Ana SayfaArşivSayı 47-48‘Sürdürülebilir’ Devrimcilik ve Bütünsel Marksizme Doğru

‘Sürdürülebilir’ Devrimcilik ve Bütünsel Marksizme Doğru

  

Teori ve Politika’yı oluşturan girişim,
1993’ün ilk aylarında, “Marksizmin bütünsel krizi”
koşullarında ortaya çıkmıştı. “Hiç bitmeyecek bir kongre”
olan Marksizmin krizi sürüyor.
Aşağıda
kriz durumunun seyri ile,
Teori ve Politika’nın varoluşunun değişmekte olan koşulları
üzerine görüşler, geçen sayıdan kalındığı yerden,
sergilenmektedir.

 

 

 

 

Post-Devrimcilik Dönemi – 2
(Teori ve Politika için Durum Misyon Gelecek)

 

Melik Kara

II. Bölüm:

‘Sürdürülebilir’ Devrimcilik ve Bütünsel Marksizme Doğru

1. Bütünsel Marksizmin ‘programatik’ öncülleri:

Aydınlanmacılıktan teorik ve politik kopuş

a) Parçalanmadan bütünleşmeye doğru

Çoğulcu bir rejimin muhalefet hareketi olmak için değil, iktidar olmak için uğraşıyor olmalıyız. Hiçbir devrim, muzaffer yürüyüşünü garanti edecek önsel teorik-politik pozisyonlara sahip olamaz. Her devrimin kaderi konjonktürde tayin olunur. Biz, sadece, aşağıda ortaya koyduklarımızın, devrimci süreci Marksist devrimci olarak karşılayabilmek için ‘en uygun’ olduğunu ileri sürebiliyoruz.

Başarılı bir mücadele yürütmek, devrim yapmak ve sosyalist kuruluşa yönelmek için özel olarak Marksist olmak zorunlu değil. Ancak biz, bu ‘iş’i Marksist olarak yapmayı öznelliğimiz bakımından zorunlu görüyoruz. Şu halde, Marksizmin geçen yüzyılda kurduğu hegemonyanın bir kalıntısı olarak, hiç ilgisi olmadığı halde kendini Marksist kabul eden özneleri dışarıya itmekte herhangi bir sakınca yok.

Bu ülkede başarıya ulaşacak ya da önemli bir eşiğe gelebilecek bir Marksist hareket, Marksizmin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde girdiği devrimci ve muktedir yola benzer bir işlev üstlenmeye en yakın aday olacaktır. Burada dile getirilmeye çalışılacak bütünsellikle gerçekleşirse, Marksizm dünyanın dört bir yanında her an ve an bitimsiz mücadele yürüten ezilenlerin yeniden bayrağı; Marksist örgütler ezilenlerin kurmayı ve karargahı; Marksist hareketler ezilenlerin ordusu olabilecektir.

Bütünsel Marksizmin teorik koşulunu Aydınlanmacılıktan kopuş olarak ifade ediyoruz. Marksizmin Aydınlanmacılıktan kopuşu, hem toplumların içine girdiği yeni gelişmelere bir uyum, hem de bu ortamda bir devrimcilik için zorunlu görülmektedir.

* * *

Günümüzde, ‘Bütünsel Marksizm’in, bir başka deyişle, ‘Ezilenlerin Marksist Partisi’nin varlığının önkoşulları ‘programatik’ terimlerle belirmiştir. Gelecekte yapılacak olanları Kartezyen bir öznenin ardışık algısı bağlamında değil, geleceğe ilişkin olanın da şimdide, bir konjonktür içinde somutlanacağı şekilde algılamak kast edilmektedir. Geleceğin senedi de şimdide kesilecektir. Taktik zirvedir; taktik, geçmişine ve geleceğine, ve dolayısıyla gününe hakim bir öznenin yalın işlemi değil, dünyanın bir ontolojik zeminde ‘yeniden kurulduğu’ momenttir. Yani, ardışık uygulama ilişkisindeki teori, program, stratejinin bir ifadesi olarak taktik değil; taktik olarak teori, program, strateji.

Aydınlanmanın dışında bir Marksizmin sadece teorik öncüllerinin değil, politik temalarının da belireceği bir yükümlülükler döneminin öngünündeyiz.

Teori ve Politika’nın uğraşını, bir anlamda, burada dile getirmeye yöneldiğimiz ‘program’ın öncüllerini ortaya koymak şeklinde ifade edebiliriz. Teori ve Politika, on küsur yıldan beri ortaya koyduğu Marksizm anlayışının politik belirimlerinin vücut bulacağı bir döneme girmekte olduğumuz görüşündedir. Bu, paradoksal olarak, devrimciliğin geri düştüğü bir zaman dilimine denk düştü. Böyle bir eşzamanlılığın avantaj mı yoksa dezavantaj mı olacağını bugünden kestirme olanağı yok.

* * *

Bugüne kadar önceliğimiz, Marksizmin bileşenlerinin, önü alınamaz parçalanmasıydı. Marksizm, bileşenleri nezdinde parçalanmıştı. Bileşenler hala ayrı, ama merkezkaç eğilimin sınırlarına ulaştığı görüşündeyiz. Marksizmin bileşenlerinin görece somut formlarda karşılaştırmaya çalışmanın verimli olabileceği bir iklime doğru hareket halinde olunduğunu değerlendiriyoruz.

Sözünü ettiğimiz gelişmeyi, somut çağrışımlar yapması bakımından ‘program’ terimiyle ifade edebiliriz. Teori ve Politika’nın yarattığı birikimin; kapsamı, hedefi ve amacı, özgül yol ve yöntemi olarak bir teorik programın çıkarılması için öncüller ortaya koymaya yeteceği görüşündeyiz. Bir başka düzlemde, politik taktik alanda, devrimci hareketin karşılaştığı ve birçok durumda anlamlı ayrımlara vesile olan sorunların mahiyeti ve bu sorunların politik devrimci öznelerde yol açtığı özgül ve ayırt edilebilir soyutlama yönelimi ile, Teori ve Politika’nın bunlara ilişkin tutum ve görüşlerinin yarattığı toplam manzaranın, oluşturduğu birtakım değişmez unsurların yol göstericiliğiyle, taktik uygulamaya ön gelecek bir ‘programatik’ manzume ortaya koymaya yeteceği günlerin geldiği kanısındayız. Yani meseleleri artık programatik terimlerle ifade etme aşamasında olduğumuza kaniyiz.

Günümüzde, geleneksel olarak ‘sol’ sıfatıyla anılan hareket ve bu hareketle aynı politik içerikte ama başka ideolojik giysilerde olanlar da dahil, hareketin tümünü Marksist nitelik bakımından da derinlemesine sarsan teorik ve politik etkiler ortaya çıkıyor. Gelişmeler, dünyasal ve ülkesel, epistemolojik ve taktik politik olarak çok yönlü, çapraz ve kapsamlı şekilde, ama güçlerin yoğunluk düşüklüğüne bağlı olarak yavaş seyrediyor. Marksizmin temeline (tarih bilimi), merkezine (materyalist felsefe) ve açık ucu olan zirvesine (devrimci politika) dönük ve sıklıkla dolaysız tayin edicilikler taşıyan gelişmeler, Marksist nitelik bakımından anbean kurulması gereken bir öznesel koşulda olmayı zorunlu kılıyor. Bu, bir olanak haline getirilmeli ve değerlendirilmelidir.

Elbette bütün bunlar, genel ve geçer bir Marksizm üzerinden ortaya çıkmamaktadır ve çıkmayacaktır. Tarihinin hemen her döneminde, birden fazla Marksizm anlayışı oldu. Teori ve Politika, bir tür Marksizmin bütünsel karşılığını ifade etmeye çalışageldi. Birden fazla Marksist akımın ve Marksizm anlayışının aralarında herhangi birinin hegemonyası kurulmadan ortalarda dolaşmasının Marksizme hiçbir yararı olamaz. Fakat görünür gelecekte bu konuda çarpıcı olumlu gelişmelerin yaşanmayacağı öngörülebilir.

Teori ve Politika, toplam varlığı içinde kendinin ancak bir teorik akım olarak yer kapladığı bu Marksizm anlayışının politik varoluşu için de misyon ifade etmek zorundadır. Ancak, içinde bulunduğumuz dönemde, bütünsel ifadesini Teori ve Politika’nın çabasında bulan bu Marksizm anlayışının politik karşılıkları bulanık ve çelişik bir varlık gösteriyor. Deyim uygunsa, Teori ve Politika’ya uygun Marksizm anlayışı, politik olarak, devrimci örgütlerin bazılarında sınırlarına gitmeye direnen bir eğilim olarak, bazılarında çelişik ve yanal bir öğe olarak varken, devrimci olan ya da olmayan politik çevrelerin toplamında elle tutulamayan bir etki olarak ve zayıf bir şekilde ‘var’dır.

Teori ve Politika, önüne, Marksizmin teorik ve taktik özgüllüğü olarak gördüğü kendi Marksizm anlayışını daha tok sesle ortaya koymayı, onun politik karşılıklarını daha enerjik ve amaca yoğunlaşmış tarzda aramayı ve yaratmayı koymuştur. Böyle bir Marksizmin, ezenlere ait ve ezilenlere ait öteki dünya görüşü, ideoloji, doktrin ve politika yapılarıyla bulaşık olan, hatta bu yapıların egemen olduğu Marksizm anlayışlarına egemen olması ya da onları kendi alanından kovması gerekmektedir. Misyonumuz bu gereklilikte daha kesin bir şekilde belirecektir. Fakat, bu, başka avantajsız öğelerin varlığıyla eşzamanlı beliren bir eğilim olmaktadır.

b) Marksizmin teorik ayıraçları

Bu bağlamda, bugün Türkiye’de içinde bulunduğumuz konjonktürde, varsayacağımız bir büyük Marksist partinin bütünsel teorik ve politik varlığının ön-‘programatik’ karşılığı şu ayrımlarda aranmalıdır:

● Marksizmin bilim-felsefe-politika’dan oluşan epistemolojik bütünlüğünü, ve teori-politika-pratik’ten oluşan ontolojik bütünlüğünü savunmak. Marksizmin tarih bilimi ve materyalist felsefe bileşenini, somut, kaçınılmaz, amasız-fakatsız tarzda belirlemek. Marksizmin, öteki sosyalizm akımlarından farkını ortaya koymaktan çekinmemek. Yenilgi dönemlerinin tipik belirtisi ve yenilgi durumuna direnişin aciz tarzı olarak özneciliğin Marksizme egemen olmasına ve Marksizmi, yaygın ve ayırt edilemez bir sosyalizm akımına indirgeme tarzındaki güçlü eğilime karşı durmak. Marksizmin bilimsel kavramlarının açık vargılarının, onun devrimciliği bahane edilerek sahneden çekilmeye çalışılmasına savaş açmak. Felsefede materyalizmin özne-nesne diyalektiği olarak anlaşılmasını reddetmek. Buna paralel bir indirgemeyle, toplumu da zorunlulukla özgürlüğün bir uyumu ya da mücadelesi olarak lanse eden çifte ontolojik nitelikte yaygın sözde-Marksist anlaşılışın bağdaştırmacılığını mahkum etmek. Toplumsal gerçeğin doğa-türü yapısını ortaya koymak bakımından temelini inşa eden Marksizmi bu bileşeniyle savunmak. Toplumun hareketinin nedensel ve zorunlu tarzını savunmak. Tarih ile konjonktürün bilimsel ya da özsel ilişkisinin olduğu şeklindeki pozitivist ya da yorumsamacı (son onyıllarda ‘post-modernist’) aldanmayı Marksizm adına reddetmek ve politikanın konjonktürdeki oluşsal doğasını ortaya koymak. Bilimin nesnesiyle konjonktürün ‘nesnesi’ arasında kurulacak her türden –pozitivist ya da yorumsamacı– ilişkiselliği Marksizm adına reddetmek. Rasyonel bir öznenin bilişsel edimi ya da sezgisel bir özdeşlik olarak –ama teknik olmayan anlamında– bilginin dönüştürücü gücüne ilişkin materyalist-olmayan aldanmaya kapılmamak. ‘Bilimsel politika’ ya da ‘bilime karşı politika’ türünden Marksizm-öncesi, Marksizm-dışı ve Marksizm-sonrası önertileri dışlamak.

● Marksizmi; Aydınlanmacılık – Ortaçağcılık, Batıcılık – Doğuculuk, modernizm – post-modernizm, ideoloji – din, ateizm – teizm, ilerlemecilik – geri(ci)lik, işçicilik – halkçılık, sosyalizmcilik – demokratizm, rasyonalizm – romantizm ikiliklerinin birinci yanının bir partizanı yapmaya karşı çıkmak; fakat ikiliğin ikinci yanına da –bazı dönemsel olanaklarını gözardı etmeksizin– kapılmadan, aşkın Marksist ideolojik pozisyonu teşkil etmek. Marksizmi, ontolojik düzlemde, epistemolojik düzlemde de ‘karşılık’larını arayarak, tarihsel –devrimci de olsa– burjuva ideolojisinin bir alt ya da radikal yeni versiyonuna indirgeyen yaygın eğilime karşı çıkmak. Marksizmi, burjuvazinin varsayılan devrimci ya da ilerici tarihsel misyonunu çiğneyerek, ezilenlerin kapitalizm öncesi ve sırasındaki engin mücadele deneyimine açmak.

● Batıcılığa karşı Doğuculuk mu? Doğucu bir Marksizmin –teorik sorunlar bir an bir yana bırakılırsa– devrimci olanakları var mı? Hayır! Bu, bir kere, çoğu örnekte zaten Batıcı Marksizm ile uyuşan bir dokuya sahiptir. Bu dokunun temeli örneğin Türkiye’de Türk ulusal nitelikli bir devrimcilik arayışıdır. Batıcıların Türk ulusalcısı olması anlaşılır, ama Doğucuların Batı’yı temsil eden “Rum”a karşı mücadele eden bir ‘doğal Doğu’ hareketi olarak Kürt Hareketini atlaması açıklanmaya muhtaçtır. Burada Galiyevcilik de gündeme getirilmektedir. Namlusunu devlet aygıtına yöneltmiş bir Türk ulusalcılığı var olabilirse, bu bizim bağlaşığımız olabilir. Zira, bu ulusalcılık zaten somut olarak Kürt düşmanlığı üzerinden bir hareket gerekçesini aşacaktır.

● Marksizm işçi sınıfının ideolojisi –ya da çoğu örnekte aynı anlamda, bilimi– değildir. Bilakis, işçi ideolojilerinin dar-görüşüne karşı mücadele içinde belirmiş ve gelişmiştir. Marksizm, ideolojik olarak, bir din gibi kapsayıcı olmak bakımından, ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olarak şekillenmiştir. Bu, bazı yerlerde işçi hareketinin, bazılarında köylülerin, bazen ezilen bir ulusun, dinsel topluluğun, tercihen bir mücadele birimindeki ezilenlerin tümünün kurtuluş ideolojisi olarak belirebilir.

Marksizmin işçi sınıfıyla ilişkisi, tarihsel bir ilişki olarak işçi hareketiyle Marksist hareketin ilişkisi olarak anlatılabilir. Ancak bu ilişkinin teorik veçhesinin ne olduğuna ilişkin tayin edici meseleler sürüp gitmektedir. Marksizmin işçi sınıfıyla ilişkisi her şeyden önce, teorik niteliktedir. Tarih bilimi, kapitalizmi bilgi nesnesi edinirken, bu üretim tarzının canlı emek gücüne toplumsal karşılık olarak “işçi sınıfı” demiştir. Buradaki bir kavramdır ve kavramın, üretim güçleri içinde canlı üretim gücü olarak ortaya konmasıyla, şu ya da bu ülkede ya da bölgede, fabrikada eylem yapan işçiler ile bu kavramsal varlık arasında kategorik bir ayrım vardır.

Ne bilim politikaya, ne de bilimsel bir kavram olarak işçi sınıfı şu anda ve yerdeki işçilere karşılık gelir. Pozitivizmin ampirik türünün artık kabalaşmış bu görüşünün Marksist çevrelerin hakim görüşü olmasının Marksizmin ne teorisiyle ilgisi vardır, ne de bugünkü politik ve ideolojik ihtiyaçlarına bir yanıt oluşturabilir…

Bu yaklaşımın, işçi sınıfının mücadelesinin bir dönemin kapitalizminde yükselmiş olması, bugünün kapitalizminde geriye çekilmesi, ya da yeniden eskisi gibi yükselmesi görüşleriyle ilişkisi yoktur. İşçi sınıfı kapitalizmin temel ezilen sınıfıdır, ama bu sınıf bir politik konjonktürde hareket halinde olan işçi topluluklarında somutlanmaz. Bu “özcü” ya da kısa devreci, yaygın olarak pozitivist bir epistemolojidir. Marksistler dahil, herhangi bir politik hareketin bir konjonktürde, ya da bir olaylar tarihinde ilişkileneceği bir sınıf yoktur. Öte yandan, politika, her olayın ardındaki esas failin aranacağı bir işleme izin veremeyecek denli acil bir eyleyiştir. Esas failin güya bulunmasının da hiçbir politikacıya hayrı dokunmuş değildir. Yani, Teori ve Politika’nın işçiciliğe karşı çıkışı, herhangi bir tarihte geçerli ama içinde bulunduğumuz tarihte geçersizleşmiş bir sınıf anlayışına değil, kapitalizm boyunca geçerli olan ve tamamen teorik bir yaklaşıma dayanmaktadır. Söz konusu olan, sınıfın olduğu düzlemle öznelerin politik faaliyetinin yürüdüğü konjonktürün birbiriyle ilişkisizliğidir. Deyim yerindeyse, Teori ve Politika, tarih bilimsel kıtanın toplumsal düzleminde işçicilerden daha güçlü ve kategorik terimlerle “işçici”dir; işçi sınıfının tarihsel rolüne kategorik önem ve yer verir. Zira, değme işçicilerin bile, işçi sınıfının tarihin yapılması misyonundan bir tarihte çekilmiş olduğu ama nihayet son yıllarda geri geldiği türünden, sınıfın tarihsel rolünü olaylara indirgeyen yaklaşımlarına tanık olundu. Söz konusu toplumsal düzlemde, tarih, hep ve daima sınıf mücadeleleri tarihidir. Toplum, sadece ve ancak sınıfsal bir bileşim olarak tanımlanabilir. Bu anlamda, örneğin Kürt Hareketi de sınıfsal terimlerle anılmalıdır, İslamcı hareket de, ve sınıf dışı olarak nitelenen öteki hareketler de…

● Tarihi öznesiz bir süreç olarak ele almak Marksizmin bilim bileşeni bakımından nasıl zorunluysa, mücadeleyi özneli ele almak da Marksizmin politika bileşeni bakımından aynı ölçüde zorunludur. Marksizmin devrimcilerde vücut bulan politik kimliği anlayışının altında bu görüş yatar. Bu Marksizm anlayışı açısından, mücadelenin öznesi dışımızdaki bir varlık olamaz. Mücadelenin öznesi bizzat mücadelenin kendisi tarafından yaratılır ve bu özne devrimi yapar! Zaten yapmak ya da etmek bir özneye mahsus değil midir? Ne ezilen işçiler ne de öteki ezilenler kendinde öznelik niteliği taşır. Mücadele eden özne olur; ve devrimi yapar. Bu, Marksizmin Leninizm kategorik uğrağından geçen biri için “örgüt”tür.

Bu bakımdan önemli olan, örgütü, mücadele verilen ölçekte bir özne haline getirmektir.

Bu konu, “proletarya diktatörlüğü” kavramı için de geçerlidir. “Proletarya diktatörlüğü” tarih bilimsel bir kavramlaştırmadır ve kapitalizmle komünizm arasında bir geçiş döneminin varlığını göstermektedir. Dolayısıyla, bu kavramın politik mülahazalarla –sözgelimi, 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerinin kötü mirası gerekçesiyle– geri çekilmesi söz konusu olamaz. Fakat, bu kavramı politik olarak ele alamayız. Proletarya özne değildir, öznelik niteliği taşıyan, örgüttür. Devrimden sonra somut olarak diktatörlük, yani bilimsel olarak bir sınıfın öteki sınıf üzerindeki egemenliğini belirten bir kavram olarak değil, politik olarak, düşmanları bastırma aygıtı olarak diktatörlük, devrimi yapan örgüt eliyle uygulanır –soyut bir proletarya eliyle değil. Nitekim, olmuş olan da tam budur.

● Politika, ne bir sınıf politikasıdır, ne de ilke politikası. Marksist bir politik örgütün izleyeceği politikanın tek sağlaması, örgüt olarak, güç ve kudret edinmek, ve iktidar olmaktır. İktidar olduktan sonraki iş, başarıyla sürdürmektir. Zaten, politikanın yapıldığı konjonktür, yapısı gereği öznel dışlaşmaya kategorik olarak kapalıdır; bu anlamda konjonktürle bilgi ilişkisi kurulamaz. Sol harekette yaygın bir akademistik sapma olarak, her özgül olayın “teorik arkaplanı”nı çıkarmak ve öylece taktik izlemek, tipik Aydınlanmacı özne anlayışının bir tezahürüdür ve Teori ve Politika, Aydınlanmacılığa bu bakımdan da uzaktır. Bilen özne, bilgisine uygun şekilde uygular!

Hal böyleyken, doğası belirsiz olan konjonktürün içinde eyleyen politik örgütün politikası da bir belirsizlikler ve karmaşıklık ortamında her an ve an yeniden kurulan bir işlemdir.

c) Marksizmin politik ayıraçları:

    ‘Kürt-İslam-şiddet’

● Kürt-İslam-şiddet olarak belirlenebilecek üç terimin bileşiminin bize Marksist politik özneyi vereceği görüşündeyiz. Bu üçlü, günümüzde Marksizmin politik alandaki yoğunlaşmasını ifade etmektedir. Politik olarak Marksist olan ile olmayanı bu üçlünün ayıracı sayesinde tanılayabiliriz.

● Marksizmin ülkesel özgülleşmesi olarak, Kürt ulusal hareketi ile dünyasal İslamcı hareketin devrimci dinamik ve etkilerini görmek… Burjuvazinin ilerici tarihsel misyonu anlayışına dayanarak Kemalizmin tarihsel ve güncel rolüne politik değer atfeden devletlü eğilime karşı durmak. Devrimin dinamiklerini, açığa çıkmış ya da çıkmaya hazır gerçek ilişki ve güçler arasında aramaya yönelmek.

1970’lerin başlarında İslam başlığı gündemde yoktu, ama öteki ikisi Kemalizmle birlikte Marksizmin politik ayıracı konumundaydı. Daha yerinde bir ifadeyle, İslam başlığı Kemalizm başlığına içerilmiş bir şekilde uykudaydı, ama günümüzde, Kemalizm, Kürt-İslam-şiddet üçlüsünde içerilerek ötelenmiştir.

● Baş düşmanı devlet aygıtı olarak belirlemede herhangi bir bulanıklığa meydan vermemek. Soyut bir emperyalizmin veya soyut bir burjuvazinin (kapitalizmin) mücadelenin hedefi olarak saptanmasının devrimci olmayan politik doğasını açığa çıkarmak. ‘İç’ düşmana karşı en uygun stratejik düzenlemenin ‘iç’ savaş olduğunu ve güçlerin buna göre düzenlenmesini öngörmek. İç savaş yaklaşımının günlük karşılığı olan pratik devrimciliği kazanılmış mevzi olarak canlı ve hazır tutmak. Devrimci olmayan dönemde (de) devrimcilik yapabilmek.

İlk kuşak devrimciler, bu ayrımı gayet açık bir şekilde yapmış ve, devrimin “ulusal” yanının ikincil, “demokratik” yanının birincil olduğunu ifade etmiştir. 1980’lerin ortasına değin bu devrimci öncelik korunmuş, ama sonra değişmiştir. 1980’lerde sol hareketi sınıfçılık anlayışı sarsmış, ve düşman olarak –devlet dururken– burjuvazi bellenmiş, buna 1990’ların ikinci yarısından itibaren –devlet dururken– emperyalizm eklenmiştir. Türkiye, emperyalizme bağımlı bir ülkedir; ne bir sömürgedir, ne de emperyalist şu ya da bu odağa herhangi bir hareket alanı kalmaksızın bağlıdır. Bu bakımdan, Türkiye’de emperyalizmi de devlet aygıtının kendisi temsil etmektedir. Emperyalizm içseldir.

● Şiddet-politikayı sürdürülebilir kılmak, ezilenlerin dinamik kesimlerinin ideolojik engelleri aşarak dolaysızca içinde olmak…

Devrimcilik devrimci düşünceler değil, devrimci eylemin kendisidir. Devrimcilik Marksist niteliğe dışsal ve ‘gerektiğinde’ verili özne tarafından başvurulacak bir araç değil, özne’yi kuran fiili niteliktir.

Ezilenler, şiddetten arındırılmış egemenlik alanında yapılması serbest –yasal ya da meşru– olanın politika olmadığını, kendilerini özne kılacak bir eylemin ancak şiddet tekelinin kırılmasıyla yaratılacak ‘boşluk’ta ortaya çıkabileceğini eylem-bilgisi olarak edinmek durumundadır.

● Kürt hareketiyle somut politik, İslamcılıkla ilgili gelişmeler karşısında ise, somut ideolojik –ve daha zayıf olarak politik– tutumların öne çıktığı bir dönemdeyiz. Kürt hareketi, devlete karşı mücadele eden gerçek varoluşuyla yanı başımızda durur ve bizi her an sınamaya tabi tutarken, İslamcılıkla ilgili gelişmeler de, ülkede İslamcı bir politik devrimci hareketin yokluğunda, ideolojik pozisyonumuzu ve dolayısıyla politik yer alışımızı günbegün sınıyor. Bu iki başlık, canlı ve kritik nitelikler gösteriyor.

* * *

Kürt ve İslam’da alınacak uygun pozisyonun ‘teorik karşılığı’ aslında Aydınlanmacılığın dışında olmaktır. Bunun epistemolojik izdüşümü Teori ve Politika’nın teorik-politik varoluşunda görülebilir.

Kürt ve İslam, Marksizmi teorik, politik ve pratik genelgeçer şablonların tasallutundan kurtarmada operasyonel işlevlere sahip iki ‘konu’dur. Bu ‘sorun’lar olmasaydı, sadece sınıflar ve organik ideolojileri ve politik temsilcileri arasında sade bir diziliş olsaydı, mücadele ne kadar kolay, Marksist olmak ne kadar basit olurdu. Gerçek ilişkiler içinde Marksist olmak iddiasıyla varolan bir öznenin bu gerçek ilişkilerin karmaşıklığını görmezden gelme, onu kafasındaki yalın şablona uydurma lüksü yoktur.

* * *

Kürt hareketinin varlığı Türkiye devrimci hareketi için ne ifade etmektedir? Bir kere, ortada Kürt hareketiyle “ittifak” kuracak, mücadele birliği sağlayacak bir “mukabil-özne” olarak Türkiye ayağı yoktur. Dolayısıyla, Kürt hareketiyle birlikte mücadele adına, “ulusal ve sınıfsal hareketin mücadele birliğinin gerçekleştirilmesi” gibi bir ifadenin gerçek ve politik bir karşılığı bulunmamaktadır. Kürt hareketinden gelen birlikte mücadele talebiyle, Türkiye devrimci ve ilerici hareketinden yöneltilen birlikte mücadele talebinin mahiyeti farklıdır. Türkiye devrimci ve ilerici hareketi, kendi ideolojik niteliğini bir ağırlık faktörü olarak ortaya sürmede herhangi bir beis görmemektedir. Bu, pratik bir materyalizm bakımından ders niteliğindedir. İdeolojik ağırlığın politik-toplumsal ağırlığa karşılık gelecek bir niteliği olduğunu ileri sürmek, idealizmin şahikasıdır ve Türkiye sol hareketinin mensuplarının çoğu bunu hep yapmaktadır.

Kürt Hareketi toplumsal ve politik bir varlıktır. Ancak karşı tarafta, bir sınıfsal hareket de yoktur, sınıfsal hareketle bağlantılı ya da ayrı, ama ağırlıklı bir politik hareket de yoktur. Türkiye devrimci ve ilerici hareketi, işçilerle de, Türk olan öteki ezilen ve emekçi kesimlerle de adlı adınca bir bağlantı içinde değildir.

Bu durumda, Kürt Hareketinden uzak durup, gerekirse öncelikli bir “sosyalist işçi” temsili/kimliğiyle, ikincil olmaya mahkum bir “ulusal” kimlikli hareket arasında birlik tartışması yapmak, “zihniyet olarak” gericidir. Öte yandan, Kürt Hareketiyle dayanışmayı da, bu hareketin en kritik zamanlarda yanı başında olsa da, aynı terimlerle ifade etmek anlayış bazında aynı şekilde sorunludur.

● Sınıflar her zaman mücadele eder. Fakat, “efendisinin önünde eğilirken sessizce osuran köle”ninki türünden bir mücadelenin, ezilenlerin verili ilişkiler ortamında “yaşama ve direnme stratejisi”nin Marksist politik açıdan önemi yoktur. Bu “direniş” türü tarih bilimsel çalışmalar için anlam taşıyabilir. Ya da, arkasında onbinlerce şehit barındıran bir hareketi, ekmek ve sendikal örgütlenme kavgasında neredeyse hiçbir kan dökmemiş bir “sınıf”la eş tutmanın hiçbir politik gerçekçiliği yoktur. Buradaki tek gerçekçi tutum, bu sınıf adına kendi grubunu Kürt bağlaşığın karşısına çıkarmak türünden bir cinfikirli hesapta yatmaktadır!

● Türk halk yığınlarıyla yakınlaşmada, Kürt Hareketinin tarihsel ve politik hakkını teslim etmek hala en büyük engel konumundadır. Bu sorunun nasıl çözüleceğinin reçetesi yoktur. Türk halk yığınlarında ne bir “emekçi yurtseverliği”, ne bir “emekçi anti-emperyalizmi” vardır. Türk halk yığınlarında, devletin zaferinden veya üstünlüğünden beslenen Kürt düşmanlığından kaynaklanan bir ‘yabancı düşmanlığı’ söz konusudur sadece. Bu da, tarihi, kendi başlarına bırakılsa, kötüler müdahale etmese, “halkların barış şöleni” olarak değerlendirme eğilimindeki saf hümanitaryen solculuğun hülyalı dünyası dışında, anlaşılmayacak bir husus değildir.

* * *

● Türkiye’de İslamcılık genel bir akım olarak eğer açıktan devletlü değilse devlete yaranmak üzere hareket edegelmiştir. Bu bakımdan, İslamcı hareketin genel eleştirisine yaygın olarak katılmamak mümkün değil. Fakat, 1) Türkiye devrimci hareketinin halkın Müslümanlığını bir engel gördüğü tarihsel bir veridir. Halkta şu ya da bu nedenle “Allahsız komünist” zihniyeti oturmuştur. 2) İslamcı hareketin, Türkiye’de zayıf da olsa, dünyadan kaynaklanan devrimci dinamikleri görmezden gelinemez. Bunun Türkiye’ye yansıması eylemlerle yeterince oluyor.

● Devrimciler, halkla önsel olarak ayrı saflardadır. Fakat bu, “halkın geriliği”ne karşı önsel olarak laikler ve modernistlerle aynı genel safta olunması anlamına gelemez.

Genel olarak Türkiye sol hareketi, Kemalizmin tarihsel ileriliğinin politik mücadele için uygun bir zemin olduğunu benimsemiştir. Devrimcilerin de pratiklerine rağmen ve en önemli bazı devrimci özneler şahsında pratikleriyle birlikte, zihniyeti asıl olarak hep bu olagelmiştir. Kemalizmin tarihsel ileriliğiyle hiçbir politik ilişki kurmama şeklindeki Marksist tutum Türkiye’de Marksizmin de politik başlangıcı olarak kaydedilmiştir. Fakat bu, varlığını etkili ve güçlü bir gelenek olarak duyuramamıştır.

Cumhuriyetin kazanımları ve laiklik gibi ne idüğü belirsiz birtakım kabullerin Türkiye sol hareketinin kahir ekseriyeti tarafından da kabul edilmesinde şaşılacak bir şey bulunmamaktadır. Genel olarak dünyasal sol hareketlerin ortaya çıkışlarıyla aynı türden bir dinamiktir bu. Fakat, Türkiye’de ve dünyanın öteki bölgelerinde “burjuvazi”nin tarihsel ve bazı örneklerde politik ileriliğiyle ilişkilenmeyi bilinçli olarak kesen Marksist damarlara hep rastlanmıştır.

Cumhuriyetin diniyle halkın dini arasında her zaman bir açı oldu. Halkın dini de, politik ve ideolojik belirimler itibarıyla ezilenlerin dini şeklinde olmadı; yaygın olarak Cumhuriyetin kurumlarına oynayan bir İslamileşmenin dayanağı oldu. Ama, sol hareket, genel olarak hep Cumhuriyetin dini tarafında olmayı veri kabul etti. Laiklik doğal olarak solcuların da benimsemesi gereken bir ilkeydi; İslam genel olarak Cumhuriyet ideolojisine göre gerici bir dindi.

Hal böyle olunca, devrimci hareketin yönelebileceği kitle ancak Cumhuriyetin ideolojik terbiyesinden geçmiş olanlar arasından çıkabilirdi. Halkın öteki kesimleri bağnaz karanlıkta faşizmin ve gericiliğin ellerine terk edilmiş oluyordu.

İşte ‘İslam’ başlığı bu döngüyü kırmaya bir çağrıdır. Hatta, devrimci mücadelenin esas olarak bu yeni taze alanlara yönelmesi davetidir. Böylece, “halk dini”nin kendiliğinden ilerici, düzen ve devlet karşıtı olduğu şeklinde bir yanılsamaya mı kapılınıyor? “Halk dini” diyerek, halkın İslami bağnazlığına şirin mi görünmek önerilmektedir?

* * *

● Türkiye devrimci hareketinin yaşadığı sorun ve Türkiye’nin devrimsel sürecinin yaşadığı sorun, devrimci hareketin enerjisinin hangi tarafa yöneltileceğini de gösterecektir. Türkiye’nin istikrar kazanması ve düzenle rejimin konsolidasyonu devrimsel süreci ya öteleyecek ya da belli bir vadede iptal ettirecektir. Bu yüzden, bozgunculuk, Türkiye devrimci hareketinin temel bir politik strateji vizyonu olmalıdır. Belki devrimci hareket bunu bugünden yapamaz, ama bu sürece hazırlığı öngören bir çalışma ve konumlanma, iç savaş perspektifine göre örgütlenme zorunlu bir ayıraç olarak beliriyor. Devrimci hareketin varoluş tarzı zaten iç savaşa göreydi. Bu, ‘post-devrimcilik dönemi’nde belirgin bir zayıflama gösterdi, ama devrimci hareket devrimci olarak kalmayı korudukça bu tarza göre konumlanmayı da sürdürüyor demektir.

Türkiye’de devrimci sürecin, eğer iptal edilmezse, uzun sürecek ve iç savaşı içerecek bir “ikili iktidar mücadelesi”yle yürüyeceğini öngörmek zorunlu görünüyor. Bu, stratejik nitelikte bir husustur. Bu yaklaşımda, Türkiye sol hareketini baştan beri bölen bir ayıraç varlığını korumaktadır: Devrimci olmayan dönemde yapılmak durumunda olunan devrimcilik.

● Türkiye devrimci hareketinin tarihsel yükümlülüğü Kürt Hareketiyle dayanışmak, politik görevi Batı’da Türk ve Sünni halk içinde devlete karşı kudret sahibi olmaktır.

Bu yönelim, ne Sünniliğin ne de Türklüğün hakim niteliğiyle uzlaşma anlamına gelir. Önerdiğimiz, Sünnilik ve Türklüğün devletlü niteliğiyle, kıyasıya, dişe diş ama muhakkak içeriden yürütülecek bir mücadeledir. Türkse başına çuval geçirilmeli, Sünniyse aşağılık bir devletlü olarak hakir görülmelidir. (PKK tarihinde devrimci Kürt bireyinin yaratılması mücadelesi hatırlansın.) Devletten kopamayan hiçbir yönelimin çağrı hakkı olamaz. Devletten kopamayan, kapıkulu ve kapılanma geleneğini kıramayan hiçbir tepkinin geleceği olamaz. Türk ve Müslüman halk kitleleri acımasızca eleştirilmelidir, ama uzağa çekilerek değil, yabancılayamayacağı kadar içeriden. Bu işlemde, halkın gelenek ve kültürünün derinliklerinde yaşattığı bazı olumlu temalar yakalanmalıdır.

Devrimci hareketin stratejik misyonu bu ikili varlığı dikine yarabilmektir. Türk ve Sünni ezilenlerine dayanan ve karşı tarafla, yani mücadele eden Kürt ve Alevilerle ‘işbirlikçi’ bir devrimci cephe açılmadıkça Türkiye’de menziline ulaşacak bir devrimci hareket olasılığı yoktur. Bu yaratılmazsa, ya devrimci hareket Kürt hareketiyle birlikte ezilecek, ya da Kürt hareketinin başarısıyla eşzamanlı olarak boşa çıkmış devlet hışmı Türkiye devrimci hareketine yönelecek ve onu bitirecektir. İç savaş perspektifinin, Kürt ve İslam çapraz öğeleri olmaksızın ele alınması, şimdiden işaretleri görüldüğü üzere, anakronik bir devrimcilik yaratmaya adaydır.

● Kürt-Türk ve/veya Alevi-Sünni iç savaşında, ilk taraflarda yer alacak bir devrimci cephenin şansı yoktur. Türkiye devrimci hareketinin stratejik yaklaşımı, Türk ve Sünni tarafta birer köprübaşı oluşturmaktan geçer. Bunun yaratılamadığı koşullarda Türkiye devrimci hareketinin geleceği yoktur. Çünkü, iç savaşın Kürt tarafı kendi ayrı öznesini yaratmıştır; Türkiye devrimci hareketinin burada yapacağı ‘özel’ iş kalmamıştır. ‘İç’ savaş bu düzlemde sürmektedir. İkinci olarak, olası iç savaşın Alevi tarafı ise, devrimcilik açısından bir yandan tüketilmiştir, öte yandan yetmezlikle maluldür. Alevilere dayanan veya Alevi-Kürt bağlaşmasına dayanan bir devrim olasılığı (Batı tarafında) söz konusu edilemez.

Böylece teorik bakımdan Aydınlanmadan kopuş olarak beliren etmen, politik bir zorunlulukla da birleşmektedir. Türk halk kitleleriyle temas kurabilmek.

● Türkiye devrimci hareketi, genel olarak ilerici hareketin toplumsal dayanağının egemen ideo-kültürel kozmosunun dışına çıkamadı. Ağırlıklı olarak 1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye devrimci hareketi, laikleşme sürecine girmiş toplum kesimlerine yönelmiş ve daha geri durumdaki Müslüman tepiyi faşistlere terk etmişti. İdeo-politik olarak Kemalizmi ve somut bir yapı olarak CHP’yi net olarak karşısına alan hareketler olduğu halde, devrimci hareket, bu paradoksu kıramamış, ve tarihsel ilerleme teorisinin haklılaşmasının bir örneği olarak, burjuvazinin “Aydınlattığı” ve, feodalizmin ve feodal ideoloji olarak dinin etkisindeki “geri”lere karşı “ileri”nin temsilini gerçekleştiren alt tabakalarla çalışmıştır. Bu tarihi yargılamanın gereği bulunmuyor; bugün içinde bulunduğumuz koşullara bakmak gerekiyor. Söz konusu yıllarda devrimci mücadeleye kan ve can veren toplumsal kesimler artık başka ideolojilerin ve politikaların “askeri” durumunda. Devrimci hareketin eski birtakım mensuplarıyla, ilerlemeci bazı ilerici akımlar, hala ve yeniden bu kesimlerin yeni kuşaklarına hitap etmeyi tercih etmektedir.

● Bu durumda, sol hareketi, iç savaşa dönük duranlar ve durmayanlar olarak ikiye ayırmak politik açıdan verimli hale gelmektedir. Zira, bu ayrım, genel olarak devrimci olan ve olmayanların çizgisel bir devamı olarak belirse de, bazı örtüşmezlikler de taşımaktadır. Günümüzde devrimci duruşunu koruyan bazı öznelerin işçici-sosyalizmci tarzlarının iç savaşa dönük olmadığını vurgulamak gerekmektedir. İç savaşa dönük durmayan bir politik özne için, Kürt hareketi, “sınıf mücadelesi ortamını dinamitleyen bir oyunbozan”dan başka bir rol üstlenemez.

Devrimci hareketin dönemsel durumunun, değil bir iç savaşın olanaklarını değerlendirmek, kendini yeniden üretmeye bile yetmediği ortadayken, devrimci tavır, iç savaşa karşı istikrar ve sınıflar arasında “klasik” mücadele, sınıfa karşı sınıf hattını inşa etmeye mi dönük olmalıdır? Bu iki politika tarzı arasında bir bağlantı olmayacağı açıktır.

Şiddet bir yandan devrimci politikayı kurucu bir öğedir, öte yandan pratik olarak ‘eşitliği’ kullanabilen yararına bozan eşsiz bir unsurdur. Bu yüzden, şiddetin sürdürülebilirliği, bir hareketin devrimciliği için tayin edici nitelikte bir gerekliliktir. Bu, bir şiddet kutsaması değildir; şiddete ilişkin Aydınlanmacı zihniyetin dışına çıkmak ve materyalist olmaktır sadece. “Strateji”ye uygun hareket tarzı da, “strateji” de budur. Uzun, çoklu ve eşitsiz bir mücadele tarzı, iktidar boşluklarına bitimsiz oynama çabası.

Şiddet üzerinde yükselecek bir devrimciliğin argümanı, eleştirisini de içerebilmelidir. Bu, öznesini her yeni konjonktüre avantajlı olarak taşıyabilmelidir. Örneğin İran’da, şiddet politikası güden devrimcilerin gücü devrim konjonktüründe enerji açığa çıkarmaya yetemedi. Bu konjonktüre devrimciler esas olarak tükenmiş olarak girdi ve devrimcilerin politik yolu Humeynici İslamcılarca devşirildi.

● Bir devrimcilik sürecinin “lojistik alan”a, bir cephe gerisine sahip olmadan yürüyeceğini sanmak gaflettir. Kürt Hareketi, sürekli olarak bir cephe gerisine sahip olmuştur. Filistin Hareketi bu cephe gerisini yitirdiğinden kesin bir düşüş gösterdi. Türkiye devrimci hareketi için bir cephe gerisi tesis edilememiştir. Bir zamanlar hapishanelerin ve Batı Avrupa ülkelerinin bu işlevi gördüğü söylenebilirdi. 1970’ler ve ‘80’ler boyunca Türkiye devrimci hareketinin bazı üyelerinin Lübnan’da üslere sahip olduğu biliniyor. Gelişmelerin bölge devletlerinin istikrarı yönünde olmasının devrimci hareketin gelişmesi açısından hiç de iyi olmayacağı gayet açıktır. Kürt Hareketinin Güney Kürdistan’daki cephe gerisini kaybetmesinin çok ağır sorunlara yol açacağı kesin gibidir. O yüzden, Kafkasya ve Balkanlar ile, Irak, Suriye ve İran’da istikrarsızlığın devrimin kaderi bakımından hayırlı olacağını söylemekte hiçbir mahzur yoktur. Biz dumanlı havayı seven kurtlar olamazsak, dingin çobanların huzursuz kuzusu olmayı seçmişiz demektir.

Büyük kentlerde varoşların cephe gerisi rolü oynayıp oynamayacağı henüz kesin bir güçle test edilemedi. Ağır bir toplumsal ve politik krizin patlak vermesi bu yöndeki potansiyelleri açığa çıkarabilecektir.

● Kürt-İslam-şiddet üçlüsünün eleştirisi nasıl yapılabilir?

Kürt açısından; bir güç açığını kapatma işlevi olabilir. Türkiye solunun öteden beri güçsüzlüğünü ikame stratejisi, kendine ideolojik bir yer biçmek ve sözümona ‘ideolojisi olmayan’ bir gerçek gücü hegemonyasına almaktır. Bunun önde gelen tarihsel karşılığı ordu olmuştur. Bugün de, Kürt Hareketinin tarihsel rolünü anlamanın böyle bir sakıncası olabilir. ‘Kürt maddesi’nin ‘sosyalist özne’nin eli ayağı olması! Bu soruna karşı en uygun duruş, Kürt Hareketiyle dayanışmanın, Türk ve Sünni halk kitlelerinde köprübaşı tesis ederek gerçekleştirilmesidir. Bir güç ile gerçekleşmeyen dayanışmanın Kürt Hareketi için tarihsel bir anlamı olabilir ama politik karşılığı olmamaktadır ve olmayacaktır.

Buradaki sorun, aslında ‘işçi sınıfı’nın da bir güç ikamesi olarak işlevlendiğidir. Türkiye sol hareketinde, işçi sınıfı hiçbir zaman gerçek bir karşılık değil her zaman bir simge olarak işlevlendi. İşçi sınıfı tarihin devrimci öznesiydi; politik heyet, işçi sınıfını fiilen olmasa da ideolojik olarak temsil ediyordu. Sınıf, ideolojisini, onun temsilcileri şahsında, yarın nasılsa bulacaktı! Tarihin devrimci öznesinin temsilciliği, öznesine büyük avantaj sağlayan bir unvandı. Böyle bir simgesel gücü ardına alan politik-ideolojik özne, artık gerçek güçlerle –ordu, Kürtler, …– ittifak ya da yaslanma ilişkisi kurabilirdi! Fakat hiçbir simge hiçbir gerçek ihtiyacı gideremez.

İslam açısından; Marksizmi bir üst-ideoloji olarak kuramadan, İslami ideolojiyle iç içe geçmek ve bir tür İslami sosyalizme yönelmek… Bunun bile bir sorun olmayacağı söylenebilir belki ama kesin sorun, bu yolla devletle uzlaşmanın ya da onun nüfuzuna girmenin tehlikeli kapısının açılmasıdır. Sol harekette henüz bu tür bir örnek görülmemekle birlikte, Kürt ve şiddetin aynı öznede varlığının, bunun doğurabileceği tehlikeleri bertaraf edeceği öngörülebilir. Sol harekette, şiddet unsuru eşliğinde ama Kürt ve İslam unsurunun yokluğunda bir devrimcilik dar bir alanda sürdürülebilmektedir. Şiddet unsuru çekildiğinde, ortada, en az birkaç gözden kaçmaz örnek nezdinde, laik ve sınıfçı bir devrimci-olmayan solculuk kalmaktadır.

Şiddet açısından; Teori ve Politika’ya yaygın eleştiride olduğu gibi bir şiddet tapıncı ve kutsaması geliştirmek –hem de böyle bir pratik içinde olmaksızın! Şiddet konusundaki görüşlerimizin dolaysızca Aydınlanmacı ya da bu kozmosun etkisinden sıyrılamamış Marksistler bakımından “Marksizm-dışı” görüldüğünü biliyoruz. Fakat bunun teorik bir önemi olduğu kanısında değiliz. Marksizmin devrimci tezi, bu meseleyi teorik ve politik olarak çözmeye yetecek güçtedir. Ancak yine de bu konu, tarihsel Marksizmde hazır ve nazır bir varoluş arz etmiyor; ayrıştırılması gereken temel yönler barındırıyor.

Öte yandan, biz, ezilenlerin ezenlere dönük şiddetini genel tarihsel açıdan hiçbir şekilde yargılama konusu yapmaksızın onaylıyoruz. Ancak bu, politik olarak, her örnekte böyle olmak anlamına gelemez. Bir kere, devrimci nitelikte şiddetin kurucu konumunu kabul ederken, devrimci öznenin her an ve an şiddet pratiği içinde olması gerektiği gibi bir vulgarlaştırma içinde değiliz. Devrimci öznenin bir dönem boyunca şiddeti temel bir yön olarak taşıması gerektiğini kabul ediyoruz. Yani temel yönlerden biri olarak ve dönem boyunca tanınabilir nitelikte şiddet pratiği… Bir devrimci özne, bir dönem boyunca, devrimci bir varoluş sergilemeyebilir. Bu durumda, söz konusu özne fiilen devrimci değildir, devrimciliği bir kabul olarak vardır. Zira, reformculuk döneminden sonra, devrimcilik döneminde artık devrimcileşemeyen ölü devrimci örgütler yığınıdır geçmiş tarih.

d) Marksist teorinin kurucu işlevi

İçinde bulunduğumuz koşullarda, yukarıda sıralanan unsurların, her birinin ötekine ulaşılmasını sağlayıcı organik nitelikte bir genel bütünlük oluşturabileceğini ileri sürüyoruz. Biz gerçi, öteden beri, bazı politik hareketlere bu unsurların birkaçını nesnel olarak yakıştırıyorduk. Ancak bugün vurgu, eksikli de olsa ‘olmuş olan’a değil, mümkün mertebe tam bir ‘gerçekleşme hedefi’ne yapılmalıdır. Yani bu konumdan, Kürt-İslam-şiddet unsurunu yakıştırdığımız politik öznelerin tereddütlerini, bu yolda ilerlemede gösterdikleri tutukluğu vurgulamak asıl olacaktır.

Türkiye sol hareketi genel olarak son yıllarda birinin etkisi henüz oturmadan ikincisinin ve üçüncüsünün saldırısına maruz kaldığı gelişmelerin art ardına gelen anaforundan kendini kurtaramıyor. Gelişmeler neredeyse her örnekte teorik referanslar da buluyor. Özneler, karmaşa içinde yollarını bulmaya çalışırken, teorik ve teori yerine geçen ideolojik yol gösterici ve fenerler arıyor ve ‘buluyor’. Bunlar, sol hareketin ve Marksist hareketin kendini yeniden kurmasına vesile olacak boyutta gelişmelerdir.

Günümüz koşullarında, pratik-politik varoluş tarzlarının teorik yoksunluğunun politik etkileri daha belirgin olacaktır. Çünkü, pratik devrimciliğin kesin bir ağırlık olarak etkisinin azaldığı ve koruyucu işlevini yitirmekte olduğu koşullardayız. Teorik bir kuruculuk, giderek daha da yakıcılaşan bir gereksinim haline geliyor, zira, başka bir tür Marksizm anlayışı, geri dönüşsüz etkiler doğuracak şekilde kendini gösteriyor. Marksizmin, bu türden bir Marksizm olarak ve bu türden Marksistler elinde kaybolup gitmesine izin verilmemeli; ezilenlerin kurtuluş ideolojisi ve mücadele silahı olacak bir bütünsel Marksizmin kurucu pozisyonunu almak için çetin bir uğraşa girişmekten kaçınılmamalıdır.

Karşılıklarını belirlemeye uğraştığımız Marksizm anlayışı, kendini, önceki dönemlerden daha net ve ayırıcı tarzlarda ortaya koymak durumundadır. Türkiye’de Marksizm alanının bu bakımdan çok hazırlıksız olduğunun ayırdındayız. Özgül etkimizin kahredici bir şekilde zayıf olduğunu da biliyoruz. Ancak, her durumda, nesnel ihtiyacın bu olduğunu da ısrarla ve döne döne görüyoruz.

Bugün Türkiye’de söz konusu ‘programatik’ rotaya bilişsel olarak kararlı bir şekilde veya nesnel bakımdan geri dönülmez bir tarzda girmiş bulunan herhangi bir politik özne yok. Bunun sancılı ve gelgitli bir oluşum süreci olduğunu biliyoruz ve süreci devrimci tarzda yaşayan birkaç örgüt, oluşum ve grubun varlığını kaydediyoruz. Ancak ne olursa olsun, giderek zayıflamaktaysa da, Marksizm varlık merkezini hala pratik-politik alanda ve dolayısıyla bu alandaki Marksistlerde bulmaktadır.

Türkiye’nin devrimci hareketinin tamamı kendini “Marksist-Leninist” kabul eder. Bu, Marksizmin geçen yüzyıl boyu süren ve ezilenler hareketinde kurduğu hak edilmiş bir nüfuzun sonucudur. Türkiye’de son on-onbeş yıldan beri “sol alan”da anarşizm gibi birtakım Marksizm dışı yönelimler oldu, fakat bunların hiçbir ciddi varlığı kaydedilmedi. Oysa 1990’lardan itibaren, İslamcı kesimde birtakım cereyanlar estiği izleniyor. Bu kesimde, genel olarak ilerici denebilecek bir yoğunlaşma var. Devrimcileşme belirtileri gösterse de bunu sağladığı söylenemeyecek olan birtakım İslamcı hareketler ortaya çıktı. Bir yandan, ilerici denebilecek ve sol hareketin bazı mensuplarının yan yana durma konusunda sıkıntı çekmediği İslami oluşumların varlığı gözlenirken, öte yandan, tamamıyla ilişkisiz bir alanda ve “Selefi” denilen, gayet radikal bir hareket tarzına sahip ve El Kaide’nin nüfuzunda olduğu söylenebilecek pratik savaşçı İslami oluşumlar mevcut. Türkiye devrimci ve ilerici hareketi, bu gelişmeleri açıklamada sıkıntılarla karşılaşmak yanında, bizatihi kendisi bu gelişmelerin etkisine giriyor ve bu temelde yeni ayrımlar yaşıyor.

Marksizmin tarihsel mirasının giderek belirgin bir şekilde en az ikiye bölündüğü koşullarda, devrimci hareketin mensuplarının bilişsel / ideolojik Marksizm anlayışının “Batıcı”, “Aydınlanmacı”, “modernleşmeci” bir Marksizm ya da bu türden Marksizmle hesaplaşmayı bilmeyen bir Marksizm olduğu izleniyor. Post-modernizm dalgası Türkiye’de de Marksist ideolojik alanın modernist ve Aydınlanmacı “dar-Marksizm” içindeki yerini bir kez daha teyit etti. Marksist ideolojik alan, zaten taşıdığı modernist ve Aydınlanmacı eğilimi, post-modernizme karşı aldığı savunmacı pozisyon, ve ardından İslamcı hareketin gelişmesine tepkiyle ve devletlünün Kemalizminin restorasyonuyla yeniden üretti. (Bu nedenle, örneğin, 2007’de yapılan “Cumhuriyet mitingleri”nin etkisinden sıyrılabilen –izlenebildiği kadarıyla– hiçbir devrimci akım saptanamadı.)

Devrimci hareketin eylemli varlığıyla ortaya çıkışı, sözsüz eylem olarak Batıcı, laik, Kemalist, Aydınlanmacı sosyalizm ya da Marksizm anlayışından uzaklaşmaydı. Fakat devrimci hareketin bunun farkına varması çoğu örnekte ya hiç görülmedi ya da uzun ve sancılı bir sürecin sonucu olabildi.

Devrimci hareketin birçok üyesi, Kemalizmi açık ve bilişsel olarak reddetse de, bu kez bir öte / üst pozisyonda, dünya kavrayışıyla Kemalizmin de içinde olduğu Aydınlanmacı kozmosun içinde kaldığını fark etmedi. Devrimci hareketin her gelişme dönemi bir de bu açıdan ele alınmayı hak ediyor. Ancak, Türkiye’de özellikle Kürt hareketinin yükselişinin, kesin ve bağımsız bir varlık olmasının ardından, İslamcılığın devletlü ve devlet dışı, giderek devlet karşıtı akımlarının dünyasal ve –daha zayıf olmak üzere– ülkesel gelişmesi, devrimci hareketin ve genel olarak sol hareketin bu konuda bir kez daha ve her geçen yıl daha da derinleşen ve ayrıntılanan bir ayrışmaya uğramasına yol açıyor. Devrimci hareket, kendini politik taktik nitelikte tutum almalara zorunlu görüyor, fakat bunların her defasında ideolojik ya da teorik gerekçesini de ortaya koymaya zorlandığı örnekler yaşıyor. Aydınlanma kozmosu işte bu aşamada devrededir.

İşçicilik ve sosyalizmcilik, laiklik ve ideolojik ateizm, bilim-politika ilişkileri anlayışı, ilke politikası ve nihayet Aydınlanmacılığın genel değerleri savunusu, Marksizmi, ortak bir insanlık değerleri paydası üzerinden sosyalizm akımlarına çekmektedir. Böyle bir ortamda, ileri sürmeye çalıştığımız Marksizm anlayışı tayin edici bir önem kazanmaktadır.

Aydınlanmacılık ve iki eğilimi

Marksizm tarihsel olarak Aydınlanma dünyasına doğmuştur. Fakat, o, birçok Marksistin ve Marksizm anlayışının tersine, “Aydınlanmanın gayrimeşru çocuğu”dur. Aydınlanmanın en büyük tarihsel sorunu, “tarih”i kendisiyle başlatmasıdır. İnsan ancak Aydınlanarak bilinçlenmiştir! Aydınlanmacı Marksizm de Aydınlanmacılığın bu en büyük tarihsel sorununu aynen devralmıştır: Tarih burjuvazi ve işçi sınıfıyla başlamıştır!

Fakat aynı zamanda, Aydınlanmacılık politik ilgiyi sadece proletaryayla sınırlamakta, öteki her türlü toplumsal ve politik dinamik ikincil unsurlar olarak dizilmektedir. Bunu esas alan Marksistlerin, canını ortaya koyan insan grupları dururken, “rubleye kopek ekleme” mücadelesi veren işçilerin yanında işçi sınıfı devrimciliği adına olduğu örneklerle doludur tarih. Onbinlerce insanın canını verdiği bir mücadeleye, sırf işçi sınıfı hareketi olmadığı için, yedek muamelesi eden sosyalistlerin örnekleriyle doludur Türkiye sol hareketi tarihi. Bunların ataları, Anadolu’da işgalcilere silahlı direniş sürerken, işgal İstanbul’unda işçileri 1 Mayıs hakkı ve ücret artışı için “nümayiş”e çağıran ve işgali sloganlarla olsun protesto etmeyen ‘komünist’lerdir. Bunların teorik açıklaması Aydınlanmacılıkta yatmaktadır.

Marksizmi –genel bir akım olarak “sosyalizm”i olmasa da– tarihsel doğuş koşullarını aşırarak edinmek ve yeniden-üretmek, salt bugünün değil Marksizmin baştan beri varlık sorunudur. Ve bu sorun, Marksizm açısından ne teorik, ne tarihsel, ne de politik olarak bitmiş, bitirilmiştir. Eski sorun bugünün de acil sorunu olarak aramızda yeniden ve yeniden üretiliyor.

Bu tarihten yola çıkanlar, Marksizmin, devrimci Fransız burjuvazisinin temel ilkelerini –onun bu ilkeleri gerçekleştirme misyonunu yitirmekte olmasıyla– üstlendiğini ve bugünkü mücadelenin de bu terimler ve tarihsel süreklilik şeklinde anlamlandırılabileceğini ileri sürüyorlar. Ancak bir tarihsel dar-görüşlülük, “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarının ‘insanlık tarihi’ bakımından bir yenilik olduğu aldanmasına kapılabilir. Bu şiarda dile getirilen hedef, toplumların sınıflara ayrılmasından beri üretilmektedir.

Aydınlanmacı devrimcilik, ezilenlerin kapitalizmden önceki toplumsal formasyonlarda binlerce yıl boyunca verdiği mücadelelerin engin deneyimine hakarettir; Aydınlanmacı devrimcilik, kapitalizme geçiş koşullarında burjuvazinin devrimci temsilcileri ile işçilerden başka ezilenlerin mücadelelerine hakarettir.

Aydınlanma, sosyalist ya da Marksist ön takısıyla, sosyalist Aydınlanma olarak; solculuk, Marksist solculuk olarak kolaycı bir lehimlenmeyle, ve Hegelci içererek aşma nosyonuyla da teorik açıklamasını bularak, üstleniliyor. Bugünkü mücadele ve varoluşun açıklanması kolaydır artık. Söz konusu olan, burjuvazinin teorik ve özel olarak 1789’un politik mirası üzerinden yürütülen mücadeledir. Yani toplumu aydınlatma, modernleştirme mücadelesidir. Burjuvazinin yarım bıraktığı ve gerekirse ona karşı da onun ilkeleriyle yürütülecek bir mücadeledir. Devrimci zamanında bu mücadelenin misyonu burjuvaziye aitti, bugün de ya burjuvaziyle birlikte ya da ona karşı proletaryaya ait olmalıdır. Bu anlayış, Marksizmi, burjuvazinin ilerleme mirasını devralmış bir doktrin, politik mücadeleyi işçi sınıfının ontolojik varlığına bağlı bir etkinlik –öteki her ontolojik gerçeğin ikincil alındığı bir anlayış– olarak kabul eder. Ancak, eğer burjuvazinin halletmediği, yarım bıraktığı işler varsa onları da proletaryanın üstlenmesiyle yürünecektir.

Burada Aydınlanmacı Marksizmin iki ayrı eğilimi vardır. Biri, burjuvaziyle birlikte bugün de birtakım yolların yürünebileceğini savunur; öteki, burjuvaziyle yürünecek bir yol kalmadığını ve artık mücadelenin burjuvazinin tarihsel ilkelerini edinmiş bir proletaryanın omuzlarında, burjuvazi dahil her türden eski ilişki ve güce karşı olduğunu savunur. Yani burjuvazinin silahları ona karşı kullanılacak ve bu savaştan zafer beklenecektir! Pratik-politik Marksizm alanında yer alan örgütlerin çoğunun yaklaşımı ikincisidir.

Bunlar dışında, bazı gruplarda belirgin bir öğe olarak, bazı eski örgütlerde ise içten içe ve eklektik olarak Doğucu bir eğilimin mayalandığı izlenmektedir. Aslında, Batıcılığa ve Aydınlanmacılığa tepki, bilinen özneleri nezdinde, teorik bir düzlemden geçmediğinden hemen karşı taraftaki ve dolaysız anti-tez olarak değerlendirilen Doğuculuğa yönelmektedir.

Marksizmin bütün tarihi bu türden bir solculuk anlayışına karşı mücadelenin tarihi olarak anlaşılabilir. Anlayışın birine göre, kapitalizm öncesi mücadele tarihi ancak burjuvazinin devrimci misyonunun izin verdiği ölçüde edinilebilir; öteki anlayışa göre, burjuvazinin devrimci misyonu ancak mücadele tarihinin izin verdiği ölçüde edinilebilir.

Türkiye’de bugün, her iki eğilimden Aydınlanmacı Marksizm anlayışı egemendir. Kürt Hareketine şu ya da bu gerekçeyle uzak duranların, mücadelede işçi sınıfına önsel ontolojik ayrıcalık bahşedenlerin, Cumhuriyetin getirdiği kazanımları –Kemalistlerle birlikte ya da onlara da karşı– savunmayı önemseyenlerin, laikliğin savunulması gereken bir ilke ve uygulama olduğunu benimseyenlerin, bugün asıl mücadelenin somut devlet aygıtının kendisine değil emperyalist güçlere karşı olması gerektiğini ileri sürenlerin, … tümü, şu ya da bu şekilde, her zaman pratik-politik olarak değil ama, anlayış olarak bu Aydınlanmacı Marksizm, ya da daha doğru ifadeyle Aydınlanmacı sosyalizm anlayışının izleyicileridir.

Kemalizm, sol hareketin gelişen eğiliminde yeniden-edinime tabi tutulsa da, taktik aciliyetini, aldığı yeni formlara aktarmış bulunuyor. Bugün Kemalizm, taktik olarak Kürt ve İslam başlıklarında, geride de, teorik olarak Aydınlanmacılık, rasyonalizm, bilim-politika ilişkisi hususlarında yaşamakta, yeniden-üretilmektedir. Sol harekette Kemalizm bir yandan gayet açık bir icraat içindeyken, öte yandan derinleşmiş bir varlık da bulabiliyor. Bu konular, derinlikli bir şekilde teorik-taktik ve yakıcı şekilde politik-taktik niteliktedir. Teori ile politika, bu konjonktürde ‘birleşmekte’dir.

2. Marksizmin çözülmekte olan genel alanı

a) Marksizm alanının koordinatları

En önemli sorun, Marksist nitelikli olsun ya da olmasın, devrimciliğin değerlendirme eşiği altına düşme tehlikesiyle karşı karşıya olmasıdır. Devrimcilikle reformculuğu, devrimcilik döneminden farklı olarak, post-devrimcilik döneminde ayırmak giderek güçleşmektedir. Bu durum, Türkiye’de Marksizmin gerekleri doğrultusundaki teorik ve politik yönelimleri de tayin edici niteliktedir. Sorunun burada ilgileneceğimiz yönü, Marksist olanla olmayanı somut olarak nasıl ve hangi yöntemle ayıracağımıza ilişkindir.

Devrimciliğe göre reformculuğun veya genel bir ilericiliğin; Marksizme göre genel sosyalizm akımının geliştiği bir sol ortamındayız. Üstelik bu, genel olarak sol ortamın zayıflaması koşullarında cereyan etmektedir.

Marksizmi genel bir sosyalizm hatta solculuk içinde eritmeyeceksek, Marksist olmak bakımından katı olmayı sürdürmeliyiz. Bu türden bir ayrım, bugün “Marksist-Leninist” birçok örgüt ve akımı Marksizm dışına atmaktan çekinmeyecektir. Ancak, devrimciliğin zayıflaması, Marksist niteliğin dayanacağı sağlam temelin de zayıflaması anlamına gelmektedir.

Öte yandan, somut özneleri ele almak bakımından, dönemin gerekleri doğrultusunda, Marksist olan ve olmayan şeklindeki, ‘iyi zamanlara özgü’ kesin bir ayrımdansa, tarihsel gerekler göz önüne alınarak, Marksizmin genel alanında olan ve olmayan gibi, sınırları daha geniş bir ayrımı izliyoruz. Türkiye’de, dünyasal ve ülkesel gelişmelerin yakıcı etkisiyle, sol hareket içinde “gerçek teorik ve politik Marksizm” giderek küçülen bir hacme sahip bulunuyor. Marksizmin zemini, soldan daha hızlı bir şekilde küçülüyor. Geçmiş dönemlere kıyasla, Marksizmin, ekseni zayıflamış, kapsamı daralmış, yoğunluğu düşmüş bir alanda varolduğunu söyleyebiliriz. Bunu, Marksizm alanının çözülmekte oluşu şeklinde ifade ediyoruz.

Marksizm teriminin genel olarak sosyalist akımları kapsayacak tarzda kullanımının bu terimle karşılanan ‘yapı’nın teorisi ve politikasına aykırı olduğunu savunuyoruz. Hatta, Batılı olduğu tarihe mal olmuş bulunan ‘sosyalizm’ ile Marksizm arasına giderek belirginleşecek bir çizgi çekilmesi, Marksizmin gerekleri için uygundur. Akım olarak sosyalizm Aydınlanmanın has çocuğudur ve Marksizm bu kökenden kopmuş olmakla birlikte, bu kopuşun, her yeni dönemde ve teorik-politik olarak yeniden üretilmesi gerekmektedir.

Politik alanda Marksist olmanın vazgeçilmez zemininin ya da önkoşulunun pratik devrimcilik olduğu bizim açımızdan nettir. Bu bakımdan, devrimci olmayanın politik Marksist olması söz konusu olamaz. Ancak bu husustaki ‘yeni’ sorun, devrimciliğin olanaklarının giderek zayıflamasıdır.

Pratik devrimcilik genel bir zayıflama yaşıyor. Bunun dolaysız sonucu, politik Marksizmin zayıflamasıdır. Öte yandan, Kürt ve İslam başlığında sol hareket, derinleşen, ama ağırlığını karşı tarafta oluşturan bir ayrışma yaşamaktadır. Politik Marksizmin kapsamını, bu çapraz ilişkinin ‘pozitif tarafı’ oluşturuyor. Kürt ve İslam başlıklarında simgelenen sorunsaldaki uygun pozisyonun devrimci pratik varoluşla buluştuğu momentteki özneyi ‘politik Marksist’ kabul ediyoruz. Politik Marksizmin izlenebileceği kanal buradadır.

Bu, Teori ve Politika’nın, teorik olarak Aydınlanmadan kopuş ve politik olarak pratik devrimcilik(e bağlılık) şeklinde sadeleştirilebilecek uğraşının bir ifadesidir. Fakat, Marksizmin genel alanının öznelerini, Teori ve Politika’nın ortaya koyduğu Marksizm anlayışı çerçevesinden ibaret görmekten kaçınıyoruz. ‘Marksizmin genel alanı’ teorik bir kategori değil, tarihsel ve konvansiyonel bir çerçevelemedir. Biz, giderek zayıflayan Marksizm alanında yer alan zayıf bir ‘teorik-politik akım’ız. Marksizmin halihazırdaki ağırlıklı anlaşılışı bizim ortaya koyduğumuzdan kategorik olarak farklıdır ve bu yaklaşımı Marksizm alanının dışına atacak bir teorik ve politik ağırlık merkezi halen mevcut değildir. Bu bakımdan, Marksist olmayan birtakım görüşlere sahip öznelerin Marksist politik ya da ideolojik nitelikte olmaları söz konusu olabilmektedir. Tersinden, Marksist birtakım görüşlere sahip öznelerin politik Marksist kabul edilmeleri de olanaksız olabilmektedir.

Ortaya koymaya çalıştığımız Marksizm anlayışı, Marksizm alanının içinde, bugün zayıf olan ama karmaşık ve eşitsiz olarak gelişen bir etkide ifadesini buluyor. Marksizmin geleceğinin bu etkinin somut tarzlar alması ve galebe çalmasına bağlı olduğunu yürek ferahlığıyla kabul ediyoruz.

Ancak Marksist olmanın ayıraçları, soyut bir şablonun unsurları olarak değerlendirilmemelidir. Devrimci olduğu halde söz konusu başlıklarda, tek tek ya da her ikisinde de, uygun olmayan bir pozisyon alan, ya da bu iki başlıkta gayet uygun pozisyonlara sahip olduğu halde devrimci olmayan yapıların durumu, genel sol hareketin içinde olduğu eğik düzlem bağlamında değerlendirilmelidir. Üçlü ayrımın en az birinde kesin bir olumsuzluk içinde olan herhangi bir öznenin politik Marksizm alanında olması değil de, ‘politik Marksist’ kabul edilmesi söz konusu edilemez. Örneğin, Kürt meselesinde tereddütlü de olsa uygun bir pozisyon alabilen, devrimciliği fiili anlamda zayıflasa da mevcut olan, ama açık ve kesin bir “laikçi” tutum almış olan bir politik öznenin, günümüz koşullarında politik Marksist olamayacağı, ancak dinamik bir değerlendirmeyle, Marksizmin politik alanında yer alabileceği görüşündeyiz.

Söz konusu üç etmeni, bir basit dışavurum olarak değil, bir yandan karşılıklı, öte yandan ‘iç’eriden sıkı ve tutarlı bağlantılara sahip olarak görüyoruz. Politik öznelerin Kürt ve İslam başlıklarında gerçekleştirdiği dizilimin, hiç de rastlantı olmayan, teorik ve taktik iki ‘uç’tan beslenen ve bunları besleyen ‘özsel belirtiler’ olduğu görüşündeyiz.

Dolayısıyla, her bir başlığın göreli gücü ve kesinliği, daha iyi olduğu düşünülen bir başka dönemle kıyaslandığında zayıftır. Özellikle, politik alanın devrimci olmayan kesimlerine ve ideolojik alana doğru saçaklanmalar daha belirgindir. Çekirdek oluşumunun çekim ve itim gücü daha azdır. Bu, ‘Marksizm alanının seyrelmiş yoğunluğu’nun bir belirtisidir.

Politik Marksist olmayı, fiili devrimci varoluş ve etkinliği önemsizleştiren her türlü “doğru program”, “hakiki Marksist-Leninist görüş”, “taktik tutum” ile özdeşleştirme anlayışı, saptırma ya da yanıltmacadır. Böyle bir tartışmada teorinin ya da düşüncenin önemine yapılan her vurgu, gerekçesi ne olursa olsun reformist sosyalizme hizmet eder. Fiilen devrimci olmak, gerçek algısının verdiği eşsiz ve eşitsiz bir ölçüttür. Teori ve fikir sonra gelir. Buna ek olarak, bir saçaklanma yaklaşımıyla, devrimciliğini tarihe gömdüğü kesinleşmiş olmamak, devrimci yönelimde olmak, ve devrimci zeminden kopmamak, politik Marksist olmanın önkoşulu olarak kabul edilmektedir. Ancak, devrimciliğin on yıldan bu yana önemli ölçüde geriletildiğini de ifade edegeliyoruz. Bu anlamda, bugün “devrimci yönelimde olan” herhangi bir oluşumun varlığını saptayamıyoruz. Devrimciliğin günlük anlamda şiddet pratiği olduğu günlerin geride kalması Türkiye devrimci hareketi hakkındaki sorularımızın başlıca çıkış noktası. Bir başka açıdan bu değerlendirme, günümüzde bütün politik örgütlerin az çok “örgütsel kriz” ya da “bunalım” yaşıyor oluşu ortamında anlaşılmalıdır.

Marksist devrimciliği bir aralıksız düellolar dizisinin öznesi olarak görüyor değiliz. Marksist politik öznelerin, devrimci taktikler izlemediği uzunca yıllar olabilir. Fakat, günümüzde yaygın bir eğilim haline gelme belirtileri verdiği üzere, devrimci taktiksiz geçen zamanların pratiğinin teorik model mertebesine getirilmesi, gerisin geriye dönmeye ve devrimci öznesini vurmaya yakın adaydır.

b) Marksizm alanının özneleri

Şu halde, hangi yapıları politik Marksizmin genel alanına dahil edebiliriz?

Öncelikle, ayrımı, devrimci olan ya da devrimci duruşunu koruyan örgütler arasında aramalıyız. Bu nitelikte, eski dönemlerde alışıldığı kadar, çok sayıda örgüt kalmadığı biliniyor. Devrimci örgütlerden MLKP, TKP/ML, MKP’nin politik Marksizmin genel alanında olduğu görüşündeyiz. Önemli örgütsel varlık sorunları yaşadığı izlenen bu öznelerin, politik etkinlik bakımından da düşük bir profil çizmelerine rağmen, Marksizmin genel alanının olanca politik devrimci varlıkları olduğunu kabul ediyoruz. Bu örgütler bir varlık iddiası taşımakta ısrar ediyor. Marksizmin genel alanının öznesel karşılığını vurgulamak bakımından asıl önemli halka budur. Çünkü bu halka, Marksizmin politik devrimci çağrısını yanıtlama anlamında ülkedeki yegane ‘adres’lerden oluşmaktadır. Ancak bir başka halka daha oluşturmak gerekmektedir. Devrimci duruşunu koruyan TKİP ile, devrimci duruşunu koruduğu söylenebilecek ‘örgütsel oluşumlar’ arasında ‘TKP/K’ ile TİKB’yi de Marksizmin genel alanının daha geniş bir çerçevesinin içinde değerlendirmek mümkündür.

Politik Marksizmin genel alanının devrimci politik düzlem dışına saçaklanması söz konusudur. Burada, Kürt Hareketine ve dolayısıyla politika anlayışına ilişkin bir ayrışmayı henüz yaşayan ve devrimcilikle ilişkileniş bakımından bitmeyen bir dinamiği barındıran SDP’yi, ve EHP’yi anmak gerekiyor. Bu iki örgüt de, Kürt ve İslam başlıklarında uygun bir politik pozisyonda liberal eğilimleriyle birlikte durmaktadır. Sabırlı ve sebatlı bir çabayı sürdüren Köz Gazetesinin, doktriner bir duruştan Kürt Hareketi nezdinde uygun politikleşmeye doğru eşitsiz bir yönelim içinde olduğu izleniyor. DİP Girişimi, klasik işçici-sosyalizmci bir pozisyonu korurken, Kürt ve İslam başlıklarında uygun bir pozisyon ortaya koyma çabasında.

İçinde bulunduğumuz yıllarda Yol Dergisinde varlığını bulan oluşumun, devrimci bir varlık arz etmediği, genel çözülmeye bu yapının da maruz kaldığı söylenebilir. Buna karşılık, “strateji anlayışı” ve Kürt ve İslam başlıklarına ilişkin politik niteliklerinin, pozitif unsurlar içerdiği kabul edilmektedir.

Saçaklanma bahsinde anılan adların tümü, oluşmakta olan bir yapıya sahip. Bu bakımdan, kuşkuları, Kürt ve İslam başlıkları ve devrimcilerle ilişkileri gözetilerek olumluya yormanın uygun olduğu görülüyor. Mesela, Kürt ve İslam başlıklarında olumlu bir konumun sahibi EMEP’in, artık oturmuş olduğu kabul edilebilecek reformcu politik niteliği ve devrimcilerle kesin ilişkisizliği onu “saçaklanma”ya dahil etmemeyi gerektiriyor.

Bu bağlamdan başlayarak, fakat bu bağlamın sınırlarını aşarak anmak gereken sonuncu oluşum, şu sıralarda Türkiye Gerçeği Gazetesinde varlığını bulandır. Bu kesimin, birçok temel konuda ve genel olarak derin bir farkındalık bakımından kuşkusuz ‘en ileri pozisyon’da olduğu, fakat bu pozisyonu tam bir istismarla, sebattan yoksun, devrimci kesinlikten uzak bir tarzda heba ettiği izleniyor. Bu kesim, devrimci politikanın pratik dünyasından giderek daha belirgin bir şekilde uzaklaşmakta ve ikbali, arayışlarındaki ufka aykırı bir şekilde küçücük olanaklarda bulduğunu sanmaktadır. Öte yandan, bu kesimin, Marksizmin özgülleşmesi bakımından eskiden beri önemli bir bilişsel konumda bulunduğu, ama bunun bizatihi kendisi tarafından bile izlenmeyen bir şekilde tarihe –tohum olarak?– saçıldığı vurgulanmalıdır. Önümüzde, bu tarihin ürünlerinin de edinilmesi yükümlülüğü bulunmaktadır.

Bu yapılardan başka, dar anlamda politik faaliyetleri hakkında doyurucu bilgi edinilemeyen heterojen nitelikteki çok sayıda, yarı-legal ve daha çok legal oluşumun varlığı kaydedilebilir. Ancak bu oluşumların ideo-politik nitelikleri konusunda şu aşamada bir değerlendirme yapılmamaktadır.

Devrimci ya da devrimci duruş sahibi politik örgütlerin olduğu alana dönülürse, DHKP’nin konumunu belirlemek zorunludur. DHKP, devrimci niteliği en köklü ve kesin örgüttür. Ancak bu örgütün günümüzde beliren özelliği, Kürt ve İslam başlıklarındaki olumlu sayılamayacak pozisyonu ve gerçekte devrimci bir Türk ulusalcılığını ya da yurtseverliğini temsil ediyor oluşudur.

“Ulusalcı” ya da “yurtsever” kabul edilen öteki bazı özneler gerçekte bir “ulusal sol”u değil “devlet solu”nu temsil etmektedir. Bu bakımdan, İP’yi “devlet solu” saymak mümkünken, HKP ve TKP’nin, bu yörüngeye girdiğini ama henüz “devlet solu” olmak bakımından yeterli olgunluğa erişmediğini ve reformist nitelikte “ulusal sol”dan sayılmasının uygun olduğunu söyleyebiliriz. “Ulusal sol” diye andığımız yapıların, Kürt sorununda özellikle şovenist yönelimlerine karşın genelde ilerici bir pozisyona sahip olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, Devrim Dergisi olarak anılmayı tercih eden yapı da bu konuda söz konusu yörüngeye daha uzaktan girmiştir. ÖDP’deki Devrimci Yol kanadının da son birkaç yıldan beri bu yörüngeye yerleşme eğiliminde olduğu gözlenmektedir.

MLKP, politik taktik olarak, ideolojinin politikaya müdahale etmesine karşı çıkan bir anlayışı Kürt ulusal hareketi ile ülkesel ve dünyasal İslamcı harekete karşı göstererek olumlu bir politika kültürü aşılamaktadır. Ancak bu örgütün, söz konusu “açılım”lara rağmen, sorunlarla karşılaştıkça, “geleneksel modernist sosyalizm”in alanına çekildiği izleniyor. MLKP, kurumsal yapı bakımından da en gelişkin devrimci örgüttür.

MKP ve TKP/ML, dünyasal ve ülkesel açıdan zorunlu bir ilgiyi çekmektedirler. Maoculuk bugün dünyada en öndeki Marksist politik akımdır. Başta Nepal ve Hindistan, Güneydoğu Asya’nın bir dizi ülkesindeki Maocu örgütlerin dünyanın şu koşullarındaki canlılığı özel bir ilgi konusu olmalıdır. Ancak Maocu örgütlerin çoğunluğunun –Türkiye’deki ikisi dahil– doktriner Aydınlanmacı eğilimleri dikkat çekmektedir. Bu, Kaypakkaya’nın Naksalitlere benzer Aydınlanma-karşıtı Marksizminin edinilme sorununun varlığını hala koruduğunu göstermektedir. Bir ayrım yapmak gerekirse, MKP, kendi verili varlığıyla uğraşma konusunda kategorik bir niyet ifade etmiş ve tutum almış olmasına rağmen, TKP/ML’nin bu konuda tutuk ya da doktriner kaldığı söylenebilir. Fakat paradoksal olarak, uygun öncüllerle yola çıkan MKP’nin bazı olumsuz yeni alanlara açıldığı, “dogmatik” konumda ısrar eden TKP/ML’nin uygun konumlarda belirdiği izleniyor. MKP’nin Kürt hareketine, kadın sorununa ve zayıf da olsa İslamcı harekete ilişkin konumlanışı da bu bağlamın ürünüdür. Her ne olursa olsun, bu iki örgüt, devrimci varoluşları eşliğinde politik dinamiklerini yitirmemeleriyle belirginleşmektedir. Fakat bu iki örgütün ters yönelimlerinden hangisinin Marksizmin güncel gerekleri doğrultusunda evrileceği henüz belli olmamıştır. MKP’nin gayet uygun görünen yönelimlerinde liberal işaretler belirmesi, TKP/ML’nin dogmatik görünen yönelimlerinin politik Marksizmin uygun bir ifadesine evrilmesi ihtimali yabana atılamaz.

TKİP’nin, geçmiş yıllarda yaşadığı anlaşılan örgütsel krizi –sadece dar anlamda, kendini ötekiler karşısında iyi hissetme anlamında– atlatmış bulunduğu kabul edilebilir. Doktriner niteliğiyle beliren ve bunu meziyet sanan bir örgüt olan TKİP, genel olarak geçen yüzyıla ait ve zamanında devrimci eleştiri tarafından mahkum edilmiş bir Marksizm türünün örneğidir. TKİP, devrimci zeminde duran ama Komintern’in Batıcı yüzü tarafından temsil olunan bir şekilde doktriner, belirgin bir şekilde işçici / sosyalizmci bir anlayışın temsilcisidir. Bu örgüt, 1990’ların ikinci yarısında, kendi diliyle, “geleneksel devrimci demokrasi”nin politika tarzına yönelerek devrimcileşmişti, ancak son yıllarda bu yönelimini geriye çekme eğiliminde olduğu izleniyor. Bu örgütün, devrimcilik döneminin bittiğini açıkça kabulü eşliğinde, devrimciliği illegaliteyle sınırlayan özelliğini belirginleştirerek, şahsında bir “illegal reformizm” alanı oluşturma riski vardır.

TİKB’nin kendi ifadesiyle bir “fiili tasfiye” yaşadığı ve bu süreci aşamadığı gözleniyor. Dolayısıyla, 1990’lı onyılı ağır bir krizle geçiren bu örgütün fiili devrimcilik karşısındaki konumuyla ilgili bir sonsöz söylemektense, tarihsel niteliği ve yaşadığını bugün ifade edişi bağlamında, devrimci duruşunu koruduğu geçici bir şekilde ifade edilebilir.

TKİP ve TİKB’nin işgal ettiği alan, işçici-sosyalizmci ve bağlantılı olarak modernist / Aydınlanmacı bir Marksizmin alanıdır. Aydınlanmacı Marksizm, gelişmeler karşısında hızla ya da tedricen bir sosyalizm akımı olmaya gerileyecektir. TKİP ve TİKB, sırf devrimci zeminde duruşlarından dolayı doktrinarizmi benzer örneklerden farklı özgülleştiriyor ve mesela, Kürt ve İslam meselesinde, kendilerini çeken Aydınlanmacı, modernist Marksizmin Türk ulusalcısı anaforuna tam kapılmaktan uzak duruyorlar.

Bu gelişmeler ışığında, geçen yıllardan sonra, bizim görüşümüzce, Marksizmin genel alanı, ‘devrimcilik dönemi’ boyunca politik devrimciliğin odağında olduğu bir toplam olarak anlaşılmak gerekirken, bugün, ‘post-devrimcilik dönemi’nde, odağın çözülüş sürecinde olmasıyla belirginlik kazanıyor.

c) Marksizm alanında iki eksen ve modernist ideolojik ağırlık

İçinde bulunduğumuz dönemdeki görünüm itibarıyla, Marksizmin genel alanını da kapsayarak, sol hareketin başlıca iki eksene ayrıldığı söylenebilir. Eksenleri, ‘ideolojistik’ ve ‘politik’ adlarıyla belirleyebiliriz.

İdeolojistik eksen, genel olarak işçicilik ve/veya sosyalizmciliğiyle temayüz etmekte, ve sosyalizmin (Marksizmi de kapsayarak) bir modernleşme ideolojisi olduğunu ileri sürmektedir. Bu eksenin özneleri için, Kürt Hareketi, İslam gerçeği, ve devrimci olmayan dönemde yapılan devrimci faaliyet, sınıfsal ve doktriner varlığı bozan ve rahatsız edici etmenlerdir. Devrimcilik, sınıfsal temelli yürütülmesi gereken bir politik faaliyet olmalıyken, aşırı politik bir işlem olarak ortaya çıkmaktadır. Kürt ve İslam unsurları, toplumsal formasyonu sınıfsal bölünmeler şeklinde ele almayı zorlaştırmakta, sınıf mücadelesini erteletmektedir. Bu eksenin mensupları, “gerici” İslama karşı “ilerici” laik, işçi sınıfı mücadelesini gölgeleyen Kürt Hareketine karşı “Türk” işçici, sınıfın nesnel durumunu gözetmeyen “aşırı” devrimciye karşı “sınıf politikacısı”dır. Böyle bir soyutlamayla bu eksenin tümden reformist kesimlerden oluştuğu sanılabilir, ancak devrimci olmasına, Kürt Hareketiyle temas etmesine rağmen bu gerilimi yaşayan özneler mevcuttur.

İdeolojistik eksenin anlayışına göre, bir soyut gerçek vardır, bir de olay ve olguların gerçeği. Olay ve olguların gerçeği tümden görmezden gelinmez ama ondan rahatsız olunduğu çok belirgindir. Zira politik faaliyetin hedefi, olay ve olguların gerçeğini soyut gerçeğe uydurmak, onun seviyesine çıkarmaktır.

Politik eksenin bilişsel olarak benimsediği ideolojiyi belirtmeden önce, bu ekseni oluşturan unsurları ifade etmek uygun olacaktır. Politik eksenin öznelerinin, mücadele eden ya da mücadeleye hazır ezilenleri izleyen yönlerine ek olarak, politik faaliyetin özgüllüğü ‘anlayışı’nda olmasa bile ‘pratiği’nde oldukları söylenebilir. Bu eksenin özneleri, devrimci olmayanlar bile, politikanın özgüllüğünü ve işçi sınıfına dolaysızca bağlı olmadığını ‘bilmekte’dir. Kürt ve İslam başlıklarını, herhangi bir yargılamaya tabi tutmaksızın, dışarıda gelişen gerçeklikler olarak anlamaya ve davranışlarını onlara göre ayarlamaya dönük durmaktadırlar.

İdeolojistik eksenin Marksizm alanındaki önde gelen temsilcisi TKİP’dir. İlerici ve devrimci harekette, TKP’den başlayarak, Halkevleri, ve aralarında Devrimci Hareket, Köz, SP, SEH’in de bulunduğu çok sayıda yarı-legal / legal oluşumdan geçerek TİKB ve TKİP’ye kadar uzanan bu eksenin nicelik bakımdan daha ağır çektiği görülüyor.

Politik eksen ise, MLKP’den başlayarak, MKP ve TKP/ML’yi içererek, ‘TKP/K’, SDP ve EHP ile Türkiye Gerçeği’ne kadar uzanmaktadır.

Kuşkusuz politik eksende yer alan DHKP ile, işçici genetiğine rağmen EMEP’in varlığının bu ayrımı zorladığı söylenebilir. Ancak, DHKP’nin devrimci niteliği ayrımı “üst-belirlerken”, EMEP’in, dikkat çekici biçimde İslam ve özellikle Kürt dinamiğine dönük uygun pozisyon alışından bu yana işçiciliğinde izlenen gerileme, eksen ayrımını ters açıdan dinamize etmektedir.

Kürt ve İslam başlıklarında negatif bir konumda olan ideolojistik eksenin, devrimcilik bakımından da politik eksene göre zayıf olduğu açıktır. Bu bakımlardan, bu eksende yer alan bazı öznelerin Marksizm alanında kabul edilişinin sorgulanması meşrudur. Fakat daha belirtik özellik, örneğin TKİP ve TİKB’nin ideolojik Marksizm anlayışının (politikasının, pratiğinin değil) TKP’nin Marksizm anlayışından farkının bir sorunsal teşkil etmesidir. TKİP ile TKP’nin politik nitelikleri arasında elbette uçurum vardır. Fakat bu iki örgütün Marksizm anlayışları büyük oranda örtüşmek yanında akrabadır. Bu bakımdan, TKİP’nin Marksizme ilişkin ideolojik sadakatinin, TKP’ninkiyle aynı türden olduğundan bahisle, önemi bulunmuyor.

Ancak, artmakta olan bütün sorunlarına karşın, politik Marksizm alanı, Marksizm açısından, ideolojik ve teorik alanlara göre daha ileridedir. Çünkü, politik Marksizm alanındaki özneler şahsında, Marksizmin özgüllüğü bakımından beliren pozitif ayrım, teorik ve ideolojik alanda ortadan kaybolmaktadır. Yani, politik alandaki her iki eksenin özneleri, teorik ve ideolojik ihtiyaçlarını, önemli yoğunluk ve vurgu farklarıyla da olsa, aynı kaynaktan karşılamaktadır. Bu, teorik kozmogonisi bakımından Aydınlanmacı Marksizmdir; sorunlara yaklaşımı bakımından dar-Marksizmdir. Politik Marksizm alanındaki öznelerin neredeyse kesin ve homojen bir şekilde teorik Marksizm bellediği, bir zamane dar-Marksizmidir. Bu, Aydınlanmacılık ve Batıcılıkla malul bir Marksizm anlayışıdır, ve ağırlıklı eğilimleriyle sol hareketin genel olarak paylaştığı bir niteliktir. Marksizmin bilimsel bileşeni ideolojiye kurban edilmekte ve bu haliyle bir Marksizm anlayışı, aralarındaki her ayrılığı bir yana bırakan sol hareketler tarafından paylaşılmaktadır.

Marksizmin politik genel alanında yer alan bütün öznelerin ‘resmi’ teorisi, Aydınlanmacı ve dar-Marksizmdir. Örneğin, modernist ve ilerlemeci Marksizme sert bir tarihsel darbe olan Maocu Marksizm, ancak modernist bir Marksizmin prizmasından yansıyabilmektedir Türkiye’deki devrimci alıcılarına. Ya da, örneğin post-modernizme karşı, her iki eksenin özneleri arasında herhangi bir ayrım görmek mümkün olamamaktadır. Bütün ‘Marksistler’, post-modernizme karşı aynı modernist safta dizilmektedir. Bir ayrımın, neo-liberalizme karşı konum almada çok belirgin olmamakla birlikte var olduğu kaydedilmelidir.

Politik eksenin özneleri, politik varoluşlarına uygun olmamakla birlikte, teorik bilişleriyle, aynı dar/Aydınlanmacı Marksizmi benimsemektedir. Ancak bu tür bir teorik Marksizm, politik Marksizm alanının politik ekseninin pratik varoluşuna uymazken, ideolojistik eksene tam oturmaktadır. İşçicilik ve sosyalizmcilik ile laiklik, Aydınlanmacı Marksizmin doktriner politik görünümlerindendir. Bu, kolayca üstesinden gelinecek bir sorun olmaktan çok uzaktır. Güçlü tarihsel köklere sahiptir. Ayrıca, günlük politik gelişmeler de, tereddütlü hallerde, ‘bilinen şablon’a sarılmayı daha kolay ve makul kılmaktadır.

Bilindiği kadarıyla, Türkiye devrimci hareketinde, “resmi” teorisini Aydınlanmacı Marksizm dışında ilan eden yegane özne TDP’ydi. Bugün de politik bir özne olmamakla birlikte Türkiye Gerçeği Gazetesinin, Doğucu bir damarı da barındırarak, Aydınlanmacı Marksizmin dışında durmaya gayret ettiği görülüyor. Ancak, bu reaksiyon, kendini, bildik bir şekilde, Batıcılığa karşı özneciliği savunan ve nedenselliği reddeden bir yaklaşımda somutlanmaya eğilim göstermektedir. Dolayısıyla, ideolojik olarak beliren ayrım, bu kez teori anlayışında silinmektedir. Teori ve Politika’nın teorik Marksizm anlayışını paylaştığını ilan eden yegane oluşum Bedreddini Hareket’tir. Bunu kaydediyoruz.

Teorik Marksizm, Türkiye’de temsiliyet bakımından en sorunlu bileşen konumundadır. Teori ile ideoloji, ideolojide karıştırılmaktadır. Marksizm adına her yanı kesif bir öznecilik kaplamış bulunmaktadır. Marksist teori adına yeni olarak öne sürülen, Marksist olduğunu ileri süren Batılı bir kısım akademi topluluğundan devşirilmiş bir dar-Marksizmdir. Tarihten devraldıkları anlayış ise Leninizmin Aydınlanmacı –ve II. Enternasyonal’den ayrıştırılmamış– bir edinimidir; tabii eğer Leninizmi yavaş yavaş elden çıkarma eğiliminde değillerse! Marksizmin bilim bileşenini, yani nedensel ve zorunlu toplumsal hareketi, somut olarak, ortaya koyduğu hareket yasalarıyla Kapital’i, devrimci olan veya devrimciliğe dönük olan hiçbir özne teorik hakkıyla savunamamaktadır. Bu, çok ağır bir tablodur. Hiçbir özne, materyalizmi teorik bir konumdan savunamamakta, eklektik bir karışım materyalizm olarak benimsenmektedir. Devrimciliğin de pratik olarak zayıfladığı koşullarda, Marksizm olarak radikal bir ideoloji kalmaktadır geriye ve neredeyse her özne bu radikal ideolojiyi bayraklaştırmaktadır.

Politik alanın ağırlığı azaldıkça, Marksizmin genel alanı daha çok ideolojik edinimle işgal edilmekte ve ideolojinin her yere bulaşan doğası sonucu, ayrımlar belirginliğini yitirmektedir. Bu, somut durumlarda elmayla armudun aynı yerde anılmasına yol açmaktadır. Pratik-politik Marksizmin bir ideolojik Marksizme dönüşmesi, Marksizmin devrimci niteliğinin kaybolması anlamına geldiği gibi, Marksizmin teorik diyalektiğini de kesintiye uğratmak ve tersinden işletmek anlamına gelmektedir. İdeolojik bir Marksizm, öncelikle ezilenlerin dünyasındaki pratik varlığını sonlandıracak ve ayrıca, teorik olarak, büyük kentlerin merkezlerinde yerleşik Batılı dünyanın bir eklentisi olmaya yönelecektir.

Marksizmin gerçek kaderi politik alanda belirlenecektir. Bu, ‘dış dünya’ya ilişkin bir kudret edinimidir. Fakat, Marksizmin ‘iç dünyası’nda teori öne çıkmaktadır, ve burada Marksizmin ne olduğu belirlenecektir. Teori ve Politika’nın temsil ettiği Marksist teorik-politik oluşum, politik alanın akıbetine bağlı olarak, ‘Bütünsel Marksizm’in ön koşullarının teorik-politik karşılığının birikerek belirdiğini ifade etmektedir.

3. Misyon:

    Oluşturucu ve kurucu bir yönelime doğru

a) Teori ve Politika’nın önemsizleşen krizi

Teori ve Politika, 10. yayın yılı dolayısıyla, 2005’in başlarında, bir muhasebeye girdiğini ilan etmişti. Kendi yolunu ve misyonunu, bu kadar zaman sonra gözden geçirecek, gerekiyorsa yeniden belirleyecek ve kurgusunu bu hususu gözeterek yeniden inşa edecekti. Ancak, gelişmeler beklendiği gibi olmadı. Teori ve Politika, teşrih masasına kendini yatırmışken, kurgunun götürücü unsurunun, pratik-politik Marksistlerin yaşamakta olduğu gelişmeyi öncelikle ele almakla karşı karşıya kaldı.

Bu yeni manzarada, Teori ve Politika’nın özgül sorunları küçüldü ve önemini yitirdi.

Teori ve Politika’ya göre, Türkiye’de kendine yetebilen bir pratik-politik Marksizm, genel nitelikli bir Marksizm alanının götürücü bileşeni olarak varlığını yeniden üretebiliyordu. Ancak, gelinen aşamada, pratik-politik Marksizmin, yuvalandığı devrimcilik alanıyla birlikte yeniden-üretim sorunu yaşadığı görüldü. Teori ve Politika’nın kurgusunun temellerinden biri zayıflamaktaydı. Biz, politik devrimciliğin ve özel bir kanal olarak komünist devrimciliğin erime sürecinde olduğu bir ülkede ne yapabilirdik? Bu koşullarda, Teori ve Politika gibi bir oluşumun misyonu ne olmalıydı?

Yola çıkarken ifade ettiğimiz kategorik ayrımların –varlığını korumakla birlikte–, içinin giderek boşaldığını görüyorduk. Dışındaki kesimlere, potansiyel etki ve dinami alanına yetmezliği öteden beri bir gerçeklik olan politik Marksizmin, artık kendine de yetmeyecek bir konuma itilmesi koşullarında, kendini bu tür Marksizme bağlılık üzerinden tanımlayan ve anlamlandıran Teori ve Politika, kendi devrimci yolunu nasıl çizebilirdi?

Başta esas amacımız, Marksizm için bir teorik-politika misyonu oluşturmaktı. Geçen zamandan sonra, Teori ve Politika’nın bir teorik-politik akım olduğunu kabul ve iddia ediyoruz. Zayıf bir teorik-politik akım. Ancak bu bir ‘ilerleme’dir. Öte yandan, pratik-politik Marksizmin belirli bir ağırlığı kabulünden hareket ediyorduk. Bugün bu göreli ağırlığın bir alt seviyeye düştüğünü öngörüyoruz. Teori ve Politika, başta, tutarlı olduğuna kanaat getirdiğimiz bir model kurmuştu. Bugün modelin oluşturucu öğelerinin en önemlisi devreden çıkmadı ama ağırlığını, modeli yeniden kurgulamayı gerektirecek ölçüde azalttı. Bu açığı, günümüz koşullarında, bizim için daha önce mevcut olmayan Marksizmin programatik önkoşullarını oluşturma temasıyla karşılamaya çalışmanın uygun olduğu kanısındayız. Bu hususun bir ‘yenilik’ olduğu görüşündeyiz.

Teori ve Politika misyonunu gelecekte ortaya çıkması beklenen bir partiyi esas alarak yürütüyor. Bunu şimdiki koşullarda, ezilenlerin Marksist nitelikli devrimci partisi olarak ifade ediyoruz. Bu “parti”, gerçek varoluşunun zeminini pratik-politik Marksist örgütlerde buluyor; ideolojik grup konumunda olan oluşumların ve Teori ve Politika gibi varoluş tarzlarının oluşturduğu maddi varlığı yanında, bir de giydirilmiş, ve gelecekteki bir varlığı da içeren genel bir bünye oluşturuyordu imgelemimizde. Bu parti, özel olarak, şu an ve yerde pratik-politika yapan bir parti değildi, ama bu işi üstlenen bileşenleri vardı. Geçen dönemden sonra, ezilenlerin Marksist devrimci partisinin gerçek pratik-politik ayağı zayıfladı ve bu alanda bir boşluk oluştu. Politik Marksizmin kapsadığı alan, Teori ve Politika’nın başlangıç yıllarına göre, kategorik niteliğini tartışma konusu yapacak bir şekilde küçüldü.

Biz ya da başkaları, varolan her oluşumun doğal eğilimi, bu boşluğa yürümek olacaktır. Ancak bugün ne bu boşluğa hevesli olanlar var, ne de boşluk kendini hakiki bir eksiklik olarak duyumsatıyor. Burada, Marksizmin politik varlığına ilişkin yaşamsal bir sorunla yüz yüze olunduğu saptanmalı ve görülmelidir. Doldurulması istenmeyen boşluk, tıpkı, devrimci örgütlerde kritik konum ve görevlere pek istek olmaması gibi, bir bitiş, tükeniş işaretidir. Bu alana akım pek zayıftır ve bu alan kadükleşme eğilimi içindedir. Bir yönelim daha olgunlaşamadan tükenmektedir.

Teori ve Politika, bu aşamaya kadar görece ‘steril’ bir vadide kaldı. Gerçi, teorik-politik olarak kendini hiçbir şeyden sakınmadı. Marksizmin ‘düşman toprakları’na akınlar düzenlemekle özgülleşebileceği görüşünü uyguladı. Ancak bu işlemin politik karşılığını aramayı öncelikleri arasına koymadı. Geçmişte izlediğimiz, kendi küçücük cüssemize göre yeterince çetin bir yoldu, ancak bu, kendi dışımızda bir zorluk ifade etmiyordu. Burada Teori ve Politika’nın devrimci yolu görünmektedir.

Geçen yıllarda karşılaşmadığımız ağırlıkta birtakım yükümlülükler yaratmak zorunda olduğumuz bir döneme giriyoruz. Teori ve Politika, pratik-politik alanda cereyan eden gelişmelerden kendini de sorumlu görecek bir pozisyon arayışına girecektir. Devrimci hareketin sorunlarını kendi dolaysız sorunları olarak yaşamaya en yakın mesafede olmayı sağlamak; ancak devrimci hareketin gerçeğin kendisi karşısındaki konumunu görmesini engellemeyecek bir eleştirel mesafeyi de –eskisinden de belirgin tarzda– yaratmakla karşı karşıyadır. Bu, Teori ve Politika’nın baştan kendine biçtiği misyonu alabildiğine zorlayan bir işlemler ve eylemler dizisini davet edecektir. Bu durum, Teori ve Politika açısından bir ‘ilerleme’dir, fakat kuşkusuz devrimci politik hareketin gerilemesinde varlık bulan bir ilerleme.

b) Devrimci örgütlerimiz

Günümüzün devrimci örgütleri, gelecekteki herhangi bir olasılığı değerlendirmenin önünde engel midir? Biz, politik örgütlenmenin halihazırdaki durumunu saptayarak tarihsel tasfiyeci bir role mi soyunuyoruz? Türkiye devrimci hareketinin kırk yıllık onmayan yaşamının radikal bir bitişi işe yarayabilir mi? Bunu, sakince, tasfiyecilik gibi suçlamalara maruz kalmaya dirençli bir şekilde sormalıyız. Ancak yine aynı şekilde sakince de yanıtlamalıyız. İnşa edeceğimiz yanıtın sağlam bir ‘hayır’ olacağını görüyoruz.

Tasfiye, geri dönüşü olmayan bir yol. Kaldı ki, tasfiye çağrısı da sadece gerçek bir devrimci dirençle karşılaşacaktır. Hayırlı olan budur.

Örgütlerin iç dünyasına ilişkin ne tür eleştiri getirilirse getirilsin, ve bu eleştirilerin birçoğu ne kadar isabetli olursa olsun, devrimci örgütlerimiz, devlete karşı durmak için hala seçeneksiz kalelerimizdir.

Devrimci örgütler, elimizdeki tek maddi varlıktır. Tarihsel ve güncel olarak, tek dayanak noktası devrimci örgütlerin küçük omuzlarıdır. Üstelik, onların engelleyebileceği, buna güçlerinin yeteceği bir gelişmenin de varolma hakkı yoktur.

Devrimci örgütü reddetmek, örgütlerin iç-hiyerarşisini, emir-komuta düzenini reddetmek aklımıza dahi gelmez. Bilakis, gerekli ve geçerli olan, eksikliği duyulan bu niteliklerdir. Devrimci örgütlerin hiyerarşik yapısı, emir-komuta düzeni gibi unsurları da zayıflamakta, devrimci örgütler sırf bu nedenlerle de kötürümleşmektedir. Örgütlenme, ve özellikle ve belirgin olarak Leninist diye anılan örgütlenme dönemsel olarak eskimek bir yana, antropolojik mertebede bir zorunluluktur. Bu yaklaşım, çeşitli yöntemlerle zenginleştirilmeyi reddetmez, aksine kapsar.

Bugün örgüt olmak, yani “ilk aşama”yı aşmak gayet zordur. Son on yılda kurulan ve bugün varlığını koruyan hiçbir devrimci örgüt yoktur. Uzun yıllara dayanan geleneklere yaslanan örgütsel oluşumlar bile esaslı çabalar gösterdikleri izlenimine karşın devrimci politik nitelik kazanamamaktadır. Devrimci örgütlerden politik niyetler beyan ederek ayrılmak, 1990’ların belki sonlarına kadar “politik” karşılık bulabiliyor ve toplam devrimci hareketin eksilmediği değerlendirilebiliyordu. Fakat, ayrılıkların artık “politik”leşemediği örneklerle karşılaşılıyor. Ayrılıkların genel bir eğilim olarak bir yandan devrimci hareketin toplam hacminde küçülmeye, öte yandan, bir çözülme havası yaratmaya dönük işlevlendiği görülüyor.

Bütün bunlar eşliğinde söyleyebiliyoruz: Bugün devrimci örgütlerde yaygın bir alışkanlık haline gelmiş olan, ve krizi ve eleştiriyi öteki devrimci örgütlere yönelten tarzın kendisi tasfiyeci ve gerici bir nitelik kazanmıştır. Neredeyse her bir devrimci örgütün resmi yazılarına bakılırsa, krizin en ağırını yaşayanlar ötekilerdir, ve krizin başlıca müsebbibi de ötekilerdir. Asıl tasfiyeci tarzın, bizler gibi “hariçten gazel” okuyanların mırıldanmalarının değil, bu türden cılız ve aciz çığlıklar olduğunu vurgulamak gerek.

Devrimci örgütlere ve özel olarak komünist devrimci örgütlere bağlılığımızı koruma kararındayız. Teori ve Politika, içinde bulunduğumuz post-devrimcilik döneminde, somut olarak adını andığımız yapıların sürdüreceği her devrimci girişime kendini peşinen bağlı kılmayı sürdürecektir. Yeni bir devrimci inisiyatif belirmedikçe bu kesindir. Devrimcilerin eylem ve işlemlerinin peşinen destekçisi olduğumuzu, geçmişte olduğu tarzda, tekrar ilan ediyoruz.

Devrimci örgütlerin, post-devrimcilik döneminin devrimci tarzda karşılanması ve püskürtülmesi için çaba içinde olduğunu izliyoruz. Post-devrimcilik dönemini başlangıcında devrimci bir inisiyatifle bitirmek devrimci hareketin tarihsel yükümlülüğüdür. Bu dönemin püskürtülmesi için eldeki tek maddi varlık devrimci örgütlerdir, fakat örgütlerin kendi özelliklerinden kaynaklanan ağır sınırlılıkları bulunuyor. Devrimci örgütler, yeni dönemin devrimci tarzını yaratmakta öncelikle kendi engelleriyle karşılıyor.

“Çitlerin arasına hapsolan devrimci hareket, çitlerin dışına çıkamazsa, mutlaka çitlerin dışında bir devrimci hareket oluşacak, açığa çıkacaktır; ve artık çitlerin arasındaki hareket devrimci hareket olmayacaktır.” Devrimci hareketin durumla mücadelesinin kendi pratik devrimci ve örgütlü varlığından başka araçları ve avantaj noktaları yok. Devrimci hareketin mücadelesini buradan yürütmesi dışında bir beklenti olamaz. Dışarıya çağırmak, devrimci hareketi tasfiyeye çağırmak anlamına gelir. Devrimci hareket, bu anlamda bir açmaz içindedir. Ancak bizim açımızdan yenilik, geçen yıllar boyunca, devrimci hareket dışında bir pratik-politik alan tanımazken, artık gözümüzü bir de dışarıda ve yeni bir devrimci hareket ortaya çıkmasına dikmiş olmamızdır. Buna göre, halihazırdaki devrimci hareketin bütünlüğümüzdeki ağırlığı azalmış bulunuyor.

Kurucu ve oluşturucu bir misyonun işlem döneminde, devrimci hareketin mensuplarıyla daha fazla karşı karşıya gelebileceğiz. ‘Devrimcilik dönemi’nde, devrimcileri kendi pratik varlığımız olarak kabul ettiğimiz için, ve devrimciler varoluşlarının ağırlığını pratik eyleyişleriyle yarattıkları için, bizim varoluş tarzımızla devrimcilerinkinin karşı karşıya geldiği uğraklara pek az rastlanıyordu. Ancak, ‘post-devrimcilik dönemi’, yaygın olarak ideoloji açığa çıkaran bir görünüm arz etmekte ve devrimcilerin de toplam varlıklarında azalan pratik-politiklerinin yerini hızla pratik-ideolojinin aldığı koşullarda, Teori ve Politika’nın devrimcilerle karşı karşıya kaldığı alanın dramatik bir şekilde genişlediği görülmektedir. Bu, ideolojik nitelikte bir ara bölgeleşme eğilimidir. Devrimciler, ‘yeni’ ağırlıkları olan ideolojik pratiklerinde izlenecek ya da bağlanılacak bir  pratik içinde olmamaktadırlar. Çünkü devrimci hareketin iç-devrimcilik sorunu eskisi gibi sürmekte ve sorunlarla karşılaştığında neredeyse doğal olarak bize değil, Batılı onaylanmış Marksizme ve onun varsayılan yerli temsilcilerine dikmektedir gözünü. Devrimci hareketin mensuplarıyla bu ideolojik düzlemde karşı karşıya gelmeyi göze almalıyız.

c) Ezilenlerin Marksist devrimci akıncıları

Teori ve Politika, 1) Asıl olarak, Türkiye’ye, daha önce ancak parçalı belirtileri görülen bir Marksizm anlayışını sokmuştur; 2) Bu Marksizmi zayıf varlığında somutlayan bir teorik-politik akım yaratmıştır; 3) Mevcudiyeti ancak görülebilecek halde, ezilenlerin Marksizmi için, düşman topraklarında etkinlik yürütebilen teorik-politik akıncılar yaratabilmiştir.

Teorik-politik misyonumuzun, verili pratik-politik Marksizmle alaşım noktaları bulma olanağı, bu alanın çözülmekte oluşu ve ‘Marksist-olmayan Marksizmler’in yayılma koşullarından dolayı tükenme sürecindedir.

Teori ve Politika’nın pratik-politik ‘karşılığı’, ancak zayıf bir yönelim ve zayıf bir etki olarak ‘var’dır. Dolayısıyla, ezilenlerin Marksizminin pratik-politik akıncılarının var olduğu söylenemez.

Devrimci hareketin geriye çekildiği ve dikkatin geleceğe yöneldiği koşullarda kurucu teorik müdahale tayin edici önem kazanmaktadır. Bugün bu anlamda Teori ve Politika’nın savunduğu Marksizmi daha yüksek, daha gür sesle dillendirme, onun özgül eylemsel varoluşunu oluşturma günüdür.

Misyonumuzu, başlangıçta teorik olarak oluşturuculuk olarak ifade etmiştik. Bugün bu misyonun oluşturulduğunu ama elbette tamamlanmadığını kabul ediyoruz. Bütünsel Marksizm yolunda teorik-politik bir oluşum olduk. İçinde bulunduğumuz dönemdeki misyonumuz, teorik olarak ‘kuruculuk’, politik olarak ‘oluşturuculuk’ olmalıdır. Bütünsel Marksizm yolunda teorik-politik bir girişim olmalıyız.

Ya ‘devrimcilik dönemi’ sürdürülecek ya da ‘post-devrimcilik dönemi’ sonrası devrimcilik, yeni bir ‘devrimcilik dönemi’ açılacaktır. ‘Devrimcilik dönemi’nin sürdürülmesi ve burada ortaya konulan görüşlerin yanlışlanması koşullarında Teori ve Politika, öteden beri sürdürdüğü bağlılığını tazeleyecek ve varlığını bu varlığa katmanın pratik koşullarını gündeme alacaktır. ‘Post-devrimcilik dönemi’nin, yeni bir ‘devrimcilik dönemi’nin yeni devrimci özneleri şahsında bitirilmesi durumunda ise, Teori ve Politika’ya düşecek olan, varlığını bu dinamiğe dolaysızca katmanın yollarını döşemek olacaktır. Bu alternatifler, en başta, devrimcilik döneminde varlığını bulmuş kuşaklar için varlık/yokluk sorunudur. Bu, sonunda, yeni bir dönemin devrimcilik olanaklarını ortaya çıkaracak yeni bir kuşağın omuzlarındadır. Ama muhakkak iş budur.

Ezilenlerin Marksist devrimci partisinin politik ayağının bir temel bileşenini artık, beklenen politik girişim oluşturacaktır. Ufkumuz, beklentimiz ve dikkatimiz bu türden inisiyatiflere de yoğunlaşacaktır.

Yeni devrimci örgütlenme, başka bir makasta, başka bir politika pratiği olarak ve başka bir teorik anlayışla oluşacaktır, oluşmalıdır. Bunun teorik ve politik Marksist parametrelerini ifade etmeye çalıştık. Ancak, gerçek varoluşun devrimci örgütler tarafından temsil edildiğini hiçbir an gözden kaçırmamalıyız. Yeni dönemin devrimci hareketi nereden ve hangi tarzda doğarsa doğsun, Teori ve Politika, varlığını bu yeni dinamiğe sunacaktır. Yeni dönemin devrimciliğinin yollarının döşenmesi için somut arayışlara yönelecek, somut girişimlerin içinde olmaya gayret edecektir.

Hazırlık aşamasının olmasa da yeni dönemin kendisinin, bir sakince durma oturma, açık politika yapma, sabırlı ve uzun soluklu bir çalışma temposu ve ortalarda görünme özellikleriyle algılanmasının önünde durmak zorunludur. Teori ve Politika, 1990’larda beliren “metropoliten sosyalistliğe” bulaşmamıştır; post-devrimcilik döneminin olası sabırlı ve sakin “tahta kılıçlı derviş” tarzına da bulaşmamalıdır. Teori ve Politika, değme Leninist kisvelerle de olsa reformcu bir politik eyleyiştense politikasızlığı yeğleyecektir. Olası bazı politik uçvermelerimiz sadece gerçek ya da yakın-gerçek bir pratik devrimci öznenin faaliyetinin bir parçası olarak meşrudur.

Teori ve Politika, kendi yaptığı işin niteliği konusunda hiçbir yanılsamaya kendi-için ve başkaları nezdinde izin vermemiştir. Devrimci olmadığını her zaman ve sık sık yinelemiştir.

Pratiksiz ‘devrimci duruş’un devrimciliğin ve Marksistliğin ta kendisi olduğuna ilişkin tehlikeli görüşün hakim olması durumunda hiç kuşkusuz en devrimci oluşum Teori ve Politika olacaktır. Fakat böyle bir huzurdan Allah korusun! Devrimci olmayanı devrimcilik diye savunmaktansa, açıkça, devrimciliğin mümkün olmadığı bir dönemdeyiz diyebilmeliyiz.

Burada ortaya konulan vargılar; önce teori, sonra ona uygun politika anlayışı bağlamında değerlendirilmemelidir. Böyle bir sıralama için, “önce teori”ye harcanan yaklaşık on beş yıl çok uzundur! Biz, hiçbir zaman bu türden bir anlayış içinde olmadık; teorimizle politik arayışımız arasında bu türden bir ilişki kurulmasına hep karşı çıktık. Şimdi savunduğumuz yol, esas olarak, Marksizme ve devrimciliğe ilişkin dışımızdaki etmenlerin eseridir.

Bir Marksist teorik-politik akım olarak Teori ve Politika, kendi “eskimiş” varlığını sürdürecektir. Bunu, başarıyla açılmış bir hat, ve yeni dönemde gerekliliği artmış bir eyleyiş olarak saptıyoruz. Ama bu konuda sakınacağımız hiçbir hesap yoktur. Görüşlerimize ve görüşlerimize karşılık gelecek politika alanının potansiyel olanaklarına güvenimiz tamdır.

Mesele, bu zamana kadar az ya da çok başarıyla yürüttüğümüz teorik akınları politik akın haline getirmek, dönüştürmek veya politik akınla birleştirmektir. Teori ve Politika, gayet zayıf bir varlık da olsa, teorik-politik akıncısını yaratmıştır. Bu anlamda, Teori ve Politika külliyatı, bir tam-teorik bütünlük kuramasa da, buna hazır bir platform oluşturmuştur.

Bu zamana kadar, kesimsel bir yerde duruyor ve bu yer kadar yükümlülük ifade ediyorduk. Pratik-politik Marksizmin gerilemesi, doldurulamayan bir boşluk yarattı. Şimdi, acil olarak bu alanda işlevlenmeyi, pratik varlık göstermeyi değil, ama zaten ideolojik girdilerle doldurulmaya çoktan girişilmiş bu alanda Marksizmin bütünsel varlığını temsil etme mücadelesi vermeyi öngörmeliyiz. Bu, ‘dil’imizin bu zamana kadar başlıca olarak ayırıcı ve bölücü niteliğine, uygun konumlarda kapsayıcılık da eklememiz anlamına gelecektir.

Kurduğumuzu kabul ettiğimiz alanda, sistematiğimizi işlemeye çalışmanın kolaylığındansa, varoluşumuzu zorlayan bir yönelime girdiğimizin farkındayız. Ağır gerilimlerle karşılaşmaya hazır olmalıyız.

Yol açanın yolunda, sözü olanın izindeyiz. Ezilenlerin Marksist kurtuluş ve egemenlik bayrağını yükseltme ve onun hareket ordusunu yaratma yolundaki çabamıza katkı çağrısına da hak görüyoruz.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar