Ana SayfaArşivSayı 46Devrimci Hareketin Krizini Aşmanın Yolu

Devrimci Hareketin Krizini Aşmanın Yolu

  

G     Ö     R     Ü     Ş

  

   

 

Devrimci Hareketin Krizini Aşmanın Yolu Düzenin Krizine Alternatif Yaratmaktan Geçiyor

İlker T. Şahinoğlu

Devrimci ve reformist bileşenleriyle bir bütün olarak sosyalist hareketin parçalı yapısı bir olgu olarak ortada duruyor. Bu olgu, yine apaçık ortada duran yine bir bütün olarak sosyalist hareketin, ülkede siyasal bir gücü temsil etmenin çok gerisinde olması olgusuyla beraber değerlendirildiğinde ise belli açılardan kolaycı ve iyimser çözüme işaret eden şu önermeyi doğuruyor: Birbirine yakın duran sosyalistler birleşerek içinde bulundukları olumsuz durumu bertaraf edebilir ve yeniden politik bir güç haline dönüşebilirler.

Ne var ki, geçmişte yaşanan birlik deneyimleri, bu önermenin, genelde sosyalist hareketin özelde de devrimci hareketin krizini çözmeye yetmediğine işaret ediyor. Sosyalist hareketin Sosyalist Forum etrafında bir araya gelen bileşenlerinin her birinin geçmişte dâhil oldukları birlik çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmış olması bir kenara bırakılsa bile, tek tek bu bileşenlerin kendi örgütsel birliklerini dahi koruyamamış olmaları birlik politikasının kendinden menkul bir keramete sahip olmadığını ampirik olarak kanıtlıyor.

Öyleyse, devrimci ve reformist bileşenleriyle sosyalist hareketin parçalılığını ve güçsüzlüğünü bir neden değil bir sonuç olarak görmek ve bu sonuca yol açan etmenleri belirlemek önem kazanıyor. Bir başka deyişle, sosyalist hareketin parçalılık ve güçsüzlük hali, daha temelli bir arazın semptomları olarak değerlendirilmeksizin ve bu semptomlara yol açan temel araz -veya arazlar- teşhis edilmeksizin yol almak mümkün görünmüyor. Bu yazıda, sosyalist hareketin bir bütün olarak krizine yol açan temel arazın, öncülük zafiyeti olduğu gösterilmeye ve çözüm önerisi de bu teşhise bağlı olarak geliştirilmeye çalışılacaktır.

Bir öncülük perspektifi yitimi olarak sosyalistlerin krizi

Lenin Ne Yapmalı’da şöyle yazmıştı: “Kendisine ‘öncü’, öncü müfreze demek yetmez; tüm diğer kuvvetlerin de bizim önde yürüdüğümüzü anlamaları ve kabul etmek zorunda kalmaları gerekir”.  Yine Lenin’e göre; öncülüğün kazanılması, ancak toplumsal dinamiklerin ve muhalefet hareketlerinin iktidara karşı birleşmelerini sağlayacak bir eylem programı ile mümkündür.

Marta Harnecker, Lenin’in gerek Ne Yapmalı‘da gerekse diğer eserlerinde öne çıkan vurguları şu biçimde özetler: “Demek ki öncü, hangi toplumsal sınıfların ya da güçlerin mücadele alanında karşı karşıya geldiklerini, birbirlerine karşı hangi biçimde gruplaştıklarını ve aralarındaki sınıf çatışmalarının büründükleri en genel biçimleri kesin bir biçimde saptayabilmeli; bu verilerden yola çıkarak, iktidarın ele geçirilmesi için izlenmesi gereken yolu, yani o ülke için kabul edilmesi gereken devrimci stratejiyi çizebilmelidir.[1]

Sosyalist hareketin deneyimlemekte olduğu dağınıklığı ve güçsüzlüğü bu saptamalardan hareketle araştırmak gerekiyor. Zira sosyalist hareketin Türkiye’deki mevcut siyasal ve toplumsal dinamiklerin verili konumlanışlarını, aralarındaki çelişkilerini ve hareket potansiyellerini esas alarak hazırlanmış ve tüm diğer iktidar karşıtı dinamiklerinin etrafında toparlamayı başarmış devrimci ve/veya reformist nitelikli bir eylem programı bulunmuyor[2].

Sosyalist hareketin, Türkiye’de öncülük misyonunu yerine getiremediği açık yüreklilikle kabul edilmelidir. Sosyalist hareketin öncülük işlevini yerine getirmediği her yeni günün, daha fazla güçten düşmeyi beraberinde getirdiği ve bunun ise sosyalist hareket içindeki birleşme dinamiklerini değil bölünme dinamiklerini tetiklediği somut örneklerle deneyimleniyor.

Sosyalizm mücadeleleri tarihinde ortaya çıkmış ne kadar zaaf varsa (doktrinerlik, programatizm, ekonomizm, uvriyerizm, sübjektivizm vb.), bunların günümüz Türkiye sosyalist hareketinin bünyesinde de mündemiç olduğu kabul edilmelidir. Diğer yandan, Türkiye sosyalist hareketinde, devletten -söz ve eylem olarak- kopamamak biçiminde kendisini açığa çıkartan zaafın ise öncekilerden çok daha fazla büyük bir tahribata yol açtığı belirtilmelidir[3].

Tüm bu zaafların, sosyalist hareketi öncülük yapma pozisyonundan daha da fazla uzaklaştıran apolitizm arazının akut hale dönüşmesine yol açtığı açıktır. Kuşkusuz bu arazın son dönemde daha fazla tahribat yaratmasının, Türkiye’de yaşanmakta olan egemenler arası siyasal hegemonya krizinin derinleşmesiyle yakından alakası bulunduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Zira, egemenlerin giderek derinleşen siyasal hegemonya krizi, sosyalist hareketi politikaya davet ederken, sosyalist hareketin arazı olarak belirginleşen apolitizm bu davete güçlü bir eylem programı, gerçekçi ve devrimci bir strateji üzerinden icabet etmeyi mümkün kılmıyor. Bu durum sosyalist hareketin “geleneksel” kitle tabanının, egemenler arası politik mücadeleye yedeklenmesinin yolunu açıyor, öncülük niteliğinden yoksun sosyalist hareket kendi kitle tabanının peşinden sürükleniyor. Aynı nedenle, bir bütün olarak sosyalist hareketin bugünkü hâkim niteliğinin “artçılık” olduğu kabul edilmelidir.

Sosyalist hareket, gerçekçi bir eylem programı geliştiremiyor, çünkü Türkiye’de bir süredir yaşanan ve 2001’den bu yana dünyada yaşanan gelişmelerle bağlantılı olarak ortaya çıkan hegemonya krizini okuyamıyor. Söz konusu hegemonya krizinin hangi güçleri karşı karşıya getirdiğini ya analiz edemiyor ya da bununla gerçek anlamda ilgilenmiyor. Hal böyle olunca da, kendisini politikaya davet eden krizi esas alarak bir eylem programı, devrimci bir strateji geliştirmek yerine bu süreci izlemekle yetiniyor.

Oysa sosyalist hareketin krizini doğuran temel etmen öncülük perspektifi yitimiyse, onu bu krizden çıkartacak olan da toplumsal ve siyasal muhalefet dinamiklerinin öncülüğünü gerçekçi ve devrimci bir eylem programı üzerinden yeniden kazanmasından başka bir şey değildir. Derinleşerek süren egemenlerin hegemonya krizinin toplumsal düzlemde yarattığı politikleşme düzeyinin, sosyalist harekete kendi krizini aşmak için de geniş imkânlar sunduğu görülmelidir. Dahası etkilerinin çok yakında Türkiye’de de şiddetli bir biçimde hissedilmesi kuvvetle muhtemel olan küresel iktisadi krizin yaşanmakta olan siyasal krizle bütünleşmesinin, hali hazırda var olan imkânları daha da artıracağının tartışılacak bir tarafı bulunmuyor.

Öyleyse sosyalistlerin Türkiye’nin siyasal-toplumsal topografyasının analizi üzerinden bir eylem programını acilen ortaya çıkartmasının gerekliliğinin üzerinde durmak gerekiyor. Ancak gerçekçi bir eylem programı üzerinden politik-pratik içine girebilenlerin güçlenebileceği, öncülük perspektifinin gerekliliklerini yerine getirmeyen sosyalist çevre ve grupların ise giderek daha fazla güçten düşecekleri ve önemsizleşecekleri bir döneme girdiğimiz söylenebilir. 

Türkiye’nin siyasal-toplumsal topografyası

Sosyalist hareketin devrimci bir eylem programı için öncelikli ihtiyacı, somut durumun somut tahlilinin gerçekçi bir temelde yapmasıdır. Bir başka deyişle, içinde bulunulan dönemde hangi güçlerin ve dinamiklerin siyasal mücadelede karşı karşıya geldiklerini, bu güçlerin hangi sınıfsal ve toplumsal kesimlere dayandıklarını, hamaset edebiyatına başvurmaksızın, ortaya koymak gerekmektedir. Zira sosyalist hareket de aynı siyasal-toplumsal topografyanın üzerinde mücadele vermektedir.

Şu anda hükümet olan AKP ele alınarak başlanabilir[4]. AKP’nin güçlü kitle desteğine sahip bir parti olduğu tartışma götürmez bir olgu olarak ortada durmaktadır. AKP’nin niceliksel büyüklüğünün -kitle tabanının- dayandığı ana toplumsal kategorinin kentli proletarya olduğu açıktır. Büyük metropollerde AKP’ye en büyük desteğin yoksul emekçilerin kitlesel olarak yoğunlaşmış olduğu varoşlardan geldiği ampirik olarak saptanabilmektedir. Kentli yoksul proletarya dışında, kentli orta sınıfların bir kısmı ile Anadolulu küçük burjuvazinin (esnaf, köylü vb.) geniş bölmesinin de AKP’yi desteklediği görülmektedir[5].

AKP’nin politik çizgisine sınıfsal niteliğini ise; bu partinin küreselleşmeci-yeni liberalizm yandaşı tekelci sermaye ve aşağıdan gelişen Anadolulu sermaye gruplarıyla kurduğu ilişki vermektedir. Ancak söz konusu partinin sınıfsal olarak hakim kategori olan tekelci sermayenin desteğini almış olması, bu partinin oligarşik devlet yapılanması içinde siyasal olarak hakim güç olmasına izin vermemektedir. AKP’nin sık sık düştüğü “mağduriyet” pozisyonu, bir illüzyon olarak değil, Türkiye’deki oligarşik devlet yapısının özgüllüğünden kaynaklanan reel bir durum olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye devletinin tipi kapitalist, biçimi oligarşidir. Ancak oligarşik devletin özgül siyasal karakteri militokratik olması, yani genel olarak askeri-sivil bürokrasinin özel olarak da ordunun iktidar bloğu içinde “baskın güç” olmasıdır[6]. Militokrasi, verili korporatist yapı tasfiye olmaksızın tekelci sermayenin sınıfsal tahakkümünün devamını öngörürken; AKP, tekelci sermayenin sınıfsal tahakkümünün liberalizm ekseninde gerçekleşmesini savunan çizginin temsilciliğine soyunmuştur. Bir başka deyişle, AKP kapitalist devletin zor aygıtlarının (ordu, polis, gizli savaş aygıtları vb.) tekelci sermayeye tâbi olduğu tipik bir kapitalist-oligarşik devleti hedeflerken[7], Osmanlı’ya özgü kapıkulu geleneğinin ardılı olan militokrasinin ise oligarşik devlet aygıtı üzerindeki varolan tarihsel hakimiyetini sürdürmek için bir yandan siyasal düzleme MGK üzerinden ve MGK’nın yetersiz kaldığı durumlarda muhtıralarla, darbelerle müdahale etme yolunu izlediği, diğer yandan da ekonomik faaliyetlere gerek kamu işletmeleri, gerek bütçede savaş harcamalarının payını yükselterek, gerekse kendi özel girişimleri olan şirketler üzerinden müdahil olma yolunu benimsediği gözlemlenmektedir.

Osmanlı’da mülksüz devletlu zümreyi temsil etmiş olan militokrasi, kapitalist Türkiye Devleti’nde önce kendine tâbi bir burjuva sınıfı yaratmış[8], 1970’lerin sonlarından itibaren yaşanan liberalleşme döneminde ise kendi holdinglerini kurmak yoluyla bezirgan bir karaktere erişmiştir. Türkiye kapitalizminin militokratik karakteri dikkate alınmadığı taktirde, oligarşi içinde tüm Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanmış olan ve günümüze uzanan derin devlet hesaplaşmaları ve darbelerle süren iktidar mücadelesinin izahata kavuşturulması mümkün gözükmemektedir. Zira günümüzde de AKP’nin “muhalif” veya “mağdur” konumu oligarşi içi iktidar mücadelesiyle bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır.

İlk bakışta, tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda izlediği yeni liberal ekonomi politikalar nedeniyle, AKP’nin işçi sınıfının geniş bölmelerince desteklenmesi bir tezatmış gibi görülebilir. Ancak Türkiye kapitalizminin verili yapılanması göz önünde bulundurulduğunda gerçekte bir tezadın olmadığı görülecektir. Örneğin “Ren kapitalizmi” olarak adlandırılan ve iki kutuplu dünyanın varolduğu koşullarda bir “sosyal devlet”e dönüşmüş olan kapitalist Almanya’da izlenen yeni liberal politikalar Almanya işçi sınıfının tümünü ve geniş toplumsal kesimleri doğrudan etkilerken; hiçbir zaman bir “sosyal devlet” olmamış olan Türkiye’de yeni liberal politikalar işçi sınıfının yalnızca örgütlü ve görece güvenceli çalışma koşullarına sahip olan küçük bir kesimini doğrudan etkilemekte, geniş kesimlerin yaşam koşullarına ise doğrudan etkide bulunmadığı görülmektedir[9].

Keza sömürge sonrası kapitalizmi olarak tanımlanabilecek –ve kapitalizm öncesi tarihinden devraldığı güçlü devlet geleneklerine sahip olmayan- oligarşik Latin Amerika ülkelerinde ise, yeni liberal politikalar -örneğin özelleştirmeler- sorunsuzca ve hızlı bir biçimde uygulanabilmiş olduğundan, bu politikaların, toplumun geniş emekçi kesimlerinde mutlak bir yoksulluğa ve çıkışsızlığa yol açtığı gözlemlenmiştir. Oysa Türkiye’de militokrasinin iktidar bloğu içindeki baskın konumunun dayanağı olan korporatist yönelimleriyle çelişen özelleştirme politikalarının sık sık yargı kararlarıyla sekteye uğradığı ortadadır. Bu ise Türkiye’de, Latin Amerika örneklerinde gözlemlendiği gibi ölü sanayi kentlerinin, hayalet kasabaların, çıkışsızlık içindeki işsizler ordusunun ve mutlak yoksulluğun içine yuvarlanmış geniş proleter kesimlerin oluşmasının önünde engel oluşturmuştur[10].

Bu faktörlere; AKP’nin dünya ekonomisinin büyüme eğiliminde olduğu bir dönemde Hükümet ediyor olması, ekonomik büyüme trendine paralel olarak büyük oranda ihracata dönük faaliyette bulunan enformel ekonominin artan oranda yarattığı dinamizm ve jeopolitik konumunun emperyalizmin güncel paylaşım mücadeleleri açısından taşıdığı önem nedeniyle Türkiye’nin kasasının ekonomi-dışı girdilerden mahrum kalmaması da eklenince uygulanabilir hale gelen “sadaka ekonomisi” geniş emekçi kesimlerin AKP’yi desteklemesi sonucunu doğurmuştur.

Emekçi ve ezilen kesimlerin AKP’ye sunduğu söz konusu destek; militokrasi tarafından kışkırtılan “laiklik” tartışmaları nedeniyle, Kemalizmin “yukarıdan modernleşme” politikalarına dair tarihsel dayanakları bulunan itirazlarla da bütünleşerek pekişmiştir. AKP böylelikle ortaya çıkan toplumsal saflaşmanın bir eğiliminin temsilciliğini de üstlenen güçlü bir siyasal hareket haline dönüşebilmiştir.

CHP ise AKP’nin oligarşi-içi anti-tezi gibidir. Söz konusu Kemalist partiye sunulan kitle desteğinin ana damarını seçkinci orta sınıflar teşkil etmektedir. Batılı yaşam tarzını benimsemiş ve Kemalizmin “yukarıdan modernleşme” politikalarının geçmiş dönemde kültürel statü bakımından da ayrıcalıklı kıldığı bu kesimler, söz konusu ayrıcalıklarının korunması için tek seçenek olarak gördükleri CHP’yi desteklemektedirler. Bu ana damarın dışında örgütlü işçi sınıfının özellikle özelleştirme tehdidi altında bulunan işyerlerinde istihdam olmuş küçük bir bölmesinin de yeni liberal politikalara karşı CHP’ye -aslında militokrasiye- destek sunduğu gözlemlenmektedir. Diğer yandan, militokrasinin geliştirdiği -ve MGK patentli Özel Siyaset Belgelerine de yansıyan- “şeriat tehdidi” söylemi üzerinden farklı sınıflardan müteşekkil Alevi toplumunun Kürt kimliğine mesafeli duran geniş bölmesinin de desteğini CHP’ye yönelttiği görülmektedir. Tüm bu sayılan kesimlerden oluşan sosyal tabanın Türkiye toplumunun yaklaşık yüzde 20’lik bir dilimine, işçi sınıfının ise kuşkusuz oldukça küçük bir kesimine tekabül ettiği anlaşılmaktadır.

CHP’nin siyasal çizgisi ise tekelci sermayenin sınıfsal tahakkümünün verili korporatist yapı tasfiye edilmeksizin yürütülmesini savunan militokrasinin oligarşik siyasal çizgisiyle örtüşmektedir. Diğer yandan bu çizgi, gerek ekonomik açıdan hali hazırda her türlü sosyal haktan ve güvenceden mahrum olan işçi sınıfının geniş bölmelerine hitap etmemekte, gerekse siyasal açıdan bu kesimlerin Kemalizmin “yukarıdan modernleşme” politikalarına dair ideolojik itirazlarını göz önünde bulundurmamaktadır. Hal böyle olunca, CHP’nin, geniş toplumsal kesimlerin desteğini kazanması mümkün olmamaktadır. Parlamenter yolla Hükümet olamayacağı gerçeğinden hareketle CHP’nin siyasal başarı beklentisini, militokrasinin gerçekleştireceği, dolaylı (yargı darbesi, e-muhtıra vb.) ya da dolaysız bir askeri darbe hamlesine bağladığı görülmektedir.

MHP’nin ise gerek dayandığı sosyal taban gerekse takipçisi olduğu siyasal çizgi açısından mevcut konumlanışı AKP ile CHP eksen alınarak tespit edilebilir. MHP kent proleterlerinin bir kesiminin ve kırsal küçük burjuvazinin desteğini kazanmak konusunda AKP’nin tabanındaki milliyetçi kesimlere seslenebilecek popülist bir söylem tutturmaya çalışmaktadır. Diğer yandan MHP’nin, tarihsel ideolojisi gereği korporatist temelde örgütlenmiş bir kapitalizm projeksiyonunu benimsemek yönelimine sahip olduğu ve bu yönelimiyle bağlantılı olarak CHP’nin kitle tabanında yer alan ve CHP’yi bu bahiste ikircikli bulan seçkinci orta sınıfları da kapsamaya çalıştığı söylenebilir[11].

Şu anda belirgin bir toplumsal desteğe sahip olarak parlamentoda yer alan ve oligarşinin farklı eğilimlerini temsil eden üç siyasi hareketin ortak paydaları ise Kürt sorununda çözümsüzlük politikasına ortak olmalarıdır. Bu bahiste, tekelci sermayenin liberalleşme yanlısı kanadıyla paralel olarak; AKP’nin, Kürt sorununu çözmeyecek olsa da, bu sorunu bir şekilde gündem dışı bırakmaya olanak sağlayacak ekonomik nitelikli kimi adımları, militokrasiyi de ikna ederek, atmaya çalıştığı[12], CHP’nin ve MHP’nin ise oligarşik devletin geleneksel sömürgeci politikalarının savunuculuğunda ısrar ettikleri görülmektedir.

Belirli bir toplumsal desteğe sahip olarak parlamentoda yer alan anti-oligarşik tek güç ise DTP’dir. Özelde DTP’nin genelde ise Kürt Özgürlük Hareketi’nin anti-oligarşik olması, onun anti-kapitalist karakterinden değil, anti-militokratik niteliğinden ileri gelmektedir. Zira oligarşik devletin tarihsel ve güncel siyasal çizgisi ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin siyasal çizgisi arasında uzlaşmaz bir çelişki söz konusudur. Eğer sömürgeci oligarşik devletin militokratik karakteri söz konusu olmasaydı, ulusal sorunun kapitalizm içi reformist bir düzlemde çözülmesi mümkün olabilirdi. Tekelci sermayenin liberalleşme yanlısı eğiliminin bu sorunu reformist temelde hal yoluna koyma çabalarının her defasında militokrasinin “kırmızı çizgileri”ne takılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. 

Kürt Özgürlük Hareketi’nin sosyal tabanının ne olduğu konusunda ise farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Kimi sol çevrelerde söz konusu hareketin; genel anlamda küçük-burjuva sınıfsal tabana dayandığı, özel olarak da bir “köylü hareketi” olduğuna dair tespitlerin ileri sürüldüğü bilinmektedir. Yapılan bu tespitlerin, doktriner bir nitelik taşıdığı en baştan söylenmelidir. Doğru olan, somut gerçeklikten yola çıkarak bir tespite ulaşmaya çalışmaktır.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin toplumsal tabanında kentli kesimin giderek ağırlık kazandığı söylenmelidir. Kürt coğrafyasında, DTP’nin aldığı oylara bakarak dahi bu saptama teyit edilebilir. Kentlerde DTP’ye verilen Kürt oylarının, köylere gidildikçe AKP’ye yöneldiği bilinmektedir[13]. Kürt Özgürlük Hareketi’nin üzerine yaslandığı ana toplumsal taban; gerek izlenen yeni liberal tarım politikalarının, gerekse köy boşaltma uygulamalarının neticesinde kentlere göç eden, topraktan kopmak suretiyle proleterleşmiş Kürt emekçi kitlelerdir. Söz konusu hareket, yalnızca Kürt coğrafyasında yer alan kentlerde değil, batıda yer alan metropollerde de esas olarak varoşlarda yaşam mücadelesi veren proleter toplumsal kesimlere dayanmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi, temel toplumsal tabanı olan Kürt proletaryası dışında; oransal ağırlığı azalma eğiliminde olsa da halen Kürt yoksul köylülüğü ile oligarşinin sömürgeci politikalarına itirazı olan Kürt sermaye sınıfının ve Kürt küçük burjuvazisinin de desteğini almaktadır[14].

Kürt Özgürlük Hareketi’nin izlediği siyasi çizginin ise çoğul bir görünüm arz ettiği görülmektedir. Hareket içinde “demokratik konfederalizm”, “demokratik cumhuriyet” ve  “ulusal bağımsızlık” taleplerinin ayrı ayrı veya bir arada dillendirildiği bilinmektedir. Ancak oligarşik devlet açısından bu taleplerin kategorik bir farkı bulunmamaktadır. Zira hepsi anti-militokratik bir karakter taşımaktadır[15].

Kuşkusuz Türkiye’nin siyasal topoğrafyası yukarıda adı anılan ve parlamentoda temsil şansı bulmuş siyasi akımlardan ibaret değildir. Örneğin CHP’nin yerini doldurmak isteyen Tuncay Özkan’ın “Biz Kaç Kişiyiz” hareketi ve yeniden yapılanma arayışı içinde olan SHP gibi akımlarla, CHP kontenjanından parlamentoya girmiş DSP ile DİSK’in desteklediği 10 Aralık Hareketi gibi Kemalist siyasi yapılar söz konusudur. Ancak bu adı geçen akımların hepsinin CHP’nin tabanına oynadığı bilindiğinden ayrıca analizi gerektirmemektedir. Keza AKP’nin alternatifi olmayı hedefleyen DYP ve ANAP gibi yapılarla, MHP’nin alternatifi olmayı öngören BBP gibi yapıları da bu yazı bağlamında ayrıca ele almaya lüzum yoktur.

Sosyalist hareketin ise Türkiye’nin siyasal topoğrafyasında hali hazırda anlamlı ve ayırt edici bir yeri doldurmaktan uzak olduğu açıktır. Ufuk Uras ve Akın Birdal gibi sosyalistleri Meclis’e taşıyan kitle tabanının da sosyalist hareketin kendi tabanı olmadığı bilinmektedir[16]. Seçimlere kendi bağımsız adaylarıyla katılan ESP’nin ve BDSP’nin aldığı oy oranları ise ortadadır[17].

Sosyalist hareketin parçalı ve güçsüz pozisyonuna yol açan temel arazı da, sosyalist hareketin söz konusu siyasal topografyada kendisine nasıl yer açacağını ya bilememesi ya da bildiği yol ve yöntemin sonuç verici olmaması “dramatik” gerçekliğinden başka yerde aramamak gerekiyor. Türkiye’nin siyasal topoğrafyasına bakarak, “her şeyin birbirine karıştığını” söyleyen -ya da bunu açık açık söyleme cesaretini bulamasa da düşünen-  çok sayıda sosyalist özne bulunuyor. Bu kafa karışıklığı ortamında, yapılan birlik denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmakta ya da siyasi özneler varolan örgütsel birliklerini dahi muhafaza edememektedirler.

Sosyalist hareketin güncel eğilimleri-temel açmazları

Sosyalist hareketin içinde varolan kimi temel eğilimleri tespit etmenin, söz konusu hareketin yaşamakta olduğu öznel krizi betimlemek açısından olduğu kadar bu krizi aşma potansiyellerini taşıyan bileşenlerine işaret etmek açısından da ön açıcı olacağı teslim edilmelidir.

Sosyalist hareketin bünyesindeki temel eğilimlerden ilkini “ekonomist eğilim” olarak niteleyebiliriz. Sınıf indirgemeci ekonomist eğilimin, sosyalist hareketin işçi sınıfı içinde kökleşememesinden kaynaklanan bir darlık yaşadığını ve “işçi sınıfının devrimci partisi” kurulmadan bu etkisizliğin aşılamayacağını öne sürdüğünü söyleyebiliriz. Genellikle “sosyalist devrim” perspektifini savunan bu eğilimin temsilcilerinin, fabrika fabrika, mahalle mahalle işçi örgütlemeye çalıştıklarını, “iğneyle kuyu kazmaya” benzeyen bu çabanın sonuç vermesi için ise “sabırlı olmayı” salık verdiklerini görmekteyiz.

Anti-kapitalist karakterinin ideolojik düzeyde belirtik olmaması nedeniyle Kürt Özgürlük Hareketi ile arasına mesafe koyan bu eğilimin temsilcilerinin, “demokratik devrim” perspektifi doğrultusunda hareket eden siyasi özneleri ise “devrimci demokrat” veya “küçük burjuva sosyalisti” olarak kategorize ettikleri gözlemlenmektedir. Ne var ki, yıllardır ısrarla yürüttükleri örgütlenme faaliyetlerine rağmen bu eğilimin temsilcilerinin, mitinglere üç-beş yüz kişilik kortejlerle katılma durumunu aşamadıkları ve esas aldıkları emek gündemleri de dahil herhangi bir gündemde toplumsal saflaşmaya yol açacak bir politik etki yaratamadıklarının nesnel bir durum olarak ortada durduğu belirtilmelidir. İşçi sınıfını ağırlıkla ekonomik ya da “midevi” ihtiyaçları üzerinden “pedagojik” yöntemlerle örgütlemeye çalışma çabasının ve demokrasi mücadelesini burjuvazinin ikiyüzlü bezirgan demokratizmine emanet etme perspektifinin; bu eğilimi Lenin’in  eleştirmekten bir an bile vazgeçmediği Legal Marksistlerle paralel bir pozisyona düşürmesi bir yana, anlamlı bir politik güce dönüştürmediği de nesnel olarak gözlemlenebilmektedir.

Sosyalist hareket içinde varolan ikinci eğilimi ise; süre giden sınıflar savaşımının verili konjonktürdeki özgül politik dışavurumlarını, somut sınıflar dizilişini ve somut siyasal güçleri göz önünde bulundurmayan ve tahayyülündeki politik hattı bembeyaz bir sayfaya tatbik ederek güçlenmeyi öngören siyasi öznelerin temsil ettiği söylenebilir. Bu eğilimi, sosyalist hareket içindeki sübjektivist ya da öznelci apolitik eğilim olarak tanımlamak mümkündür. Söz konusu eğilim kapsamında, 2001 sonrası açılan yeni tarihsel dönemde etkisini büyük oranda yitirmiş -ve bu nedenle anakronikleşmiş- “Seattle Ruhu”nu 2008 Türkiye’sine “ithal etmeye” çalışan siyasal öznelerden[18], PASS’ı (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) “sıfır”dan yeniden başlatmayı öngören siyasal öznelere kadar geniş bir yelpaze içindeki özneler sayılabilir. Bu yelpaze içinde yer alan siyasi öznelerin ise ya Seattle’a rengini veren kendiliğinden “yeni toplumsal hareketler”in Türkiye’de olmaması ya da ülkenin siyasal topoğrafyasının da resmettiği gibi geniş toplumsal kesimlerin politik düzlemde saflaşmış olduğu bir tarihsel uğrakta PASS’ı başlatacak iradenin ortaya çıkamaması gibi nesnel nedenlerle bir açmazla karşı karşıya kaldıkları söylenebilir. Hal böyle olunca, söz konusu eğilimin temsilcilerine, kendi projeksiyonlarının yaşama geçirilmesine uygun bir tarihsel dönemin açılmasını beklemekten ve bu bekleyiş sırasında da sahip oldukları projeksiyonlarını, artık ne kadar olabilirse, yakın çevrelerine vaaz etmekten başka bir çıkış yolu kalmamaktadır. Kuşkusuz, kaçınılmaz olarak apolitizme varan bu eğilimin, Seattle’cılarla PASS’çılardan ibaret olduğunu düşünmemek gerekiyor. Bu iki örnek, söz konusu eğilimin iki uç versiyonunu temsil ettiği için verildi. Yoksa sosyalist hareketin, irili-ufaklı, devrimci-reformist onlarca öznesinin bu eğilim içinde yer aldığını not etmek gerekiyor[19].

Sosyalist hareket bünyesinde varolduğu söylenebilecek diğer iki eğilimin ise ülkenin toplumsal-siyasal topografyasını dikkate almak gibi bir ortak paydaları bulunuyor. Ne var ki, bu iki eğilimin, söz konusu topoğrafya içinde dost-düşman ayrımına giderken ve ittifak politikalarını belirlerken birbirlerinden temelli biçimde ayrıldıkları gözlemleniyor.

Sosyalist hareket içindeki üçüncü eğilimi temsil eden bunlardan ilkinin, dönemsel olarak ortaya çıkan politik ve sosyal kutuplaşmada, düşmanı, kapitalizmin 1970’lerde içinde düştüğü krizi aşmak için başvurduğu yeni liberal politikaların Türkiye’deki uygulayıcısı konumunda olan AKP olarak belirlediği görülmektedir. Bu nedenle, söz konusu eğilimin, militokrasinin kendisine toplumsal taban yaratmak için kışkırttığı laiklik tartışmalarında “şeriat tehdidi” algısının toplumsallaşmasında taşıyıcı olmayı bilinçli bir biçimde tercih ettiği ve orta sınıflar nezdinde yükselen ulusalcı-laikçi toplumsal eğilimin öncülüğüne soyunduğu anlaşılmaktadır. İşçi sınıfının bütününü kapsam alanına almaya müsaade edebilecek bir çerçevede kapitalizm karşıtlığı yapmak yerine, ancak örgütlü işçi hareketini kapsam alanına alabilen yeni liberalizm karşıtlığı yapmakla yetinen bu eğilimin, farklı inançlardan tüm emekçilere seslenecek bir söylemi benimsemek yerine, “şeriat tehdidi”ni öne çıkartarak, yalnızca Alevi toplumuna ve seçkinci orta sınıflara seslenmeyi tercih ettiği görülüyor. Özetle, bu eğilim, tıpkı 1970’lerde olduğu gibi, yalnızca CHP’nin tabanına oynuyor. Bu taktiği olabilir kılmak için gerekli olan, Kürt Özgürlük Hareketi ile arasındaki mesafeyi açma politikasından imtina etmiyor.

Ancak gerek CHP yönetiminin gerekse sendikal bürokrasinin önemli kesiminin, militokrasinin korporatist kapitalizm programıyla bir çelişkisi bulunmamasından ötürü, bu eğilimin oligarşi içi mücadeleye yedeklendiği gerçeğinin gizlenemez biçimde ortada durduğu vurgulanmalıdır. Zira bu eğilimin, kendi kitle tabanının, “ulusalcı” mitinglerde, darbecilerle, şovenistlerle ve militaristlerle yan yana gelmesinde bir sakınca görmediği gözlemleniyor. Kuşkusuz, ülkede esen şovenizm ve militarizm rüzgarını arkasına alan bu tutum alışın, söz konusu eğilimi niceliksel olarak görece güçlendirdiği bir olgudur. Ancak bu eğilimin niceliksel olarak görece güçlenmesinin, onu niteliksel olarak düzen dışı kılmadığının altını çizmek önemlidir. Dahası, oligarşinin “baskın gücü” olan militokrasiyle büyük olasılıkla sözsüz bir biçimde tesis edilen bir ittifakın eseri olan bu nicel büyümenin menzilinin, militokrasinin AKP’nin temsil ettiği oligarşik eğilimle işini bitirmesine kadar devam etmesi, ardından tersine dönmesi kuvvetle muhtemeldir.

Söz konusu ittifaka atfedilen “anti-emperyalist” niteliğin “kof” bir iddiadan ibaret olduğunun sınır ötesi kara harekatı sırasında net bir biçimde ortaya çıktığı hatırlanmalıdır. ABD’nin desteğini alarak sınır ötesine operasyon gerçekleştiren militokrasinin -veya militokrasi içindeki herhangi bir kliğin- “anti-emperyalist” olduğunu iddia etmenin iler tutar bir yanının olmadığı açıktır. Tam tersine, Kürt Özgürlük Hareketi’nin anti-militokratik ve anti-sömürgeci varlığının, anti-emperyalizm vurgusu yapmamasına rağmen, Zap direnişi sırasında onu nesnel bir biçimde anti-emperyalist kıldığı ortadadır.

Oligarşi içi hegemonya mücadelesinin darbe, iç savaş, bölgesel savaş, faşizm vb. siyasal gelişmelere yol açması durumunda ise, tıpkı Kautskist İkinci Enternasyonal çizgisinin Birinci Emperyalist Paylaşım savaşı sırasında sergilediği veya İtalyan sosyalistlerinin Mussolini’nin nasyonal-sosyalist çizgisine eklemlenirken gösterdikleri politik-pratikler gibi, Türkiye’deki ulusalcı-laikçi sol eğilimin de oligarşinin militarist ve faşist politikalarına eklemlenmesinin ihtimal dışı olmadığı görülmelidir. Yakın geçmişte, Sırbistan’da “komünist” Slobodan Miloseviç’in izlediği politik-pratik çizgi göz önünde bulundurularak bu ihtimalin hiç de olasılık dışı olmadığı gerçeği dikkate alınmalıdır[20].

Sosyalist hareketin içinde var olan dördüncü ve son eğilimin ise Türkiye’de bir demokratik devrimin güncel olduğu saptamasını esas aldığı görülmektedir. Türkiye kapitalizminin oligarşik niteliği ve oligarşi içinde militokrasinin baskın güç olması nedeniyle, tekelci sermayenin veya başka bir sermaye kesiminin, ne ülkede var olan ve geniş toplumsal kesimleri ilgilendiren demokratik alana dair sorunları ne de bu sorunların kaynağında bulunan tahakküm ilişkilerini nihai olarak çözmeye dönük cesareti göstermesinin mümkün olmadığı tespitini temel alan bu eğilim ise; komünistlerin demokrasi bayrağını, bezirgan ve sahte demokratların elinden alınması perspektifini benimsediği söylenebilir[21]. Söz konusu eğilimin temsilcileri, egemenlerin yaşamakta olduğu hegemonya krizi koşullarında, bu hedefin çok daha olanaklı hale geldiğini öne sürdükleri anlaşılmaktadır.

Bu eğilimin, anti-militokratik -ve dolayısıyla anti-oligarşik- niteliği nedeniyle Kürt Özgürlük Hareketi’ni gündemde olan demokratik devrimin müttefiki olarak tayin ettiği gözlemlenmektedir. Yeni liberalizm karşıtlığıyla sınırlandırılamayacak bir kapitalizm karşıtlığı ve AKP karşıtlığıyla sınırlandırılamayacak bir devlet karşıtlığını esas alma yöneliminde olan bu eğilimin, yalnızca CHP tabanına değil, AKP’nin hali hazırdaki tabanına da seslenmeyi hedef alan ve bu tabanın Kemalist “yukarıdan modernleşme” politikalarına dair itirazlarını da gözeten bir ideolojik söylemi -kısmen de olsa- geliştirmeye çalıştığı ifade edilebilir. Zira söz konusu eğilimin temsilcileri, ekonomik büyüme konjonktüründe geniş proleter ve ezilen kesimleri “sadaka ekonomisi” ile kendisine bağlamayı başaran AKP’nin, kapitalizmin küresel krizinin etkilerinin daha fazla hissedilmeye başlamasıyla birlikte bu hegemonyasını korumasının mümkün olmadığı tespitini yapmaktadırlar.

Sosyalist hareketin verili durumdaki güçsüzlüğü ve parçalı durumundan hareketle; gerek oligarşinin hegemonya krizinin giderek derinleşeceği, gerekse kapitalizmin küresel krizinin etkilerinin sonuçlarının verili statükoları daha da zayıflatacağı tespitlerini veri alan bu eğilimin temsilcilerinin, “demokratik devrim yolunda cepheleşme” perspektifi doğrultusunda bir eylem programı önerdikleri gözlemlenmektedir.

Ancak bu eğilimin homojen olmadığı da belirtilmeli. Söz konusu eğilimin kimi temsilcileri cephe adımına taktiksel düzeyde değer biçerken, kimi temsilcileri ise stratejik düzeyde değer biçmektedir. Aynı biçimde, önerilen cephenin biçimine ve bileşenlerine dair tahayyüllerde de bir farklılaşma açığa çıkabilmektedir. Cephenin yasal platformda bir “çatı partisi” olarak kurulması gerektiğini öne sürenler olduğu gibi yasal platformda kendisini bir parti olarak ifade etmeyen bir cepheye ihtiyaç duyulduğunu savunanlar da, yasal platformda ifadesini bulmayan bir cepheleşmeyi önerenler de vardır. Ancak bu farklılıkların bir biçim tartışmasından çok, Kürt Özgürlük Hareketi’nin cephenin içinde yer alıp almaması tartışmasıyla da ilgili olduğu görülmektedir. Diğer yandan, devrimci bir siyasal çizginin zorunlu kıldığı; devletin özellikle 2000’lerden sonra giderek pekişen şiddet tekelinin nasıl kırılacağı, devletle işçi sınıfı ve ezilenler arasında açığa çıkan ve daha da büyüyeceğinin emareleri ortada olan “orantısız” şiddet kullanımının nasıl tersine çevrileceği sorularına dair belirlenmiş ve üzerinde mutabık kalınmış yanıtların bulunmadığı görülmektedir[22]. Bu fikir ayrılıkları ve belirsizlikler nedeniyle, söz konusu eğilimin de verili haliyle anlamlı bir gücü temsil etmenin gerisinde olduğu söylenmelidir.

Buraya kadar tasvir edilmeye çalışılan sosyalist hareketin farklı eğilimlerinin temel açmazlarını özetleyecek olursak; birinci eğilimin sınıflar mücadeleleri tarihinin işaret ettiği tüm örneklerde görüldüğü gibi, ekonomist yaklaşımın geleneksel açmazlarıyla, ikinci eğilimin öznelciliğin ve ben-merkezciliğin doğurduğu apolitizmle, üçüncü eğilimin oligarşik devletin içindeki baskın güce yedeklenmekle, dördüncü eğilimin ise içinde bulunulan konjonktürün olanaklı ve zaruri kıldığı demokratik cephenin çerçevesi ve devrimci siyasal çizginin içeriği konusunda netleşememek ve bu konuda cesur adımlar atmak konusunda ikircikli davranmakla malul olduğu söylenebilir. 

Çifte kriz koşullarında ne yapmalı?

Türkiye oligarşisi bir çifte krizin yaratacağı girdabın içine hızla yuvarlanıyor. Türkiye toplumu farklı sınıf ve katmanlarıyla hızla kutuplaşıyor. Bu sürece müdahale edebilecek bir eylem programından ve güçlerden yoksun olan sosyalist hareket ise şu anda içinde bulunduğu durum itibariyle gelişmeleri tribünden izlemenin ötesine geçemiyor. Bu durum sosyalist hareketin güçsüzlüğünü ve dağınıklığını daha da derinleştirdiği gibi sosyalist hareketin kitle tabanında yaşanan kafa karışıklığını da büyütüyor.

Önceki bölümde belirtilmiş olduğu gibi, sosyalist hareketin ekonomist ve öznelci eğilimleri, egemenlerin çifte krizini sosyalistleri öncülük pozisyonuna taşıyacak bir imkana dönüştürme perspektifinden yoksundur. Her iki eğilimin de, egemenler arası mücadeleyi “ne o, ne bu” basitliğinde bir değerlendirme üzerinden sürecin doğal sonuçlarına ulaşmasını beklemeyi tercih edecekleri anlaşılıyor. Oysa bu tutum; hem sosyalist hareketten bağımsız olarak kutuplaşma dinamiğine duyarsız kalmayan işçi sınıfına ve geniş ezilen kesimlere politika taşıyamamak, hem egemenler arasında baskın güç olanın iç kavgayı kazanmasına objektif olarak destek sunmak ve hem de oligarşik iktidarın kendisini eskisinden daha güçlü olarak tahkim etmesine seyirci kalmak anlamına geliyor.

Bu tutumun, milli mücadele yıllarında ortaya çıkan iktidar boşluğundan yararlanmak için sürece müdahil olmaya çalışan Mustafa Suphiler yerine, süreci “tribün”den izlemekle yetinen İstanbul sosyalistlerininkiyle paralel olduğu açıktır. Ya da Rusya’da 20’nci yüzyılın başında demokratik devrimin öncülüğünü komünistlerin ele geçirmesi gerektiğini öne sürerek otokrasi ile burjuvazi arasındaki mücadeleye otokrasiyi karşına alarak müdahale eden Lenin’in çizgisi yerine, bu sürecin işçi sınıfını ve komünistleri ilgilendirmediğini savunan ekonomistlerin ve legal Marksistlerin çizgisiyle paralel olduğu görülmelidir.

Ancak Mustafa Suphi’nin deneyimi, yalnızca egemenler arası mücadelenin komünistler açısından sunduğu olanaklara işaret etmemekte, aynı zamanda nasıl müdahale etmemesi gerektiğinin de ipuçlarını sunmaktadır. Mustafa Suphi ve yoldaşları, Osmanlı kapıkulu geleneğinin devamcısı olan İttihat Terrakici militokratik elite güvenmelerinin bedelini canlarıyla ödemişlerdi.

Sosyalist hareketin egemenler arası mücadelenin doğurduğu boşluktan faydalanmaya çalışan güncel üçüncü eğiliminin de; Doğan Avcıoğlu’nun Kemalist tarih yazımına dayanarak, ittifak ilişkilerini oligarşik devletin baskın gücü olan militokrasi bünyesinden tesis etmeye çalıştığı anlaşılıyor. Ordu ve yargı bürokrasisi içindeki “anti-emperyalist ve yurtsever damar”a işaret eden[23], Ergenekon Operasyonu’na “liberallere gün doğuyor” diyerek kaygıyla yaklaşan sosyalist çevrelerin oligarşik devletin yapısını ve Leninist ittifak politikasını kavramamış oldukları söylenmelidir.

Marksist politik-pratik akımın tarih sahnesine ilk kez etkili bir biçimde çıkmasına olanak sağlayan Bolşevik Partisi’nin lideri Lenin’in; ittifaklar ya da bloklar konusunda sağlam devrimci temellere dayanan esnek bir taktik yaklaşımda ısrar ettiği bilinmektedir[24]. Leninist ittifak politikası, düşmanın baskın öğesine karşı mücadele etmeye hazır en geniş kesimleri kapsamayı, onlara önderlik etmeyi öngörmüştür. Lenin ve Bolşevikler; Rusya’da yaşanan devrimci süreç boyunca otokrasiyi -yani devleti- karşısına almaktan bir an bile vazgeçmemiştir.

Marksistlerin, emperyalist işgal ve sömürgecilik koşullarında farklı sınıflardan ulusal güçlerle, demokratik devrim koşullarında farklı sınıflardan anti-oligarşik, anti-otokratik güçlerle, sosyalist devrim koşullarında ise proletarya dışındaki emekçi kesimlerin temsilcileriyle ittifak politikaları geliştirdikleri bilinmektedir.

Sosyalist hareketin üçüncü eğilimi, günümüz Türkiyesi’nde düşmanı tanımlarken, emperyalizmle işbirliği içinde olan tekelci sermayeden ibaret bir tasvirle yetinmekte ve Türkiye oligarşisinin militokratik karakterini gözden kaçırmaktadır. Oysa Asyatik devlet geleneğinin devamcısı olan Türkiye oligarşik devletinde; işçi sınıfının, ezilen halkların ve komünistlerin baş düşmanı, oligarşik devlet aygıtının baskın gücü olan militokrasidir. Militokrasinin emperyalist kapitalizmle olan ilişkileri, AKP’ninkinden hem daha köklü hem de daha derindir. Türkiye’de anti-militokratik bir çizgiye sahip olmadan, anti-oligarşik olmanın da, anti-emperyalist olmanın da, anti-kapitalist olmanın da koşulunun bulunmadığı görülmelidir.

Kuşkusuz ANAP dönemiyle başlayan, Refahyol hükümetiyle devam eden ve en son olarak da AKP dönemiyle yeni bir evresine giren süreç içinde, tekelci sermayenin liberalleşmeci-küreselleşmeci eğiliminin militokrasiye hiçbir zaman olmadığı kadar geri adım attırdığı bir vakıadır. Bu durumun yaşanmasında, militokrasinin bezirgan karakterinin belirginleşmesinin etkisi de kuşkusuz olmuştur.

Ancak günümüzde, militokrasinin geriye doğru attığı adımlar, kendi “kırmızı çizgisi”ne gelip dayanmıştır. Irak’ta bir Kürt devletinin kuruluyor olması, Kıbrıs’ta çözümsüzlük politikalarının sınırına gelinmesi, Ermeni soykırımının “uluslararası toplum”un daha fazla üyesi tarafından benimsenmesi gibi başlıkların militokrasinin “kırmızı çizgileri”ni oluşturduğu anlaşılmaktadır. Gelinen konjonktürde, militokrasi içinde ABD-AB ittifakına dayanan Atlantik emperyalist bloğuyla varolan ittifak ilişkisini terk etmeyi ya da en azından bunu Rusya-Çin ekseninde şekillenmekte olan Avrasya eksenli blokla dengelemeyi savunan eğilimin giderek güçlendiği gözlemlenmektedir. Mevcut Genelkurmay yönetiminin ise ABD ile olan ittifak ilişkisini sarsmadan bir dengeyi oluşturmak yolunda çaba harcadığı söylenebilir. 

Egemenlerin içine düştükleri hegemonya krizi dönemlerinin, devrimciler açısından güçlenmek için benzersiz olanaklar sunduğu tarihsel deneyimlerle sabittir. Eski deneyimler bir yana, hali hazırda yaşanmakta olan krizin aşılması için gerçekleştirilen kara harekatının sonuçlarının Kürt Özgürlük Hareketi’ni ne denli güçlendirdiği, Newroz eylemlerinde ortaya çıkan coşku ve kitlesellikle gözlemlendi. Yine bu krizin ürünü olan Ergenekon Operasyonu’nun demokratikleşme yanlısı kesimlerde, devlet karşıtı bir politikleşmeyi büyüttüğü görüldü. Keza yine aynı krizle bağlantılı olarak emek karşıtı politikaların, eskiden olduğu gibi sessizce Meclis’ten geçirilmesinin mümkün olmadığını SSGSS karşıtı kitlesel eylemlilik süreci gözler önüne serdi. Tuzla’daki tersane ölümlerinden, Başıbüyük’teki gecekondu yıkımlarına, Akdeniz Üniversitesi’ndeki silahlı faşist saldırıya kadar her başlığın, yaşanan siyasal krizin yarattığı boşluklardan sızarak kolaylıkla ülke gündemine girebiliyor olması gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Toplumun her bölmesinde hızlı bir politikleşmenin yaşandığı bir vakıadır.

Ancak devrimci bir müdahalenin söz konusu olmadığı koşullarda, mevcut siyasal hegemonya krizinden, baskın güç olan militokrasinin mevcut konumunu pekiştirerek çıkması kuvvetle muhtemeldir. Militokrasinin içinde bulunulan çözümsüzlük yumağını açmak içinse bir “kılıç darbesi”ne başvurması kaçınılmazdır. Bu “kılıç darbesi”nin, yol açılacak bir bölgesel veya iç savaşın etkisiyle mi, yoksa adlı adınca bir askeri müdahale yoluyla mı vurulacağını şimdiden kestirebilmek mümkün değildir. Bu sürecin sonunda, farklı eğilimleriyle tekelci sermayenin militokrasinin safında pozisyon almakta tereddüt etmeyeceği açıktır.

Gelinen noktada, anti-militokratik vurgusu belirleyici olan ancak tekelci sermayeyle de arasına net bir çizgi çekmiş; emek, barış, demokrasi eksenli asgari bir program üzerinden oluşturulacak bir cepheleşme siyasetinin, sosyalistlere en geniş demokrasi güçleriyle birlikte sürece müdahil olma olanağını sunabileceğini görebilmek gerekiyor.

Hali hazırda Amerikan ekonomisini etkisi altına almış olan resesyonun Türkiye’yi etkilemeye başlamasıyla birlikte -ki dış ticaret hacmi 265 milyar dolar civarında seyreden, yabancı sermaye girişleri yıllık 45 milyarı bulmuş ve ihracatının yarıdan fazlasını AB’ye yapan bir ülkenin yaşanan global resesyona duyarsız kalması beklenemez- yaşanacak toplumsal yıkımın kitlesel bir tepkiselliği doğuracak olması da cepheyi acil bir ihtiyaç haline getiren ikinci temel etmendir.

Zira kapitalizmin krizinin vuracağı esas toplumsal kesimler; şimdiye kadar neo-liberal politikalardan sınırlı biçimde etkilenmiş olan ve 22 Temmuz seçimlerde AKP’yi destekleyen geniş proleter kesimlerdir. Bu noktada, 2001 Nisanında yaşanan bir devalüasyonun jet hızıyla yol açtığı çöküşe paralel olarak patlak veren küçük üreticilerin, esnafların ve bu işletmelerde çalışan geniş işçi kesimlerinin gerçekleştirdiği “esnaf ayaklanması” hatırlanmalıdır. İçine girilecek olan ekonomik krizin toplumsal sonuçlarının, 2001’dekinden çok daha boyutlu ve şiddetli olacağı açıktır. Ancak verili güçler konumlanışı düşünüldüğünde, faşist ideolojiye kayması kuvvetle muhtemel olan bu olası toplumsal tepki hareketini devrimci eksene çekebilmek için de; ülkedeki en geniş demokrasi güçlerinin etkinliğini geometrik olarak artırma işlevini haiz bir cepheye ihtiyaç vardır. 

Çifte kriz koşullarında devrimcilerin eylem programının bir ayağı en geniş anti-militokratik kesimleri kucaklayan bir demokrasi cephesini inşa etmek, diğer ayağı ise oligarşik devletle devrimci hareket arasında giderek büyüyen fiziksel güç orantısızlığını ortadan kaldırmaya dönük bir stratejiyi yaşama geçirmek üzere bir yeniden yapılanma sürecini hedeflemek olmalıdır. Bu iki ayaklı stratejinin, devrimci hareketi hali hazırda içinde bulunduğu krizden çıkartacak ve yeni harmanlanmaların önünü açacak yegane imkan olduğu gözden kaçırılmamalıdır. 

 



[1] M. Harneceker, Latin Amerika Solu Kendini Sorguluyor, Çev.: Ali Berktay, Ceylan Yayınları, 1997, s. 32

[2] Özellikle 1990’ların ikinci yarısından sonra sosyalist hareketin devrimci bileşenleri, yine aynı hareketin reformist bileşenlerince “gerçekçi” olmamakla eleştirilir ve devletin darbelerine maruz kalan devrimci hareketin yaşadığı güç kaybı, onun “gerçekçi olmayan politik varoluşuyla” açıklanırdı. Aynı yıllarda sosyalist hareketin reformist eğiliminin göreli bir büyüme yaşadığına şahit olundu. Ancak özellikle 2001 sonrasında açılan yeni dünya-tarihsel dönemde, reformist sosyalist hareketin -hem de devletin fiziki saldırısına maruz kalmaksızın- yaşadığı çözülmenin ebadına bakılırsa, bir bütün olarak sosyalist hareketin içinde bulunduğu krizin nedenlerinin devrimcilik/reformizm ayrımının ötesine geçen bir muhtevaya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bu ifadenin, devrimcilik/reformizm ayrımını kategorik olarak önemsizleştirmek için kullanılmadığını belirtmek gerekiyor. Yalnızca sosyalist hareketin devrimci ve reformist eğilimleriyle bir bütün olarak yaşadığı çözülme süreci araştırılırken söz konusu kategorik ayrımın yetmezliğine işaret edilmek istenmektedir. Aynı nedenle, yazının devamında, sosyalist hareketin durumu tasvir edilirken devrimcilik/reformizm ayrımı yer yer göz ardı edilecektir. 

[3]Devleti, devlet karşıtlığını by-pass ederek kapitalizme, emperyalizme vb. karşı olunabileceğini düşünen yapılardan, Hükümet karşıtı olmanın düzen karşıtı olmaya yeteceğini düşünenlere kadar geniş bir yelpazenin bu zaafla malûl olduğu  söylenmelidir. İran’da molla rejimine, Irak’ta işgal kuvvetlerine karşı mücadeleyi başat kabul etmeksizin anti-kapitalist veya anti-emperyalist mücadele verilebileceğini öne süren kimi Acem ve Arap “komünist” örgütlerinde de aynı zaafa rastlanmaktadır.

[4] Yazının özellikle AKP ile ilgili bölümünün retrospektif bir karakter taşıdığı belirtilmelidir. Zira AKP’nin şu anda Hükümet olmasının geçici bir durum olduğu ve AKP’nin son demlerini yaşamakta olan bitmiş bir proje olduğu açıktır. AB’ci liberallerin, derin devletin Emniyet Teşkilatı ağırlıklı bir bölmesini elinde tutan Fetullah Gülencilerin, devletlû milliyetçilerin ve eski Milli Görüşçülerin ittifakıyla oluşan AKP’nin siyasal tarihi, ABD-AB’ci liberallerle eski Milli Görüşçülerin giderek tasfiye olduğu ve her ikisi de devletlû olan Gülencilerle, milliyetçilerin hakim konuma gelmesinin tarihi olarak okunabilir.  Açıktır ki, AKP 27 Nisan Muhtırası’ndan sonra devletlu eğilimin eline geçmiştir. Özellikle 2001 sonrasında AB’nin bir proje olarak akamete uğramasına paralel olarak Türkiye’nin AB’ye üyeliği sürecinin akamete uğraması AKP’de cereyan eden iç mücadele sürecini de belirlemiştir.

[5] Bu saptamada geçen ve yazının ilerleyen bölümünde geçecek olan “orta sınıf” kavramının Marksist çevrelerce genellikle, burjuva sosyolojisine ait bir kavram olarak nitelenip reddedildiği bilinmektedir. Kuşkusuz “orta sınıf” kavramının, Marksizmin tarih-bilimsel düzeyde, insan gruplarının üretim araçları karşısındaki pozisyonlarını ve bu toplumsal kategorilerin aralarındaki antagonist ilişkileri esas alarak kavramsallaştırılmış sınıflar teorisine ait olmadığı açıktır. Ne var ki, verili bir tarihsel kesitte ortaya çıkan somut toplumsal tabakalaşmaları tasvir ederken, Marx’ın da “orta sınıflar” kavramını, “küçük burjuvazi” kategorisini ikame eden ve hatta söz konusu tarih-bilimsel kategorinin sınırlarını zorlayarak bölüşüm ilişkilerini de gözeten biçimde kullandığı bilinmektedir.

[6] Siyaset sosyolojisi; silahlı kuvvetlerin -resmi veya fiili- mensuplarının (askeri elitlerin) devletin yasama, yargı ve yürütme organlarının üzerinde göreli veya mutlak belirleyici bir konumunun bulunduğu siyasal rejimleri “militokrasi” olarak tanımlamaktadır. Bir oligarşik devletin militokratik olması, onun demokratik mekanizmalarından tamamen yoksun olması anlamına gelmediği gibi, söz konusu devletin bir polis devleti olduğu anlamına da gelmemektedir. Militokratik kavramı Türkçeye “askererkil” veya “askeregemen” olarak çevrilebilir. Sol literatürde kullanılagelen “askercil” kavramı ise daha çok “militarist” kavramının anlamını karşılamakta, bu kavram ise iktidar bloğunun militarist niteliğine gönderme yapmakla beraber, özgül bir durum olarak iktidar bloğunun içinde askeri bürokrasinin “baskın güç” olmasını nitelememektedir. Güncel politik söyleme girmiş olan “askeri vesayet” teriminin Türkiye oligarşik devletinin militokratik karakterini vurgulamaya elverişli olduğunu söyleyebiliriz.

[7] Bu noktada, AKP’nin temsil ettiği çizginin derin devlet karşıtı olmadığı belirtilmelidir. Ancak bu olgu, polis merkezli derin devlet kanadıyla ordu merkezli derin devlet kanadı arasındaki güçler dengesinin ordu merkezli derin devletten yana olması gerçeğini değiştirmemektedir. Nasıl ki 28 Şubat, polis eksenli Susurlukçu derin devlet kanadının tasfiyesi operasyonunun bir devamı idiyse, AKP’ye açılan kapatma davası da bir yönüyle Fethullah Gülenci derin devlet kanadının tasfiyesi girişimi olarak görülmelidir. 

[8] Önce İttihat ve Terakki’nin sonra Kemalist iktidarın sistematik bir biçimde izlediği sermayenin Türkleştirilmesi politikaları bu kapsamda değerlendirilmelidir. Militokrasi, kapitalizmin emperyalizm evresinin içsel dinamikleriyle gelişmekte olan burjuva sınıfını, sermayenin Türkleştirilmesi politikaları aracılığıyla tasfiye etmiş ve kendisine bağımlı “milli” bir burjuva sınıfı yaratma yolunu izlemiştir.

[9] Almanya’da 2007’de kurulan Die Linke isimli çatı partisi formunda örgütlenmiş birleşik sol partinin sosyal devleti tasfiyeye yeltenen yeni liberal politikalara karşı aldığı tutum üzerinden; hem işçi sınıfının, hem de küçük burjuvazinin (küçük üreticiler ve köylülük vb.) geniş bölmelerinin desteğini kazanmayı başardığı gözlemlenmektedir. (Bu parti hakkında daha geniş bilgi edinmek için bkz. Sosyalist Demokrasi, Sayı 64, Nisan 2008, s. 29-32) . Oysa Türkiye’de örgütlü ve görece güvenceli işçilerin sosyal haklarını net bir biçimde budayan yeni liberal SSGSS yasa tasarısına karşı proletaryanın geniş kesimlerinin tepki göstermediği görülmüştür. Bu durumun ortaya çıkmasında, SSGSS’nin her türlü güvenceden yoksun geniş proleter kesimlere kimi haklar kazandırıyor olması gerçekliğinin etkisi gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin SSGSS yasa tasarısının tüm TC vatandaşlarına 18 yaşına kadar sosyal güvenlik koruması sağlamayı öngördüğü bilinmektedir. Herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmayanlar açısından, bu bir “kazanım” olarak addedilmektedir.

[10] James Petras, Arjantin’deki İşsiz İşçiler Hareketi’nin oluşmasına yol açan süreci şöyle tasvir eder: “Arjantin Hükümeti, serbest pazar ideologlarının çizdiği güzergaha harfiyen uyarak, sonuçları çok iyi bilinen politikalar ortaya koydu. Kamu işletmeleri satıldı ve o işletmelerin yeni sahipleri binlerce işçiyi işten çıkardı. Maden ve enerji merkezleri de içinde olmak üzere kârsız olduğu düşünülen faaliyetlere son verildi, tüm sosyo-ekonomik sektörler kötü bir biçimde etkilendi ve geçmişin kalabalık işçi bölgeleri hayalet kasabalara döndü.” (J. Petras, Küreselleşme ve Direniş, Adonis Yay., 2002, s. 203) Türkiye’de özelleştirmelerin ise Latin Amerika’daki gibi hızlı ve yaygın gerçekleştirilememiş olması bir olgudur. Birçok kamu işletmesinin satışının yargı bürokrasisi tarafından defalarca bozulduğu ve Türkiye’de ancak 10-15 yılın sonucunda özelleştirilebilen işletmelerin olduğu bilinmektedir. Açıktır ki, militokrasi özellikle devlet açısından stratejik gördüğü işletmelerin özelleştirmelerini ya engellemiş, engelliyemiyorsa yavaşlatmış ya da Erdemir örneğinde olduğu gibi özelleştirilen işletmeleri kendisi satın almıştır. Ancak sonuçta, Türkiye’de hayalet kasabalar oluşmamış, işsizlik ve yoksulluk kitlesel bir biçimde hissedilmemiş ve birçok Latin Amerika ülkesinde görüldüğü gibi kendiliğinden kitlesel yoksul hareketleri ortaya çıkmamıştır.

[11] MHP, polis merkezli derin devlet kanadıyla asker merkezli olan derin devlet kanadı arasında verili statüko üzerinden bir denge oluşturmak konusunda net bir yönelime sahip olmasıyla AKP ve CHP’den ayrılmaktadır. Bu yöneliminin MHP’yi, AKP kapatıldıktan sonra kurulacak yeni Hükümetin belirleyici unsuru olmaya en yatkın parti kıldığı açıktır.

[12] Kuşkusuz AKP’nin bu adımları 27 Nisan’dan önce atmaya çalıştığı, söz konusu tarihte yayımlanan muhtıradan sonra ise bu yöneliminden vazgeçtiği açıktır.

[13] Ahmet Türk’ün 27 Kasım 2007’de sarf ettiği şu sözler Kürt Özgürlük Hareketi’nin kentli karakterinin baskın olduğunu gözler önüne sermektedir:  “DTP, şehir merkezlerinde yüzde 50’nin üzerinde oy aldı. Yani kimin kime oy verdiği belli olmayan yerlerden aldı. Kırsal kesimlerde, mezra ve köylerde AK Parti, aldığımız oyun bazı yerlerde 2-3 katını aldı. Şimdi bizim aldığımız oylar belli, mezralardan, köylerden almadık. Mezralarda, köylerde kimin kime oy verdiği belli oldu. O zaman ben de şunu söylerim; Rüşvetlerle, çocuk yardımlarıyla, KÖYDES’le, BELDES’le, devletin imkanlarını kullanarak o insanları satın almaya çalıştınız. Bizim oylarımız tertemiz.”.

[14] Sosyalist hareket içinde, Kürt Hareketi’nin 1990’lara kadar bir yoksul köylü hareketi karakteri taşıdığı, sonraki dönemde ise Kürt burjuvalarıyla, aşiret liderleriyle ittifaka girerek farklı bir karaktere büründüğü gerekçesiyle bu hareketle arasına mesafe koyan eğilimler vardır.  Bu görüşlerin sınıf indirgemeci olduğunu düşünüyoruz. Kürt Hareketi, en başından beri anti-sömürgeci bir perspektife sahipti. İzlediği gerilla mücadelesi sonucunda, 1990’lardan sonra bu hareketin halklaştığı ve kentlerde de güçlenmeye başladığı görüldü. Kürt burjuvazisi bu tarihten sonra hareketi desteklemeye başlamıştır. Ancak bu desteğin, hareketin anti-sömürgeci karakterinde bir değişikliğe yol açtığını söylemenin bir gerçekliği bulunmamaktadır. Ulusal karakterdeki hareketlere yaklaşırken, sınıf indirgemeci bir perspektif yerine, söz konusu ezilen ulus hareketinin, ezen ulusun devletiyle arasında bulunan uzlaşmaz çelişkilerinden hareket etmek Lenin’den bu yana Marksist politikaya içerilmiştir.

[15] 8 Nisan 2008’de Diyarbakır Ticaret Sanayi Odası, Diyarbakır Barosu, Diyarbakır Ticaret Odası, Diyarbakır Tabip Odası ve Diyarbakır İşadamları Derneği’nin de aralarında bulunduğu 17 sivil toplum kuruluşunun Başbakan Tayyip Erdoğan’la yaptıkları görüşmede yaşanan gerilimin ana dil gibi kültürel bir hak üzerinden ortaya çıkmış olması, oligarşinin sömürgeci yönelimleriyle Kürt Özgürlük Hareketinin talepleri arasındaki uzlaşmaz çelişkinin boyutlarını gözler önüne sermesi açısından anlamlıdır. 

[16] İstanbul 1. Bölge’den Bağımsız “Bin Umut” Milletvekili adayı Ufuk Uras’ın ağırlıkla bölgedeki Kürt seçmen kitlesi ile belirli bir oranda da sosyal-demokrat seçmen kitlesinin oylarıyla parlamentoya girmeyi başarırken, “Bin Umut” listesine girmemek konusunda özel bir hassasiyet gözeten 2. Bölge adayı Baskın Oran’ın seçilememiş olması bu bağlamda önemli bir göstergedir. Baskın Oran’ın, gayrimüslim toplulukların en fazla yoğunlaştığı 2. Bölgeden aday olmaması halinde, 22 Temmuz’da elde ettiği oyu dahi alamamış olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 

[17] 22 Temmuz seçimlerinde ESP adayları 2750, BDSP adayları ise 900 oy almıştır. Her iki yapının 2004 seçimlerinden çok daha düşük oy aldıkları bir olgu olarak ortada durmaktadır.

[18] “Seattle Ruhu’nu Türkiye’ye İthal Etmek” olarak ifade ettiğimiz yaklaşım, 12 Eylül yenilgisi sonrasında mülteci konumuna düşen kimi sosyalistlerin, sosyalizm deneyimlerinin çöktüğü koşullarda Avrupa’da ortaya çıkan “yeni toplumsal hareketler”in büyüsüne kapılmaları sonrasında belirginleşmiştir. Gerçekten de, ABD’nin küresel hegemonik güç durumunda olduğu 1990-2001 arasında bu “küreselleşme karşıtı” (aslında kendilerini “alternatif küreselleşmeci” olarak tanımlamaktadırlar) hareketin büyüdüğü görülmüştür. Ancak 2001’den sonra emperyalist kapitalizmin yeni bir dönemi açılmıştır. Bu yeni dönemin ayırt edici karakteri, “çok kutuplu” bir emperyalist dizilişin giderek belirginleşmesine paralel olarak şiddetlenen paylaşım kavgalarıdır. Emperyalist paylaşım kavgasının şiddetlenme eğilimi, militarist politikaların ön plana çıkmasını getirmiştir. “Küresel köy” ve “imparatorluk” tezlerinin açıklayıcılığını yitirdiği, ırkçılığın, faşizmin ve militarizmin yükselişiyle tanımlanabilecek bu dönemin, daha fazla, 1914’lere veya 1929’lara benzeyen bir dünya resmini sunduğu söylenmelidir.

[19] Özellikle bu eğilim içindeki özneler kategorize edilirken devrimcilik/reformizm ayrımına başvurulması zorunludur. Zira somut durumun somut tahlilinden çıkarsanmış bir stratejiden ve “söz ve eylem” bütünlüğü olarak “öncülük” perspektifinden hali hazırda yoksun da olsalar, bu eğilim içinde yer alan devrimci yapıların devleti karşısına almaktan imtina etmeyen politik-pratik yönelimleri bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da devrimci hareketin gelişimi açısından önem taşıyacaktır.

[20] Sosyalist Hareket içinde, bir Sırp faşisti olan Slobodan Miloseviç’i “anti-emperyalist yurtsever kahraman” olarak ilan eden öznelerin varlığı, bu ihtimalin yüksekliği hakkında ipucu verir niteliktedir.

[21] Türkiye’de; Kürt sorunundan Alevi sorununa, Gayrimüslimlerin yaşadıkları sorunlardan kadın sorununa, devletin zor aygıtları içindeki faşist kadrolaşmadan F tipi cezaevleri sorununa, üniversitelerin akademik ve idari özerkliğini yok eden YÖK sorunundan devletin laik niteliğini ortadan kaldıran Diyanet İşleri Başkanlığı sorununa,  öğrenci gençliğin özgürlüklerini yok eden yasaklardan işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan düzenlemelere kadar çeşitlilikte bir demokratik sorunlar manzumesi acilen çözümlenmeyi beklemektedir. Olağan bir burjuva demokrasisi içinde kolaylıkla halledilebilecek tüm bu sorunların çözümüne dönük girişimler, militokrasi tarafından oligarşik devlete karşı yönelen tehditler olarak algılanmaktadır. AKP’nin bu başlıklardan birkaçına dair attığı göstermelik adımlar dahi militokrasi tarafından muhtırayla ve yargı darbesinin başlatılmasıyla yanıtlanmıştır. Bu bile, Türkiye’deki demokratik alana dair sorunların çözümünün bir devrim sorunu olduğunu gözler önüne sermektedir.

[22] Bu bahiste, kurulması olası olan cephenin Kürt Özgürlük Hareketi bileşeninin bir sıkıntısı bulunmadığı açıktır. Sıkıntı Türk sosyalist hareketine özgüdür. Cephenin iki kanadı arasındaki, yalnızca kitlesellik farkına indirgenemeyecek olan güç dengesizliğinin nasıl giderileceği sorusunun ortada durduğu belirtilmelidir. Demokrasi cephesi ihtiyacına işaret eden devrimci yapıların, bir yandan cephe içine en geniş demokrasi güçlerini içermek üzere ideolojik esneklik göstermesi, diğer yandan devrimci bir siyasal çizgiyi uygulanabilir hale getirebilmek için kendisini yeniden yapılandırması gerektiği açıktır.

[23] Elbette ki, devrimci hareketin yükseldiği koşullarda, tüm kurumlar içinde olduğu gibi ordu içinde de bir yarılmanın yaşanması kaçınılmazdır. Ancak bu yarılmanın, devrimci yükselişin sonsal bir etkisi olarak söz konusu olabileceği göz ardı edilmemelidir. Tersi bir ilişkilenme biçiminin ne denli büyük bir yanılgı olduğunu yalnızca 12 Mart örneğine bakarak dahi söyleyebilmek mümkündür. 12 Eylül öncesinde devrimci yükselişin sonsal bir etkisi olarak Emniyet Teşkilatı’nda yaşanan yarılmaya bağlı oluşan Pol-Der ise bu çerçevedeki doğru ve olumlu deneyime işaret etmektedir.

[24] Leninist ittifak politikasına rengini veren devrimci temel, ittifak ilişkisine giren devrimci örgütün bağımsızlığına ve devrimci pratik bakımından sürekliliğinin korunmasına, esnek taktik yaklaşım ise ideolojik-politik çizgisi itibariyle Marksist olmayan düzen dışı güçlerle yan yana gelmek konusunda esneme kapasitesine işaret etmektedir. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar