Ana SayfaArşivSayı 45Tencereler Doğurabilir de

Tencereler Doğurabilir de

Tencereler Doğurabilir de

Hakan Öztürk

Solun Kuran’ı Kerim’inde her türlü sorun açıklığa kavuşturulmuştur. İş onu okuyup bulmaktadır. Her sualin bir cevabı zaten vardır. Onu keşfetmeye çalışmak gerekmez. O cevap için kıvranıp durulacak bir hal yoktur. Zaten hangi çılgın, namevcut bir cevabı vermeye kalkabilir ki. Ah şu diyalektik materyalizm fevkalade bir hatmedilse hiçbir sorun kalmayıverir. Kalıplar zaten hazırdır, iş ki suali ona dökesin.

Aslında pek kolaydır. Şöyle bir, sosyalist gerçekçi romanın kalıbı da çıkarılabilse ne güzel olurdu. Koy üstten olayları, alttan romanlar çıkıversin. Bir roman daha ne ola ki? Roman yazmak gerginlik mi taşır? Zaten roman yazma kalıbını bilenler şakır şakır yazmaz mı? İyi roman yazmak bir tesadüf kadar zor mudur yoksa?

Roman faslı böyle.

Ya seçimler. Yani genel seçimler. Tavrımız nedir? Zaten yıllar öncesinden belirleyip, kurutup kilere kaldırdığımız tavrımızı getirin bakalım ne yazıyor! Seçimlerle ilgili tavrımız ne olabilir ki? Belli olan bir şeyi yeniden yâd ederiz…

Seçimler bizi ilgilendirmez. Seçimler ‘zalım’ burjuvazinin bize bir oyunudur. Bir kandırmacadır. Bir çarpıtmadır. İyi de sorun şu: halk buna katılıyor. Halk daha ideal olan bir şeyi yapmıyor. Gidiyor ve seçimlere katılıyor. Tabii daha ideal diye konuştuğumuz şey de ne ise! Zaten epey ileriki zamanlarda da mütemadiyen seçim yapılmayacak mı? O ayrı mesele tabii. Mevcut halk seçimlere katılıyor ve hatta hiç de sosyalist olmayan ve hatta hatta İslamcı eğilimleri olan bir partiye neredeyse yarı yarıya oy veriyor. Bu halk karşısında ne yapılır? İşte feci soru bu.

Bir kere esas olan, esas almamız gereken kimdir, onu bizim de ayrıyetten seçmemiz gerekiyor. Ama Allahtan bu bizim seçimimiz ve o yüzden elbette ki son derece kolay olacaktır! Eğer maddeci olacaksak esas olan kimdir biz mi, halk mı? Buna cevabımız halk ise yüzümüzü bir kere daha o zor işlenir çeliğe dönmemiz gerekiyor.

Birincil olan, bizi, bilincimizi belirleyen toplum olabilir ancak. Belirleyen odur. Biz onu yorumlarız ve onu dönüştürmek üzere ona göre ayarlanmış bir bilinçle, politikayla ve stratejiyle hareket ederiz. Eğer bizim yani devrimcilerin antenleri toplumun kendisine dönük değilse maddeciliğe başlayamaz dahi. Ve toplum ciddi bir şeydir. Lalettayin hareket etmez. Durduk yere herhangi bir tercihi yapmaz ya da bir partiye durduk yere oy vermez. Toplumun davranışlarının izah edilebilir olduğu iddia edilmelidir, bilakis sol tarafından. Zaten başka çıkar yolu yoktur. Onun kimyasını en iyi sol anlayabilmeli ve ondan en güzel reaksiyonları o alabilmelidirler. Toplumun davranışlarının anlaşılır olamayacağını iddia etme görevi olsa olsa postmodernizme düşer herhalde.

Solculuk toplumun hareket tarzını yanlış bir bilince bulaşmış olmakla ele alıp ruhla değil maddi temelleriyle açıklamaya eğilimli olmalıdır. Ruh mu madde mi ikileminden geçerek düşünelim. Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm’de, eğer değer veriyorsak, beş yüz sayfa bunu anlatıyor. Konu toplumun maddesi ve onun tarihte oturduğu yerdir.

Konumuz odun-kömür-makarna diyalektiğiyle ele alınamaz ve toplumlar saçma davranmaz. Bir kaya aşağıya doğru yuvarlanabilir, yağmur yağmadığı için göller kuruyabilir ya da buzullar eriyebilir ama kayalar, göller ve buzullar saçma davranmaz. Ancak onları inceleyenler saçma konuşabilirler. Bir kayanın düşmesi, gölün kuruması ve buzulların erimesi büyük bir felaket olabilir ama saçma olamaz.

Saçma olan, buzulları eritebilme irade ya da kapasitesine sahip olabilen insan etkinliğinin kendisidir. Buzulların erimesi üzerine bir etkinlik kurabilen insanlık buzulların erimemesi üzerine bir etkinlik de kurabilir. Bu işin toplamında ve sonucunda buzulları eriten insanlığın mensubu bazı insanlar bunu saçma bulamaz. Ama örneğin CHP’nin bazı yöneticileri yapılan son genel seçim sonuçlarını saçma bulabilmiştir. Ne olacaktı yani bir halk sene 2007’de, bir darbe yönetiminin çok kötü olduğunu düşünerek onun arzu edicilerinden kaçınamaz mıydı? Ne var bunda şoke olacak? Efendim, ama AKP yeni-liberal politikaların uygulayıcısıymış… Halk tastamam böyle düşünse oyunu sosyalistlere verirdi zaten; CHP andavallısına ne oluyor. Şöyle söyleyeyim; CHP’nin tezlerini çürütmeye daha fazla elim varmıyor. Toplum saçma değil, AKP’nin seçimde başarılı olmasının en az 10 tane son derece mantıklı nedeni var. DTP’nin az oy almasının da mantıklı nedenleri var, sosyalist solun % 0,1 almasının da. Sol şizofrenik bir halle bu nedenlerden kaçıyorsa toplum niye saçma olsun ki.

Fransız devrimi sonrasında muhafazakâr ideolojiyi asıl rahatsız eden mevcut düzenin insani politik müdahaleyle değişim geçirebileceği iddiasıydı. Bu tam bir kendini beğenmişlik oluyordu. Eğitimsiz toplum buna nasıl cüret edebilirdi. Eğer gelenek ve kurallarda asgari bir değişim kaçınılmaz olarak lüzum edecekse de bunu yapabilecek olanlar, en iyi aileler, mevki sahipleri ve din büyükleri olabilirdi. Hiyerarşinin yukarısındakilerle düz halk hüküm verme konusunda eşit olamazlardı. Bu, dayanılmaz iyimser ahmakların eğilimiydi. Bir kerte daha ileri olarak liberaller karar verebilme sorumluluğunu ancak uzmanlara bırakabiliyordu.

Mahir Çayan’a göre ise suni denge, mevcut düzenin yıkılmasının mümkün olamayacağı yargısı üzerine kuruluydu. O, muhafazakârların tam aksine, toplumun düzeni değiştirme konusunda özgüvenli ve iyimser olmasından yanaydı. Tercihi, hiyerarşinin yukarısındakilerin kendini beğenmişliği yerine aşağıdakilerin kendini beğenmişliği idi.

Bir toplumun seçimlere gitmesi iyidir. Seçimlere gitmek bir toplumun kendi kabuğunu değiştirebilmesinin asgari enstrümanlarından biridir, ama elbette ki yeterli değildir. Seçimler, devrim yapmak isteyenlerin de, devrimden sonra az buçuk bir demokrasi gelişebilmesi için kullanması gereken bir mekanizmadır. Ancak öyle hissediyorum ki söz yetki karar hakkı için devrim yapmak isteyenlerin de devrimden sonra seçim yaptırmaya pek niyetleri yoktur. Sadece kendinde değil, kendisi için de olduğunu, devrim yapmış olmasına rağmen ispat edemediği düşünülenlere, seçim hakkı yakıştırılamamaktadır.

Toplumu bırakalım, devrimci örgütlerin çoğunda seçim oluyor mudur acaba? Yoksa zaten merkez komitemiz her şeyin doğrusuna şaşmaz bir şekilde karar veriyor mudur? Hatta ona bile gerek yok, liderimiz hep doğru yolu zaten gösteriyor mudur? Acaba örgüt üyeleri de halk gibi cahil ve saçma mıdır? Ya da kararlar örgüt üyelerine sorulursa örgüt sağa mı kayar? O zaman bizi ne paklar? Biz kime güveneceğiz? Hayat olamayacak kadar Güneşten uzak bir gezegende hayat yeşertmeye çırpınan deliler miyiz biz?

İnsanları yönetmeye başlamadan önce onları nasıl yöneteceğimize dair bir ipucu vermeye dahi tenezzül etmiyor muyuz yoksa? Onlara, onları nasıl yönetmek istediğimizi anlatmaktan, bunu onların beğenip beğenmediğini sormaktan rahatsız mı oluruz? Kendimizi ve düşündüklerimizi ortaya koyduktan sonra bizi seçmeyi insanlara bırakmamız insanlara fazla önem atfetmek midir? Yönetecek olanlar seçilmeye bile gerek olmadan üstün yeteneklerinden, üstün eğitimlerinden ve mükemmel bir uzman olmalarından ötürü zaten otomatikman atanmalı mıdır? Kim atamalıdır? Bunlar, solun milletvekili adayı Baskın Oran, oy istemekten hoşlanmadığını ifade ettiğinde kafamdan geçen sorulardır. Bence bilakis oy istemekten hoşlanılmalıdır. Bu politikadır ve politika olmamasına nazaran çok iyidir.

Orda, çok uzakta burjuvazinin kanatları arasında bir didişme olarak bir seçim mi vardır acaba. O seçim bizim de seçimimiz midir? Yoksa bizi ilgilendirmez mi? En soldan bakış bu mudur? Seçim bizi ilgilendirmeden; sendika bizi ilgilendirmeden; dernek, parti, kooperatif bizi ilgilendirmeden biz nasıl (hiç bir şey değilse) asker kazanacağız. Asker kazanmak için bile toplumu asgari bir cezbetme faaliyeti lüzumludur herhalde. Orta sahada oynamayan takım futbolda kazanır mı? Gol atan takımların 11 oyuncusu da karşı takımın ceza sahasında top mu bekler? Ah o top bir gelse hemen gol atıverir mi? Ah ulan ah o 11 elemana uygun yerde bekledikleri halde bir top dahi gelmemekte midir? Bundan ala futbol ne ola ki? Allahına kadar hücum futbolu işte.

Bir grup asker iktidarı kazanacak bile olsa o askerleri nereden bulacağız? Hiçbir olağanlığa bulaşmadan, olağanüstü bir devrimci ordu nasıl oluşacak? Günler günleri kovalarken, bizcileyin mahzun çocuklar çok bekledi diye, Noel Baba hediye paketi olarak mı getirecek? Hz. Eyüb’ün sabrı, bekle gelsin stratejisi, tam bizegöre!

Gelelim şu mahut meseleye.

1. Toplumun tarihe bir etkisi olabilir mi? / İyi bir etkisi olabilir mi?

2. İyi olan kazanır mı? / Toplum iyi olanı seçer mi?

1. Dünyanın koskoca ozonunu delebilen insanlık tarihte etkilidir denebilir. Ama bu bir anda, bir hevesle olmamıştır elbette. Sanayi devrimini gerçekleştiren toplum atmosfere bir sürü zararlı gazı salıvermiştir. Bunu yıllar boyu sistematik olarak yapmıştır. Hiçbir kısıtlama ona kar etmemiştir. Ve insanlık ozon tabakasını delebileceğini dosta düşmana ispatlamıştır. Hani toplumun bilinçli çabasının bir etkisi olamazdı. Bile bile deldi işte. Toplumun tarihe iyi bir etkisi için de sadece tersi yönde aynı şeyleri yapmak son derece basit ve yeterlidir. Tencerenin ölebileceğine inanıyorsunuz da, doğabileceğine niye inanamıyorsunuz, inançsız nihilistler. 8 tane yiyenler, 8 tane de atabilir.

2. İyi olan bazen hemen bazen uzun vadede kazanır. Hah! Kızıl çizgiye bastık işte. İlerlemeci miyiz yoksa? E hiç ilerlemeci olmasak bu âlemlerde işimiz nedir? İlerleme konusunda hiç meyli olmayanın bizim aramızda işi ne? Galiptir bu yolda mağlup. İlerleme umuduyla devam ediyoruz!

İlerlemenin engebelerini ve dolambaçlarını öngörenler büyük hayal kırıklıkları yaşamazlar. Ama ilerleme ilerlemedir. Haklı olan, kazanmak için çaba sarf edecek gücü kendinde bulacaktır. Ekim devriminden örnek versem partizan bulunabilir, Fransız ihtilalinin gerçekleşmesinin hemen ertesindeki dört-beş yılda ihtilalin değiştirdim dediği iktidar şekli neredeyse geri gelmiş haldedir. Ama bugün bunu hatırlayan bile pek azdır. O zaman da Fransızlar arasında, “Görüyor musun Robespierre; bak hiçbir ilerleme olmuyor, boşuna harab etmişsin kendini, Fransa’yı sen mi ilerleteceksin” diyenler olmuş olabilir. Tarih yerine sarsılarak yerleşmektedir. Toplum o güne kadarki hâkim sınıflara yenilgiyi tattırmıştır bir kere. Cin ezilenler ve sömürülenler için şişeden çıkmış, kralın gotik vazosu kırılıvermiştir. Yapıştırılsa da eski haline kavuşması imkânsızdır artık. Kim bize unutturabilirmiş. Mülksüzlerin, kadınların, gençlerin, uzman olmayanların ve güya sola göre bile saçma davranma ihtimali olan cahillerin oy hakkını kim ellerinden alabilir. Darbe ise hepimize darbe, seçim ise hepimize seçim.

Son derece cahil halkımız inanılmaz bir olaya imza atarak Tarkovsky değil ama güzel dizi filmleri bulup seçip izleyebiliyor. Rejiden anlamayan, oyunculuktan anlamayan, kamera merceklerinden anlamayan bir halk nasıl olup da iyi dizileri şıp diye anlayabilmektedir. Reytingler yalan söylemez, buyurup bakalım. Bu diziler rejiden, oyunculuktan ve kameralardan fevkalade anlayanların da beğenebildikleri dizilerdir üstelik. Bazı durumlarda halk, asker-sivil aydın zümrenin seviyesine çıkabilir böyle işte. Asker-sivil aydın zümre ile halk birleşmiştir. Halkın, bu asker-sivil aydın zümre ile birleşebilen yönüne güvenerek hareket edemez miyiz acaba?

Peki, halk ne eylerse güzel mi eyler? Popülizme kaymayalım değil mi? Halk gecekonduların sıhhatsiz olduğunu bilmiyor mu? Cahil mi? Ama ne yapabilir? Çaresiz gecekondusunu savunuyor. Onu savunmayı seçiyor. Çünkü kitapların yazdığı sonraki kurtuluş tarihinde değil bugün yaşıyor. Halk ne eylerse güzel eylemez fakat ne eylerse reel eyler. Onun sorunlu tercihleriyle ilişki kurmadan onunla ilişki kurulamaz.

Halk Mimar Sinan’ın yaptığı camileri hayran hayran gezer. İnanmışlığıyla yetinmemiş, inanmışlığının derecesini anlatan eserleriyle kendini göstermiş mimarına, halkı en yüksek teveccühü göstermiştir. Cami yapmasına değil, öyle cami yapmasına hürmetkardır halk. Demek ki önemli olan içerik de olmayabiliyormuş. Tek önemli olan camiden yana olmak değilmiş.

Halk Zeki Müren’i dinler, aykırılığını bile kabullenir, içlenir. Düşünsenize toplumun geneline benzememe uçurumunu kat edebilmiştir o. Halk kendine benzemeyenleri de seçebilir ve sevebilir. Halk bir travestinin sesinden romantik heteroseksüel şarkılar dinlemiştir.

Halk “Avrupa Yakası”nı takip edip, oradaki Engin Günaydın’a bayılır. Onda kendini sever, kendini tanır, kendine güler.

Bu kadar güzel türküleri yakan bir halk olarak bu halk, güzel bir düzeni de seçebilir.

 

6 Şubat 2008

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar