek, dokunulmadan geçilemeyecek önemde olduklarından, ideoloji ve özne ile olan ilişkileriyle de uğraşılmaya çalışılacaktır.

Giriş

Bilimin ne olduğu, bilimin iştigal alanlarını bir ayrıma tabi tutmanın gerekli olup olmadığı gibi noktalara değinmeksizin kısa elden şunu ortaya koyabiliriz: hukuk bilim değildir. Bu, hem “determinist yorum”la hem “pozitivist yorum”la ulaşılabilecek sağlam bir önermedir.

“Determinist” olarak nitelenen bakışa yaklaşan bir değerlendirmeyle yapılan, “Olaylar arasındaki nedensellik ilişkisi ve olayları yöneten kanunlar bilimin konusunu oluşturur. Bilim insanlar için ortak özellik taşır. Çünkü gerçek bütün insanlar için aynıdır”[2] değerlendirmesini nasıl okumamız gerektiği açık olsa gerek. Tüm insanlar için ortak, her daim muteber, değişmez ve mekan-zaman ayırt etmeksizin “ben buradayım” diyen bir hukuk kuralı yoktur. Hukuk kurallarının farklı coğrafyalarda farklılıklar gösterdiği açık olmakla birlikte bazen aynı coğrafyada dahi farklılıklar gösteren kurallardan bahsedebiliriz. Genel geçer bir hukuk yoktur, olamaz da.

Hukukun bilim olmadığını, “pozitivist” olarak nitelenen bakış açısıyla da ifade etmek mümkündür. Hukuk kuralları gerçek yaşamda sınanan ve bu sınamadan başarıyla geçemediğinde ortadan kalkan bir nitelik arzetmezler; zira “Bilim, gözleme tabi tuttuğu olayları tasvir etme ve açıklama amacını güderken teoriler oluşturabilir, fakat bu teorileri olaylarla doğrulamak için de çaba harcar. Oysa hukuk alanında, hukuk kuralının doğruluğunu ya da yanlışlığını deney aracılığı ile denetlemek (kontrol etmek) imkanı yoktur”.[3] Böylelikle, hukuka “pozitivist” pencereden baktığımızda da sonucun değişmediğini söylemek zor değildir.

Bilim olmayan hukukun ne olduğu sorusunu cevaplamak istediğimizde ise onun niteliği ve kaynağı üzerinde durmak gerekecektir. Zira hukukun niteliği ve kaynağı üzerine yapılacak bir değerlendirme bize, hukukun ideolojik konumlanışını görmede yardımcı olabilecektir.

Hukukun niteliği ve kaynağı hakkında

Hukukun niteliği ile ilgili bahislerden önce, tarihsel olarak hukukun ortaya çıkışına ya da hukuk diye adlandırdığımız düzlemin ‘popüler’ anlamda (doğal hukuk ekolünün referanslarının tartışmasız kabul edildiği bir halde) hukuk olarak anlaşılışının temeline değinmekte fayda var.

Bu temeli görebilmek için, toplumsal sınıfların varolmadığı ve devlet tipi bir aygıtın koşullarının henüz oluşmadığı dönemlerin toplumsal ilişkilerinde ortaya çıkan görüntüye bir bakış atılabilir. Özel mülkiyetin ve hukuk ile devletin varlığından önceki insan topluluklarının ilişkileri neye göre düzenleniyordu sorusu, bu bakış ile akla gelebilecektir. Bu ilişkileri “hukuk” olarak tanımlayamadığımıza göre ne olarak görmeli ve nasıl açıklamalıyız?

Bu soruya verilecek cevap arayışında net bir yaklaşımı Kelle-Kovalson’da bulmak mümkündür. Kelle-Kovalson bu ilişkilerin töre tarafından düzenlendiğini savunur. Törelere uymak ise gelenek, eğitim ve kabile şeflerinin otoritesi ile sağlanmaktadır.[4] Görüldüğü gibi töreler ile hukuk arasında bir ayrıştırma gereklidir ve bu ayrıştırmayı oluşturanın özel mülkiyet → sınıflar → devlet üçlemesi olduğunu iddia etmek ayrıştırmayı kuvvetli kılacaktır. Kelle-Kovalson, Pasukanis’in hukuk teorisinde temel ve anahtar kavram olarak alınan “meta mübadelesi”nden bahsetmemiz için uygun bir geçiş olabilecektir. Öyle ki, Kelle-Kovalson’un eserindeki “töre”ye benzer bir yaklaşımı, töre din farklılığını bilmek kaydı altında, “olgunlaşmamış hukuk” ifadesi ile Pasukanis’te bulmak mümkündür. Ona göre, “İlkel insanları ele aldığımızda elbette burada da olgunlaşmamış bir hukuk buluruz; fakat ilişkilerin büyük bir çoğunluğu hukuk dışında, örneğin din kuralları altında düzenlenmiştir”.[5] Burada olgunlaşmamış da olsa bir hukuktan bahsedilmektedir. Kelle-Kovalson ise net biçimde tarihin ilk dönemlerinde ve ilkel komünal sistemde hukuk diye bir şeyin olmadığı iddiasındadır.[6] Pasukanis’in eserine eleştirel bir bakış için Kelle-Kovalson ile aralarındaki, özel mülkiyet öncesi insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl düzenlendiğine dair değerlendirme farklılığına değinmek, Pasukanis’in “meta mübadelesi” anlayışına geçmek için uygun bir köprüdür. Aslında bu farklılığın temelinde Pasukanis’in en önemli temsilcisi olduğu meta mübadelesi okulunun meta mübadelesini esas alan yaklaşımının olduğu söylenebilir. Bu nedenle meta mübadelesi bir yerde olgunlaşmış hukuku temellendirirken, özel mülkiyetin olmadığı devrin insanlarının meta mübadelesi diyemeyeceğimiz ilkel değiş-tokuşlarının olgunlaşmamış hukuku temellendireceği yaklaşımı Pasukanis’in olgunlaşmamış hukuk esprisini anlamaya yardımcı olacaktır.

Özel mülkiyetin varlığının hukuka esas olduğu yaklaşımının daha makbul olduğunu söylemekte yarar var. Nitekim, hukukun temel kavramının özel mülkiyet olduğunu ifade ettiğimizde, özel mülkiyet aracılığıyla, üretken güçlerin gelişiminin hukuku varlaştırmasını da açıklamak mümkün olur. Öte yandan meta mübadelesinin de bir malı kullanma, ondan yararlanma ve onu devretme hakkı ile yani özel mülkiyet ile zeminini bulan bir mekanizma olduğunu söylemenin hukuki bir engeli yoktur. Bu nedenle, üretken güçlerin gelişimiyle açıklanan mülkiyetin, hukukun esas kavramı olduğunu düşünmek hatalı değildir.

Hukukun niteliği onu tanımamız konusunda bize yardımcı olur. Hukuk hangi özellikleri haizdir sorusu çoğu teorisyenin vardığı farklı noktaları göstermesi açısından da ilgi çekicidir. Bu konuda Kelle-Kovalson hukukun özel mülkiyet ilişkilerini saptama ve bu mülkiyete yönelen saldırıları devletin yasalarını bozma olarak niteleme vasıflarını gündeme alır: Saptayıcı ve niteleyici hukuk. Bu bakış açısı özel mülkiyet ilişkilerinin kesin biçimde belirgin kılınmasını ve suçların düzenlenmesini hukuka borçlu olduğumuz sonucunu ortaya çıkarır.

Hukukun nitelikleriyle ilgili genişçe bir yelpazeyi Althusser’de bulmak mümkündür. Althusser hukukla ilgili olarak, “Mülk sahiplerini, mülklerini (değerlerini), mülklerini ‘kullanma’ ve ‘istismar’ hakkını, mülklerini tam anlamıyla özgürce satma haklarını ve mülk edinme haklarını tanımla[ma]… kapitalist üretim ilişkilerini biçimsel olarak düzenle[me]”[7] niteliklerini belirttikten sonra hukukun somut nesnesi olarak da yine hukukun soyutladığı kapitalist üretim ilişkilerini ifade ediyor. Burada soyutlama niteliği de devreye girmektedir. Görüldüğü gibi Althusser’de hukuk ve mülkiyet ilişkileri temel önemdedir. Bundan başka, hukuku bir tanımlama, biçimsel düzenleme ve soyutlama kurumu olarak tanıyan Althusser’de hukuka hukuk merkezli bir bakışın hakim olduğunu söylemek zor değildir. Hukuka “hukuk merkezli bakış”ın ne demek olduğu ise karşı cepheden, hukuka “ekonomi merkezli bakış”ın tabelası Cohen’den bahsettiğimiz satırlarda anlaşılacaktır. Ancak Cohen’e geçiş için Balibar’ın anlayışından bahsedilmeli.

Öncelikle Balibar’ın, bir yönüyle, Marx’ın hukuka ilişkin nitelemesiyle en iyi geçinen müelliflerden biri olduğunu belirtelim. Onur Karahanoğulları’nın “Marksizm ve Hukuk” adlı makalesinde Marx’tan yaptığı alıntı ve bu alıntıyla ilgili belirttiği iki yargı Balibar’ın bu konuda söylediklerinin anlaşılmasında ve bu sayede, geri gidimle, Marx’ın yeniden okunmasında faydalı olacaktır: “ ‘Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşer.’ Bu saptamadaki temel yargıları şu biçimde sıralayabiliriz: 1. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin içinde hareket ettikleri biçimlerdir. 2. Hukuk bu ilişkilerin (biçimlerin) ifadesidir.”[8] Görüldüğü gibi Marx’ın hukuku bir ifade olarak aldığı söylenebilir. Balibar da buna uymuştur. “Tarihsel Materyalizmin Temel Kavramları Üzerine” adlı sunumunun “ ‘Mülkiyet’ Nedir?” başlıklı bölümünde[9] birçok yerde hukuk ve ifade etme ilişkisinden bahsetmiştir. Ancak Balibar’ın asıl uğraşı üretim ilişkilerini “hukuksal ifadeleri”nden ayırt etmektir.[10] Balibar bunu yaparken “ ‘iktisadi’ anlamda sahiplenmenin ve hukuksal mülkiyetin dolaysız özdesliği[nden] [ve] hukuksal mülkiyet[in] iktisadi anlamdaki sahiplenmenin ‘ifadesi’ olarak belirtilebil[mesinden]”[11] bahseder. Hukukun ifade etme niteliğini, yine Balibar’dan, hukukun üretim ilişkilerine karşılık gelmesi[12] olarak edinmenin çok da anlamsız olmayacağını söylemek gerek.

Her ne kadar Balibar iktisadi sahiplenme ile hukuksal mülkiyet arasındaki ilişkiyi dolaysız bir özdeşlik olarak nitelese de onun asıl uğraşının üretim ilişkilerini hukuksal ifadelerinden ayırmak olduğunu bildiğimizde, bu nitelemenin bir nevi somutlama ve ifade edicilik niteliğini belirtme gayeli bir çaba olduğu anlaşılır. Zira Balibar’ın şu çözümlemesi asıl uğraşına uygundur: “- Hukuk açısından (elbette kapitalist üretim tarzı içinde içerilmiş hukuk açısından) mülkiyet ilişkisi, ‘kişi’den ‘şey’e olan ilişki ve sözleşme ilişkisi, ‘kişiden kişiye’ ilişki, (aynı kategori sistemi üzerinde temellenirlerken bile) iki ayrı biçimken, iktisadi yapı açısından durum aynı değildir: Üretim araçlarının mülkiyeti ile üretici ücretli-emek, anında çizilmis iki analizden doğrudan doğruya kaynaklanmış gibi, tek bir ilişkiyi, tek bir üretim ilişkisini tanımlarlar. – Bu toplumsal ilişki, hukuksal nitelikte olmadığından, kapitalist üretim tarzının doğasına bağlı gerekçelerle, kendi terminolojileri içinde ifade edilmiş hukuksal kategorilerden yola çıkarak bunu açıklamak zorunda olsak da (ve en başta da Marx), aynı somut varlıklar tarafından desteklenemez. Hukuksal ilişkiler evrenselci ve soyuttur… Dolayısıyla, toplumsal üretim ilişkisinden önce gelen, kapitalist sınıfın ya da proleter sınıfının tanımı değildir, tersine, bir sınıf olarak tanımlanan ‘dayanağın’ bir işlevini içeren, toplumsal üretim ilişkilerinin tanımıdır.”[13]

Bu uzun Balibar durağı, asıl olarak ele alacağımız, kısa ama net, temel saptamaları ile hukuk teorisi oluşturma girişimlerinde ciddi bir fonksiyonu olduğunu düşündüğümüz Cohen’e geçmek için –belki de– zorunluydu. Zira Althusser’in hukuk merkezli hukuk nitelemeleri ile Cohen’in üretken güçler merkezli hukuk nitelemeleri için Balibar anlamlı bir geçiş noktasıdır.

Cohen: Üretken güçler ve hukuk

Balibar’ın bir yere kadar gerçekleştirebildiği hukuk çözümlemesi Cohen’de billurlaşmış ve net bir hal almaktadır. Cohen bize, tam anlamıyla üretken güçler merkezli bir hukuk yaklaşımı sunar. Burada şunu da eklemek gerekiyor; Cohen –aşağıdaki bir alıntıdan da anlaşılacağı üzere–, ekonomik yapıyı “toplumsal üretim ilişkileri”nin oluşturduğu düşüncesindedir. Yani burada, üretken güçlerin ekonomik yapı içinde görüldüğü bir tasarım yoktur. Cohen’in üretken güçlerin önceliği ile ilgili yazdıklarını ve üretim ilişkileri ile üretken güçler arasındaki ilişkiye yaptığı açık vurguları da gözeterek yaptığımız “ekonomik merkezli bakış” nitelemesi bu satırlarla birlikte okunmalıdır. Yani ekonomik merkezli bakış, üretken güçleri ekonomik yapı içinde gören değil; ekonomik yapıyı ve üretken güçlerin gelişimini birer açı olarak kapsayan bütünsel bir merkezi bakışın adıdır, hukuka ekonomik merkezli bakış ya da anlayış, dediğimiz her yerde bu açıklama akılda tutulmalıdır.

Bu açıklamalardan sonra ilk olarak Cohen’in hukuku üstyapı unsuru olarak görmesini, onun üstyapıdan ne anladığı çerçevesinde anlamak gerektiğini ifade etmek uygun olacaktır. Cohen, “Üstyapıyı, en başta hukuksal sistem ve devlet olmak üzere, ekonomik olmayan kurumlar kümesi olarak”[14] almış ve teorik bir tanım olarak, “Üstyapı= Nitelikleri ekonomik yapının doğasıyla açıklanan ekonomik olmayan kurumlar”[15] ifadesini kabul etmiştir. Cohen üstyapıyı, hukuk ve devleti başa alan ekonomi odaklı bir bakış ile tanımlamış ve üstyapının başat unsurlarından olan hukuku, üretim ilişkilerini temel alarak şu şekilde açıklamıştır: “(4) Ekonomik yapı üretim ilişkilerinden ibarettir. (5) Ekonomik yapı üstyapıdan ayrıdır (ve onun açıklayıcısıdır). (6) Hukuk, üstyapının bir parçasıdır.”[16] Sonuncu önermeye, “… ve ekonomik yapı tarafından açıklanır” cümlesini eklememizin Cohen’le çatışmayacağını, bilakis bu eklemeyle “(5) numaralı önerme”de mevcut ekonomi merkezli anlayışı vurgulama amacı güttüğümüzü söyleyebiliriz. Burada Cohen’in (Althusser’in aksine) hukukun tanımlayıcılık niteliğini belirten, “(7) Üretim ilişkileri, hukuksal terimlerle (yani, mülkiyet gereğince ya da … üretken güçler üzerindeki haklar gereğince) tanımlanır”[17] önermesini, tutarlılığı sağlamak için vazgeçilecek önerme olarak beyan etmesi[18] doğrultusunda, hukuka ekonomi merkezli bakışın, tutarlılık uğruna, hukukun tanımlayıcılığını dışarıda bırakması gerektiğinden bahsedebileceğiz.

Hukukun oluşumunu, Alan Carling’in ifadesiyle, “Analitik Marksizm olarak bilinegelen kurucu yayın ve en önemli tekil çalışma”yı[19] yani Cohen’in eserini referans alarak açıklamak istediğimizde (hatta ileride belirteceğimiz bir kesit dikkate alındığında Cohen’e rağmen bunu yaptığımızda) kavramsal bir silsileye ulaşmak mümkündür. Bu silsileyi formüle etmeden önce Cohen’i dinleyelim: “[B]azen hukuksal değişim ekonomik değişimden önce gelir; bazen tersi olur ve bazen de değişimler eşzamanlı ilerler. Fakat her durumda, tarihsel materyalizm böyle savunur, mülkiyet ilişkileri, üretim ilişkiler[in]deki değişimin (ki üretken güçlerin gelişmesini yansıtır) hizmetinde değişir.”[20] Bu açıklamanın formülasyonu, “Üretim-Hukuk Silsilesi” diyebileceğimiz şu şekilde olur:

tvp050y07

Cohen bu silsileyi bir tarihsel kesitte ters çevirecek gibi olur. Bu tarihsel kesitte herhangi bir zamanda “koşullar o sırada yasaklanan üretim ilişkilerinin örgütlenmesinden yanadır. Fakat bu durumda hukuksal sistem, kendisine rağmen üretim ilişkilerinin oluşmasına izin vermeyecek kadar güçlüdür. Dolayısıyla, hukuk er geç değişir ve böylece yeni üretim ilişkileri kurulabilir”.[21] Üretken güçlerdeki gelişmeden yeni hukuka geçişi teorik zemine oturtmak için iyi bir referans olan Cohen, ilerleyen satırlarda bu kesite ait bir örneğin bulunmasının güçlüğünü itiraf etmekte, ilgili bir pasajı ise, örnek “olabileceğini” belirterek kaydetmektedir.[22] Ancak bu durum Cohen’in tutarlı edinimine halel getirecek bir yoğunluğu asla taşımaz.[23]

Pasukanis ve meta mübadelesi

Kendisine başvurulmadan hukuk teorisi oluşturma girişiminde bulunmanın büyük ve anlamlı bir eksiklik taşıyacağı Evgeny Bronislavovic Pasukanis sona saklandı. Bazı yerlerde Pasukanis’in parlak çözümlemelerini kabul etmezlik yapamayacağız; bazı yerlerde ise Pasukanis’ten, yukarıda şematik olarak belirttiğimiz silsile icabı, ayrılmak zorunda kalacağız. Şimdiden söylenmeli; Pasukanis’in eseri tek başına ve içerdiği tüm yönleriyle ayrı ve geniş hacimli bir başka çalışmanın konusu olmalıdır. Ancak biz burada sadece kısmi bir inceleme yapıp Pasukanis’te hukukun temel kavramsallaştırması, hukukun kaynağı ve özne üzerine bir değiniyle beraber Althusser’in ideoloji belirlemelerini işin içine katarak bir özne eleştirisine gideceğiz. Bu eleştirinin yapılması için ise genel bir bilim – özne – ideoloji kategorizasyonundan faydalanıp, hukuku görüşlerimize, bir anlamda, “beyyine” göstereceğiz.

Pasukanis meta mübadelesi okulunun en önemli temsilcisidir. Meta mübadelesi okulu, anlaşılacağı üzere, temele meta mübadelesini koyup, hukuka ilişkin çıkarsamalarını bu temel üzerinde yükselten bir anlayışı ifade eder. Meta mübadelesi, hukuku anlamak ve açıklamak için gayet etkin ve bilimsel bir yoldur ve bu okulun anlayışına göre merkeze alınmalıdır. Pasukanis meta mübadelesi kavramını temele alırken bunu “hukuksal biçim” değerlendirmeleriyle süsler. Hukuksal biçimden kasıt, örneğin, bir sözleşmedir. Hukuksal biçimin temelinin mülkiyet olduğu konusunda ise Pasukanis’in bir şartı vardır: “…nesnelere pazarda özgürce tasarruf edil[ebilmesi]…”[24]

Böylece hukuksal biçim, sözleşmeler örneğinde olduğu gibi, tarafların iradelerinin uyuştuğu anda tamam olacaktır. Hatta modern hukukta bu “özgürlüğün” kavramsal ve teknik karşılıkları da vardır: sözleşme özgürlüğü, şekil serbestisi, tip serbestisi gibi.

Ancak özellikle kamu hukuku alanında herhangi bir özgür iradenin varlığına ihtiyaç duyulmadığını, malikin dahli aranmaksızın malları üzerinde tasarruf edilebildiğini biliyoruz. Yani bu anlamda kamu hukuku, özel hukuk alanına müdahale edebilmektedir. Vergiler, kamulaştırma çok tipik örneklerdir. Kamulaştırılan malın malikinin aksi yönde iradesine rağmen malına zor ile el konabilmektedir ve bu el koyma işlemi de çeşitli hukuki biçimler ile gerçekleşmektedir. Yumurta tavuk döngüsüne girmeden şunu net biçimde ve zorunlulukla söylemeliyiz ki, mülkiyetin hukuksal biçimin temeli haline gelmesi için nesnelere pazarda özgürce tasarruf edilebilmesi şartının aranması mülkiyetin dahilinde olan bir özelliğin, bir mülkiyet unsurunun, yine mülkiyete şart koşulmasıdır. Hukuksal biçim her zaman meta mübadelesinden doğmaz; ancak meta mübadelesi bir hukuksal biçim gerektirebilir. Bu hal ise meta mübadelesini hukuksal biçim açısından inhisari bir konuma taşıyamaz. Bu konuda inhisari niteliği taşıyan özel mülkiyettir.

Hukuksal ilişkinin üretim ilişkileri tarafından varlaştırılması konusunda ise Pasukanis nettir: “Hukuksal üstyapının ilk düzey katmanıyla karşılaştığımız her durumda, hukuksal ilişkinin, doğrudan doğruya insanlar arasındaki üretim ilişkileri tarafından yaratıldığını görürüz.”[25] Hatta Pasukanis bu konuda öylesine berraktır ki, bir toplumsal ilişki olduğunu defaten belirttikten sonra, bir toplumsal ilişki olarak hukuk bir yana, “fethe dayananlar da dahil tüm toplumsal düzenlerin toplumsal üretken güçler tarafından belirlendiği[nden]”[26] bahsedecektir.

Hukuksal ilişkinin hukuk kurallarınca yaratıldığı düşüncesi de Pasukanis’in çözümlemeli eleştirisine hedef olmuştur. Ona göre, tam tersine, hukuk kuralları edilgen, hukuksal ilişki önseldir. Hukuksal ilişkiyi de üretim ilişkileri yaratmaktadır: “Üretim ilişkisinden hukuksal ilişkiye veya mülkiyet ilişkisine uzanan yol, devlet iktidarı ve kuralları olmadan edemeyen sözde olgucu hukukçuların düşündüğünden daha kısadır.”[27]

Yer vermeden edilemeyecek bir diğer çok önemli mesele de üretim ilişkisinin hukuksal ilişkiye dönüşüm macerasıdır. Pasukanis bunu şöyle açıklamaktadır: “[İ]ktisadi ilişkinin, uyuşmazlık anında doğan hukuksal ilişkinin kaynağını nasıl oluşturduğunu görürüz… Dava süreciyle, iktisadi ve hukuksal düzeyler ayrılır ve hukuksal düzey özerk hal alır. Tarihsel olarak hukuk, uyuşmazlıkla yani davayla başlar ve ancak daha sonra kendini önceleyen fiili veya saf iktisadi ilişkileri kapsar; böylelikle bu ilişkiler başından itibaren ikili, yani iktisadi ve hukuksal nitelik kazanırlar.”[28]

Bir iktisadi ilişki başlangıçta salt iktisadi bir ilişki olarak var olurken uyuşmazlık ile işin içine hukuk da girmeye başlar. Hukukun devreye girmesiyle iktisadi ilişkiye başka bir pencereden bakmaya başlanır; öyle ki, bu yeni pencere kendi kavramlarıyla, kendi sistematiğiyle uyuşmazlık üzerinden iktisadi ilişkiyi sarıp sarmalar. Böylece biz iktisadi ilişkiyi, herhangi bir uyuşmazlık dahi olmaksızın hukuksal olarak niteleyebilecek duruma geliriz. İktisadi ilişkinin hukuku varlaştırması unutulur; her şeye hakim ve her şeyi zaten bilen bir hukuk kabulü bizlere işler. Esasen her şeyi bilen hukuk kabulünde de bir problem yoktur; hukuk mevcut üretim ilişkileriyle ilgili her şeyi bildiği için işlevsel olabilmektedir. Problem, hukukun mevcut üretim ilişkilerini belirleyebilmesi, değişimleyebilmesi yahut onların gelişimine ve dönüşümüne engel olabilmesi anlayışındadır.

Bu anlayış, ideolojinin nüvesi öznenin işin içine katılması demektir. Pasukanis çok doğru olarak hukuk ile hukuk ideolojisinin ayrılması gerektiğinden bahsetmiştir. Bu da bizi, hukukun öznesinden değil hukuk ideolojisinin öznesinden bahsedilebileceği yargısına götürür. Tamamıyla ideolojik görünen (ve belki de öyle olan) bir alanda bu dediğimizin ise hukuka tarihbilimsel yaklaşımdan başka bir şeye işaret etmediğini ifade etmek gerekiyor.

Özne ve hukuk ideolojisi

Özne… Bu “büyülü” terimin ulaşmadığı alan yok gibi. En beklenmedik yerde dahi karşımıza çıkabilmektedir. Ancak öznenin belki de en çok enerji yaydığı alan hukuk ideolojisi alanıdır. Hukuk ideolojisi nihayetinde bir ideoloji olduğu için bu kertede ideoloji penceresinden bakmakta beis yoktur. İdeolojiyi Marx’ın bir “tanıma-kabul etme” ve “tanımama-kabul etmeme” olarak tanımladığını biliyoruz.[29] Bu tanımlama, aslında gündelik yaşamın tamamındaki bir var oluşu göstermektedir. Althusser, “her tür ideoloji, özne kategorisinin işleyişi sayesinde, somut bireylere somut özneler olarak seslenir[30] derken toplumsal yaşayışta sosyolojinin de inceleme alanına girecek bir belirleme yapmakta ve öznenin ideolojikliği ile ilgili, “özne kategorisi … hangi belirlenimde olursa olsun (bölgesel ya da sınıfsal) ve de … tarihsel günü ne olursa olsun her tür ideolojinin kurucu kategorisidir”[31] diyerek bilimsel alanda gerçekleştirilenler haricindeki özne bahislerini ideolojik kılmanın yolunu açmış olmaktadır. Böylece özne ve ideoloji, onlara bilimsel düzlemin haricindeki yaklaşımlarda belirleyicilik kazanmaktadır. Bu önemlidir, çünkü bilimsel olma iddiasındaki bir çalışma özneyi ancak “kuşatabilir”[32]; onu eyleyen olarak temel alamaz. Özne kategorisini materyalize etmek onun ne ve nerede olduğunu bilmek kaydına bağlıdır. Öznenin bilimsel analizine ‘evet’, onu ideoloji ve politika alanlarının dışında eyleyen kabul etmeye ise güçlü bir ‘hayır’ denmelidir.

Bilindiği gibi “Doğal hukuk öğretisi”, filozofların Aristo’dan beri üzerinde durdukları, temellerini özellikle mutlak monarşi düşünürlerinden burjuva materyalist Hobbes ve Aydınlanma çağı düşünürlerinden Locke’da bulan bir öğretidir. Doğal hukuk dendiğinde doğa durumu, doğa yasaları gibi terimler gündeme gelmektedir. Bu terimlerin ortak paydası, olanı değil (aslında zaten var olan) olması gerekeni temel almakta belirir. Aslında bu ortak paydada da keskin biçimde ideoloji vardır. Yani doğuşuyla halihazırda hakları, “hukuku” olan özne insan. Bu özne, özelde burjuva ideolojisi için tarihsel olarak olması gereken bir özneydi. Öne çıktığı alanda bireyin yıkılmaz haklarla, geçiştirilemez özgürlüklerle donatılması kaçınılmazdı.

Bu doğal hukuk parantezi, özneyi ideoloji alanının bir tür matadoru olarak göstermek için zorunluydu. Böylelikle, tarihsel bir sürecin varlaştırdığı öznenin, ideolojik bir varsayım, kabul ediş ve aslında ideolojinin var oluşuyla tek ve aynı şey[33] olduğunu görmüş olmalıyız.

Tekrar söylemek gerekir ki, ideolojik özne kavrayışları, özneyi gerçek bir eyleyen, iradesi etkin bir varlık olarak algılama işi yine ideoloji alanında yapılmalıdır. Bu iradenin matematik uzayda olduğu iddia edilerek yapılacak bir çalışma mutlak biçimde dışlanmalıdır. İdeolojik alan ile bilimsel alan birbirine eklemlenemez, birbiriyle öpüştürülemez. Bu, özne kategorisinin bilimsel bir incelemenin konusu olamayacağı anlamına gelmez. Karşı durulması gereken, öznenin, tarih bilimsel bir analizi ya da onu materyalize etme şemsiyeleri altında ideolojik varlığı ile bilimsel düzlemde eyleyen haline getirilmesidir. Bu bağlamda, Pasukanis’te birtakım pürüzlere rastlamak mümkün: “…mülkiyetin ancak, nesnelere pazarda özgürce tasarruf edildiği oranda hukuksal biçimin temeli haline geldiğini kabul ediyorum. Özne kategorisi, bu özgürlüğün en iyi ifadesidir.”[34] “Emek ürünü, meta özelliğini kazanır ve değer taşıyıcısı haline gelirken, insan da hak taşıyıcısı ve hukuksal özne haline gelir.”[35] Görüldüğü gibi, bilimsel analizde özne kavramının eyleyiciliğine yapılan vurgu açıkça sırıtmaktadır. Öznenin materyalize edilişi, ideoloji vurgusu yapılmadığında hep eksiktir.[36]

Sonuç önermeleri

1. Bir bilim olmadığı açık olduktan sonra, hukukun niteliği ile ilgili belirlemeler türlü şekillerde dillendirilebilir; ancak onun temelde bir ifade, netice oluşu dikkate alınmalıdır. Nitelik böyle belirlendiğinde hukukun kaynağını izahta güçlük yaşanmayacaktır. Cohen’in üretken güçler merkezli bakış açısı bu bakımdan net bir duruş belirlenmesine imkan sağlamaktadır.

2. Hukukun temel kavramı mülkiyettir. Meta mübadelesi, mülkiyetin muhtevasında işgal ettiği içkin konumdan ötürü temel addedilemez.

3. Özne kategorisi problemlidir. Problem onun ideolojik arenadaki konumlanışının bilimsel düzleme çıkarılması gayretinden doğar. Özne, ideolojilerin ve politik hayatın eyleyenidir; bilimsel düzlemin değil. Bu anlamda özne – nesne diyalektiği varsayımı geçersizdir; böyle bir ilişki yoktur.

4. Öznenin en etkin olduğu alan hukuk ideolojisi alanıdır. Hukuk ile hukuk ideolojisi ayrımı yapmak, bilimsel bir çalışmanın nesnesi olarak özne ile bilimsel düzlemin etkin bir faktörü olarak özneyi ayırmak kadar önemlidir.

5. İdeoloji ile bilimin ilişkisi şu şekilde özetlenebilir: “…ideoloji asla ‘ideolojiğim’ demez, ideolojideyim (tümüyle kuraldışı bir durum) ya da ideolojideydim (genel durum) diyebilmek için ideolojinin dışında, yani bilimsel bilgide olmak gerekir.”[37]

 



[1] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, İstanbul 2003 (1. Baskı), s. 100

[2] Prof. Dr. Adnan Güriz, Hukuk Başlangıcı, Siyasal Kitabevi Yay., Ankara 2003 (9. Baskı), s. 27

[3] A.g.e., s. 30

[4] Vladislav Kelle – Matvei Kovalson, Tarihsel Maddecilik Marksist Toplum Kuramının Ana Çizgileri, Çev.: Ö. Ufuk, Öncü Kitabevi Yay., İstanbul 1978, s. 229

[5] Evgeny Bronislavovic Pasukanis, Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Çev.: Onur Karahanoğulları, Birikim Yayınları, İstanbul 2002, s. 76

[6] Kelle – Kovalson, a.g.e., s. 229-30

[7] Althusser, a.g.e., s. 66

[8] Onur Karahanoğulları, Barış Ünlü, Cem Eroğul, Korkut Boratav, Ayhan Yalçınkaya, Alev Özkazanç, Faruk Alpkaya, Metin Özuğurlu, Sinan Kadir Çelik, Ali Ekber Doğan, Ömür Sezgin, Taner Timur, Marksizm Ve…, İmge Kitabevi Yay., Ankara 2003, s. 73

[9] Etienne Balibar, Louis Althusser, Roger Establet, Pierre Macherey, Jacques Ranciere, Kapital’i Okumak, Çev.: A. Işık Ergüden, İthaki Yayınları, İstanbul 2007, s. 536 vd.

[10] A.g.e., s. 537

[11] A.g.e., s. 537

[12] A.g.e., s. 539

[13] A.g.e., s. 545-46

[14] Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi, Çev.: Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1998, s. 249

[15] A.g.e., s. 249

[16] A.g.e., s. 251 Bu konuda bir değerlendirme de Hikmet Kıvılcımlı tarafından yapıldı. Kıvılcımlı’nın değerlendirmesi hukukun manevi bir üstyapı kurumu olduğu yönünde gerçekleşti. (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi: Tarih Devrim Sosyalizm, Sosyalist Kütüphanesi, İstanbul 1996 (4. Baskı), s. 39

[17] Cohen, a.g.e., s. 251

[18] A.g.e., s. 252

[19] Alan Carling, “Karl Marx’ın Tarih Teorisi ve Marksist Geleneğin Canlandırılması”, Çev.: Gülsüm Emek Aytaç, Teori ve Politika 46, Yaz 2007, s. 131

[20] Cohen, a.g.e., s. 260

[21] A.g.e., s. 260

[22] A.g.e., s. 262

[23] Üstyapı kurumu olan hukukun ekonomik alan ile etkileşimini ise kesinlikle gözardı edemeyiz. Zaten temel kalkış noktalarımızdan biri, altyapı üstyapıyı belirler; üstyapı altyapı ile etkileşir önermesinde kendini bulmaktadır. Bunu Engels aracılığı ile anlatmaya çalışırsak; “Miras hakkının temeli, ailenin gelişme düzeyinin aynı olması koşuluyla, ekonomik bir temeldir. Ama örneğin İngiltere’de miras bırakan kişinin mutlak özgürlüğünün ve Fransa’da miras bırakan hakkında uygulanan sert ve çok ayrıntılı sınırlamaların, yalnızca ekonomik nedenlerden ileri geldiğini kanıtlamak yine de çok güçtür. Ama onlar da karşılık olarak ekonomik alan üzerinde çok dikkate değer bir etki yaparlar; çünkü mülkün dağılımını etkilerler. (Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 2, Çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara 1996, s. 243)

[24] Pasukanis, a.g.e., s.110

[25] A.g.e., s. 95

[26] A.g.e., s. 93

[27] A.g.e., s. 91

[28] A.g.e., s. 91-92

[29] Althusser, a.g.e., s. 77

[30] A.g.e., s. 102

[31] A.g.e., s. 99

[32] M. Kayaoğlu, “Özne, Bilim ve Marksizmin Gerilimleri”, Teori ve Politika, 3, Yaz ’96, s. 3 vd.

[33] Althusser, a.g.e., s. 104

[34] Pasukanis, a.g.e., s. 110

[35] A.g.e., s. 113

[36] Pasukanis eserinde ideoloji vurgusunu yapmıyor değil. Ancak bilimsel analiz ile öznenin iç içe geçmişliği bizi bu belirtmeye zorluyor.

[37] Althusser, a.g.e., s. 104

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar