Ana SayfaArşivSayı 45Zaman ve Devrimci Tahayyül

Zaman ve Devrimci Tahayyül

 

 

 

 

  http://www.kafila.org/2007/08/07/time-and-the-revolutionary-imagination/

www.mavidefter.org

 

Zaman ve Devrimci Tahayyül

 

Aditya Nigam

Çeviri: Onur Özmen

Eğer ‘yirmi Latin Amerika devletinde sosyalist devrim birleşemezse, zamanlaması da birleşemez. Latin Amerika devriminin ulusal olarak parçalı olması, politik takviminin de oldukça bağlantısız ritim ve altüst oluşlara bölünmüş olmasına denk düşer. Her ülkede sürecin kendine ait ayrı bir saati vardır, silahlanmış olsun ya da olmasın, sınıf mücadelesi Caracas ve Buenos Aires’te hep farklı uğraklarda olacaktır, Guatemala’da yine farklı olacağı gibi. Önderler ileriyi görür ve geniş düşünürler: Onları önder yapan bunlardır… Önderler bugün atacakları adıma teorik öngörülerle güncelleşen “uzaktaki sosyalist idealler” ışığında karar verir. Fakat onlar için Buenos Aires’te saatlerini Caracas’taki zamana göre kurmanın anlamı yoktur (San Francisco’da Hanoi’ deki zamana göre kurmanın anlamı olmadığı gibi). Tarihi yapan insanlar devrimin, dünyanın ya da kıtanın zamanında değil, ufuklarını sınırlayan bölgenin, kasabanın ya da ülkenin maddi yaşam koşullarının zamanında yaşarlar.” (Regis Debray)

Avusturya-Macaristan monarşisinde Türkiye de dahil olmak üzere Avrupa’da bulunan tüm ekonomik biçimlerin örnekleri mevcuttur. Enternasyonal’in kronolojik gelişiminde var olan her şey esnafların, kalfaların, manifaktür işçilerinin, fabrika işçilerinin, tarım işçilerinin; hareketin politik, toplumsal ya da entelektüel yönlerinin her verili uğrakta baskın etken olduğu değişimlerden geçen sosyalizmleri- Avusturya’da aynı anda gerçekleşiyor. (Otto Bauer)

Bir İsyan ‘Tertip Etmek’

Kırk yıldan biraz daha önce, 1967 Mayısında, ‘Naksalbari‘ adındaki bir kuzey Bengal köyünde (adını Naksalit olarak bu köyden alan), Avrupa’daki 68 Mayısı dalgasını tam bir yıl önceleyen beklenmedik bir olay gerçekleşti. Bir silahlı köylü mücadelesi olan Naksalbari, HKP(M)’deki [Hindistan Komünist Partisi (Marksist)] isyancıların; parti liderliğinin ironik olarak o günden beri radikal politik pratiğe giderek daha fazla hasıl olan temkinli pragmatizmine meydan okuduğu ütopik bir devrimci enerji patlaması örneği oldu. Resmi olarak, hareketin temeli parlamenter politikanın tümüyle reddine ve iktidarın silahlı ele geçirilişi çağrısına dayanıyordu. Sol radikalizmin 1960’lardaki yükselişi konjonktüründe yer alan ayaklanma, resmi olarak Maoizm ve devam etmekte olan Çin Kültür Devriminden besleniyordu.

Elbette daha geriye uzanan bir geçmişi olan Maoizm, Telengana köylülerinin silahlı mücadelesinin yaşandığı günlerden bu yana Hindistan komünist hareketi içerisindeki kollara çekici bir alternatif teşkil etti. Komünist partinin bir kesiminin Mao Zedung’a ve –Bolşevik devriminin işçi sınıfının şehirlerdeki ayaklanmalarına dayanan, “dünyayı sarsan on günde” gerçekleşen kısa ve keskin modelindense uzun süreli köylü savaşına dayanan– “Çin Yolu”na hep bir sempatisi olagelmiştir. Telengana mücadelesinin sona ermesini takip eden yıllarda anlaşmazlıklar hiç tamamıyla ortadan kalkmadı, bunun yerine farklı bir şekle büründü. Şüphesiz farklılıkların uluslararası bir boyutu vardı, ama böylesine güçlü bir hareketin ortaya çıkışını basitçe Çin etkisine indirgemek tamamıyla tarih dışı olurdu. 1960’ların konjonktüründe, Maoizmin en büyük çekiciliği, sosyalizmin Sovyet modelinin gri, biçimci bürokrasisine karşın durmak bilmeyen hareketindeydi. “Karargâhı bombala” şeklindeki Maoist slogan, solda yer alan birçokları için parti bürokrasilerine karşı mücadele çağrısı olarak anlaşılıyordu. Ama daha önemlisi, Hindistan’ın çeşitli bölgelerindeki genç kitlelerin bağımsızlık sözüyle yaşadığı aydınlanma ve parlamenter demokrasinin kurumsal yapılarını damgalayan yozlaşmış güç ilişkileriydi. Hindistan’ın köy ve kasabalarında barışçıl bir sosyal dönüşüm imkansız bir pembe rüya gibi görülüyordu.

Naksalizmin ortaya çıkışından önceki yıllarda HKP’deki iç ayrılıklar dönüşü olmayan bir noktaya varmıştı. Bağımsızlığın ardından, HKP Hindistan’ın bazı eyaletlerinde seçimlere yönelik kayda değer bir güce dönüşmüş ve on yıl içinde dünyadaki ilk seçilmiş komünist hükümet olmayı başararak 1957’de Kerala’da EMS Namboodiripad hükümetini kurmuştu. Bu deneyimler partideki parlamenter görüşleri kuvvetlendirirken, bir yandan da bu adımların devrimci yoldan sapma anlamını taşıdığını düşünen kesimlerin seslerinin giderek yükselmesine de sebep oluyordu. HKP’deki, sonunda bölünmeye ve 1964’te HKP(M)’nin kurulmasına kadar ilerleyen tartışma, böylelikle Hint devleti ve toplumu, demokrasisinin doğası, Hint devriminin stratejik perspektifleri ve benzeri meselelere dair farklı anlayışlara dayanan bir dizi noktayı içeriyordu. Fakat bölünmenin ardından HKP(M) önderliği bu gibi meseleleri tartışmakta ve mevzi almakta başarısız olarak, genç ve huzursuz kesimlerin önderlikten giderek uzaklaşmasına şüphesiz yardımcı oldu. Öyle bir durum oluştu ki, yeni kurulan bu “devrimci” parti [HKP(M)], bir kez daha Batı Bengal ve Kerala’da koalisyon hükümetleri kurma şansını elde etti. Ve bir kez daha, çözümsüz bırakılmış sorunlar su yüzüne çıktı. Parti bu iki eyalette hükümet kurma yolunu tercih etti. Muhaliflerin saldırıya geçtiği koşullar bunlardı. Aslında, Naksalbari’deki ilk olayların bildirildiği gün, tam da yeni hükümetin yemin edeceği gündü. Bunların ardından, mesele tırmanarak içinden çıkılmaz bir hal aldı. Çin hükümetinin mücadeleyi “bahar fırtınası infilakı” olarak selamlaması ve desteğini isyancı muhaliflerden yana koyması, bu tırmanışı yalnızca artırdı.

Çok kısa zamanda, HKP(M)’deki bir iç tartışmanın yan ürünü olarak başlayan bu şey, büyük öneme sahip kamusal bir olay haline geldi. Toplumda kapsamı “Hint devriminin yolu” ile alaka kurmanın güç olacağı denli büyük bir tartışmaya sebep oldu. Bir bakıma, Naksalbari ayaklanması “tertip edilmiş”, parti içi tartışmalar için kelimeler ve tezlerden daha etkili bir ilaç görevi üstlenmişti. Ama birçok olayda olduğu gibi, devrimci hattın önderleri kendi sözlerine gerçekten inanmaya başlamıştı. Hiçbir şey sadece etki yaratmak için söylenmemişti. İsyancılar Hint devriminin gerçekten de kapıda olduğuna, halkın buna hazır olmasına karşın onları tutanın komünist partilerin ‘revizyonist’ ve reformist önderliği olduğuna inanıyorlardı. “Tek bir kıvılcım bozkırı tutuşturabilir” şeklindeki Maoist söylem, 1960’ların sonları ve 1970’lerde geçerli kabul ediliyordu, öyle ki, Çaru Mazumdar 1970’leri özgürlüğün on yılı yapmayı öğütlüyor ve çoğu Naksalcı isyancı ona inanıyor ve onu izliyordu.

Geçmişe bakıldığında görülüyor ki, Naksalbari’nin asıl önemi, liderlerinin doktrinal yaklaşımları ve onları izleyen sonu gelmeyen iç tartışmalar değil de, Maoizm ve Naksalbari’nin Hint demokrasisinin egemen kurumlarının ve bununla beraber radikal politik pratiğin mevcut biçimlerine karşı güçlü bir politik ve ahlaki eleştiriye dönüşmeleriydi.

İsyan çok uzun sürmedi, hatta şaşırtıcı ölçüde kısa ömürlüydü. Fakat kısa sürede Naksalbari’nin yol açtığı fikirler ilkin mevcut komünist partilerin, asıl olarak da HKP(M)’nin sınırları içerisinde olmak üzere yayıldı. Ülkenin farklı bölgelerinde Naksalbari benzeri köylü ayaklanmaları mevcuttu, –Uttar Pradesh’deki Lakhimpur Kheri, Batı Bengal’in Midnapore kesiminde Debra ve Gopiballabpur, ve daha sonra Bihar’da Musahari vb. Aslında önemli ve çok daha sıkı bir silahlı mücadele o sıralarda zaten Andhra Pradesh’in Srikakulum bölgesinde başlamış, ve ancak Naksalbari hattına katıldığını resmi olarak ilan ettikten sonra üzerine kitlesel bir ilgi çekmişti. Kerela’nın birkaç bölgesinde de olaylar olmuştu. Naksalbari isyanının bastırılması ve diğer kesimlere sıçraması arasında geçen, ana olarak silahlı köylü mücadelesi şeklindeki bu dönem iki yıla yakın sürdü. Devrimcilerin yeniden örgütlendiği ve “parti”yi, isim vermek gerekirse HKP(ML)’yi [Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist)] kurdukları sırada ilk aşamasındaki hareket zaten sona ermeye yakındı. Bu 1969 Nisan-Mayıs’ındaydı, parti gizlice 22 Nisan’da, Lenin’in doğum gününde kuruldu ve 1 Mayıs’ta kuruluşu ilan edildi. Bu, ayrıca ikinci Birleşik Cephe hükümetinin iktidara geldiği ve 8 aylık ilk BC hükümetinin düşmesinin ardından tutuklanmış olan Naksalcı liderlerin serbest bırakıldığı dönemdi. İkinci BC hükümeti iki yıl kadar sürdü.

İki yıl içinde, yani bu sırada, Batı Bengal’deki hareketin en azından yol aldığı, ve bünyesine en elit kesimlerden çok zeki öğrencileri katan, neredeyse tümüyle şehirden beslenen bir harekete dönüştüğü de biliniyor. Bu harekete giderek daha az ayrıcalıklı ve halktan olan öğrenciler katılmaya başladı. Bu aşamada, hareket şimdiden onu başlatanların irade ve kontrollerini aşmıştı, ve bunlardan bazıları, saygısız genç öğrencilerin ‘Bengal Rönesansı’nın saygı duyulan bazı figürlerinin heykellerini yıkmalarını şaşkın bir şekilde izliyorlardı. Bu zamana gelindiğinde Naksalbari artık bir ‘fikir’, bir metafor, bir silaha çağrı ve fazlası olmuş, sömürgeci iktidarın mirasının ve onunla ilgili her hususun acımasızca eleştirisine bir çağrı haline gelmişti. Ve bundan sonra, sömürge yönetim gündeme geldi, hatta önemli Bengalli liderler ve entelektüellerin sömürge yönetimi istedikleri keşfedildi. Tümüne işbirlikçi gözüyle bakılıyordu, ya da hiç değilse sömürge iktidara karşı muhalefette yeterince güçlü ve kararlı olmadıkları düşünülüyordu. Dönemin Hindistanı’nın Naksalcılarca yapılan “yarı-feodal ve yarı-sömürge” şeklindeki tahlili, şiirselliğini Mao’nun devrim öncesi Çin’e dair formülasyonlarından alsa da, sömürgeci iktidarın devamının getireceği şeylerin altını çizdi, ki bu şeyler şüphesiz ki çok sayıdaydı. Bu, bağımsızlıktan sonraki kopuşun karakteri itibarıyla ana akım Komünist Partilerin ısrar ettiği çizgiyle keskin bir karşıtlık içeriyordu –ve bu örnekler de oldukça fazla sayıdaydı. Burada önemli olan, Hindistan’ın yarı sömürge olduğu şeklindeki Naksalit tahlilin doğru olup olmadığı değildi, hayati önem taşıyan şey bu tarifin entelektüel ve politik mirasımızın baştan aşağı yeniden değerlendirilmesine yol açmasıydı. Yerleşik geleneklere bu dönemde gerçekleşen şiddet dolu karşı çıkış, sonradan 1970’lerin başlarında akademisyenlerin Bengal Rönesansı’nı yeniden ele alışlarının yalnızca abartılı ve saygısız bir biçimiydi.

Fakat beyan ettikleri niyetlerine göre, Naksalit hareket, devlet iktidarının Marksist anlamda ele geçirilişine dayanan bir Devrim istiyordu. Geleneksel komünist partilerin liderlerinin pragmatizmine karşı sabırsızlıklarının nedeni buydu. Ve tüm ‘uzun süreli köylü savaşı’ söylemlerine karşın, devrimi hemen istiyorlardı. 1970’leri özgürlüğün on yılı yapma çağrısı bu yüzdendi. Devrimci dönüşümün süresini uzatacak olan her şeye gösterilen sabırsızlık bu yüzdendi. Bu, ‘orijinal’ Devrim nosyonunun, Yahudi-Hristiyan kültüründeki derin köklerinden Marksist tahayyül ile devşirilmiş olan “Vahiy” olarak yeni bir biçim altında geri dönüşüydü. Vahiysel bir kopuş anı olarak bu laikleştirilmiş eskatalojik devrim fikrinin, Marksizmde varlığı geriye uzanan tohumları mevcuttu ve Leninist biçiminde bu tahayyül ciddi anlamda yeniden düzenlendi ve tekrar oluşturuldu. Bu Leninist yeniden düzenleme, bildiğimiz gibi, ‘güncel durum’ ya da konjonktür veya buna ilişkin ‘en zayıf halka’ fikrine dayanıyordu. Naksalcı söylemde, ‘güncel durum’ ya da devrimci konjonktür Lenin’inkinden çok farklı bir şekil alır: Naksalcılar, Hindistan gibi ülkelerde ‘nesnel’ durumun her zaman devrimci olduğunda ısrar ederek, tartışmanın yönünü ‘öznel yöne’, komünist partilerin devrime ve devrimci seferberlik görevine karşı temel önem arz eden hazırlıksızlıklarına kaydırdılar. Hindistan’a dair “yarı-feodal ve yarı-sömürge” şeklindeki tarif, böyle bir rejimin halkından yalıtılmadan var olamayacağına ve basit biçimde ’emperyalist efendilerinin’ desteğiyle ayakta kalan asalak ve zayıf bir temele dayandığına işaret etme amacı taşıyordu. Bu yüzden, tek yapılması gereken devrimci öncünün kararlı eylemliliğiydi ve çoktan hazır bekleyen kitleler buna desteklerini vereceklerdi. Buna karşın, Lenin’de ‘güncel durum’ güçlerin kombinezonunda elbette daha değişken bir hale işaret etmektedir.

Zaman geçtikçe, isyancılar, öncellerinin, HKP ve HKP(M)’nin dikkatli pragmatistlerinin Telengana mücadelesinin sona ermesini izleyen yıllarda yaşadıklarının farkına vardılar: Devrimci kesimleri de barındıran silahlı bir militan mücadele, küçük ve yalıtık bir bölge içerisinde direnemezdi. Eğer bu makalenin girişindeki paragrafta alıntılanmış olan Regis Debray, Latin Amerika devriminde ulusal sınırlar üzerinden “oldukça farklı ve bağlantısız ritimler” izleyen bir parçalılık gördüyse, Hint komünistleri bunu Hint ‘ulus devleti’nin kapsadığı koca kara parçası içerisinde tekrar gördüler. Şaşmaz biçimde, bu tür mücadeleler ülkesel çapta birleşmiş devrimci mücadelelerin gelişimini bekleyerek yitip gitti ve sonunda farklı biçim ve ölçülerde parlamenter katılıma kapı araladılar. Bugün, yakın zamanda kurulan HKP(Maoist)’in haricinde, çoğu Naksalcı grup seçimlere ve parlamenter politikaya bir biçimde katılmaya karar verdiler.

‘Eşitsiz Gelişme’ Hayaleti

Çoğu devrim, devrimcilerin samimiyetsizliğinden ötürü başarısız olmuş değildir. Aynı biçimde, Hint komünistlerinin çeşitli kesimleri için de bu böyle değildi, çünkü onlar da Hint toplumuna (devrimci) bir dönüşüm getirmeyi hakikaten istediler. Onların başarısız olduğu şey, ‘ihanet’ ve saf bir romantizmin ötesinde bir şeyle ilgili olmalıydı. Tüm dünyada başarısız olan birçok sayıdaki devrim girişiminde bu ikisi bir pay sahibi olmuş olabilirler, fakat neden her devrimci hareketin ısrarla ‘reformizm’ ve ‘ihanet’ hayaletleriyle lanetlendiğini anlamamız gerekiyor. Bunun, tarihte içinde bulunulan zamanın çoğunun ‘devrimci olmayan zaman’ adı verilebilecek bir dönem olduğu gerçeğiyle bir ilgisi olması gerekir. Benzeri devrimci ‘başarısızlıkları’ ‘açıklama’ girişimlerinin çoğunda karşılaşılan, devlet iktidarına onu ele geçirmek amaçlı (farklı bölgelerde, farklı sınıflarca, vb.) eş zamanlı ve aynı anda gerçekleşecek olan bir saldırının sanal imkânsızlığına işaret eden ‘Eşitsiz Gelişme’ motifinin de sebebi budur.

Aslında, küresel komünist hareketin tarihinin, sürekli bu ‘eşitsiz gelişme’ hayaleti kaygısıyla geçtiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Dünya devrimi hayali ‘tek ülkede sosyalizm’in somut sertliği ile sarsıldı ve öldü. Rus devriminin Lenin’in de hayatta olduğu ilk dönemleri, o hiç gelmeyen Avrupa devriminin kaygılı bekleyişiyle damgalandı ve ‘tek ülkede sosyalizm’in isteksizce bir gerçeklik olarak kabul edilmesi gerekti. Çin devrimi, devlet iktidarını sonunda ele geçirebilmek için, başka birçok şeyin yanında, emperyalizmin krizini ve ikinci dünya savaşını, genel bir dekolonizasyon sürecini -farklı biçimde ifade edecek olursak, sömürge karşıtı devrimlerin eşzamanlılığını- beklemek zorundaydı. Biliyoruz ki, Rus devrimini dahi mümkün kılan, tüm toplumsal çelişkilerin patlamaya hazır bir birlik içerisinde kaynaştığı birinci dünya savaşının özgün konjonktürüydü. Troçki’nin formüle ettiği “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası” -ve bununla ilgili olan ‘sürekli devrim’ fikri-, başka birçok şeyin yanında bu heterojenlik ve eş zamanlı olmayışla bir başa çıkma girişimiydi.

Hindistan’daki kendi deneyimimiz, devrimci durumun bu ‘eşitsiz gelişmenin’ doğurduğu süregiden bir gerilimi açığa çıkardı. Farklı zamanlarda, farklı büyük yangınlar ve sınıf mücadelesi yoğunlaşmaları oluyor, fakat bunlar hiçbir zaman tüm Hindistan’a yayılan bir patlama rüyasını gerçekleştirebilecek biçimde birleşmiyordu. 1940’ların sonlarındaki Telengana köylülerinin mücadelesi etrafında dönen Komünist Parti içi sert tartışmalar aynı soruda düğümleniyordu: Haydarabat eyaletinde başlayan ve Razakar ve Deşmuklara karşı sürdürülen köylü mücadelesine, Bağımsız Hindistan’ın merkezi devlet iktidarıyla bütünleşmesinden sonra da destek vermeye devam edilecek miydi? Mesela öne sürülüyordu ki, o sırada Haydarabat’ta bir devrimci durum mevcuttu, fakat eyalet Hint Birliğine dahil olduktan ve Nehru’nun orduları girdikten sonra, durum niteliksel bir dönüşüm geçirdi. Hindistan’ın geri kalanında sömürge karşıtı mücadeledeki milliyetçi coşku şimdi yeni bir hedefe, ülke-inşasına yöneliyordu. Milliyetçi hareket günlerinde diğer ‘çatlak sesler’, yani Dalit hareketi ve Hindistan’da kalmaya karar veren Müslümanlar, yeni çıkan afta kendilerine bir yer bulmak için mücadele etmek zorundaydılar. 1947 öncesinin farklı ‘güncelleri’ şimdi karmaşık ilişkiler içerisinde, bir yeni ülke varlığında bir araya geliyordu. Bu farklı hikâyelerin ortasında, silahlı bir ayaklanma isteği yalnızca çatlak bir ses olabilirdi. 1949’daki felakete yol açan aşırı solcu ayaklanma hattı, genel olarak bilinen adıyla BT Ranadist hat, bunu kesinlikle haklı çıkardı. Neticede, HKP, SBKP’nin tavsiyesi üzerine silahlı mücadeleden vazgeçmek zorunda kaldı.

HKP(M) tarihinde, 1960’lar, 70’ler ve 80’lerde, soru tekrar eden bir biçimde su yüzüne çıktı. Bu dönemlerde soru devrim değildi. Hiçbir yerde silahlı mücadele yoktu. Ama yine de Bengal ve Kerala’daki önceki yılların popüler kitle mücadeleleri komünistler için emin bir yer sağlamıştı. Ülkenin geri kalanında, varlıkları bir bütün olarak ihmal edilebilir düzeydeydi. Komünistler için bu zor bir durumdu çünkü devrim “o anın gündemi” olmadığı durumda ne yapacaklarına dair en ufak bir ipuçları dahi yoktu. Lenin onlara böyle koşullarda seçimlere katılabileceklerini ve katılmalarını, burjuva parlamentolara girip dışarıdaki mücadeleyi güçlendirmek üzere içeriden mücadeleyi sürdürmelerini söylemişti. Ama ya bu katılım, tıpkı 1960’ta olduğu gibi, hükümet kurma imkânına kadar ilerlerse? Bu sorumluluğu üstlenmemek, onları iktidara taşıyan oyları veren insanların güvenlerini haksız çıkaracaktı. Ve, ya 30 yıl ya da daha fazla bir süre boyunca iktidara seçilmeye devam ederlerse? Burjuva ekonomiyi nasıl yöneteceklerdi? Devrimci karakterlerini nasıl muhafaza edeceklerdi?

Naksalcı ayrılığın ardından ana partide kalanların çoğunluğu için, hükümete girmek, yalnızca teslim olmamaya dair bir operasyondu. Hala ait oldukları yere dönmek için ülkenin geri kalanında ‘koşulların olgunlaşmasını’ bekliyorlardı. Devrimci durumun eşzamanlı ‘olgunlaşması’ onları ileri iten güçtü, fakat acı gerçek şuydu ki, bu gerçekleşmeyecekti. Şanslarına, Sol Cephe hükümeti sonunda iktidara gelene kadar, bu çıkmazdan her seferinde iktidar partisinin tahammülsüzlüğü yüzünden hiçbir hükümetin birkaç yıldan fazla dayanmaması sayesinde kurtuldular. 1977’den sonra, olaylar komünistlerin aleyhine keskin biçimde değişti. HKP (Marksist) yönetimindeki SC hükümetinin ilk birkaç yılı yakında devrilecekleri beklentisiyle geçti. Bu perspektifle, hükümet işsizler için göstermelik bir maaş, köyler için ’emek verdikçe yemek alma’ programı, hükümet çalışanları ve öğretmen maaşlarına zamlar gibi halkçı birkaç kanun çıkardı. O günlerin SC hükümeti açıkça uzun süre yetkide kalmayacağını düşünüyor, ve bu kanunların mali sonuçlarını hesaba katmıyordu, bu onların ardından gelecek hükümetin derdiydi. Kahretsin! Durum böyle olmadı. Kendi elleriyle, bu kanunların bir kısmını geri çekmek zorunda kaldılar. Parti, bu kez temel olarak çok ayrı bir zeminde bir sınav verdiği gerçeğiyle yüz yüze geldi. Bu ‘Eşitsiz Gelişme’nin bir başka sonucuydu. 1985’in sonlarında, Batı Bengal HKP (Marksist)’in, parti programından seçimlere katılmaya kapı açan 112. maddenin kaldırmasını talep ettiği bir dönem bile oldu. Bir bakıma, parti parlamenter çerçeve çalışmasını belirsiz bir süre için devam ettirmek zorunda olacağını içine sindirse de, 1996 sürecindeki Merkezi hükümete katılıp katılmama tartışmaları tam da bu eşitsiz gelişme hayaleti ile lanetlenmişti.

Eşitsiz gelişme hayaletinin bu kendini tekrarlayan ortaya çıkışları ısrarla tek bir yöne işaret ediyordu: Devlet iktidarının ele geçirilişi amaçlı eş zamanlı ve aynı anda gerçekleşecek bir saldırının imkansızlığına. ‘Şimdiki an’ın indirgenemez heterojenliğine, ya da Louis Althusser’in tabiriyle ‘tarihsel şimdi’sine. Regis Debray’ı Güney Amerika bağlamında rahatsız eden ‘bağlantısız ritimler ve alt üst oluşlar’a, ve politik takvimi birleştirmenin zorluklarına işaret ediyordu. Che Guevara’ nın hayatına mal olan buydu: Güney Amerika Küba değildi ve devrimci hareket basitçe var oluşa geçirilemezdi. Leninist anlamda ‘devrimci durum’, tarihte nadirin de nadiri rastlanacak bir oluştu; büyük bölümünde ‘devrimci olmayan zamanlar’ yani şimdiki anın kesin heterojenliğiyle damgalanan zamanlar yaşanıyordu. Ve deneyim gösteriyor ki, devrimciler şimdiki anın heterojenliği ile nasıl başa çıkacaklarını gerçekten bilmiyorlar. Devrimci durum ya da zamanlara nasıl yaklaşılması gerektiğini biliyor -ya da bildiklerine inanıyorlar-. Bunun dışındaki her durum içinse, yetersiz oldukları nokta kararlılıktan, mücadele etme iradesinden ya da cesaretten yoksun oluşları değil. Gerçekte sorun, devrimci tahayyülün basit ve homojen olan, tekil bir ‘şimdi’ nosyonuna dayanmasında -bu, bütün farklı şimdilerin tek bir anda birleştiği bir Şimdi (veya bir devrimci konjonktür). Devrimci bu zaman (bu an) için yaşar. Tüm diğer zamanlar, devrimcinin basitçe bu anı beklediği, ya da gelmesini hızlandıracak eylemlerde bulunduğu ayrık zamanlardır. Adamakıllı ifade etmek gerekirse, bu, politikanın elinden onun oluşturucu öğesini -Lenin’in ‘güncel durum’ adını verdiği şeyin özüne temelden bağlı olan olumsallığı- çekip alan, anti-politik bir politika nosyonudur.

Devrim ve ‘Güncel Durum’

Bu bizi bu türden ‘politika’ sorusuna götürür. Her politika, nesnesiyle ilişkisi içerisinde anlaşılmalıdır. Her politika, üzerine eylediği ve dönüştürmeye çabaladığı özgül bir nesneye yönelir. Ayrıca tüm politikaların bir şekilde ‘şimdi’yi dönüştürmekle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Göründüğü üzere, birçok farklı tür politikanın nesnesini oluşturduğu ilgili zaman ve birçok farklı şimdi mevcuttur. Nesne, kendisini dönüştürmeye çalışan politikalardan önce varolan bir şey değildir. Bununla birlikte, içerisinde hem söz konusu politikanın, hem de nesnesinin kurulduğu farklı söylem ve pratiklerin, tümü emek sermaye ilişkisinin tarihine indirgenemeyecek olan belli bir tarihleri, deneyimleri, geçmişe dair belli anlatıları vardır. Öyleyse, örneğin Dalit politikası ya da feminizm kendi özgül nesnelerine, sırasıyla kast boyunduruğuna ve erkek egemenliğine yönelir ve onları dönüştürmeye çalışırlar.

Devrimci tahayyül ‘güncel’ olandan söz ettiğinde neredeyse diğer her şeyi tamamen dışlar biçimde yalnızca sermayeyi, kapitalizmi ve işçi sınıfını kasteder. Eski solun kitabında, devrimci zamanlar, bir patlama anında politik alanda aniden belirip politik rejimlerin dönüşümüne neden olan büyük çaplı kitlesel alt üst oluşlardır. Lenin ‘devrimci durum’u, kitlelerin eylemliliğinde, onları ‘bağımsız tarihsel eyleme’ sürükleyen ‘kayda değer bir artış’ ile tarif etti. Hep devrimcilerin basitçe devrimci bir durumun var oluşa geçmesini bekleyemeyeceklerinde; kendileri de o durumun önemli bir öğesi olsalar da, her bir verili durum üzerine, ‘güncel durum’ üzerine eylemek zorunda olduklarında ısrar etti. Devrimci/radikal politik eylemin öncelikle anlaması gereken, ‘güncel durum’un bu özellikleridir. Fakat, bir sorun var: bu ‘güncel durum’, Althusser’in doğru şekilde işaret ettiği gibi, birbirinden farklı sayısız çelişkinin üst üste yığılması ve kaynaşmasını içeren karmaşık belirlenimlerin bir durumudur. O buna çelişkilerin ‘üst belirlenimi’ adını verdi. Söylediklerini şöyle özetlememiz mümkün: ‘Devrimci durum’u karakterize eden şey, ‘küresel kapitalizm’ ya da ‘dünya ekonomisi’ denen bütünlüğün içerisindeki ‘temel çelişkinin’ basitçe bir ‘olgunlaşması’ değil, çok sayıda farklı ‘çelişkinin’ patlamaya hazır bir birlikte kaynaşmasıdır. Bu böyle olmasaydı, diye sorar Althusser, nasıl olur da sınıflara bölünmüş halk kitleleri (proleterler, köylüler, küçük burjuvalar) kendilerini hep birlikte var olan rejime karşı saldırının içerisine bırakırlar? Bugün bu sınıflara bölünmüş ‘halk kitlelerine’, erkek egemenliği, ırkçılık, kastçılık, toplulukların ulus-devlet tarafından zorla göç ettirilmesi vb. farklı türden baskılara karşı mücadele eden bir sürü yeni grup ve kesim eklememiz mümkün.

Başka bir deyişle, halk kitleleri yalnızca sınıflarca bölünmemiş, sayısız eksence bölünmüştür ve tümünün bir araya gelmesi için hakiki bir ‘müstesna’ durumun -devrimci bir durumun- var oluşa geçmesi gerekir. Yani, bu farklı türden hareketlerin aynı güçlere, genellikle devlet gibi merkezileşmiş bir kuruma karşı birleşmenin acilliğini tanımaları gerekir. Fakat tarihte çok nadir gerçekleşen şey tam olarak budur. Dahası, tarihteki deneyimler gösteriyor ki, bu vahiysel dönüşümlerin sonuçları, onları elde etmek için bir araya gelmiş olan güçler için her zaman aynı olmaz. Yalnızca politik rejimlerin değişimi, başlangıçta ‘halk kitlelerinin’ kendilerine karşı harekete geçtiği tüm bu güç ilişkilerinin dönüşümüne yol açmaz. Çoğu durumda, dünyadaki sayısız hareketin deneyimlerinden gözleyebilmiş olduğumuz gibi, devrimin başlangıçtaki başarısı, bu halk birliğinde bölünmelere neden olur. Bu noktada Althusser’in atmadığı adımı atmamız gerekir: Devlet iktidarının ele geçirilişine ya da dönüşümüne(?) dayalı Leninist program çok kısıtlı bir programdır ve üzerinde yeniden düşünülmelidir. Çünkü böyle bir devrim her zaman -tüm diğer ‘şimdilerin’ iç edildiği, tüm diğer soruların ertelendiği, verili her anda politik gerilimin en yüksekte olduğu- ayrıcalıklı bir ‘şimdi’ üzerinde eyler. Rejim değişikliği gerçekleştiğinde ve anın acilliği ortadan kaybolduğunda, devrimci enerji, iktidarın kontrolünü ele alması için geriye devrimci bloğun yalnızca en jakoben öğelerinin kalmasına yol açacak biçimde dağılır.

Devrim fikrinin yeniden ele alınması, bütünlüğün tekilci bir mantığı ile tanımlanan ‘şimdi’ fikrinin yeniden ele alınmasını içerir. Eski radikal proje -Althusser-öncesi Lenin’in projesi örneğin- tek bir düzenleyici ilke ya da mantık tarafından yönetilen belli bir bütünlük nosyonunca tanımlanmış olan böyle bir tekil “şimdi” fikrine dayanmaktaydı. ‘Dünya kapitalizmi’ tek bir bütün olarak anlaşılmakta, ve tüm ulus-devletlerin farklı biçimlerde onun bir parçası olduğu, çeşitli özgüllüklere karşın onunla giderek daha da bütünleşmeye doğru ilerledikleri düşünülmekteydi. Farklılaşmamış bir ortak sınıf çıkarı teşkil eden bir uluslararası işçi sınıfı hareketi fikri, açıkça tümüyle tek bir mantık, ya da ‘temel çelişki’ tarafından hayata geçirilen bir küresel bütünlük fikrine dayalıydı. Leninist-Maocu düşünce, ulusal bağımsızlık mücadelelerinin emperyalizm zincirini kırmaktaki hayati önemini tanıyarak bu anlayışın bir ölçüye kadar dışına çıktı, ama yalnızca pratik bir biçimde. Bunu, tali olan ulusal bağımsızlık mücadele ve devrimlerini ve akabinde ulus-devletleri, emperyalizme ve dolayısıyla dünya kapitalizmine karşı verilen mücadelenin merkezindeki önemli aktörler olarak konumlandırarak yaptılar. Fakat bu müdahale dahi ‘temel çelişki’ mantığını değiştirmedi. Yönetici mantığı ve diğer çelişkileri sağlayan bu ‘temel çelişki’ idi, ve bu diğer çelişkiler tanınsalar bile her zaman ikincil bir konumları vardı. Her zaman tüm diğerlerinin kaderini belirleyecek tek bir tanımlayıcı çelişki olmak zorundaydı.

Farklı komünist parti ve gruplar tarafından ortaya konan toplumsal çelişkiler tablosunun kendi içinde oldukça kısıtlı olduğunu, ve metropol ülkelerde patlak vermiş çelişkiler bir yana, post-kolonyal ülkelerde özellikle 1980’lerde ve ‘90’larda kendilerini zaten ortaya koyan sayısız çelişkiden bihaber olduğunu söylemeye dahi gerek yok. Bu çelişkiler arasından önemli olanları kimlik, cinsiyet, ırk, cinsellik ve yaklaşan ekolojik felaket etrafında düğümlenenlerdi. Bunlar, ya yöneten sınıfın komploları, ya da iyi ihtimalle, temel sınıf sorunları çözüldükten sonra kendiliğinden ortadan kalkacak olan meseleler şeklinde değerlendiriliyordu. Bu yüzden, ‘çözümleri’, sonsuza kadar gelecekteki bir sosyalist topluma ertelenmek zorundaydı. Yeni toplumun kendisinin de tüm eski tahakküm yapılarını yeniden üretebilecek oluşu, tam da tek ve homojen bir zaman nosyonuna dayalı devrim anlayışından dolayı tekil, homojen zaman fikrine dayanıyordu ve tahayyülünü makro-yapısal düzeye sınırlamıştı. Devrimciler mikro iktidarı ve gündelik yaşamı hep görmezden gelip ondan kaçındılar, çünkü gözlerini yalnızca devlet iktidarı ve kapitalizmin büyük yapılarında sabitlemişlerdi. Radikal politika, öyleyse, kendisini yalnızca küresel sermayenin ‘şimdi’si ile ilişkisi içerisinde tanımlayan özgül bir politika türü olarak görülemez. İleride görüleceği gibi, her zaman, her türden farklı baskı, tahakküm ve iktidar biçimleri ve bunlara karşı aynı farklılıkta ortaya çıkan politik pratikler vardır. Tıpkı bu tahakkümlerin hiçbir zaman birbirine ya da herhangi bir ortak paydaya indirgenemeyecek olması gibi, doğurdukları muhalefet ve direnişin söylem ve pratikleri de hiçbir zaman Radikal Politika denen tek bir şeye indirgenemez. Dolayısıyla sömürge-sonrası “şimdi,” hiçbir zaman küresel sermayenin “şimdisi” ya da metropol ülkelerin “şimdisi” ile aynı olamaz. Post-kolonyal ya da metropol toplumlar dediklerimizin içinde, katmanlaşmış “şimdiler” vardır. Post-kolonyal “şimdi”, dahası, yalnızca coğrafi olarak özgül bir alanın şimdisi değil, metropollerin kalbine, -ırkçılığa karşı, göçmen hakları için, sendikal hakları dahi elinden alınmış işçiler için mücadelelere- kadar uzanan bir “şimdidir”. Benzer biçimde, küresel sermayenin “şimdisi”, post-kolonyal dünyayı işgal eder; her gün, her saat ve bin bir farklı yoldan. Bunu yaparken ulus-devletin görece bağımsızlığını tümüyle ortadan kaldırmayı ve -Hardt ve Negri’nin İmparatorluk hakları adını verdiği- yeni bir hak biçimini getirmeyi amaçlasa da bir yandan da bazıları aşırı derecede baskılayıcı olan bir çok eski yapıyı ezip geçer ve bu yüzden ironik olarak, yeni mücadele alanları açar. Yenilenmiş bir radikal projenin, devrimin/tepkinin eski ikiliklerinin basit ve doğrudan bir biçimde ortaya çıkmadıkları bir bağlamda, hesaba katmak zorunda olduğu karmaşık ve baskılayıcı “şimdiler” bunlardır.

Devrimci Olmayan Zamanlar

Öyleyse devrimci olmayan zamanlar nedir? Bir önceki tartışmadan hareketle heterojen zamanlar olduklarını söyleyebiliriz. Böyle zamanlar Lenin’in “devrimci durum” fikrine referansla anlamaya çalışılabilir. Lenin, örneğin, ısrarla devrimcilerin devrimci bir durumu tutup getiremeyeceklerine ve onu yoktan var edemeyeceklerine işaret eder, devrimciler verili bir duruma göre hareket etmelidir. İkinci Enternasyonal’in çöküşü bağlamında yaptığı “Marksist için, devrimci durum olmadan devrimin mümkün olmadığı muhakkaktır” şeklindeki vurgusunun, ve her devrimci durumun bir devrime yol açmayacağına parmak basmasının da sebebi budur. Lenin, bir devrimin önemli göstergelerinden birinin, kitlelerin eylemliliğinde, onları ‘bağımsız tarihsel eyleme’ sürükleyen ‘kayda değer bir artış’ olduğunu da vurgular. Burada kullanılan ifade üzerine biraz daha ciddi düşünebiliriz: “bağımsız” tarihsel eylem, yani (öncüler tarafından) ‘organize edilmemiş’ eylem. Lenin için bu fikir öyle önemlidir ki, 1905 devriminin yenilgisinin ve özellikle 1908 sonrası Stolypin döneminin ardından “yeni devrimci dalga” için beklemek zorunda olduklarını söyler. Lenin’in formülünü tersten okuyacak olursak, devrimci olmayan bir durum, ‘kitlelerin’ ya da ‘halkın’ tek bir politik kendilik olarak eylemlilik halinde olmadığı durumdur. Lenin’in terimlerini biraz değiştirerek, birçok farklı sınıf, sosyal grup, topluluk veya sosyo-kültürel gruptan oluşan kitlelerin ya da ‘halkın‘ henüz var olmadıkları, yani politik pratik içerisinde devrimci bir öznelliğe kurulmak üzere henüz var olmadıkları bir durum olduğunu söyleyebiliriz. ‘Halklar‘ böyle bir kurucu politik pratiğin -üstbelirlenmiş ve patlamaya hazır bir şimdi üzerine eyleyen bir politik pratiğin- öncesinde var olmazlar.

Bu bağlamda, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı önemli çalışmalarında ortaya koydukları önermeyi ele almamız faydalı olacaktır. Laclau ve Mouffe, ‘Marksizmin krizi’ne yirminci yüzyıl başında gelen çözüm girişimlerinde (cevaplarda) -özellikle Rosa Luxemburg ve Eduard Bernstein’ınkilerde-, Karl Kautsky’ninkiler gibi geleneksel yorumlardan çok farklı olan bir sınıf birliği nosyonu olduğunu ortaya koyarlar. Kautsky’nin aksine, Luxemburg ve Bernstein, işçi sınıfının, tam da ekonomik yapının içerisinde yer alan bölünmüşlüğü öncülünden yola çıkarlar, yani, kapitalist üretim, işçi sınıfını birleştirmektense, zorunlu olarak bölmektedir. Gramsci aslında bu bölünmüşlüğün temellerini, buna ek olarak, yöneten sınıfların eylemliliği içerisine yerleştirir. Bu yüzden, ona göre, altsınıfların tarihi ayrı ayrı olaylardan meydana gelmiştir. Birlikleri yalnızca politik pratikte (veya Laclau ve Mouffe’un terimleriyle konuşacak olursak, hegemonik pratiklerde) ortaya çıkar, ya da çıkmalıdır. “İşçi sınıfının birliği devrimci üstbelirlenim sürecinin dışarısında oluşan altyapısal bir veri değildir.”

Eğer işçi sınıfının teorik olarak öngörülen birliğinin elde edilmesinin böylesine güç olduğu doğruysa, Laclau ve Mouffe’a göre, Althusser’in tabiriyle ‘halk kitleleri’ için durum sonsuz ölçüde daha karmaşıktır. Onlara göre “hegemonya kavramı, kesinlikle, bölünmüşlük deneyiminin ve farklı mücadele ve özne konumlarının eklemlenmelerinin belirlenimsizliğinin başatlığı altındaki bir bağlamda ortaya çıkacaktır.” Yürüttükleri tartışmada, Laclaou ve Mouffe bu yüzden demokratik mücadele adı verdikleri şey ile halk mücadelelerini birbirinden ayırırlar. Çok şematik olarak, demokratik mücadeleler, politik alanın halkçı güç bloğu ve baskılayıcı güç bloğu şeklinde iki kampa bölünmesine dayanan halkçı mücadelenin aksine, uzlaşmaz karşıtlıkların yayılması üzerinde şekillenen feminizm, ırkçılığa karşı mücadele, çevre politikaları, Dalit politikaları gibi mücadelelerdir. Görüyoruz ki, halkçı mücadele, devrimci ya da ayaklanmacı anın tanımlayıcı bir öğesidir. Böylece, Poulantzas’ın ‘ikili iktidar’ dediği şeyi, ya da “halkçı mücadele” nosyonunu tarif etmenin bir anlamı vardır, özellikle bu formülasyonu yirminci yüzyıldaki üçüncü dünya devrimci ve ulusal özgürlük mücadeleleri bağlamında ele alırsak. Burada patlama anı bir “ayaklanmacı” an değildir, bunun yerine on yıllara yayılmış bir süreç boyunca gelişim gösterir. Böylece, bu gözden geçirilmiş haliyle üstbelirlenim kavramı, devrimci durumun bir vahiysel ‘an’da olgunlaşmayıp da, politik alanın zaten iki kampa bölünmüş olduğu koşullarda, zamana yayılmış hegemonik mücadeleler boyunca sürdüğü bu tür mücadeleleri anlamamıza yardımcı olabilir.

Bu bağlamda Mao Zedung’un Çin devriminin durumu üzerine okumasını incelemek zihin açıcı olabilir. Mao’daki ‘uzun erimli halk savaşı’ ve on yıllara yayılan uzun vadeli mücadelelere yapılan vurgu ile Lenin’deki ani bir ayaklanmacı kırılma anı arayışı arasındaki ayrımın, farklı bir zaman anlayışına dayandığı hissine kapılırsınız. Lenin’e göre Rusya, kriz anında sonuca ulaştırıcı bir proleter eylemle kırılabilecek olan emperyalist zincirin ‘en zayıf halkasıydı’. Bu, muhtemelen Rusya’nın (modern) Avrupa medeniyeti ile (pre-modern) Asya medeniyetinin kesiştiği bir yerde olmasındandı. Bu kesişim, Rusya’nın kelimenin gerçek anlamıyla iki medeniyet üzerinde konumlanmış olması anlamında muhakkak mekânsaldı. Fakat aynı zamanda bir yanda kapitalizmin, modern bir proletaryanın gelişiminin, Avrupa medeniyetinin olduğu, diğer yanda ise sanki başka bir devri yaşayan koca bir Asya halkı nüfusunun olduğu zamansal bir kesişimdir de. Ancak Rusya’nın geleceğini belirleyen onun Avrupalı bölümüydü, çünkü tarihin olduğu bölüm orasıydı. Rus imparatorluğunun Asyatik bölümü Lenin’in devrimci tahayyülü içerisinde hiç yer almadı. Diğer yandan Çin ise tıpkı Rus imparatorluğunun Asyatik bölümünün de olduğu gibi, ‘tarihin sınırlarının’ dışarısında yer alıyordu ve bu yüzden , yalnızca coğrafi olarak değil, aynı zamanda zamansal olarak da dünya tarihinin “şimdi”sinin dışındaydı.

Mao’nun ilgilendiği tablo, “beyaz bir rejim tarafından tümüyle kuşatılmış olan ‘kızıl politik iktidar’ alanlarının varlıklarını uzun vadede sürdürebilmesi” idi. Mao bu tür “Kızıl iktidar”ların varlıklarını sürdürebilecek olduğu konusunda emindi ve bu yalnızca şu iki yaşamsal koşul sayesinde mümkündü: (i) Çin ne bir emperyalist ülke, ne de “emperyalist boyunduruk altındaki bir sömürge” idi, başka bir deyişle, Çin’de merkezi bir devlet iktidarı yoktu. Varlıklarını sürdürebilmeleri yerel beyliklerin birbirini kırıp geçiren savaşları sayesindeydi ve bu da iki ayrı merkezin etkilerine açık biçimde bölünmüş olmasının yanında, Çin’in birleşik bir kapitalist ekonomi değil de, yerelleşmiş bir tarım ekonomisi olmasının bir sonucuydu. Bu, devrimci güçlere söz konusu farklı alanlar arasında geçiş yapabilmelerini ve merkezi bir devlet mekanizmasının tahakkümünden kaçabilmelerini sağladı. (ii) Niyetimiz açısından daha önemlisi, bu iktidarın varlığını sürdürebilmesi aynı zamanda “ülke çapındaki devrimci durumun gelişiminin devamına” bağlıydı. “Bu ülke çapındaki devrimci durumun gelişmeye devam etmeyip, uzun bir süre duraksaması durumunda, küçük kızıl alanların çok ayakta kalamayacağını” net biçimde belirtti.

Bu formülasyonda ortaya konan devrimci durum nosyonu nedir, bir “yerel kızıl iktidar” nerede şekillenebilir ve hangileri ulusal çapta bir etki yaratabilir? Mao’nun burada oluşturmaya çalıştığı ayrım nedir? Bu makalenin başındaki Regis Debray alıntısına kısa bir dönüş yapalım. Debray, içerisinde belli bir farklı zamansal ritimler simetrisi sezdiği Latin Amerika devriminin ulusal olarak bölünmüşlüğünden söz ediyor: “Her ülkede sürecin kendine ait ayrı bir saati vardır.” Bu formülasyon, bir ulus-devlet yapısı içerisinde onu diğerlerinden ayıran belirli bir zamansal tekbiçimliliğe işaret eder. (‘Tarih yapan’) ‘halklar’, Debray’a göre, teorik öngörüleri sayesinde kıta ya da dünya devrimi zamanının güncelliğine erişen ‘önderlerin’ aksine ufuklarını sınırlayan bölge, kasaba ya da ülkenin zamanı içerisinde yaşarlar. Mao’nun Çin’i, tek, merkezi bir devlet yapısından yoksun olduğu gibi tekil bir zamandan da yoksundur. Farklı zamansallıklar, kendilerini oluşturan farklı öğelere işaret eder. Çin’deki devrimciler bu yüzden Bolşeviklerin Rusya’da sahip olduğu, merkezi bir devlet yapısı etrafında şekillenmiş olan devrimci durumun olasılıklarına sahip değildi. Dahası, Çin’de birleşik bir kapitalist ekonomi dahi yoktu; üzerinde sürekli savaş halinde beyliklerin olduğu koca bir kara parçasından ötesi değildi. Çin’deki önderler bu yüzden neredeyse tamamen teorik öngörülerle dünya devriminin zamanını yaşıyorlardı.

Modern devletin projesi milliyet olmanın ve çok eskiye uzanan bir geçmişe sahip olmanın bir ürünü (emekleme aşamasındaki ulusun Büyük Geleneğinin keşfi ve içindeki zamansal deneyimin homojenleştirilmesi) haline gelir. “Devlet, modern ulusu diğer ulusal geçmişleri ortadan kaldırıp onları kendi tarihinin çeşitlemelerine dönüştürerek kurar” derken Poulantzas bundan bahsediyordu. Ona göre devlet, ulus halkının hafızasını oluşturarak ulusal geleneği tekelleştirir. Laclau ve Mouffe’un, işçi sınıfının birçok kesim halinde bölünmüşlüğünü başlangıçta verili bir durum olarak ele alması gibi, Poulantzas da “her [ulusal] işçi sınıfının mekânsallığı ve tarihselliğini”, ulus-ötesi ya da ulusallık-dışı orijinal bir öz olarak işçi sınıfının kendisinde değil, söz konusu işçi sınıfının ulusunun uzay-zamanının bir varyantı olarak görür, bir yandan da olumsal ulusal biçimler varsayar. Ulus-devlet ve zamanla arasındaki ilişki üzerine olan bu tartışmanın Mao’nun Çin’ini ve Regis Debray’ın Latin Amerikası’nı anlamamız konusunda doğrudan bir etkisi var: Çin’de devletin olmayışı ve Latin Amerika’da farklı ulusal devletlerin oluşu bizi Lenin’in Rusya’da karşılaştığından çok farklı bir devrimci durum fikrine götürür.

Yine de yukarıdakilerin hiçbiri ‘devrimci olmayan zamanlar’a örnek teşkil etmez. Yukarıdaki tartışmada sözü edilenler yalnızca Rusya -ya da Fransa’da- yaşanmış olandan farklı devrimci durum türlerine işaret eder. Fakat onların bile başarılarının devrimci durumun eşzamanlı bir gelişimine hayati ölçüde nasıl bağımlı olduğunu gösterirler. Mao’nun Çin’de anlamış olduğu, ve Debray’in Latin Amerika’da anlayamadığı şey tam olarak bu. Otto Bauer (bu makalenin başındaki ikinci alıntıda) uluslararası bağlamda kronolojik olarak ortaya çıkanların, Avusturya-Macaristan imparatorluğunda aynı dönem içerisinde ortaya çıktığını ileri sürerken, aslında bu farklı biçimler veriliyken, eski anlayış çerçevesindeki tek bir “şimdi” üzerine eyleyen devrimci müdahale fikrinin fena halde sorunlu olduğu gerçeğine işaret etmiş oluyor. Farklı bir devrimci müdahale nosyonunun telaffuzunu gerekli kılıyor. Bauer’den alıntılayacak olursak: “Kapitalist toplumun dönüşümü sürecini artık birleşik ve homojen bir mantıksal-tarihsel mekanizmanın adımlarının izlenmesi gibi değil de, üretim ilişkilerinin mutasyonunun iç faktörlerinin ve iktidarın bir üst üste binmesi ve çoğalarak yayılması olarak görmek -bu, politik düzeyde, ‘reform’ ve ‘devrim’ arasındaki mistifiye edici seçimin bir kenara bırakılmasını imler.” Bauer ayrıca yukarıdakileri ifade ederken önerdiklerinin “sanki sosyalizm homeopatik dozlarla gerçekleşebilirmiş gibi evrimci bir seçimi içermediğini” dikkatlice belirtir.

Troçki’nin “eşitsiz ve bileşik gelişme” formülünün, küresel bir düzeyde, elbette teori ve devrimci strateji için çok farklı sonuçlar doğursa da, tam da Otto Bauer’in Avusturya-Macaristan bağlamında yakalamaya çalıştığı problemi ele aldığını hatırlamak önemlidir. Troçki burada tek bir tanede birleştirmeye çalıştığı iki yasa öne sürer. “Tarihsel sürecin en genel yasası olan eşitsizlik, kendisini en keskin ve karmaşık halde geri kalmış ülkelerin kaderinde gösterir. Dışsal zorunluluğun kırbacı altında, geri kalmış kültürler sıçramalar yapmaya zorlanırlar. Eşitsizliğin evrensel yasası böylece, daha iyi bir ismin eksikliği yüzünden bileşik gelişme adı verebileceğimiz bir başka yasa ortaya çıkarır. Bundan kastımız, yolculuğun farklı düzeylerinin bir arada oluşu, ayrı adımların bileşiği, eski olanlarla daha güncel biçimlerin bir alaşımı.” Michael Löwy bu formülasyondaki önvarsayımın insan tarihindeki özgül bir fikir olduğunu belirtmekte haklıdır: “Kapitalizmin bir dünya sistemi olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, dünya tarihi (çelişkili) bir somut bütünlük haline gelir.” ‘Eşitsizlik’ fikrinin tam da kendisi bir bütünlüğü, söz konusu farklı kendiliklerin daha büyük bir bütünün -kapitalizm ve dünya tarihinin- parçaları olduğunu varsayar.

Yine de Troçki’nin öne sürdüğü ikinci yasa, bütünlüğü bir çırpıda tehdit altına sokan bir bütünlük nosyonu üretir. Çünkü yukarıdaki pasajda, dünya kapitalizminin bütünlüğü “geri kalmış kültürler”in karşısına bir dışsallık olarak çıkar ve ardından onu kırbacının altında dönüşmeye zorlar. Troçki, “barbarların ok ve yaylarını bir kenara bırakıp tüfeğe bir çırpıda, geçmişte o iki silah arasında kat edilmiş olan yolun üzerinden atlayarak sarıldığını,” söyler ve bu süreçte olanın, tamamıyla beklenmedik ve yeni bir şeyin -arkaik olanla güncel olanın bileşkesinin- var oluşa geçmesi olduğunu öne sürer. Bu ‘geri kalmış kültürler’ ya da ‘geri kalmış ülkeler’ böylelikle dünya kapitalizmi ile tümüyle bütünleşmiş mi oluyor? Açık biçimde, eğer durum böyle olsaydı, Troçki bu ‘yasayı’ öne sürme gereği duymazdı. Sorun şu ki, ele aldığı dünya kapitalizminin ‘bütünlüğü’ hiçbir zaman gerçekten tamamlanmış değildir. Löwy’nin bahsettiği gibi, bu (eşitsiz ve bileşik gelişme) fikrinin “Troçki’nin katı biçimde önceden belirlenmiş aşamaların ardındalığına dayalı evrimci tarih anlayışını aşması ve çelişkili birleşmeler ve ani sıçramalardan oluşan diyalektik bir tarihsel gelişme anlayışına erişmesine” olanak verdiği doğrudur. Bunlar, ona sosyalist devrimin kitabi olarak yalnızca ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşebileceğini savunan İkinci Enternasyonal Marksizminin evrimci anlayışına karşı argüman sağladı. Fakat bu yenilikçi hamleyi yaparken, Troçki, var oluşu içsel bir akılsallık tarafından yönetilen bir bütünlük fikrini merkeze almış olur. Bir bütünlük, parçaların bütünden bağımsız olarak bir anlama sahip olmadıkları bir ilişki içerisinde içsel olarak birleşmiş öğelerden müteşekkildir. Bu yüzden, zorunlu olarak tamamlanmış ve kapanmış bir tümlüktür. Çelişkinin özdeşlik ve karşıtlığı tarafından belirlenen mantığının içsel hareketine sekte vuran bir dışsallık fikri, bu yüzden Marksizmin on dokuzuncu yüzyılda devşirmiş olduğu bu Hegelci bütünlük fikrine yabancıdır. Bir bakıma, Lenin’in kendi bütünlük fikri netice olarak merkezsizdir, ve Troçki’nin yaptığı, o günlerde gerçekten de Rusya’daki konjonktürde yaşanıyor olduğu gibi, devrimin hiç beklenmedik yerlerde kopabileceği şeklindeki Leninci ısrarın üzerine kat çıkmaktı. Burada, Lenin tarafından ortaya konan ‘en zayıf halka’ önermesi, dünya kapitalizminin bütünlüğünün merkezini ortadan kaldıran şeyin kipi haline gelir. Lukacs’ın işaret ettiği gibi, o, “zincirdeki sonraki halkayı [bu terim gerçekte Lenin tarafından değil, Lukacs tarafından kullanılmıştır], bütünlüğün kaderinin o biricik anda bağlı olduğu halkayı ele geçirmek” şeklindeki ikazını sıkça tekrarladı. Bu fikir hayatîdir. Çünkü, Lenin’in, tek bir üstbelirlenmiş an şeklindeki devrimci konjonktür anlayışına karşın, bütünlüğün kaderinin bir andan diğerine değişiyor olduğu ve farklı halkaların merkez rolünü üstlenebileceği yönündeki fikri, bütünlüğü çok geniş bir anlamda açık ve belirlenimsiz yapar. Artık içsel bir evrimci mantığa göre hareket ettiği düşünülemez -ve Troçki gibi, o da (sömürgeci ilhak ve savaşların sorunlu aracılığıyla olsa da) kapitalizm ve kapitalizm öncesi toplumlar arasında bir dışsallık ilişkisi görür. Ve Althusser’in 1960’larda, Marksist bütünlük fikrini Mao’nun bazı metinlerini temel alarak yeniden kavramsallaştırması ve ‘başatlık altındaki yapının karmaşık birliği’ şeklindeki farklı önerisiyle merkezsizleştirilmiş bütünlük fikrinin yeniden düzenlenmesine dair girişimi de buna benzer.

Bana öyle geliyor ki, Troçki tarihin evrimci ele alınışına doğru biçimde karşı çıkmasına, ve böylelikle “geri kapitalist ülkelerde” sosyalist devrimleri savunarak ‘aşamacı’ kafaların üstesinden gelebilmesine karşın, savunmaya devam ettiği ‘bütünlük’ anlayışı onu kapitalizmi ortak bir kadere doğru hareket eden tek bir kapalı kendilik olarak görmeye zorunlu kıldı. Burada ülkeleri tüm insanlığın ortak sosyalist geleceğine doğru yürümeye iten tek bir mantık, işleyişte olan bir yönetici ilke sezmek zor değil. Bu, ‘geri’ ülkeleri ‘geri kapitalist ülkeler’ olarak görmesine sebep olmuştur. Onun, dünya kapitalizmini, sözde geri kalmış ülkeleri karşısına her zaman bir dışsallık olarak çıkararak hiç-tamamlanmayan bir tümlük olarak okumasının açığa çıkardığı olasılıkları ortadan kaldıran, bütünlük kategorisinin bu ideolojik a priorisidir. Bu problemin Troçki’ye özgü olmadığını söylemeye gerek yok. Her türden Marksistin tek bir içsel mantık tarafından harekete geçirilen bir dünya kapitalizmi nosyonuyla eylemişliği vardır, ve bu şekilde eylemeye devam ediyorlar. Peki ya tam da bu tamamıyla biçimlenmiş, içsel olarak uyumlu bir bütünlüğün mümkünlüğünü reddedersek? Kapitalist periferideki radikal ve devrimci politikayı anlayışımızda ne gibi sonuçlara yol açabilir?

İlkin, sosyalist/proleter devrimin yalnızca bir başka versiyonu olarak tartıştığımız post-kolonyal dünyadaki devrimci hareketlere dair söylediklerimize dikkat çeker. Komintern’e ve Stalinist ortodoksiye birçok önemli açıdan karşı duran Mao dahi, Çin Komünist Partisi’nden bir ‘işçi sınıfı partisi’ olarak, ve Çin devriminden yalnızca Uluslararası Komünist Hareketin bir bölüğü olarak bahseder. Bir gün bu fikrin dünyanın bu kısımlarındaki politik öznelliklerin kuruluşuna dair teorinin geliştirilmesi imkânını nasıl zayıflattığı üzerinde durmaya değer. Marksizmin tarihinin post-kolonyal dünyada bu şekilde anlaşılmasının, bu karşılaşmanın Marksizmin kendisine ne yaptığının anlaşılmasının yollarını tıkadığını da öne süreceğim. Marksizmin post-kolonyal dünyayı dönüştürürken hiç değişmeden kaldığı varsayımı savunulabilir değildir ve bu karşılaşmanın anlamının anlaşılması için sorgulanmalıdır.

İkinci olarak, eğer toplumsal bütünlük fikrinin kendisinden, farklı zamansallıkların, birçok farklı şimdinin bir eklemlenmesini anlarsak, bu zamansallıkların vahiysel bir devrimci durum oluşturacak şekilde kaynaşmaları imkânının nadirin de ötesinde bir olay olacağını görebiliriz. Bu durumda zamanın büyük çoğunluğunda devrimci olmayan zamanlarla karşı karşıya olmamız olasılığı ile çarpışmak zorunda kalırız. Eğer devrimler, dünyanın gerçekleşmelerini beklediğimiz yerlerinde gerçekleşmemişlerse, suç, devrimci anın kaçınılmazlığından ve yakındalığından söz eden teorik yanılsamaların öne sürdüğünün aksine devrimcilerin pratiklerinde olmayabilir. O zaman “Eşitsiz gelişme” bu geleceğine söz verilen anın gelmemesinin bir açıklaması haline gelir. Troçki “eşitsiz gelişme” tezinin bu işlevini öngörmemiş olabilir, fakat söz konusu işlev, teze en önemli ahiret hayatını sağlamıştır.

Öyleyse, devrimci olmayan zamanlar, farklı ‘şimdi’lerin bu derin heterojenliği ile damgalanmışlardır. Her zaman gericilik ve karşı-devrim dönemleri olmayabilirler, ama genel olarak Laclau ve Mouffe’un tabirleriyle uzlaşmazlıkların çoğalarak yaygınlaşmasıyla, ve ‘halkın’ özne olarak konumunun oluşmasına direnen farklı türden demokratik mücadelelerin oluşmasıyla karakterize olurlar. Bu yüzden, böyle zamanlar, tüm tarihsel bağlamından koparılmış olan soyut ‘devrimci politika’ ifadesine dikkatimizi çeken zamanlardır: Bizi bazı ebedi devrimci ilkelerin mutlak önceliğinden söz eden, ve sınırları dışında yer alan her şeyi yalnızca reformizm olarak tarif eden tüm kavramsal çerçeveyi yeniden düşünmeye yönlendirirler. Merkezi soruyu daha açık biçimde sunmamız gerekli: Geçmiş devrimci düşünsel çerçevesinin ikili dünyası, “ikili iktidar stratejisini” dönüştürücü politikanın tek biçimi olarak öne çıkarır. Bunun neticesinde, ufukta bu türden “ikili iktidar” benzeri bir şey görünmüyorken ne yapacağını bilmez. Dönüşüm sorusunu kaçınılmaz olarak bir ya hep-ya hiç şeklinde ortaya koyan, ikili iktidar stratejisindeki bu ısrardır. Devrim ve reform ikiliği böyle bir stratejik bakış açısının mantıki sonucudur ve yeni yaratıcı biçimlerin ortaya konması imkanının önünü tıkar; bu çerçevenin dışına çıkan tüm stratejiler, bazen zorunlu olsalar bile, daha işin başında gayrımeşrudur. Bu mantığa göre, ‘Sistemin içinde eylemek’ yalnızca sistemin mantığına toplumsal demokratik teslimiyetin çeşitlerini üretebilir. Sistemin içinde olunca, Batı Bengal’de kapitalizmi, yapabilecekleri başka hiçbir şey olmadığı için inşa ettiklerini söyleyen Biman Bose ya da Benoy Konar’ın duygusallığından ötesi sanki mümkün değilmiş gibi! Bu yanlış bilinçle, bir devrimci, ‘sistemin içerisinde’ bir yıkıcı olabilmenin ve yıkıcı faaliyette bulunabilmenin olasılığını asla düşünemez.

 

Radikal politikanın hep ‘reformizm’ ve ‘parlamentarizm’ tehditleriyle kuşatılmasının sebebi budur. Diğer yandan, biri feminist politikanın kitabından bir sayfa alıp sistemin içerisinde nasıl yıkıcı faaliyette bulunabileceğini görebilir. Böyle olursa, radikal politikanın ancak kendisiyle sürekli bir gerilim halinde, dönüştürücü gücünü sürekli tazeleyerek ve kendisini devamlı yeniden keşfederek var olabileceğini de görebilir. Bir radikal politikanın kategorilerini ebedi, zamandan bağımsız doğruluklar şeklinde dondurduğu an, evcilleştirilmiş burjuva kurumsalcılığının tuzaklarından kaçamaz. Radikal politika kendisini yeniden keşfetmeye kadir olmak için, yeni öznelliklerin hangi yollardan şekillendiğini ve fiili politik pratik alanında sistemin karşısına çıkacak olan hangi güçlerin belirdiğini an be an takip etmek zorundadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar