Ana SayfaArşivSayı 47-48Emperyalizm Karşısında Tutum Sorunu: Gürcüstan Örneği

Emperyalizm Karşısında Tutum Sorunu: Gürcüstan Örneği

Emperyalizm Karşısında Tutum Sorunu:
Gürcüstan örneği* 

İraklis Gökoğlu

Amerikan düşmanlığı Rusya yanlılığına mı dönüşmeli? Büyük emperyalist güçlerin dünya oyunlarında, baş-emperyaliste karşı küçük emperyalistlerle ittifakı mı öngörmeliyiz? ABD’nin beşinci kollarına karşı mücadele ederken, Rusya ve Çin’de ezilen toplulukların direnişine göz mu yummalıyız? Örneğin, Abhazlar ve Osetlerin bağımsızlığını alkışlarken Çeçenlerin kan banyosunda hala sürdürülmeye çalışılan çetin direnişine en azından gönül borcu duymayacak mıyız? Ya da Çin’de Uygurların ABD karşıtlığı kesin bir eğilim barındıran mücadelesine duyarsız mı kalacağız? Dünya ölçeğinde, Chavez’in Rusya ve İran’la birlikte ABD’ye karşı hareket etmesini desteklerken, bu, devrimci ezilenlerin Rusya ve İran’daki devletlere karşı mücadele eden elini soğutmalı mı? İran’a bir operasyonu sıcak tutmaya çalışan ABD’ye karşı, dünya ölçeğinde değil, bu kez bölge ve ülke ölçeğinde, İran’da devrimci mücadelenin yani İran devletine karşı fiili mücadelenin gereksiz olduğunu mu savunmalıyız?

Bu yazı, yaz aylarında Gürcüstan’da patlak veren kriz örneğinde, bu sorulara zımni bir yanıt vermeyi öngörüyor.

Gürcü dilinde “günaydın”, dilamşvidobisa’dır. Yani, “Sabahın barış ile olsun”; akşamın ve gecen de: sağamomşvidobisa ve ğamemşvidobisa.  

Barış hitapları, barış sevdalısı ya da hep barıştan yana olduklarından değil; Gürcüler, tarih boyunca kendilerine kölelik koşulları dayatan imparatorluklarla sürekli savaşmak zorunda oldukları için, barış dileğini somut yaşam koşullarından almışlardır. Üstelik böylece barışı bulmuş da değiller. Zaten, küçük ve zayıf ülke ve toplumların barış istemleri, herhangi bir siyasal sonuç doğurmaz, sadece bir temenni düzeyinde kalır. Çünkü bu küçük birimler, çoğu zaman ya fiilen savaştadırlar, ya da masa başında teslim şartlarını görüşmekte… Her zaman barut fıçısını andıran Kafkasya’daki son gelişmeler, “barışın tarihte sık sık bir dinlenme ve yeni savaşlar için kuvvetlerin derlenip toplanması amacına hizmet ettiğini”[1] bir kez daha gösteriyor.

Meksika Amerika’ya Gürcüstan ise Rusya’ya yakın

“Tanrım, Amerika’ya ne kadar yakınsak sana da o kadar uzak…” diyor bir Meksika atasözü. Bu söz Gürcüler için de fazlasıyla geçerli. Gürcüstan Rusya’nın –terimin tarihsel anlamıyla bire bir örtüşerek- “arka bahçe”sidir. Sovyetler’in dağılmasından sonra yaşadığı felç durumunu aşarak, yüksek bir siyasal otoriteye sahip Vladimir Putin’le birlikte tekrar dünya aktörü haline gelen ve pençelerini bileyerek bölgede bir kez daha söz söyleyebilecek yetenekler kazanan Rusya, bölge halklarının geçici “serbest” halini sonlandırma konusunda atak üstüne atak yapıyor.

Böylesi bir konumda, siyasal ve ekonomik çıkarlarını gözeterek uluslararası güçlerin hangileriyle ilişkiyi derinleştireceğine Gürcüstan’ın tek başına karar verebileceği beklenemez. Hele, başka bir dünya gücünün “uzak bahçesi” olmaya yönelmek gibi bir niyetin söz konusu olması halinde, Gürcüstan açısından işlerin iyiden sarpa saracağı belliydi. 

Gürcüstan bu anlamda büyük bir ABD operasyonunun konusu olmuştur. Kasım 2003’te, uluslararası kamuoyunun bir türlü adını koyamadığı, Pentagon patentli ve Soros finanslı, Ukrayna ve Kırgızistan’da da örgütlenen “kadife devrimi”, “barışçıl devrim”, “gül devrimi”, “örtülü devrim”, “kitle hareketiyle yapılan darbe” gibi renkli adlandırmalarla iktidara gelmişti Amerikancı Mihail Saakaşvili. Ağustos ayında Rusya, devasa askeri gücünü harekete geçirerek Gürcüler’den intikamını alırken, bir yandan bu ülkenin yakın gelecekteki siyasal yönelimini, bir yandan da Saakaşvili’nin siyasal kaderini yeniden belirlemek istiyor. Rusya, jeo-politik olarak, Gürcüstan’ın 1990’lardan bu yana giderek ivme kazanan Atlantik’e yakınlaşma çabasını tersine çevirip, açılan arayı askeri araçları devreye sokarak kapatma operasyonu yürütüyor.

Rusya’nın “şiddetli” bir şekilde tekrar sahneye çıkmasıyla, 1990’larda başlayan tek kutuplu dünya döneminin de sonu gelmiş bulunuyor. Sovyetler’in yıkılmasıyla boş kalan alanlarda, fincancı dükkânına giren fil gibi her tarafı kırıp döken ABD’nin, özellikle 11 Eylül’le birlikte zirveye çıkan tek taraflı saldırgan politikalarının sonu gelmese bile, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı anlaşılıyor.

Putin’in gölgesinden ibaret olan Medvedev’in de açıkça, Gürcüstan’ın Güney Osetya operasyonunun kendilerinin “11 Eylülü” olduğunu söylemesi; artık, tek kutuplu dünyanın yeniden, belki dünya halkları için daha hayırlı olabilecek çok kutupluluğa evrildiğinin bir göstergesi sayılabilir.

Rusya ve Çin önderliğinde örgütlenen, Hindistan, Pakistan ve İran’la genişletilmesi düşünülen, 11 Eylül’le birlikte sekteye uğrayan Şanghay İşbirliği Örgütü organizasyonunun hız kazanması, bu oluşumun Batılı emperyalist güçlere alternatif Doğulu emperyalist siyasal bir odak olma yeteneğini kazanmaya başlaması vurguladığımız yeni dönemin açık kanıtları olarak dile getiriliyor.

Dağılan SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinin Polonya, Macaristan, (eski adıyla) Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya, Estonya, Litvanya, Letonya ile Doğu/Kuzey Avrupa’daki kopuş, en son Ukrayna’daki “Turuncu Devrimi” ile Batılı emperyalist sınırlar, Moskova kapılarına dayanmış oldu. 

Bu kopuşu takip eden ve Polonya’ya yerleştirilmeye çalışılan füze sistemleri ile Doğu/Kuzey Avrupa’daki askeri tehdidin, 1794’te Çariçe II. Katerina tarafından Rus kalesi olarak kurulan ve Rusça “Kafkasya’ya hükmet” demek olan Vladikafkas’ın* parçalanması suretiyle Kafkasya’ya yönelmesi bardağı taşıran son damla oldu. Rusya’nın bu kuşatmaya sessiz kalacağı düşünülemezdi. Nitekim bu ülkenin Kafkasya’ya attığı demir pençe ile birlikte, Batılı emperyalistlerin bu yönelimi şimdilik durdurulmuş, böylece yeniden dünya aktörlüğüne soyunan Rusya’nın post-Sovyet siyasetinin başlangıç vuruşu yapılmıştır.

Rusya açısından daha az jeostratejik öneme sahip Kosova’nın 2007 yılında bağımsızlığını ilan etmesinin ve ABD üssü haline gelmesinin rövanşı, NATO denizi haline getirilmeye çalışılan Karadeniz’in denetlenmesi için çok daha fazla önemi haiz olan Abhazya ve Osetya’nın bağımsızlık adımıyla bertaraf edilmiştir. Kosova bağımsızlığını ilan etmeden önce, Rusya Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamayla bu girişimi daha 2008’in başında ilan etmişti: “Kosova’nın bağımsızlık ilanı ve bunun tanınması Abhazya ve Güney Osetya’daki durumun değerlendirilmesinde kesinlikle gözönünde bulundurulacaktır”.[2] Henüz barut kokuları dağılmadan Batılı emperyalist güçlerin önümüzdeki dönemde uluslararası jeopolitik satranç oyununun bölgesel piyonlarıyla, –bunlara Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan’ı da dahil ederek– sonuç alıcı yeni hamlelere girişeceğini, bölgenin bir kez daha alevlenme tehlikesiyle ısınacağını beklemek gerekiyor.

Gürcüstan’ın zayıf karnı azınlıklar sorunu

1995 yılında yürürlüğe konulan Gürcüstan Anayasasıyla, Abhazya ve Acaristan’a özerklik tanınırken, Güney Osetya’ya sadece kültürel ayrıcalıklar verilmiştir.

İlk önce şu konuyu vurgulamakta yarar var. Gürcüstan’ın Sovyetler Birliği’nden miras aldığı “özerk bölgeler” sorunu bir kangren durumundadır. Osetya’nın bölünmüş varlığı, hiçbir zaman Gürcüstan’ın iradesiyle yürütülen bir gelişmenin sonucu olmaması yanında, bu “küçük” sorunlar, Rusya gibi bir “dev”in yanı başındaki küçük bir ülke için fazlasıyla “büyük”tür.

Gürcüstan Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kendi başına ayakta durma mücadelesi verirken, Abhazya ve Güney Osetya bu ülkeye karşı kendilerini Rusya’nın denetim ve güvencesine bıraktılar.

Çözülemez bir siyasal denklem gibi görünen Kafkasya’daki karışıklıklar, kamuoyuna daha çok Abhaz-Gürcü sorunu gibi yansımaktadır. Ama gerçekte Gürcüler, Osetler ve Abhazlar emperyalist güçlerin ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının birer araçları durumundadır.

Tarih bugünden yarına yeniden oluşuyor. Her çatışma ve savaşın sonunda dengeler, zor tekelini elinde bulunduranın lehine değişiyor ama sorunlar asla çözülemiyor. Bu “küçük” sorunların çözülmesi, daha büyük sorunların doğmasına yol açacağı için, çözülmemişlik, siyasal yönelimler için bir araç işlevini görüyor ve yeniden kaşınmak üzere hazır tutuluyor.

Kafkaslar’daki çok milliyetli birimlerin, Çarlık Rusyasının bu bölgeye hakim olmasından önce de varolan sorunları, Sovyetler Birliği’nde çözülmese de çözülmesi doğrultusunda küçümsenemez adımlar atılmıştı. Sosyalizmin yozlaşması ve Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte, kendi sorununa çözüm üretememiş bir sistemin, çok milliyetli ve tarihin derinliklerinden gelen önyargılar yumağına dönüşmüş bu halklara ebedi ve bir çırpıda sınırsız çözümler sunmuş olabileceğini düşünmek söz konusu değildir.

Lenin, yüzyıl önce büyük Rus şovenizmini eleştirirken şöyle diyordu: “Dünyada hiçbir ülkede nüfusun büyük çoğunluğu Rusya’da olduğu gibi baskı altında değildir; ‘Büyük’ Ruslar nüfusun ancak yüzde 43’ünü, yani yarısından azını oluştururlar; geriye kalanlar, yabancı sayıldıkları için haklarından yoksundurlar. Rusya’da yerleşmiş 170 milyondan 100 milyonu ezilmiş ve haklarından yoksun bırakılmışlardır.”[3]

Bu bağlamda, aşağıdaki veriler, bölgedeki karışıklıkların ve son olayların daha iyi anlaşılmasına hizmet edecektir.

1886 yılında, yani sorunların kaynağı olarak gösterilmeye çalışılan Stalin ve Sovyetler Birliği’nden çok önce, Çarlık Rusyası döneminde baskı, sindirme ve tehcir politikalarıyla demografik yapısı değiştirilen Abhazya’nın nüfus dağılımı şöyleydi: Yüzde 50 civarı ile Gürcüler 35 bin; yüzde 40 oranıyla Abhazlar 28 bin; Ruslar 1.216; Ermeniler 1.090; Rumlar 2.140 olmak üzere toplam 69 bin.

Sovyetler Birliği dağılmadan önce ise, 1989 yılında yapılan sayıma göre, Abhazya yüzde 45,68’i ile 239.872’si Gürcü, yüzde 17,63’ü ile 93.267’si Abhaz, gerisi de Rus, Ermeni ve Rum olmak üzere toplam 525.061 kişilik nüfusa sahipti. 2003 yılına gelindiğinde ise bu bölgenin nüfusu, 45.953 Gürcü, 94.606 Abhaz, ve diğerleri ile birlikte toplam 215.972’ye gerilemişti. Yani, bugünkü sorunların sorumlusu olarak gösterilen dönemde nüfus artışında dengeli bir orantı mevcutken, daha sonra bu oran Gürcülerin aleyhine açık bir farkla değişiyor. Daha somut olarak denebilir ki, Rusya’yı arkalayarak bağımsızlığını ilan eden Abhazya’dan yaklaşık olarak 250 bini Gürcü olmak üzere toplam 320 bin kişi sürülmüştü. Bu gelişmeyle birlikte, Gürcüstan’ın bu bölgedeki “nüfus dayanağı” bitirilerek, sorun aslında pratik olarak “çözülmüştü”.

Keza Osetya’nın daha önce yaklaşık 70 bin olan nüfusu ise 40 bine kadar gerilemişti. Sovyetler Birliği dağılmadan önce Gürcüstan’a bağlı özerk bölgeler olan Abhazya ve Güney Osetya’da, Abhaz ve Oset kökenli nüfus, bağımsızlık kararından önce, tek taraflı uygulamayla Rusya pasaportlu ve Rusya vatandaşı statüsündeydi. Bu gelişmenin beklenen bir sonucu olarak, Abhazya ve Güney Osetya, 2000 yılında, Gürcüstan’dan ayrılmak ve Rusya’yla birleşmek için bu ülkeye resmen başvurmuşlardır.

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) ilkesini nasıl anlamak ve uygulamak gerekmektedir? Bu ilkenin istismarı olabilir mi? Yeni bölgelerde oynanan eski oyunların tümüyle farkında olan Lenin, bazı yaklaşımlara karşı uyanık olmak gerektiğini söylüyor ve şu haklı uyarıyı yapıyordu:

“Tam boşanma özgürlüğü istemeksizin, kişi, demokrat ve sosyalist olamaz; çünkü böyle bir özgürlüğün yokluğu, zaten ezilen cinsin daha da ezilmesinden başka bir şey değildir. Kaldı ki, bir kadının kocasından ayrılma özgürlüğüne sahip olmasını tanımanın, bütün kadınları aynı şeyi yapmaya davet etmek demek olmadığını kavramak da güç olmasa gerektir”;[4]. Bu uyarıyla yetinmiyor ve devam ediyordu: “Bu hakkın savunulması hiçbir şekilde ufak ufak devletlerin kurulmasını teşvik değildir; tersine, daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel büyük devletlerin ve devlet federasyonunun kurulmasını hazırlamaktır”[5]

Politik olarak iki emperyalist güç olan ABD ile Rusya arasında geçen rekabette, “ABD’ci Saakaşvili”yi gerekçe göstererek Rusya’nın yanında yer almak demek; Gürcüstan somutunda “kendi kaderini tayin” ilkesini terk etmek ve açık olarak “Gürcüstan’ın kaderini tayin etmek” ve bu ülkeyi her koşulda Rusya’ya mahkûm etmek demektir.

Yine ve daha önemlisi; Kafkasya’da Rusya’nın egemenliği altında bulunan ve artık nüfusunun büyük bölümü Ruslar’dan oluşan Adigeya, İnguşetya*, Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti, Kabardey Balkar, Çeçenistan, Dağıstan, Kuzey Osetya, şimdi Güney Osetya ve Abhazya’nın yanı sıra “bağımsız” devletler olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcüstan’ın demokratik ya da daha ileri düzeyde bölgesel birlikler kurma olasılığını tümüyle ortadan kaldırmak bu ulus ve toplumları da Rusya’ya mahkûm etmek anlamına gelmektedir.

“Çözüm”ün bir örneği: Acara Özerk Cumhuriyeti

Uzun yıllar Osmanlı hakimiyetinde kalan Acara halkı, bu hakimiyetin bir sonucu olarak Müslüman olmuştu. Nüfus bileşimi itibarıyla yüzde 90’dan fazlası Gürcü olan Acara, kuvvetle muhtemel, salt Müslüman olması dolayısıyla Sovyetler Birliği döneminde özerk cumhuriyet statüsü kazanmıştı.

Acara Özerk Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği’nden kalma ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) anlaşmaları gereği varlığı korunan Rus askeri üslerini barındırıyor. 2003 yılında Eduard Şevardnadze’nin istifası[6] ve Saakaşvili’nin iktidara gelmesinden sonra, Acara Özerk Yönetiminin başında olan Aslan Abaşidze de, Abhazya ve Osetya’nın yolunu izleyerek bağımsızlık arzusu ile Tiflis’le ilişkilerini kesiyor, hatta sınır bölgelerinde yürütülen askeri operasyonlarla bu bölgede iç savaş tehlikesi baş gösteriyordu. Nihayetinde, Rusya yanlısı politikalar izleyen Aslan Abaşidze’nin Acara’yı terk etmesiyle kriz çözülüyordu.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, 1991 yılında Rusya öncülüğünde Alma-Ata Zirvesi ile 12 devletten oluşan ve gevşek bir federasyondan ileri gidemeyen Bağımsız Devletler Topluluğu’nun en iğreti üyesi Gürcüstan’dı. Rusya, Gürcüstan’ı topluluğa katmak için bir dizi ödün vermiş ve 1995 yılından başlayarak 1997’lerde zirveye tırmanan gelişmeler sonucu, Abhazya ve Osetya’ya siyasal ve ekonomik ambargo uygulamıştı.

AB hayalini gerçekleştirmek için, “Gürcüstan’ın geleceğini Atatürk’ün yolunda ilerleyen Türkiye’ye bağladığını” söyleyen, “Karadeniz’i NATO’nun iç denizi” yapmaya kararlı gözüken Amerikancı Saakaşvili, Acara sorununun çözümündeki kolaylığı ironik de olsa haklı olarak şuna bağlıyordu: “Acaristan kolay çözüldü çünkü Türkiye ile komşuydu. Güney Osetya ile Abhazya ise Rusya ile komşu. Bu kadar basit.”[7]

Oset krizi ve Gürcüstan’ın işgali

1990 yılında “Demokratik Sovyet Cumhuriyeti” adını alarak tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş olan Güney Osetya’daki çatışmalar, 1992’de, Rusya, Gürcüstan ve Güney Osetya kuvvelerinden oluşan 4000 kişilik Barış Gücünün bu ülkede konuşlandırılmasıyla geçici olarak durdurulmuştu.

Ağustos ayının başında ise, bağımsızlık mücadelesi yürüten Osetlerle Gürcü güçleri arasında, kamuoyunun ilgisinden uzak olarak, yaklaşık 10 gün süren çatışmalar yeni bir krizin tetiklenmesine yol açtı. Saakaşvili yönetimi bunun üzerine tam Olimpiyat Oyunları’nın başladığı gün, “Anayasal düzeni yeniden sağlama” adına askeri birliklerini fiilen dışında yer aldıkları Güney Osetya’ya soktu. Bu gelişmenin Rusya için bulunmaz bir fırsat olduğu hemen ortaya çıktı. Rusya’nın yanıtı, Gürcüstan’ı bombalamak ve birliklerini Gürcüstan topraklarının içlerine göndermek oldu.

Halkların boğazlanmasının meşruiyet kazanması için savaş güçlerine her daim barış gücü adı konmuş, saldırı kuvvetlerinin adı, “ulusal savunma kuvvetleri” olmuştur. Ve Rusya, doğrusu, Gürcüstan operasyonunda, ABD’nin son yıllarda kullandığı bu tür argümanı maharetle kopya etmiştir.*

Saakaşvili’nin iktidara gelirken önemli hedeflerinden biri, “ülkenin toprak bütünlüğünün sağlanması”, yani Abhazya, Güney Osetya ve Acara’da hakimiyetin tesis edilmesiydi. Bu hedef, Rusya’nın askeri operasyonuyla pratik olarak neredeyse imkansız hale gelmiş ve gelişmeler, kaderini ABD’ye bağlamış bu figürü politik olarak gayet zor bir duruma sokmuştur.

Coğrafi imkanlar ve arkalamış oldukları Rusya sayesinde Osetler ve Abhazlar, şimdilerde “ezen ulus” pozisyonundaki Gürcüstan’dan askeri ve siyasi olarak çok daha güçlü durumdalar. Bu bölgelerden sürülen Gürcüler’in geriye dönme ihtimalleri neredeyse sıfırlanmış ve fiili bağımsızlık durumlarını, şimdi Rusya’nın bağımsızlıklarını resmen tanımasıyla birlikte içinde oldukları süreci neredeyse tamamlamışlardır.

Bütün bunlara rağmen, Gürcüler’in milliyetçi duygularını okşayan, Batılı emperyalist güçlerle sıkı ilişkiler geliştiren Saakaşvili’nin kaderi, şu anki görünüm itibarıyla, 1992 yılında kanlı bir darbeyle devrilen milliyetçi Zviad Gamsahurdiya gibi olmadı. Ama Rusya’nın, işgali bitirmiş olsa bile Saakaşvili’nin ipini çekmek için elinden geleni ardına koymayacağı kesinleşmiştir. ABD’nin, “insani yardım” taşıyan savaş gemilerini Karadeniz’e çıkarması, Dışişlerini kapsayan üst düzey ziyaretleri ve krizin başlangıcından bitimine kadar Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin dönem başkanı sıfatıyla Avrupa Birliği’ni temsilen seferber olması, Saakaşvili’nin Gürcüstan’ın dış siyaseti üzerindeki belirleyiciliğinin bilincinde olmalarıyla ilgiliydi. Sorun, bağımsızlık gibi eskimiş arayışlar değildi elbette; Gürcüstan’ın hangi emperyalist koalisyonun “uydusu” olacağıydı.

Türkiye’de ulusal mutabakat!

Yaygın Türk medyası ise, ABD ile Rusya arasında geçen rekabeti pek önemsemeyerek, esas itibarıyla yarım ağız bir Rus eleştirisi ve çoğunlukla Gürcüstan’ı hedef alan yayınlar yaptı. Ne de olsa Türkiye, Amerikan karşıtlığında dünyanın üst sıralarında bir halka sahipti! Kuşkusuz bu yaklaşımların güncel ekonomik ve siyasi nedenleri var. Amerikan karşıtlığına Rusya/Putin hayranlığının eşlik ediyor olmasında yine de şaşırtıcı bir yön olmadığı söylenemezdi! Putin hayranlığı bir hayli artmış,[8] solun bazı kesimlerini de kaplamış bulunmaktaydı!

Neredeyse bütün savaşlarda sınırlı güçlerle de olsa sokaklara dökülen Türkiye sol ve demokratik kamuoyunun, genel olarak Saakaşvili’nin Amerikancılığını teşhir konusu yaparken, savaş karşıtı herhangi bir girişimde bulunmadığı gibi, Abhaz ve Osetler’i destekleyelim derken Rusya’yı savunan bir konuma gerilediğine dikkat çekmek gerekiyor.

Liberalinden ulusalcısına, devrimcisinden komünistine kadar birçok kesim yaklaşımlarında –izlediğimiz kadarıyla– genel olarak ortaklaştı. Bu durum Irak’ta yürütülen savaşta bile söz konusu olmamıştı. Farklı siyasal eğilimlerin salt böyle bir konuda ortaklaşması bile, manzaraya kuşkuyla bakmak ve olguları soğukkanlı bir şekilde sorgulamak için yeter sebeptir. Sol hareketin, Türkiye’deki Gürcüler dışındaki Kafkas kökenliler ve Kürtlere düşmanlık besleyen sokaktaki vatandaşıyla Türkiyeliliğini bu kadar duyumsadığı pek örnek yoktu herhalde. ABD uydusu Gürcüstan’ın askerleri, karşılarındaki Rus birlikleri içinde Rus işbirlikçisi Çeçen resmi yönetiminin paramiliterlerini buluyordu. Bu savaşta, Çeçen direnişçileri acaba hangi safta yer alırdı? Yani işler, bir dünya politikası şablonuyla çözümlenecek yalınlıkta olmaktan çok uzaktı. Tıpkı, Güney Kürdistan yönetiminin “ABD işbirlikçisi” olmasının meseleyi kolayca halledemediği gibi ve meselenin bu yönüyle Türkiye ilerici ve devrimci hareketinin daha tanışık olması gibi…

Bir örnek olarak, Kızılbayrak Gazetesi, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarının tanınmasından sonra “Gürcistan yönetiminin zaten gayrimeşru olan bu bölgelerle ilgili hak talebinin zeminini fiilen ortadan” kalktığını ilan etti.[9] Fakat bu gazete, Rusya’nın bağımsızlık savaşı yürüten Çeçenistan’da jenosid uygulayarak nüfusun neredeyse yüzde 25’ini yok edişine ancak parantez içinde değiniyordu. Kızılbayrak’a göre Saakaşvili Gürcüstan’ın Karzaisi’dir; fakat Rusya’nın –bugün– ortak düşman İslamcılara karşı Afganistan’da Karzai’yi ayakta tutmak için neden ABD ile birlikte hareket ettiğine dair herhangi bir açıklık getirilmiyor.

Her zaman olduğu gibi, lafı fazla dolandırmadan en açık ve anlaşılabilir tavrı, Abhazya ile Osetya’nın bağımsızlıklarının tanınmasını ve Rusya’nın askeri başarılarını coşkuyla selamlayan Garbis Altınoğlu gösterdi. Altınoğlu, 1 Eylül 2008’de kaleme aldığı Kafkasya Krizinin Jeopolitiği Üzerine başlıklı makalesini şu cümlelerle bağlıyordu:

İşçi sınıfının devrimci öncüleri ve tutarlı demokrat ve enternasyonalistler nüfuz alanları, hammaddeler, pazarlar ve askeri-siyasal üstünlük için yürütülmekte olan bu emperyalistlerarası çatışmada taraf olamaz… Rejimlerinin gerici niteliklerine rağmen Rus ve Çin emperyalistleri halihazırda savunma konumundadırlar ve onların statükonun muhafazası yolunda, yani ABD-NATO ekseninin kendilerini kuşatma, geriletme ve izole etme çabalarına karşı yaptıkları girişimler ve karşı-ataklar bugünkü evrede mevcut barışın korunmasına hizmet etmekte ve nükleer silahların da kullanılacağı yeni bir dünya savaşının patlak vermesini zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfının devrimci öncüleri ve tutarlı demokrat ve enternasyonalistler ABD-NATO ekseninin Rusya’ya karşı başlattığı Gürcü saldırısının püskürtülmesini memnunlukla karşılarlar.[10]

Bugünkü mevcut barışın korunmasının “işçi sınıfının devrimci misyonu”na ne gibi bir yararının olacağı, doğrusu açıklanmaya son derece muhtaçtır. Öncesi bir yana, “Pax Romana”dan beri, imparatorlukların tek başına ya da ötekiyle anlaşarak sağladığı barışın sadece ezilenler üzerinde sorunsuz hakimiyet olarak algılandığını sanıyorduk! Hele bugünkü dünyada, bir barışın sadece mevcut statükonun yani “işçi sınıfı davası”nın en zorlu dönemlerinden birinin, sürmesi anlamına geleceği açık değil midir?

Bugün dünya ölçeğinde devrimcilerin “devlet politikaları” güdecek bir durumları olmadığı gibi, herhangi bir krizin gelişmesinden yararlanabilecek birkaç alternatiften biri olacağı da beklenir, umulur. Devrimcilerin “devlet politikası” güdememeleri, Güney Amerika’da Venezüella ve Küba’nın başını çektiği yönelimin, Asya’da Kore Demokratik Cumhuriyeti ve İran gibi ülkelerin dinamiğinin önemini reddettiği anlamına gelmez. Fakat, Venezüella, Bolivya ve Küba ile başka birkaçı hariç, herhalde dünya yüzünde iktidarına karşı fiili devrimci mücadelenin acil gerek olmadığı ülke yoktur. Buna İran da dahildir. İran’ın dünya ölçeğinde ABD hegemonyasıyla didişmesi olumlanır ve bunun propagandası yapılır, fakat bu ülkede iktidarı devrimci yöntemlerle yıkmak için mücadeleye ara verilemez. Bugünün dünyasında, devlet iktidarlarına karşı mücadele bakımından herhangi bir sınırlama gerektiren ülkeler arasında ne Rusya olabilir, ne de Çin. Örneğin, Türkiye’nin, emperyalistlerle basit bir uydu ilişkisi içinde olmayan bu ülkenin, emperyalistlerle ilişkilerinde uyguladığı manevraların devrimci politika açısından pozitif anlamı olduğunu sanmanın Türkiye sol hareketinde ne ölçüde ağır tahribatlara yol açtığı çok açık olsa gerektir.

Rusya’nın destekçi sıkıntısı yok: Jineps örneği

Kayıtsız kalarak, ya da analitik düzeyle sınırlı pasif destekçiliği aşarak Rusya’ya aktif destekçiliğin öncülüğünü Jineps Gazetesi yaptı. Jineps, savaşın patlak verdiği andan itibaren aktif bir pozisyon aldı. Bu gazetenin Rusya’ya dönük tek bir eleştiri bile yapmadığı gözden kaçmadı. Rusya devlet başkanı Medvedev’le, bu ülkenin bölgedeki tarihsel patronluk misyonunu cömertçe ifade eden bir röportaj yayımlamakta sakınca görmeyen Jineps, bu tutumuyla, aslında Türkiye’de yaşayan Kafkas kökenliler arasındaki derin ayrışmayı da gözler önüne serdi. Zira, izlendiği kadarıyla, bu toplulukların –Gürcü kökenliler dahil– tutumuyla “ırksal” aidiyetleri tamamen örtüştü.

Nasıl sol hareketin eleştirel tutum alamaması ve “ulusal” denebilecek bir mutabakatta buluşması dikkat çekiciyse, çoğunluğu solcu ideo-politik görüş ifade eden Kafkas kökenlilerin, Kafkasya’daki toplumlarının resmi temsilcilerine paralel bir tutum almaları da dikkat çekiciliğiyle vurgulanmalıdır.

Jineps, yazı ve yorumlarıyla günümüz Rusya’sını desteklemekle yetinmiyor, bu desteğini, “halklar hapishanesi” Çarlık Rusyası’nın “bütünleştirici misyonu”nu anmaya kadar vardırıyor. Jineps, bölgede Rusya’nın patronajını kabul ediyor: “RF’nin bu iki ülkeyi resmen tanıması, daha etkili bir biçimde koruma altına alması ve Gürcistan’la bir anlaşmanın da bu temel üzerinden aranması, Gürcistan’ın da bu yerleri elde tutamayacağını anlaması…”. (Bu ülkenin resmi adı Rusya Federasyonu, ve nötr bir konumdan böyle denmesinde herhangi bir sakınca olamaz. Ama Jineps, böylece bu ülkenin Rus olmayanların da Ruslar kadar “eşit” bir federasyonu olduğu anlamını beslemekte sakınca görmüyor asıl olarak.) Küçük zalime karşı büyük zalim! Ama Atlantik ötesinden kolunu uzatarak işleri karıştıran onun da büyüğü yok muydu!

Jineps’in Gürcüstan’da yaşayan “Acaraları, Lazları, Megrelleri” hatta nerede yaşıyor iseler “Osmanlı’dan kalan Türkleri” de kendi yollarına davet ediyor olması, “Gürcüstan bir azınlık imparatorluğudur ve bölünmelidir” diyen Andrey Saharov’un izinden gittiğini gösteriyor. Bilindiği üzere Acaralar Müslüman Gürcülerdir; Lazlar Müslüman Megreller, ve Megreller de Hıristiyan Lazlar!..

Bağımsızlık, ancak egemen/işgalci güçlerden kazanılabilir. Bu da herhalde, bütün Kafkasya’yı kapsayacak şekilde açık olarak Rusya olsa gerektir. En azından, son bağımsızlık ilanından beri Gürcüstan, bu iki bölgeye hiçbir zaman egemen olamamıştır.

Elbette Gürcüler’i tümüyle görmezden geldikleri iddia edilemez. Osetler’e saldıranları ABD kontrgerillaları olarak tanımlarken, Rusya’nın yerle bir ettiği Gori’deki mağdurların başına gelenin “kendi başlarındaki faşistlerin ahmakça politikaları” sonucu olduğunu yazabilmektedir. Bağımsızlık ve özgürlük sevdalısı Jineps’e göre; “Unutulmamalıdır ki Gürcüstan, orada yaşayan birçok etnik gibi Gürcüler’in de vatanıdır.”[11] Herhalde, hak bilir Gürcüler kendilerine şöyle diyeceklerdir: Tavaziani brmandebit! (Teveccühünüz!)

Kısa bilanço

Yavaş ama istikrarlı bir kopuş sürecine, askeri aygıtla karşı konarak Kafkasya’da “Amerikan Barışı” devre dışı bırakılmış ve gündeme “Rus Barışı” ya da “… Savaşı” girmiştir. Nükleer ve konvansiyonel gücünü hesaba katmazsak, Gürcüstan’ın askeri gücü Rusya’nın yüzde 2’sine tekabül etmektedir. Bu savaşın sonuçlarını önceden tahmin etmek askeri uzman olmayı gerektirmiyordu. Dolayısıyla Gürcüstan’ın Güney Osetya’ya saldırısını, Saakaşvili’nin hesap hatalarına bağlamamak –yanında bulundurduğu çok sayıda ABD’li askeri danışmana rağmen, kendi başına böyle bir harekata giriştiği düşünülemez–, uluslararası jeostratejik/jeopolitik hesapların bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor.

Bükreş’te Nisan 2008’de yapılan NATO toplantısında AB önde gelenlerinin Gürcüstan’ı NATO’ya kabul etmemelerinin nedeni Rusya ile ilişkilerin ve enerji bağımlılığı dolayısıyla hassas dengelerin gözetilmesinin bir sonucuydu. Bunu gözardı ederek, salt Bush ve ekibinin desteğiyle böylesi bir maceraya girişmesi Saakaşvili’nin siyasal körlüğü ile açıklanamaz. Diplomatik alanda Rusya’yı yeterince köşeye sıkıştırmayı başaramayan ABD, bölge halklarının kanına girerek, dünya kamuoyunun dikkatinin Rusya ve Gürcüstan’a çevrilmesine yol açmış ve Gürcüstan ve Ukrayna’nın NATO’ya girmeleri, askeri bir zorunluluk olarak, toplantının üzerinden henüz 4 ay geçmeden çok daha imkânlı hale gelmiştir.

Hazırlıklı olduğu bilinen Rusya’nın hızla ve beklenenden daha fazla şiddet kullanarak Gürcüstan’ı işgale girişmesi, son yıllarda izlediği politikalardan dolayı bu ülkeden intikam almak, Saakaşvili’nin siyasal otoritesini bitirmek ve ülkeyi dize getirmenin yanı sıra, ABD’ye operasyonel askeri gücünü göstermek içindi.

5 gün süren savaşta Gürcüstan, Osetya ve Abhazya’da elinde tuttuğu son bölgeleri de kaybetmiş oldu. Abhazya ve Osetya ise, Gürcüstan ile Rusya arasında süren gerilimden dolayı güncel ayrıcalıklı durumlarını kaybetmiştir. Olayların görünen sonucuna göre, rakiplerine karşı önemli psikolojik ve askeri başarılar elde etmesi dolayısıyla en çok kazanan taraf Rusya olmuştur.

Bu operasyonun Gürcüstan tarafından Türkiye’deki yankısı, salt Gürcüler’in kısık sesli protestosundan ibaret kalmıştır. Türkiye kamuoyunun sol ve demokratik kesimi, gelişmelerdeki karmaşıklığa nüfuz etmekten çok, olaylara Gürcüstan yönetiminin gözden kaçırılamaz ABD’ciliği ve bunun eşliğinde Türkiye halkındaki ABD antipatisi çerçevesinde yaklaşmıştır. Bu, geçen yıllarda, “gerici ve şeriatçı” Çeçenlerin mücadelesi sırasında da, sol ve demokratik kamuoyunun basmakalıp “laikçiliği” ve İslam antipatisi çerçevesinde devredeydi. Başka bir ifadeyle, daha dün yiğit Çeçen halkının Rus emperyalizmine karşı mücadelesine alkış tutmasa da iyicil yaklaşan bazı demokrat çevreler bugün bölgenin jandarması Rus emperyalizmine sessiz kalmayı yeğleyebilmektedir. Bu, ister ABD karşıtlığı adına olsun, ister başka bir şey adına.

Ezilen ulus ve halkların mücadelesine, şeriatçılık ya da milliyetçilik yaftası yapıştırarak mesafeli durmak, statükonun muhafaza edilmesini savunmak ve onu güçlendirmek demektir. Şeriatçı ve milliyetçi iki müttefik liderin trajik sonunu burada konumuz bağlamında ve işbirlikçilik konusunda ders verenlere hatırlatmamız gerekiyor.

Birincisi, Çeçenya’da 12 Şubat 1997’de yüzde 60 oyla seçildikten sonra Cumhurbaşkanlığı görevine Kuran’a el basarak başlayan, Rusya’nın başına 10 milyon dolar ödül koyduğu, kendisini Gürcüstan’ın stratejik müttefiki olarak gören Aslan Maşhadov’un Mart 2005’te öldürülmesi ve onun yerini Putin’in adını caddelere veren, heykellerini yapmak için girişimlerde bulunan Kerimov’un doldurması.

Ve ikincisi, Gürcüstan’da, Maşhadov’la aynı sonu paylaşan, Rus yanlısı Şevardnadze’nin devirdiği, muhalifliği Sovyetler Birliği dönemine kadar giden Zviad Gamsahurdia.* Çeçen İçkerya Cumhuriyeti’ni tek tanıyan ülke olarak Gürcüstan’ın yöneticisi milliyetçi Gamsahurdia, ülkeyi terk etmek zorunda kaldığında Çeçenya’ya sığınmış ve öldü(rüldü)ğünde de bu ülkede bilinmeyen bir yere gömülmüştü. Onun yerini ise, dağlara ABD’li aktör ve vali Arnold Schwarzenegger’in adını veren Amerikancı Saakaşvili doldurdu.

Sağlam bir devrimci bakışın geliştirilmesi

Bütün bu gelişmeler, dünyaya ezilenlerin cephesinden bakmaya gayret edenlerin işinin ne denli zor olduğunu göstermektedir.

Rusya gibi bir beladan kurtulmak Gürcü ulusunun hakkıdır. Ancak bunun alternatifinin bir başka bela olmayacağı açıktır. Saakaşvili yönetimi, bölgede “ABD hançeri” rolüne soyunarak Gürcü halkına kan ve ateşten başka bir şey vaat etmeye muktedir olamaz.

Kafkasya gibi, etnik karmaşıklık bakımından Ortadoğu ve Balkanlar’a rahmet okutacak bir bölgede, homojen büyük bölgeler hedefinin, yerli halkların birinin olmasa da ötekinin mutlaka düşmanlığını çekeceği açıktır. Bu ortamın, bölgedeki veya dünyadaki büyük güçlerin manevrası için kullanılmaya ne kadar müsait olduğunu vurgulamaya gerek bile bulunmamalıdır. Abhazya, (Kuzey ve) Güney Osetya ile Acara gibi oluşumların yapaylığı tartışması tarihin konusudur. Bunlar, Gürcüstan dahil tarafların tümünce kabul edildiği gibi, canlı ve güncel sorunlardır. Öyleyse, bu sorunların hiçbir halka tarihsel haksızlık edilmeden çözümlenmesini savunmak zorunlu ve yegâne çaredir.

İçinde bulunduğumuz yıllarda, bölgede, “sol ve demokrat” bir bakış açısının sahiplenebileceği hiçbir politik özne yok. Halkların önderlikleri büyük hesapların içinde kalakalmış durumda. Bu, gündeme, bölgenin karmaşıklığına eklenen yeni bir karmaşıklıktan başka bir özellik taşımıyor. Fakat, herkesten “ilk taşı kendine atması”nı beklemek gerekmelidir. Bu, halkların bugünkü gerekleri açısından küçücük bir not da olsa, gelecek için önemli bir tutum olarak kuşkusuz kaydedilecektir.

Bu bakımdan, Gürcüstan’ın ateşkesin bozulması gibi çeşitli bahanelerle Güney Osetya’ya saldırısı gayri meşrudur.

Rusya’nın, Osetya işgalini bahane ederek Gürcüstan’ı işgali daha büyük bir tecavüzdür. Bu arada, ABD’nin ve AB’nin bu gelişmeler karşısındaki politikası alçakça ve sahtekârcadır. Gürcüstan yönetiminin, gelişmeler karşısında ABD şampiyonluğunu yükseltmesi, bölgeye atılan yeni bir nifak tohumudur. Gürcü halkı, Abhazlar, Osetler, Çerkezler, Çeçenler ve öteki yerli toplum ve topluluklarla birlikte, fillerin üzerinde tepiştiği çimenlere dönüştürülmemelidir.

Kafkas halklarının geleceği, Rus ya da Batılı emperyalist ülkelerle kurulan efendi-uşak ilişkisi ile değil, bunlara karşı yürütülecek ortak mücadeleyle bölge halklarının kaderlerini ortak bir çatı altında birleştirerek yeniden kurmalarıyla mümkündür. Bölge halkları, emperyalist ülkelerin sömürge alanlarını genişletme mücadelesinin arenası olmaktan ancak bu yolla kurtulabilir, kendi geleceklerini kurma olanağını bu yolla bulabilir ve kelimenin gerçek anlamıyla kaderlerini tayin edebilirler.

 



* www.mavidefter.org’da “Gürcüstan’da Olanların Ardından” başlığı altında yayımlanan yazının genişletilmiş versiyonudur.

[1] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 1. baskı, Çev. N. Solukçu, s. 169

* Stratejik olarak Kuzey Kafkasya’yı denetlemeyi sağlayacak merkezi niteliğiyle Vladikafkas, aynı zamanda Kuzey Osetya’nın başkentidir.

[2] Aktaran Pirosmani Dergisi, Bahar 2008, S. 4, s. 61.

[3] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 17

[4] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 243.

[5] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 30.

* Osetya’nın ve Abhazya’nın bağımsızlığını ilan eden Rusya’da bir özerk cumhuriyet olan İnguşetya’da bir gazetecinin internet ortamında bağımsızlık talebini dile getirmesi, gözaltında kafasından kurşunlanarak “kaza sonucu” ölmesine yol açmıştır.

[6] Şevardnadze, Azeri petrollerinin nakli konusunda seçimden önce verdiği söze rağmen Rusya ile yaşadığı sürtüşmeden, bir suikast atlatarak çıkabildi. Denge politikalarıyla iktidarı sürdürebilmesi mümkün olmadığı için Saakaşvili nispeten daha kolay iktidara gelebildi.

[7] Cenk Başlamış’ın röportajı, Milliyet, 31 Ocak 2006. Röportajın tamamı için bkz. www.chveneburi.net.

* 11 Eylül’den sonra “terörle savaş” konusunda ABD’nin yolunu izlemek isteyen Rusya, bir ara Bin Ladin’in Gürcüstan’ın denetiminde olan Panki Vadisi’nde olduğunu ve buraya operasyon düzenlemek için Gürcüstan’ın topraklarını Rusya’ya açmasını istemişti. Kodori Vadisi’ndeki silahlı çatışmalarda ise, durumdan vazife çıkarmak isteyen Abhazlar Gürcüleri, Gürcüler Rusları, Ruslar da Çeçenleri sorumlu göstermişlerdi.

[8] Örneğin Prof. Hasan Köni’de bu, “aşk” derecesinde: “Hocam Putin’i seviyor musunuz? / Aşığım ben Putin’e. / Hocam, Türkiye’de gizli bir Putin hayranlığı var. / Doğru. / Üstelik bu hayranlık sadece toplum düzeyinde değil. Devlet katında da “Putinvari” söylemler aldı başını gidiyor. / O kadar açık değil. Ancak söylediğin gibi kimi açıklamalarda bu etki hissediliyor.” Köni’nin tutarsız anti-Amerikancılığının arkasında Kürt düşmanlığının yattığını anlamak için röportajın tamamına şöyle bir bakmak yeterli. (1 Aralık 2007 tarihli Zaman Gazetesinden aktaran http://www.tumgazeteler.com)

[9] Kızıl Bayrak, 29 Ağustos 2008 Sayı: 2008/35.

[10] http://www.koxuz.org/anasayfa/node/1947

[11] Konuyla ilgili bkz.: Jineps, 31 Ağustos 2008, Sayı 31

* Gamsahurdia’nın oğlu Tsotne Gamsahurdia, Kasım 2007’deki Saakaşvili karşıtı gösterilerden sonra “Rusya gizli servisiyle bağlantı kurmak ve darbe girişimde bulunmak”la suçlanmıştı. Aynı gerekçeyle 4 Eylül 2008’de gözaltına alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar