Ana SayfaArşivSayı 45Ezilenlerin Kurtuluş İdeolojisi

Ezilenlerin Kurtuluş İdeolojisi

 

 

G       Ö       R       Ü       Ş

 

 

Halkların / Ezilenlerin Kurtuluş İdeolojisi

Demokratik Sosyalizm

 

 

Ergin Atabey / Erol Yılmaz

Her yönüyle yeni bir evrede yaşadığımız inkar edilemeyecek bir gerçek. Toplumsal ve ekonomik sistemin küreselleşme evresinin bir nevi evrimleşmiş kapitalizm olduğu doğru. Fakat bu gerçek, bilimsel, iletişimsel ve teknolojik değişimlerin ortaya çıkardığı yeni alanlar ve bunlarla bağlantılı yeni sömürü alanlarının açılması gerçeğini değiştirmiyor.

Kapitalizm bu yeni evrede ortaya çıkan tüm gelişmelerden yararlanıyor. Ya halklar / ezilenler? Tüm yönleriyle yeni bir değerlendirme yapma ve ideolojik yapılanmayı yeniden oluşturma zorunluluğu kendini dayatıyor.

Sınıflı toplumun ‘son’ mirasçısı olarak kapitalizmin insan özlemlerine cevap olamayacağı, dahası insan doğasıyla çatışık olduğu; ekolojik dengenin bozulmasından etnik, dinsel çatışmalara ve cins sorununa kadar yaşanan tüm dengesizliklerin sorumlusu olduğu kesindir.

Gerek ekonomik, gerekse de toplumsal bir sistem olarak kapitalizmin tanımını, liberal ideologlardan A. Marshall’ın şu değerlendirmesinde açıkça görüyoruz: “Rekabet, toplum çıkarları uğrunda bencil olmayan, yapıcı bir işbirliği ile kıyaslandığında, rekabetin en iyi şekilleri dahi oldukça kötü kalır; hele hele, rekabetin şiddetli ve acımasız şekilleri nefretle karşılanır. Bütün insanların faziletli olduğu bir dünyada rekabete yer yoktur; aynı şekilde, ferdi mülkiyete ve ferdi haklara yer yoktur. Böyle bir ortamda insanlar yalnızca sorumluluklarını düşünürler; kimse komşusundan daha fazla pay alarak refah ve lükse alışmak istemez… Bunlar yalnızca şairlerin ve hayalperestlerin düşleri olabilir. Fakat olayların sorumlulukla ele alınması durumunda, insan tabiatının zaaflarını hesaba katmamak acımaktan daha da kötüdür.”

Kapitalizm, insanı bencil, birbiriyle rekabet eden, sadece kendi çıkarlarını düşünen bir varlık olarak tasavvur eder ve onun bu yönlerini kamçılar. İnsanın doğasında rekabetin ve bencilliğin olduğunu savunur. Bugünün ampirik sonuçlarından da aynı sonucu gayet rahatça çıkarabiliriz. Yine kapitalizm insanı iki ‘küme’ye ayırır: üreten ve tüketen insan.

Kapitalizmin, insanın varoluş doğasıyla çelişen / çatışan temel özellikleri özce şu başlıklarda toplanabilir:

– Kapitalist sistemde, bireysel çıkar için her şey mübahtır. Hak, adalet gibi kavramlar yeri geldiğinde ‘menfaatler’ için ayaklar altına alınabilir.

– Rekabet, hırs, kapitalist sistemin bel kemiğidir. Bunlar olmadan kapitalizm bir hiçtir. Dayanışma, insanileşme, ekoloji vb. kavramları bir maske olarak kullanır ancak. Özgürlük, rekabet etme / edebilme gücüyle eşdeğerdir. Ancak ekonomik gücü olanlar ‘özgür’ olabilirler. ‘Seçme’ şansına sahip olabilenler yalnız onlardır. Eşitlik ancak toplumun üst katmanları için / içinde olabilir. Gücü olanlar eşittir ancak.

– Her türlü sömürü temel besin maddesidir. Daha fazla kar elde etmek için, kapitalistlerin gözünde sömürülmeyecek hiçbir şey yoktur.

– Kapitalist sistemin ideolojik kimliğinin en belirgin yönü milliyetçiliktir. Ulus-devletin, ortak pazarın harcı milliyetçiliktir.

Bu bağlamda, kapitalizm, sınıflı-devletli toplumun tüm çılgınlarını kendine miras almıştır. Bugün Dünya gezegeninde el atmadık yer kalmamıştır. Bu, sistemin “kendi bagajındaki” her şeyi tükettiği anlamına geliyor.

Kapitalist sistemin ideolojik kimliği olarak liberalizm, Fransız Devriminden sonra somutluk kazanır. Temel doktrinleri Aydınlanma sürecinde oluşmuş, kurumlaşması Fransız Burjuva Devriminden sonra gerçekleşmiştir. Devrim öncesi, kapitalizm için toplumsal entegrasyon gibi bir hedef yokken; devrimin “halk egemenliği” ve “değişime duyulan ihtiyaç” gibi özgürleştirici etkileri sisteme böylesi bir süreci dayattı.

Ortaçağ feodalizmine karşı ayağa kalkan ve burjuvazinin –zorunluluktan– müttefik olarak seçtiği halkların baskı altına alınması ve kontrolü gibi ‘zorunlu’ durumlar ortaya çıktı. Halklar, “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” istiyordu. Burjuvazi için bu bir tehditti. Tehdidin ortadan kaldırılması için, halkları / ezilenleri sisteme entegre etmeleri gerekliydi.

Günümüze dek oy hakkını, refah devletini ve ulusal kimliği öve öve bitiremeyen liberalizm, seçkinler sistemi / yönetimi olduğundan, demokrasi kavramından hayli uzaktır. Liberal politikaların esası olan oy hakkı asla halkların / ezilenlerin iradesinin yaşama ve siyasal yönetime yansıması anlamına gelmez. Zaten katılımcı demokrasi ile liberalizm bağdaşmaz. Liberallere göre, oy hakkını elde eden dışlanan bireyler veya sınıflar, siyasi haklarını periyodik seçimlerde kullanacak ve böylece, kolektif haklarını isteme, katılımcılığı talep etme gibi daha radikal fikirlerden vazgeçeceklerdi. Bu liberaller için bir nevi ‘mütevazı’ ödün verme süreciydi.

Refah devleti de aynı amacı tamamlayan bir doktrin olarak ortaya çıktı. Bu, artı-ürünün paylaşımı noktasında yapılan bir yeniden düzenleme ile üretici sınıfın koşullarını görece iyileştirme politikasıdır. Üreticiye emeği dışındaki karşılığın devlet kurumları vasıtasıyla sunulmasıdır. Böylece, üretici sınıf bir tehlike olmaktan çıkarılıp sisteme bağlı köle konumu devam ettirilmiş oluyor.

Ulus-devlet eksenli kimliğin yaratılması liberalizmin en vahşi, en kanlı hamlesidir. Halklar arasındaki irili ufaklı çatışmaların, iki büyük dünya savaşının, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da halen devam eden savaşların sorumlusu burjuvazi ve onun kapitalist sistemidir.

Bu politikayla, başlangıçta çevre devlet ve/veya bölgelerden kapitalist merkez devletlere efektif artı-değer aktarımı amaçlandı / sağlandı. Günümüzde, ulus-devletlerin doğuş dönemindekinden farklı bir sömürgeleştirme politikası yürürlüktedir. Bir dönemlerin “her halka –istisnalar hariç– bir devlet hakkı” sloganı terk edilmiş, bugün bu yönelimin yerini bir yenisi, ulus-devletlerin küresel sermaye önünde engel olan yönlerinin aşılması almıştır.

Kapitalizm, ustaca denebilecek bir şekilde esnek davranarak ömrünü uzatabildi. Bugün yeni bir kaos aralığı sürecini yaşamaktadır. Dünyanın efendisi olarak, sistemik krizleri çözme zorunluluğunu hissetmekte. Temsili demokrasisi, sahte insan hakları savunuculuğu artık gerçek yüzünü maskeleyememektedir.

Kapitalist sistem artık ucuz emek bulamamakta. Beş yüz yıldır kullandıkları artı-değer ve ucuz emek havuzu boşalmaktadır. Kapitalist sistem tüm yerküreyi içine almış, giremediği Orta Doğu bölgesine, üçüncü dünya savaşını başlatma pahasına girmiştir. Kapitalist sistemin bileşenleri, devletler ve ekonomik güç sahipleri arasında bu nedenle de ciddi çatışmalar yaşanmaktadır. Kapitalist oburluk nedeniyle ekolojik denge alt-üst olmuştur. Doğal afetler ciddi toplumsal tepkiler yaratmaktadır. Tükenen dünya kaynaklarının maliyeti artmaktadır. Su, petrol vb. savaşları 21. yüzyılı şimdiden ipotek etmiş durumda.

Bahsettiğimiz yapısal kriz, bugün kapitalist ideologları en fazla meşgul eden krizdir. Kriz her geçen gün ‘katmerleşmekte’, sistemde kapanması zor gedikler açmaktadır. Sistemin yapısal sorunları, toplumsal alanda büyük tahribatlar yarattığından toplumsal alanda ciddi tepkiler, karşı çıkışlar gelişmekte.

Liberaller, tarihte benzer krizleri bilimin gücüyle aşmışlardır. Bilimin aracılığıyla krizleri atlatmışlardır. Ancak bugün kapitalizmin mantıksal-bilimsel dayanakları da yeni bilimle çürütülüyor. Modern dünya ve paradigması, kurumlaşması “Newtoncu evren”de inşa edildi. Yeni bilim bu evrenin “makineleri”ni tek tek bozmaktadır. Newton’un saati bozuk çalışmaktadır. İzafiyet, kuantum ve kaos teoremleri yeni bir evrenin sınırlarını belirlemektedir.

Kapitalistler bunun ayırtındadır. Sistemik krizlerini aşmak için, küreselleşme ve/veya postmodern denen süreci başlattılar. Teknolojik ve bilimsel gelişmeleri de kullanarak, geçmiş alışkanlıklarından kısmen vazgeçtikleri izlenimini veriyorlar. Ulus-devletin rolü sınırlanmakta, milliyetçiliği törpülenmekte… Demokrasi, özgürlük ve eşitlikten bahsediyorlar.

Küreselleşme ve/veya postmodernizm, kapitalizmin yapısal krizini tümden çözebilir mi? Belki nefes aldırabilir. Zaman kazandırıp ömrünü uzatabilir. Ancak krizin kesin seyri güçlerin ideolojik, siyasi etkinliğine bağlı.

Halklar / ezilenler tarihten dersler çıkarır ve gerekli ideolojik-felsefi, siyasi yenilenmelerini gerçekleştirip sürece müdahil olurlarsa, kaos aralığı halkların lehine çevrilebilir.

1. Devlet eksenli sosyalizm

Her ne kadar kökenleri endüstri toplumunun ortaya çıkışına dayandırılıyorsa da, sosyalizm, eşit, özgür ve ekolojik yaşamın ana rahmi olan doğal topluma kadar giden bir kökene sahiptir. Sosyalizm, devletli toplumun (sınıflı toplum) doğuşuyla, köleci ve feodal devletlere karşı direnen halkların direnişinde, komünal yaşamında yaşayagelmiştir. Sosyalizm ile sanayi toplumu arasında bir ilişki varsa, bu, sosyalist teorinin sistemleşmesi temelinde kurulabilir. Sanayi toplumu öncesi sosyalizm, ahlaki ve komünal yaşam değerleri bağlamında, devlet dışı kalmış ezilen halkların / toplulukların yaşamında varolagelmiş, sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber de ütopik sosyalistler olarak adlandırılan akım, eşit, özgür ve ekolojik yaşam ideallerini felsefi yoruma kavuşturmuştur. Böylece, tarihte ilk kez, ezilen halkların sistem dışında, dağ başlarında, kırsal kesimde yaşattıkları değerler yeni bir sentezle sistemli hale getirilmiş oldu. Bu teorik-felsefi akımın ütopik olarak adlandırılması, kendi sınıflı toplum anlayışlarını hakim hale getiren, bunu tek gerçekçi yaşam ideali sayan egemenlerin dıştalayıcı yaklaşımlarından ileri gelmişti. Bir yönüyle, sınıflı toplumun vahşiliğini tüm yönleriyle kendi toplumsal gerçekliğinde yaşatan kapitalist sistemin ilk barbarlık aşamasında eşit ve özgür bir toplumu tasavvur etmek ütopistlik olarak damgalandı. Sosyalist paradigmanın ‘çocukluk’ evresinde ortaya çıktığı için, bu akımın ütopik diye nitelenebilecek kimi yönleri vardı kuşkusuz. Ancak esas alınacak temel yön, devletsiz, komünal bir yaşam biçimi ve sistemiydi.

Sosyalist paradigmanın ikinci dönemindeki çıkışı, Marx-Engels’le gerçekleşiyor. Kapitalist sistemin değerlerine yönelttikleri eleştirilerle çıkış yapan Marx-Engels, kendilerinden önce teorik-felsefi temelde gelişen sosyalist düşünceyi daha da ilerletip yaşamsallaştırmanın yolunu açtılar. Sosyalist toplumun ideallerini ve araçlarını tespit edip bunu bir programa kavuşturdular. Ezilen halklar / sınıflar için bu çok önemliydi. Devlet dışı kalmış ezilenler / halklar, tarihte ilk kez özgürleşmenin araçlarına, program ve stratejisine sahip olacaklardı. Marx-Engels’in tarihi kişilikler olmaları, ezilenlerin hafızasında yer edinmeleri bu tarihi hamleden ileri geliyor.

Fakat burada, ütopik sosyalizm ile Marksizmin arasındaki kopuş farkını ortaya koymak gerekiyor. Marx ile birlikte sosyalizm ekonomik ağırlıklı bir paradigma haline geldi. Marx’ın hemen hemen tüm teorik çözümlemelerinde, çok ayrıntılı ve dahiyane bir şekilde sosyalizm, sosyalist yaşam ekonomik bir olguya indirgenmektedir. Marx, sınıflı toplumu çözümlerken devlet vb. toplumsal olguları, ekonominin basit bir yansımasıymış gibi ele aldı. Kapitalist sistemi en sert ve haklı şekilde eleştirirken bile, kapitalist sistemi yeniden üreten devlet olgusunu tam olarak çözemedi. Dolayısıyla, ekonomik yönetimin ele geçirilmesiyle, bizzat devlet aracılığıyla sınıflı toplumun ortadan kaldırılabileceği öngörüldü. Ekonomik araçları yöneten sosyalist sistem, daha fazla zenginlik üretecek, üretimi kapitalizmden daha eşitçe paylaştıracaktı. Toplumsal sorunların salt ve temel olarak ekonomik dağıtımdan ve/veya paylaşımdan kaynaklandığının düşünülmesi, diğer sorunları arka plana itmiştir. Bu aşırı ekonomik indirgemecilik ne öngörüldüğü gibi adil bir ekonomik dağılım sağladı ne de sosyalizmin devletleştiği ülkelerde özgürlük sorunlarını çözebildi. Toplumun doğasına uymayan ekonomik indirgemecilik de nihayetinde başarısız oldu. Reel sosyalizmin, ulusal kurtuluş hareketlerinin ve sosyal demokrasinin başarısızlığı salt yönetenlerin beceriksizliklerinden kaynaklanmamıştır. Marksistlerin dokunulmaz kıldıkları asıl alan da burasıdır. Marksist paradigmanın krizli, yanılgılı yönleri ısrarla görmezden gelinmektedir.

Marksist akımın üç kolunda da –reel sosyalizm, ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyal demokrasi– yaşanan tıkanma ve başarısızlık, kaynağını bu paradigmasal arka plandan almaktadır.

a) Reel sosyalizm

Konunun aktüelliği göz önünde bulundurulduğunda, ilkin şu soruyu sormakta yarar var: Reel sosyalizmin yıkılışı bir felaket miydi? Uygarlık tarihi boyunca anlaşılmıştır ki, herhangi bir sistemin yengisi veya yenilgisi görecelidir. Sosyalizm açısından bakıldığında, bu genel sosyalizmin yenilgisi, tarih sahnesinden çekilişi değildir. Çıkartılması gereken dersler açısından da gerileme olarak adlandırılamaz. Bu anlamıyla ortada kapitalizmin ‘zafer’i diye bir şey yoktur. Hatta reel sosyalizmin yıkılışıyla, onun omuzladığı yükü de kapitalizm devralmıştır. Kapitalizm, muazzam bir yükün altına girmiştir. İki kutuplu dünyada yükün bir bölümünü reel sosyalizm taşımaktaydı. Dolayısıyla kapitalizm sistemik krizlerini daha ‘rahat’ aşabiliyordu. Ancak bugün kapitalist sistem bu yükü taşıyamadığından ciddi tıkanıklıklarla karşı karşıyadır.

19. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen Marksist paradigma, toplumsal alanda gerçekleştirilen devrimlerle sınanmıştır. Artı ve eksi yönleri ortaya çıkmıştır. İki aşamalı Marksist-Leninist strateji, ilk aşamada devleti ele geçirmeye, sonrasında ise, dünyayı devlet ‘eliyle’ değiştirmeye dayanıyordu. Birinci aşama gerçekleştirildi. Ancak ikinci aşamada paradigmasal krizler çıktı. Dünyayı değiştirmek bir tarafa, devrimin gerçekleştirildiği toplum bile sosyalist dönüşüme uğratılamadı. Birinci aşama başarıldıysa da, ikinci aşamaya geçilemedi.

Bu anlamda, Marksist paradigmaya yaklaşımda ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Sosyalistlerin 21. yüzyılda yeni bir teorik-pratik hamle ile ortaya çıkmasını engelleyen bu yaklaşımdır. Marksist paradigmaya içkin olan sorunlar / kriz görülmüyor veya görmezden geliniyor. Yaşanan kriz geçici, hatta Marksizm ve Leninizmi orijinalliğine göre pratikleştirememenin doğurduğu bir olgu olarak görülüyor. Dolayısıyla yapılması gerekenin, Marksist paradigmayı olduğu gibi, tek ezeli ve ebedi teorik çerçeve olarak ele almak, onu orijinalitesine bağlı kalarak tekrar tekrar yeniden üretmek olduğu düşünülüyor. Oysa bu denli büyük bir kriz başkalarının yetersizliğiyle izah edilemez. Görülmesi ve çözümlenmesi gereken şey, öngörülen başarının toplumsal yaşamda gerçekleştirilememiş olmasıdır. Uygulayıcılarının yeteneksizliklerini aşan bir kriz gerçekliği var ortada. “Ben daha iyisini yaparım” ifadesinde görülen sol hastalığından kurtulmak gerekiyor. Paradigmasal anlamda kriz noktaları aşılmadıkça, benzer yetersizlikler, yenilgiler yaşanacaktır.

Marksist paradigmanın yaşadığı tıkanma / kriz, bir yönüyle kapitalizmin yaşadığı krizlerden bağımsız şekilde ele alınamaz. Birincisi, Marksist teori, modern paradigmanın, diğer bir deyişle, ilk bilimsel devrimin attığı temelin üzerinde inşa edildi. İlk bilimsel devrimin felsefi yorumunu esas aldı. İkinci husus, kapitalist sistemi aşmayı esas alırken birincisiyle bağlantılı olarak kapitalist sisteme zorunlu olarak atfettiği ilericilik rolüdür. Kapitalizm bir nevi buldozer gibi, tüm toplumu sanayi devrimiyle tanıştıracak, böylece sosyalizmin yolunu açacaktı. Bu anlamda sosyalizmin geleceği baştan kapitalizmin ‘kusursuz’ işleyişine bağlandı. Ancak kapitalist sistem Marksizmin öngördüğü şekilde işlemedi. Belirsizlik ilkesi ve farklı dinamiklerin etkisiyle, kapitalist sistemin işleyişinde ciddi ‘sapmalar’ boy gösterdi. Wallerstein’ın belirttiği gibi “solun hataları, başarısız olan stratejisi, solun mücadele ettiği kapitalist sistemin işleyişinin neredeyse kaçınılmaz sonucu”ydu.

Marksist paradigmayı yeniden üreten sosyalizmin yaşadığı yenilginin diğer bir nedeni de devletçi olmasıdır. Devletçi sosyalizmin bu konudaki gerekçesi, sınıflar ancak devlet zoru ile ortadan kaldırılabilir, savıdır. Sosyalist değerleri, yani biricik devrimi korumanın tek yolu, üretim araçları üzerinde hegemonya kurmaktır. Sosyalist toplumu ‘kurma’nın yegane yolu, ekonomik kaynakların ve bunların dağıtımının üzerinde sosyalist devlet kontrolünü sağlamaktır.

Sınıflaşmanın başlaması ve ortadan kaldırılması tahlilinin ekonomik yönü tarihsel bir doğrudur. Ancak sınıflaşma salt artı-ürünle gerçekleşen bir olgu değildir. Sınıflaşmanın doğuşunu Sümer toplumunda çözümlediğimizde, artı-ürünün yanında devletin giderek toplumsal bir organizasyon olarak, artı-ürünle iç içe geliştiğini görmekteyiz. Devlet organizasyonunun yanında, tapınaklarda geliştirilen mitolojiyle sınıflı toplumun ideolojik yönü oluşturuluyor. Dolayısıyla sınıflı toplum, artı-ürün ve ekonomik kaynaklar üzerinde hegemonya kurmanın örgütlü gücü olarak geliştirilen ve ezilenleri de egemenliği altına alan güç olarak devletin ve ideolojik kimlik olarak mitoloji-dinin iç içe geçmesiyle aynı süreçlerde ortaya çıkmıştır.

Marksist paradigmanın temel çıkmazı, burada ortaya çıkıyor. Zaten sınıflı toplumun doğuşunu gerçekleştiren, ebe rolündeki devlet organizasyonudur. Sınıflı toplumun temel kurumuyla ekonomik kaynaklar ezilenler lehine hegemonya altına alınarak eşitlik sağlanamayacağı gibi, özgürlük de getirilemez.

Nitekim olmadı da. Devletçi sosyalizmin her türlü versiyonu sonuçta devlet kapitalizmine doğru evrildi. Proletarya diktatörlüğü aracıyla belki kapitalist ezen kesimlerinin toplumsal yaşamdaki etkinlikleri geriletildi, fakat diğer yandan, komünist / sosyalist partiler içinde veya yeni toplumun içinde ayrıcalıklı bir sınıf üretildi. Devletin geninde bu vardır. Devletin olduğu yerde sınıflı toplum ilişkileri gelişir. İster ezenler adına, ister ezilenler adına olsun, üretim araçları üzerinde hegemonya kuran devlet, rant ve zenginlik alanları açar. Açılan bu yeni alanlar devlet bürokrasisinde, yönetimde etkin olan güçlerce doldurulur. Kapitalizmin önemli bir güç olarak varlığını sürdürdüğü koşullarda rekabet kaçınılmazdır. Rekabetin özü daha fazla ekonomik ve askeri güç olunca, sosyalist versiyonlu devlet ne tam kapitalist ne de tam sosyalist oldu; ucube bir devlet ortaya çıktı. Devletçi sosyalizmlerin sınıflı toplumun ilk devletçi toplumu olma ‘şerefine’ nail olmuş Sümer ve Mısır rahip devletlerine benzetilmeleri tam yerinde bir tespittir. “Uygulanan, sosyalizm mi, milliyetçilik mi, özgürlük mü, totalitarizm mi, eşitlik mi, devlet kapitalizmi mi?..” Bunu tespit etmek gerçekten zordur.

Marksist paradigmanın iktidar-devlet çözümlemelerinin dar kalmasında çıkış koşullarının da etkisi var. İlk kurucuların yaşadığı dönem bilimsel sosyalizmin çocukluk aşamasıdır. Marx ve özellikle de Engels, yoğun tarihsel araştırmalarına rağmen, tüm sınıflı toplum tarihini çözümleyecek tarihi kaynaklara sahip değillerdi. Neolitik bulguları ve Sümer toplum yapısını değerlendirebilecek şansları yoktu. Morgan’ın Eski Toplum adlı eseri ancak uygarlık tarihinin çok sınırlı bir bölümünü vermektedir. Dolayısıyla devlet ve ideolojik kimlik olarak mitolojinin, sınıflaşmanın gelişiminde artı-ürünle nasıl iç içe geçtiğini, bunun etkisini bu anlamda değerlendirememişlerdir.

Salt işçi sınıfına dayalı devrim teorisi, ciddi yetersizlikler içermektedir. Toplumu salt burjuvazi ve işçi sınıfından ibaret gören, toplumun diğer tüm kesimlerini ‘dışarıda’ bırakan veya hiç görmeyen sosyolojik ve siyasal yaklaşım, baştan kendini marjinalizme mahkum etmiştir. Temel toplumsal gerçekliğe aykırı düşünüldüğündendir ki, reel sosyalizm totaliter, baskıcı oldu ve nihayetinde tüm topluma nüfuz edemedi. Dar işçi sınıfı yaklaşımı günümüzde de ‘ortodoks Marksistler’ tarafından esas alındığından ötürüdür ki, marjinal hareketler olmanın ötesine geçilemiyor.

Toplumun tüm ezilen kesimleri en az işçi sınıfı kadar önemsenmediği sürece, marjinal olmaktan kurtulunamayacaktır. “Toplumsallığın tarihsel gücü karşısında bu tip mühendislik çalışmaları, kısa ömürlü binalar olmaktan öteye bir değer ifade etmeyecektir.” (A. Öcalan) Her tür dar sınıf yaklaşımının varacağı nihai sonuç budur. Reel sosyalizmin çözülmesi ve günümüz reel sosyalist hareketlerinin marjinalizmi bu tezi doğruluyor.

Uygarlık tarihinin bütünlüklü şekilde ele alınmaması, sınıflı toplumun doğuşu ve/veya toplumsal gelişmenin devindirici değişim gücünün belirlenmesinde de ciddi yetersizlikleri beraberinde getirmiştir. “Zorun rolü” bu anlamda tam çözülememiş, abartılı bir şekilde tarihin değişimci-devindirici gücü olarak gösterilmiştir. En vahimi de, zorun nereye kadar meşru savunma sayılacağının, hangi aşamadan sonra gereksizleşeceğinin çözümlemesi tam olarak yapılamadan, bunun ezilenlere ‘biricik’ seçenek olarak sunulmasıdır.

Zorun rolü toptan bir yaklaşımla reddedilemez. Ancak çıplak zor tek başına ne sınıflı toplumu doğurup sürekliliğini sağlamıştır, ne de tüm süreçlerin ‘biricik’ değişim gücüdür. Devlet organizasyonunun ortaya çıkışıyla birlikte gelişen ve egemenlerin düzeyini artırarak kullandığı bir zor var, ama bu ne tek başına tarihi değişimleri gerçekleştirmiştir ne de ezilenlerin biricik seçeneği olabilir.

Sümer toplumu ve Neolitik toplum çözümlemeleri göstermiştir ki, sınıflı toplumu doğuran ve ‘eski tip’ toplumu değişime uğratan şey zor değil, teknik kapasitedeki gelişim, nüfus yoğunluğu ve ideolojik kimlik olarak mitolojinin itici gücüdür. Sınıfları ve toplumları zorla değişime uğratmak mümkün değildir. Belli bir dönem devlet vb. araçlarla, devrimci şiddetle sınıflar bastırılabilir, bir toplumsal kesimin etkisi sosyal-siyasal-ekonomik alanda sınırlandırılabilir, ama onları bu şekilde, fiziken ortadan kaldırmak imkansızdır.

Devletli toplum tarihi boyunca ezenler halkları / ezilen kesimleri yok etmek istediler. Bazen geçici-göreceli zaferler kazandılar. Ama halklar ve ezilenler her seferinde bir çıkış yolu bulup sürekliliği sağladılar. Reel sosyalizm döneminde proletarya diktatörlüğüyle sınıflar ortadan kaldırılmaya, sınıfsız topluma geçilmeye çalışıldı. Denilebilir ki, devrimcilik adına, sınıfsız bir toplum için tüm zamanların en büyük zoru uygulandı. Ama sonuç reel sosyalizmin yıkılışı oldu.

Meşru savunma çizgisini aşan zor, halkların yararına olamaz. Bu tür zorun olduğu yerde militarizm, totalitarizm gelişir. Toplumun çeşitliliği, farklılığı öldürülür. Özgürlük ve eşitlik devletin basit propaganda malzemesi olur. Ancak faşist yönetimlerde rastlanılan tekçi anlayışın gelişmesi kaçınılmazlaşır. Demokratik anlayışı ve özgürlüğün, eşitliğin somut toplumsal kurumları olan sivil toplum örgütlerini geliştirmek yerine, ‘halk adına’, ‘devrimi korumak’ adına baskıcı, totaliter uygulamalara başvurulur. Sosyalizme en geniş toplum kesimlerinin bilinçlendirilmesi ve demokratik örgütlenmeyle, eşit ve özgür bir toplum-yaşam biçiminin açığa çıkartılmasıyla geçilir.

Gerçekleşen devletçi sosyalizmlerde bunların hiçbirine fırsat tanınmadı. Bundan ötürüdür ki, büyük emeklerle sosyalist devrimi gerçekleştiren halklar / ezilen toplum kesimleri, devrimi korumaları gerekirken reel sosyalizmden kaçmak için, kurulan duvarları, çekilen tel örgüleri aşmışlardır.

b) Ulusal kurtuluş mücadeleleri ve/veya hareketleri

Marksist gelenek içinde değerlendirilmesi gereken diğer bir akım, reel sosyalist merkez dışında, çevrelerde gelişen ulusal kurtuluş hareketleridir. Ulusal kurtuluş hareketleri, özünde sömürgeciliğe karşı halkların kendi kimlikleriyle özgürce yaşamalarını, sömürgeleştirilen ekonomik kaynaklarını kontrol etmeyi, tarihsel birikimlerini yaşatıp geleceğe taşımayı amaç edinmişlerdir. 1950’lerden sonra, gelişen ulusal kurtuluş hareketleri ideolojik ve politik yönleriyle devletli sosyalizmi eksen almışlardır. Önemli başarılara imza atmalarına rağmen, klasik ulus-devletin ötesine geçilemedi. Kapitalizmin olgunlaşma aşamasında gelişen Marksist teori ve program sınıflı toplumun araçlarını tam olarak çözümleyemediğinden, bunları kullanmaktan, bunlara sahip olmaktan geri kalınmamıştır. Bu anlamda ulusal kurtuluş hareketleri de klasik ulus-devlet yolunu izlemiştir. Cezayir, Vietnam ve Küba örneklerinde görüldüğü gibi, bu yolla da kapitalizmin, sınıflı toplumun devlet aracı geliştirildi. Hakim ulus milliyetçiliği ve içte ortak pazarın geliştirilmesi bunun kaçınılmaz sonucudur. Dünya sistemi içinde varlığını sürdürüp sürekliliğini sağlamak için, ister sosyalist densin, ister kapitalist, ister dinci, her ulus-devlet hakim milliyetçiliğe ve devlet kapitalizmine dayalı olarak kendini üretmek zorundadır. Ulus-devletin ideolojisi milliyetçiliktir. Bununla merkezi devlet güçlendirilir. Güçlenen her devlet faşistleşir, totaliterleşir. Kapitalist ulus-devletler güçlendikçe faşistleşmiş, sosyalist devletler de totaliterleşmişlerdir. Bunlar, iktidar mantığının 19. ve 20. yüzyıllardaki tezahürleridir. Eski rahip devletleşmesinin son ve modern sağ-sol biçimleridir.

Halkın özgürlüğü ve kurtuluşu adına gerçekleştirilen devrimin vardığı nokta, kendi içinde yeni ezen-ezilen kesimleri yaratan ‘yeni’ iktidar biçimidir. Eskinin yabancı sömürgecilerinin yerini, ‘yerli malı’ bir sömürücü sınıf almıştır. İktidar mantığı bunu öngörmek zorundadır. Bir defa devlet esas alındıktan sonra, varlığını sürdürmek temel görev olmaktadır. Devlet büyüdükçe toplum küçülür. “Sürdürülmeyen veya büyümeyen iktidar, küçülmek ve düşmek durumundadır. Bu olgu, iktidar sahiplerini sürekli olarak muhaliflerini takip etmeye, onları ya içlerinde eritmeyi ya da yok etmeyi esas alan politikalarla iktidar oyunlarına yöneltir.” (A. Öcalan)

Sonuç yine ezilen halkların, sınıfların, sosyal grupların, kadınların ezilmesidir. Böyle bir devlete halkın devleti, ulusun devleti, ezilen sınıfların devleti denilebilir mi? Denemeyeceği açıktır. Halklar için göreceli olarak bazı şeyler değişmiş olabilir. Ama özgürlük, eşitlik ve demokrasi sorunları yine orta yerde durmaktadır.

Klasik ulusal kurtuluş hareketlerinin içine düştüğü tuzak bu olmuştur. İktidarı iktidarla değiştirmenin tuzağına düşülmüştür.

c) Sosyal demokrasi

Sosyal demokrasi tarihin tüm dönemlerinde orta sınıfın felsefesi ve politik yaşam biçimi olmuştur. Modern dönemin sosyal demokrasisi, kapitalist uygarlıkla birlikte gelişiyor.

Sosyal demokrasi, sınıf olarak ezenler içinde yer alan, ama siyasal olarak üst kesimden çıkarları gereği farklılaşan kesimlerin siyasal görüşüdür. Amacı devrim değildir. Egemen sistemin tümden değiştirilmesini istemezler. Özünde devletçidirler. Devletin vahşi yönünü biraz törpülemek, çekilir kılmak isterler. Çünkü devletin tümden ortadan kaldırılması çıkarlarına terstir. Bir yandan devletin serbest piyasaya aşırı müdahalesini kınarlar, öte yandan ‘aşırı’ kapitalizmin doğurduğu sorunların devlet müdahalesiyle, yani sosyal devlet formuyla çözülebileceğini savunurlar. Sosyalist ve kapitalistlerin ne tamamen yanında, ne de tamamen karşısındadır; bazen yanında bazen karşısındadır.

Sosyal demokrasi temsili demokrasiyi savunur. Temel siyasal argümanı, devlet kurumları, sendikalar, iş çevreleri ve halktan toplum kesimlerinin karar mekanizmalarına temsili düzeyde katılımının sağlanmasıdır.

Sosyal demokrasi sosyalist gelenek içinde gelişmiş, sosyalizmin bir mezhebi olarak doğup, giderek sosyalist gelenekle bağını koparmıştır. Gerek sosyal demokrat anlayışı, gerekse de serbest piyasa savunuculuğuyla, kapitalist sistem ve devletçi sosyalizmin yaşadığı tıkanıklıkların benzerini yaşamıştır. Bunun farkında olan kimi sosyal demokratlar, 1980’li yıllardan sonra belli bir yenilenme çabası içine girdiler. Söylemde kimi değişik argümanlar kullandılar. Ancak temsil ettikleri toplumsal sınıf gereği bunun ötesine geçebilecek bir çıkış yapamadılar.

Aslında, sosyal demokrasi cephesinde gerçekleştirilen yenilikler, 1989 sonrasında reel sosyalizmin yıkılmasıyla, daha çok liberal küresel güce yamanma anlamına geldi. O sürece kadar arada bir yerde duran sosyal demokrasi, reel sosyalizmin yıkılışından sonra daha fazla arada kalamamış, doğup büyüdüğü sisteme, yani ‘ana ocağı’na dönüş yapmıştır.

Soğuk savaş sonrası, serbest piyasacılığa tam destek vermiştir. ‘Kolektif yönetim’ perspektifinden vazgeçip sendikalarla bağını koparmıştır. Tümden neo-liberal politikaları benimsemiştir. İngiltere’de İşçi Partisi, Doğu, Orta ve Batı Avrupa’da komünist ve sosyalist partiler bu zemine kaydılar. Bu, Avrupa coğrafyasında bir yanılgıyı da doğurdu. İki kutuplu dünyanın tüm ağır yükünü taşıyan topluluklar, soğuk savaş sonrası sosyal demokrasiye yöneldiler. 1990 sonrası İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya, Yunanistan ve Almanya gibi ülkelerde iktidar tamamen sosyal demokratların eline geçti.

Bu süreç, sosyal demokrasinin yükselişi olarak algılandı. Ancak aradan on yıl gibi bir süre geçtikten sonra, sonuç, sosyal demokrasinin küresel kapitalizme yamanması ve nefes borusu rolünü oynamasıdır.

2000’li ilk onyılın ortalarından sonra, tüm bu ülkelerde sosyal demokrat iktidarlar düştü. Toplum, sosyal demokrasinin, kapitalizmin başka bir versiyonu olduğunu gördü.

Kapitalizmden farklı olarak birkaç tane argüman kullanıyorlar. Kapitalizmin araçlarını olduğu gibi kullanmaktan çekinmeyen bir akım, alternatif bir sistem yaratamaz.

Sosyal demokrasi eklektik bir teorik yapıya sahiptir. Sosyalist olmamıştır. Hem onun hem de kapitalizmin argümanlarını kullanmıştır. Nihayetinde devletçiliği ve milliyetçiliğiyle kapitalizmle kutsal evliliğe gitmiştir.

2. Demokratik sosyalizm

Küreselleşmenin tüm kötülüklerine rağmen, günümüzde özgürlük ve eşitlik adına, demokratik sosyalizm küresel çapta geçerli ve gerçekçi bir seçenek haline gelmiştir. Küreselleşmenin hegemonik süreçleri elbette demokratik sosyalizm seçeneğinin önüne birtakım zorluklar çıkarıyor, çıkaracaktır da. Yaygın bir şekilde savaş ve baskılama mekanizmaları devreye sokularak halkların alternatif olabilecek seçeneği boğulmak isteniyor. Ancak küreselleşmenin başka bir yönü de var. Bu da, gelişen teknikle sınırsız bir etkileşimin, yeni olanakların demokratik sosyalizm lehine açığa çıkmasıdır.

Değişen ve gelişen çağ gerçekliğini okuyan her ‘aklı selim’ sahibi, 19. ve 20. yüzyılda oluşan dünyanın yıkıldığını, yeni bir dünyanın göstergelerinin açığa çıktığını rahatlıkla görebilecektir. Yaşanan teknolojik ve bilimsel gelişmeler, beraberinde yeni ilişkileri, yeni toplumsal konumlanışları doğuruyor. Devletçi sosyalizmin yaşadığı yenilgi ve ondan çıkarılacak dersler ile dünya ölçeğinde ortaya çıkan 21. yüzyıl gerçekliği birleştirildiğinde, halklar / ezilenler cephesinden yeni bir çıkışın gerçekleştirilmesinin zamanı gelmiş, hatta geçmektedir, denebilir. Mevlana’nın şiirsel diliyle söylersek:

“Her gün bir konaktan göçmek,

Akarsu gibi donakalmamak gerek.

Dün geçti gitti, dün gibi söz de geçti,

Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.”

Toplumsal devrimci hareketlerin iki yönü var. Biri tarihselliği ve güncelliğiyle teorisi, diğeri de hedeflediği toplumsal dönüşümün yol, yöntem ve araçlarını belirleyen direnişidir. Her devrimci hareket bu iki yönünü temellendirirken yaşadığı çağın ekonomik ve toplumsal, bilimsel ve teknik alanlarındaki gelişim ve ilişkilerini dikkatle incelemek durumundadır. Çünkü devrimci teorinin ve direnişin, dönemin hakim ekonomik, toplumsal, bilimsel ve teknolojik gerçekliğine uygunluğunu gözetmeden başarı sağlanmaz. Bu alanların yaşadığı dönüşümlerin çok gerisinde kalan geçmişin teori ve direniş stratejileri belki varlıklarını sürdürebilirler, ama marjinal olmaktan öteye gidemezler.

Tarih boyunca gelişen her ekonomik sistem, toplumsal alanda ağırlık kazanıp hegemonik güç haline geldikçe, dönüşümün temel dinamiklerinden biri olarak rol oynar. 19. ve 20. yüzyıllarda endüstriyel ekonomik sistem küresel çapta hegemonyasını kurdu. Toplumsal üretim gelişen sanayiye karşı fazla direnemedi, endüstri emeğinin hegemonyasının altına girdi. Bu, aile, okul, sokak, iş, şehir, ordu vb. alanlarda yaşamın endüstrileşmesi anlamına geliyordu. Ekonomik sistemdeki her yenilik dolaylı şekilde veya direkt olarak toplumsal yaşama etkide bulundu. Bilimsel düşünce, teknolojik değişim, Aydınlanma ve Rönesansın ideolojik-felsefi etkisiyle, yeni ilişkiler ağı ve toplumsal konumlanmalar ortaya çıktı.

20. yüzyılın sonlarına doğru yeni bir ekonomik sistem belirdi. Nükleer ve bilgisayarlı üretim biçimi ‘endüstri emek’ biçiminin yerini aldı. Kuşkusuz ‘endüstri ekonomik sistem’ tümden ortadan kalkmadı. Ancak sistem içindeki hegemonik konumunu yitirdi. Toplumsal dönüşüm üzerindeki etkisi azaldı. Onun yerine “maddi olmayan” üretim biçimi geçti.

“Bir ilk yaklaşım olarak maddi olmayan emek iki ana biçimde tahayyül edilebilir. Birinci biçim asıl olarak entelektüel ya da dilsel diyebileceğimiz, problem çözme, sembol ve analitik görevler ve dilsel ifadeler gibi emek türlerini ifade eder. Maddi olmayan emek, fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi ürünler üretir. Maddi olmayan emeğin diğer ana biçimine de ‘duygulanımsal emek’ diyoruz.” (M. Hardt, A. Negri)

Yeni üretim biçimi bilgi ve enformasyonla, yeni teknolojik araçlarla geliştirilen ilişki ve iletişimde ortaya çıkar. Bilgisayar teknolojisi ve nükleer enerji eski hantal makineleri ve onlara dayanan ilişkileri tamamen değiştirmiştir, değiştirmektedir. Gerek görsel, gerekse yazılı medya bugün neredeyse tek başına yeni yaşam biçimleri yaratıyor. Sadece haberleri aktarmakla kalmıyor, enformasyondan öte yeni alışkanlıklar ve kültürler yaratıyor. ‘Bilgi toplumu’ kavramında ifadesini bulan entelektüel emek, günümüzde temel bir dinamik güç olarak ortaya çıkmıştır.

Yeni ekonomik sistem, “biyo-politik emek” olarak da tanımlanıyor. Bilgisayar ve nükleer enerjiyle sadece maddi mallar üretilmiyor. Yeni kültürel alanlar, ilişkiler ve toplumsal yeniden şekilleniş de üretiliyor.

“Biyo-politik emek”in sınıfları ortadan kaldırdığını, demokrasiyi geliştirdiğini, eşitlik ve özgürlük sağladığını iddia etmiyoruz. Yeni ekonomik sistemin toplumsal ilişkilenmede ve biçimlenişte yeni konumlanmalar doğurduğunu tespit etmeye çalışıyoruz. Ekonomik, teknolojik ve bilimsel gelişmeler hiçbir zaman tek başına, kendiliğinden değiştirici-dönüştürücü olamıyor.

Eskinin ‘katı’, ‘belirli’ fabrika işçisi yok artık. Aslında emek tanımını sadece fabrika işçileriyle sınırlandıran Marksist tanım zaten sorunludur. Ev içi, entelektüel vb. emekleri dışlayan bir tanımdır bu. Sadece endüstri emeğini esas alan bir tanımla, tüm ezilenlerin, sömürülenlerin temsiliyeti sağlanamaz. “Biyo-politik emek”, ‘güvencesiz’, ‘istikrarsız’ olarak görülse de daha esnektir. Artık büyük fabrikalar, stok ve bant sistemi yerine, “… dağınık ağlardaki sayısız ve belirsiz ilişkilere doğru dönüştür[ül]me eğiliminde. Enformasyon, iletişim ve işbirliği üretimin normları haline geliyor ve ağ da üretimin başat örgütleniş tarzı oluyor. (…) Bir yandan teknolojik ağlar, diğer yandan çalışan toplumsal öznelerin işbirliği. Bu mütekabiliyet emeğin yeni tipolojisini çiziyor ve aynı zamanda yeni sömürü pratikleri ve yapılarını şekillendiriyor.” (M. Hardt, A. Negri)

“Biyo-politik emek” ve/veya “maddi olmayan emek” hegemonyasıyla, sömürüde biçim değişikliği daha derinliğine, küresel çapta ve pervasızca ortaya çıkmıştır. Sınıf sömürüsüne dair dar teoriler, yeni sömürü biçimini tanımlayamamaktadır. Yeni gerçekliklere uyan yeni paradigmalara ihtiyaç var. Aslında, Marksizm adına hareket edenlerin değişimi reddeden yaklaşımlar sergilemeleri Marksist metodoloji açısından sorunludur. Çünkü Marksist metodoloji, değişen üretim biçimi ve ilişkilerini eksen almayı zorunlu kılıyor. Çağımızı tahlil ederken kullanılacak ‘emek’ kavramı gibi, ‘sömürü’ kavramının da diğer toplumsal grupları kapsaması gerekmektedir.

Ezilenlerin / halkların yeni dönem ideolojik felsefesini ve pratiğini geliştirmeye çalışırken üzerinden atlanmaması gereken bir diğer temel husus da, ikinci bilimsel devrimdir. İzafiyet, kuantum ve kaos teoremlerinde ortaya çıkan bilimsel sonuçlar, klasik biçimi aşan yeni bir yöntem ve bakış açısı getirmiştir. İlk bilimsel devrimin felsefi-ideolojik yorumları ve metodolojisi büyük oranda geçerliliğini yitirmiştir. Aşırı indirgemeci ve kaba determinizmden ‘nasibini’ alan Marksizmin bir diğer çıkmazı da, modern paradigmanın iflasından kaynağını almaktadır. Marksizmin krizinin nedenlerini ‘ararken’, onun modern paradigmayla ilişkisini dikkatle incelemek gerek.

Bu ‘genel’ çözümlemeler ışığında Orta Doğu toplumunun zihniyeti, toplumsal ve ekonomik durumu değerlendirilmezse, ideolojik dönüşümün en önemli ayağı eksik kalacaktır. Sol eksenli hareketlerin temel miyopluklarından biri de burada yaşanmaktadır. Sorunlu olsa da, genel dünya tahlilleri yapmaktalar. Ama Orta Doğu gerçekliğine özgü çözümlemeler geliştirmeden o şablonu getirip biraz Marksist cilayla Orta Doğu gerçekliğine ‘giydirmek’, daha baştan sağlam zemine ayak basmamak olur. Çünkü, “Orta Doğu toplumunda donuk olarak şekillenen kişiliğe tam bir Marksist cila vermenin çelişkiyi çözme gücü şurada kalsın, onu doğru yakalama gücüne bile ulaşamayacağı açıktır.” (A. Öcalan)

Orta Doğu toplumu tam bir kaos süreci yaşıyor. Kapitalist toplumun pratik ürünleri olan teknolojiyi kullanmanın ötesinde, neredeyse çağımızla ilişkisi kalmamış durumda. Doğru bir tarih ve toplumsal zihniyete sahip değil. Dogmatik, ‘ak-kara zihniyet kalıplarını’ aşamamış. Avrupa’nın son beş yüz yılda ilerleme anlamında kat ettiği yolun en az o kadar gerisinde bırakılmış durumda. Bölgenin, bir dönemler uygarlıklar doğuran, diğer coğrafyalara öncülük eden canlılığı, doğurganlığı yerini kısırlığa ve her gün gerçekleştirilen ölümlere bırakmıştır. İnsanlık tarihinde önemli ütopyalara beşiklik etmiş bir gerçeklik, bugün yerini ütopya ve umut yoksunluğuna bırakmıştır. Kendi reform, Rönesans ve Aydınlanma sorunlarını çözebilecek kimi kıpırdanışlara gözü kara şekilde saldırabilecek bir konuma düşürülmüştür.

“Fazla bir iddiası da kalmamıştır. Delirmeden daha beter bir ruhsal atmosfer hiç eksik değildir. Geçmişten yarar, gelecekten umut [beklentisi] çoktan yitip gitmiştir. Yaşama anlam vermekten uzaktır. Hiçbir yaşam etkinliğinde iddialı değildir. Anlamak isteği sönüktür. Tüm gücü ile yüklendiği husus, günü kurtarmaktır. (…) Tüm örgütçülüğü, particiliği derin bir benmerkezciliğe dayanır. (…) Özcesi Orta Doğu’nun tarihsel zihniyet dünyalarından geriye büyük bir unutkanlık, cahilce sahipleniş, yaratmadan tümü ile yoksun hayal bile diyemeyeceğimiz illüzyonlar kalmıştır.” (A. Öcalan)

Zihniyette yaşanan bu çözümsüzlük sosyalitesine de yansımaktadır. Toplumsal dokular olan aile, aşiret, kent, dinsellik, işsizlik, köylülük vb. alanlar kaosun en çok yansıdığı alanlar olmaktadır. Hakim iktidarlar kendi çıkarları gereği, tüm kurumları ve insanları işlevsizleştirmiştir. Birey için sosyalleşme, üretme alanları yok gibidir. Bu baskı altında giderek nihilizm gelişmektedir. Bunun en fazla yansıdığı toplumsal kesimler kadınlar ve gençlik olmaktadır. İntiharların en çok kadınlar ve gençlik içinde yaygın olması bunun sonucudur.

Orta Doğu’da ekonomi olgusu da başlı başına ele alınması gereken bir alandır. Şabloncu ‘Avrupa endüstriyel’ yaklaşımlar Orta Doğu’yu ekonomik açıdan açıklamamaktadır. Sol örgütler, istedikleri kadar klasik Marksizme dayanarak proletarya teorileri üretsinler. Orta Doğu’da hiçbir zaman Avrupa koşullarındaki gibi gerçek bir işçi sınıfı statüsü oluşmamıştır.

Orta Doğu’da tam bir liberal ekonomi yoktur. Devlet, Sümer rahip devletinden kalma geleneğin en sadık sürdürücüsü olarak tüm üretime damgasını vurmaktadır. İç içe, karma bir ekonomik üretim mevcuttur. Doğal toplumdan günümüze değin, varlığını büyük oranda kırsal kesimde sürdüren aile ekonomisi, devlet tekelindeki kent ekonomisi ve esnaf-tüccar ekonomisi… Ekonomide belirleyici olan devlettir. Batı tarzı ekonomik yasalar Orta Doğu’da geçerli değildir. Sanayileşmenin gelişmeyişi biraz da bundan kaynaklanır. Batıda iktidarı ekonomik güç belirliyor. Orta Doğu’da ise durum bunun tersidir.

Ancak Avrupa ben-merkezciliğiyle Orta Doğu’da değişim-dönüşüm gerçekleştirilemez. Orta Doğu ancak, kendi gerçekliğine uygun bir zihniyet ve toplumsal yapı değişimiyle dönüşüme uğratılabilir.

Halkların / ezilenlerin ideolojik dönüşümü, evrensel ve yerel gerçeklikler yeniden temellendirilerek sağlanabilir. Evrensel ve yerel gerçeklikler iç içe geçmiştir. “Evrensel düşün, yerel uygula. Yerel düşün, evrensel uygula” sloganı bu gerçekliğin kaçınılmazlığını ifade etmektedir.

Demokratik sosyalizm paradigması, bu temel parametreler üzerinde ideolojik dönüşümü temellendirmiştir. Bunlar ışığında dar sınıfçılığı aşmıştır. Bu, doğa-insan çelişkisini, cins çelişkisini, etnisiteyi, dinsel azınlıklar çelişkisini; yoksulluğu, işsizliği, gençliği, farklı cinsel tercihleri ve toplumun baskıya maruz kalan diğer sosyal gruplarını eksen alan bir sosyalizm anlayışıdır.

“Ta neolitik toplumdan beri halkların, bireyin tüm tarih boyunca ailenin içinde sıkışmış konumundan, dağ başında ve çölde hala direnen aşiret olgusuna; din cemaatlerinden kadının binbir kılığa bürünmüş objektif direnme gerçekliğine; toplumun temel kurumlarını savunmaktan bireyin yitik özgürlüğünü yakalamaya kadar çok yönlü bir ‘yeni yol’ arayışına dayanmak temel öneme sahiptir.” (A. Öcalan)

Yeni devrim, devletli toplumun her tür kurumlaşmasını reddeden, alternatifini devletli toplumun dışında bulan ve/veya bu toplumun dışında bırakılan halkların / ezilenlerin, doğa sömürüsüne dayanmayan, demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü devrimidir.

a) Radikal demokrasi

Tek bir tanımı olmayan, politik anlamda varlık gösteren her toplumsal grubun kendine göre içeriklendirdiği, bir o kadar da tartışmalı bir kavram demokrasi.

Günümüzde demokrasiyi talep etmeyen yok gibidir. Sağ, sol, muhafazakar… Herkes daha fazla demokrasi istiyor. Bu kadar fazla dillendirilen, talep edilen demokrasiyi sorgulamadan kabul etmek, belirsizliklere yuvarlanmak, politik anlamda kendi özgünlüğünü kaybedip karşıt güçlerin yedeği haline gelmek anlamına gelir.

O halde “Nasıl bir demokrasi?”, “Hangi demokrasi?” sorularının cevabını bulmak gerekir. Batı’da 1848’e kadar demokrasiyi yalnızca radikaller savunuyordu. Devrimciler, demokrat olarak da tanımlanıyordu. Ne oldu da demokrasi devrimci içeriğinden soyutlandırılıp liberallerin, kapitalistlerin icadı, malı haline geldi?

Soğuk Savaşın sonunda, liberal demokrasinin nihai zaferi ilan edildi. İkibinli yılların başlarına kadar bu yanılsama sürdü. Bugün temsili liberal demokrasinin ciddi bir kriz yaşadığı ortada. Aslında Soğuk Savaş sonrasında iflas eden hem sosyalist hem de liberal sınıf demokrasisiydi. Sınıf demokrasisinin bunalımı, günümüz demokrasisinin bunalımının da kaynağıdır. ABD ve AB’nin her on yılda bir yeniden ürettiği bu kriz aşılamamaktadır. Batı, biraz da yerkürenin diğer bölgelerindeki demokrasi yokluğundan faydalanarak, liberal demokrasiyi biricik göstermekte ve bunu ihraç etmeye çalışarak krizi görünmez kılmak istemektedir.

Demokrasinin ne olduğu sorusunun evrensel / tek bir yanıtı yoktur. Demokrasiyi doğal toplum yaşamında, halkların / ezilen sınıfların yaşamında, farklı toplumsal grupların yaşamında görmek mümkün. Bu denli zıtlık içeren, zaman zaman çatışan toplulukların yaşamında, demokrasi ve onun tanımı görülebiliyor. Demokrasi felsefi bir düşünce olduğu kadar bir yaşam ve yönetim biçimidir de. Bu nedenle farklı felsefi düşünceler, farklı yaşam ve yönetim biçimleri varolduğu sürece, farklı demokrasiler de olacaktır. Ortak bir demokrasi tanımı bu anlamda imkansız gibidir.

Demokrasinin karmaşıklığı sadece tanımında karşımıza çıkmıyor. Tamamlanmış bir demokrasi projesinin olmayışı, başka bir karmaşıklık doğurur. Demokrasi, hep yetersiz, geliştirilmesi gereken; sosyal, ekonomik, kültürel yaşam gelişip farklılaştıkça yeniden tanımlanma ihtiyacı doğan bir olgu olarak kalacaktır. Demokrasinin ‘vaftiz babası’ olarak tanımlanan W. B. Gallie, onu “zorunlu olarak tartışılabilir bir kavram ve fikir” olarak tanımlıyor. Tartışılabilen, değişebilir de.

Kavram olarak demokrasi, halkın-vatandaşların yönetimi anlamına geliyor. Tanımı, Yunan site devletlerine dayanıyor. Bu tanım sorunludur, çünkü demokrasi sadece yönetim biçimi olarak ele alınamaz. Demokrasi, bir düşünce biçimi, bir yaşam biçimidir. Ayrıca Yunancadaki halkın-vatandaşların yönetimi tanımı pratikteki karşılığını bulmuyor. Yunan site devletinde uygulanan demokrasi, köleci demokrasiydi. Zenginlerin, üst sınıfların demokrasisi halkın olamaz.

Modern dönem demokrasisinin, tarihi kökenlerini Yunan köleci demokrasisinde bulması tesadüfi değildir. Egemenlerin demokrasi biçimi olan temsili demokrasinin hem anası hem de babası Yunan köleci demokrasisidir.

Halkların / ezilenlerin demokrasisi, Yunan köleci demokrasisine dayandırılamaz. Radikal demokrasinin geliştirilmesi için ilkin tarihi dayanakları yerli yerine oturtmak gerek. “Doğru bir demokratikleşme mücadelesi, doğru bir tarih anlayışıyla mümkündür.” (A. Öcalan)

Radikal demokrasinin tarihi, doğal toplumdan başlayıp, sınıflı toplumun gelişmesiyle devlet dışı kalan, devletli toplumun saldırı, sömürü ve talan hamlelerine karşı mücadele eden halkların / ezilenlerin yaşam, direniş ve yönetim tarzlarına dayanmaktadır. Halkların / ezilenlerin demokrasisi site devletininkinin uzantısı olarak gelişmemiştir. Devletli topluma karşı, bir nevi ‘kendiliğinden’ gelişim göstermiştir. “O halde, tarihte demokrasi (…) öncelikle etnisitenin devlete karşı kendi komünal özelliklerini korumak ve özgür tutmak için sağladığı direniştedir. Sosyologların bu gerçeği tespit edemeyişleri şehir kültürünün içinde binlerce defa pişmişlikleri ile bağlantılıdır. Sanıldığından daha fazla, bilimciler burjuvazinin modern rahipleridir. Kutsal kitaba bağlılık gibi şehir değerlerine bağlıdırlar.” (A. Öcalan)

Halkların / ezilenlerin yaşam, direniş ve yönetim biçimlerinde günümüz ölçülerine uyan bir demokrasi aranmaz. Modern demokrasi ölçüleri tümüyle yönetime endekslidir. Radikal demokrasi bu dar tanımın ötesindedir. Tarihten günümüze değin belki ‘iktidar’ olamamıştır, fakat ezilenlerin / halkların yaşam biçimlerinde ‘yarı demokrasi’ diyebileceğimiz bir olgu hep olagelmiştir.

Sorun, halkların / ezilenlerin yaşam, direniş ve yönetim kültüründe var olan yarı demokrasiyi radikal demokrasi değerleriyle bütünleştirme sorunudur.

Radikal demokrasi, her tür dar sınıf demokrasisinin reddi üzerinden tanımlanır. Batı demokrasisi gibi bireye dayalı, toplumu, kültürleri yadsıyan bir içeriğe sahip değildir. Bireye dayalı Batı demokrasisi reddedilirken özgür birey yadsınmıyor. Toplum ve birey arasındaki optimal dengeyi sağlamak, toplum aleyhine olan bireyciliği törpülemek, yaratıcı, üretken, özgür bireyin önünü sonuna kadar açmak; birey aleyhine olan toptan toplumculuğun tutucu, hantal yönlerini törpülemek, kolektif, eşitlikçi, özgür toplumun önünü açacaktır. “Birbirine benzeyen birey ve topluluk anlayışı demokrasiler için ne gerekli ne de güvencelidir. Farklılığın korunarak yeni bileşimlere erişilmesi demokrasinin ayrıcalığıdır. Temel özelliğidir.” (A. Öcalan)

Radikal demokrasi, demokrasi anlayışını, meşru savunma anlamında direnişinde ve özgürlük, eşitlik anlamında yaşamında göstererek, salt seçimlere, yönetmeye dayalı sınıf demokrasisinin maskesini düşürüyor. Gerçekten demokrasi alanında bir demagojidir almış başını gidiyor. Yunan site devletinden beri demokrasi halkın yönetimi olarak tanımlanmaktadır. Fakat sınıf demokrasisinin uygulandığı hiçbir sistemde bu yaşanmıyor. Seçim ve parlamento, daha çok oyalama mekanizmaları olarak halkın önünü tıkıyor.

Seçimi ve yönetimi yadsımıyoruz. Bu iki olgu da demokrasinin gereklerindendir. Ancak seçilerek yönetmek demokrasinin tek ölçütü olamaz. Katılımcılık ilkesi gerçekte demokrasinin uygulanıp uygulanmadığının da göstergesidir. “Demos”un hakkı ancak temsili demokrasinin reddi ve katılımcı demokrasinin uygulanışı ile verilecektir. Yurttaşlar sadece politik alanda değil, içinde olmak üzere, yaşamın tüm alanlarında söz, eylem ve karar hakkına sahiptirler. Demokratik ve sosyalist topluma, başta ‘seçilmiş despotizmi’ olmak üzere, her tür despotizmin ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabilir. “Demokratik bir toplum, halkın etkin biçimde rol aldığı ve eski geleneklere bağlılığın ve itaatin, halk arasında eşitlik düşüncesiyle yer değiştirdiği bir toplumdur; bir insanın diğeri kadar iyi olduğu hissini veren ya da en azından insana saygı duyabilen, eşit haklar tanıyan bir toplumdur.” (Anthony Arblaster)

Günümüz toplumu ve bireyinin özgür olamamasının temel nedeni, kendi yaşamı hakkında özgürce karar verememesi ve yaşamına yön verecek mekanizmaların elinde bulunmamasıdır. Rousseau, seçilmiş despotçuluğun –temsili demokrasi– en hararetli şekilde tartışıldığı bir dönemde, “üyeler seçilir seçilmez halk tekrar köleleşir” demiştir. Tarih bu öngörüyü kanıtlamıştır. Karar alma, yasa çıkarma gibi hayati değerdeki yetkiler, bugün seçilen temsilcilerin –despotların– elindedir.

Halk demokrasisi, katılımcılığı yerellerde özgür yurttaş meclisleri, genelde ise halk kongresiyle sağlar. Seçilmişlerin rolü oldukça sınırlıdır. Toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla, seçilmiş despotizmi, bürokratizm ve her tür iktidar erki ortadan kaldırılır ve ekonomik, siyasal, ekolojik, askeri, kültürel, teknolojik, bilimsel ve hukuksal alanlardaki sorunlar çözülür.

Tüm kesimlerin eşitlik ve özgürlük haklarını korumak ve genel irade açığa çıkarmak kolay değildir. Demokrasinin karmaşıklığı burada da önümüze çıkar. Bazen tek bir bireyin itirazı, ‘vetosu’ sonucu karar almada, yasaları uygulamada sorunlar çıkabilir, çıkacaktır da. Temsili demokraside olduğu gibi, “azınlığın çoğunluğa uyma zorunluluğu” yoktur. Bu durumda ‘çoğunluğun diktatörlüğü’ açığa çıkar ki, bu, demokratik uzlaşı ve kültürden sapma meydana getirir.

Demokrasi, bir uzlaşı yönetimidir de. Genel bir irade oluşturmayı, genel hakları korumayı ve bunları geliştirmeyi de içerir. Demokraside tıkanıklığı aşmak, demokratik toplumun demokrasi felsefesini ne oranda bilince çıkardığıyla ilgilidir. Demokratik bilinci edinmiş birey veya toplumsal kesim, özgün ve genel çıkarların sentezini yapabilen, optimal dengeyi yakalayabilendir.

Demokratik sosyalizm, sadece konuşan toplumu tasavvur etmez. Tartışan, sorgulayan, gerektiğinde ‘hayır’ diyebilen, seçtiklerinin yetkilerini elinden alabilen birey ve toplumu hedefler. Bu anlamda halk demokrasisinde, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü temel çıkış noktasıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğü demokratik toplumun esas mihenk taşlarından biridir. O olmadan sosyalist olunamaz.

Devlet ve demokrasi ikilemindeki ilişki ve çelişkiler de temel sorun durumundadır. Devlet-demokrasi ilişkisi demokratik sosyalizm felsefesinde ve pratiğinde yeniden tanımlanıyor. Bu nedenledir ki, radikal demokrasinin tarihi devlet eksenli topluma dayanmaz. Devletli toplum kuramcıları demokrasiyi devletin bir uzantısı olarak tanımlarlar. Sınıf demokrasilerinin çözümsüzlüklerinin kaynağı devletli demokrasi olmalarıdır. Devletin çizdiği sınırlar dahilinde varolan bir demokrasiden ne beklenebilir ki?

Halk demokrasisi bu anlamda devletten ayrılıyor. Sosyalizme, demokrasiyi adım adım yaşamın tüm alanlarında geliştirerek, demokratik toplumla ulaşılabilir ancak. Halkların / ezilenlerin sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamında demokrasi yerleşik hale geldikçe, devletin tahakkümü, baskıcılığı sınırlanır. Devletin sönümlenmesi, iktidarı ele geçirmekle değil, demokratik topluma adım adım yürümekle gerçekleşir.

Demokratik siyasetin rolü bu anlamda belirleyici dinamiklerden biridir. Demokratik siyaset, toplumun, komünal-ekolojik, özgürlük ve eşitlik temellerinde nitelikli hale gelmesi için, ilkesel anlamda devletli olmayı reddeder. Tek derdi, halkların / ezilenlerin özgürlük-eşitlik sorunlarını çözmek, bunun gelişimine katkı sunmak, önünü açmaktır.

Kuşkusuz halkların / ezilenlerin eşitlik-özgürlük sorunları sadece siyasete havale edilemez. Yaygın sivil toplum örgütleri, hem demokratik toplum için hem de demokratik siyaset için önkoşuldur. Tek başına siyaset toplumu demokratikleştiremeyeceği gibi demokratik de olamaz. Sivil toplum örgütlerinin işlevi bu noktada belirleyicidir.

Bahsettiğimiz sivil toplum örgütleri, geleneksel toplum ve resmi toplum –devlet– örgütlerinden farklı bir felsefe ve uygulamaya sahiptir. Bugün yaygın olan sivil toplum kurumları, devletin ve geleneksel toplumun uzantılarıdır. Amaçları, toplumu devlete ve geleneksel topluma daha çok bağlamaktır. Üçüncü alan teorisiyle, felsefesiyle oluşturulmuş sivil toplum kuruluşlarının amacı, toplumu gericiliğe ve despotizme bağlamak değil, özgürleştirmektir, sosyalizme ulaşmaktır. Eylem ve örgütçülüğüyle bunun gerekleri için var olur. Kimi sol çevrelerin, üçüncü alan teorisi ve pratiğini anlamadan, devletçi sivil toplumdan hareketle, üçüncü alanı kapitalist burjuva alan olarak değerlendirmeleri, devlet eksenli paradigmanın zihniyetini terk edememelerinin sonucudur. Tıpkı demokrasiyi burjuvazinin uzantısı olarak gördükleri gibi, sivil toplumculuğu da kapitalistlerin uzantısı olarak değerlendiriyorlar. Oysa biliniyor ki, aracı ve fonksiyonu belirlenmiş, toplumun özgürlük amaçları için kurulmuş sivil toplum örgütleri, günümüzde temel dinamiklerden biridir.

Devlet dışı demokrasi, iktidar sahiplerinin çıkarlarını zedeleyip maskelerini düşürdüğü için, sürekli olarak devletli toplumun baskı, tutuklama ve hatta öldürme gibi yönelimlerine maruz kalabilir. Devlet demokratikleşmenin önünü tıkayabilir. Bu durumda halkların / ezilenlerin kendilerini nasıl savunacağı sorusu önem kazanır.

Demokrasi, meşru savunmayı dıştalamaz. Dolayısıyla demokratik konfederalist sistemi ilan eden ve bu sistemi kabul eden tüm kesimlerin bir savunma gücü olacaktır. Meşru savunma güçleri klasik ordularla eş tutulamaz. Klasik orduların varlık gerekçeleri, amaçları devleti-iktidarı korumaktır. Meşru savunma güçlerinin varlık gerekçeleri ise, tersine halkların / ezilenlerin haklarını korumak, caydırıcı bir güç olmak ve en önemlisi, demokratik özgür gelişimin önünü açmaktır. Bu anlamda, halkların / ezilenlerin meşru savunma güçlerini nicel ve nitel anlamda geliştirme zorunluluğu vardır. Bu güçler, özgüç olarak varlıklarını sürekli korumak durumundadır.

“Demokrasi savaşını vermeyen halklar, topluluklar, her zaman avare, ırgat ve işsiz olacaklardır. O halde bir toplumu, bir bireyi ne kadar demokrasi için eğitip, örgütleyip eyleme sokarsak, o denli işsizliğe, avareliğe, ayyaşlığa ve tembelliğe karşı mücadeleyi kazanmış olacağız. Orta Doğu halkları demokrasi için ayağa kalkmadıkça, asırlık miskinlik, tembellik ve işsizlikten kurtulamayacaktır. Demokratik olmasını bilen toplumlar vatanlarına, her tür kaynaklarına, emeklerine, kültürlerine de sahip olurlar.” (A. Öcalan)

b) Toplumsal ekoloji

İnsan / toplum ile doğa arasındaki çelişki ve ilişki, genel anlamda, insanın yaşadığı çevre ve çevrenin insan üzerindeki etkisi bağlamında değerlendirilse de, bu konu sınıflaşmanın başlangıcı, insanın doğadan yabancılaşması, iktidar ve tahakküm bağlamlarında ele alınmamıştır. Toplumsal ekoloji felsefesi kimi bireysel çabalarla geliştirilip ekolojik toplum siyasetinin önü açılmaya çalışılsa da, bu çabalar şimdiye değin çok sınırlı kalmıştır. Toplumsal ekoloji istenilen düzeyde, ekolojik dengenin bozulması bağlamında bilim, siyaset ve felsefe konusu yapılmamış, genelgeçer çevre sorunu olarak basit bir sorunmuş gibi ele alınmıştır. Sorunun kendisi doğru tanımlanmadığından ötürü, çözümler de geçici olmuştur. Günümüzde aktüel bir konu haline gelen küresel ısınma yoğun şekilde tartışılmasına rağmen, bunun devlet-iktidar ve en önemlisi sınıflaşmanın ortaya çıkışıyla bağlantısı doğru biçimde çözümlenmediğinden, ekolojik soruna, sanki bu denli ağır bir sorun bir-iki protesto eylemiyle çözülürmüş gibi yaklaşılıyor.

Şu ayrımı bilince çıkarmakta yarar var: Toplumsal ekolojik felsefe ve siyaset ile çevrecilik aynı şeyler değildir. Toplumsal ekolojik anlayış, doğa zenginliğine karşı duyarlılığın geliştirilmesi ile doğanın pervasızca tahrip edilmesi ve kirliliğin önüne geçilmesi açısından klasik çevre hareketlerini ve çevreciliği önemsemekle birlikte, çevreciliğin doğa-insan ilişkilerindeki tahakküm ve sömürüyü ortadan kaldırmayacağını, bu kesimlerin ekolojik devrimle toplumsal devrimi gerçekleştirmek gibi bir ideolojik-felsefi bakış açısına sahip olmadıklarını savunur ve yaşanılır bir dünyanın, ancak devletli-sınıflı toplumun aşılmasıyla mümkün olacağını belirterek, farkını teori ve politikada ortaya koyar. Toplumsal ekoloji, tanımını bu içerikten alır.

Ekoloji sorunu, sanayinin gelişimiyle ortaya çıkan bir sorun değildir. Sadece nüfus artışı ve teknolojinin kontrolsüz kullanımıyla da doğmamıştır. Kökenleri devletli toplumun doğuşuna dayanmaktadır. Sınıflaşma ve doğaya yabancılaşma aynı süreçte gelişmiştir. İnsanın doğa üzerinde tahakküm kurması, insanın insan üzerinde tahakküm, sömürü sistemi kurmasından kopuk, ayrı şekilde ele alınamaz. İnsanın yabancılaşma süreci, bu anlamda doğaya yabancılaşmakla başlamıştır. Sınıf ağırlıklı yabancılaşma teorilerinin de eksik ve yer yer abartılı olduğunu belirtmek gerek.

Toplumsal oluşum fiziki ve/veya biyolojik doğaya dayanarak gelişmiştir. Toplumun / insanın doğası bu anlamda doğacıdır. Toplumsal gelişim, doğanın dengesini korumaya bağlı kaldıkça, ivmeli ve sağlıklı şekilde olmuştur. İç içe geçtiği, dayandığı doğal gücü tahrip etmeyen, biyolojik ve kültürel yaşamın sürekliliğine bağlı, ihtiyacı kadar beslenen, fazlasını ‘israf’, ‘suç’ ve ‘günah’ sayan insan, toplumsal ekolojik anlayışını koruduğu sürece, evrimleşme süreci de dengeli gelişmiştir. Animist (doğacı-canlı) düşünce, bu anlamda incelemeye değerdir. Doğayı canlı varlık olarak ele alan, onu kutsarcasına koruyan, çağdaş insanın ‘barbar’ deyip beğenmediği topluluğun, doğa-insan ilişkilerini günümüz insanı / toplumundan bin kat daha iyi bilince çıkarttığı söylenebilir. Adeta, doğal-ekolojik dengenin tahrip olup bozulmasıyla kendi biyolojik ve kültürel değerlerinin varlığının tehlikeye gireceğini bilircesine, bu konuda büyük bir duyarlılık sergilemektedirler.

Doğal toplum, komünal, eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir sistemin / yaşamın geliştirilebileceğini beş bin yıl önce göstermiştir. Toprağa yerleşip hayvancılık geliştirilmiş ve doğadaki birbirine bağımlı türlerin dengesi korunmuştur. Devletçi-iktidarcı toplum ise, insan-doğa arasındaki ahengin, birbirine bağımlılığın bozulması durumunda, evrenin nasıl çölleşeceğini beş bin yıldır bize göstermektedir.

Devletli toplum, doğal toplumun sadece insan-insan arasındaki komünal yaşamını inkar ve imha ederek gelişmedi. Aynı zamanda doğa ile birlikte komünal, eşitlikçi ve demokratik değerleri de inkar-imha ederek gelişti. Devletli-sınıflı toplumun gelişmesi / yükselişi, insan merkezli hiyerarşinin doğa aleyhine kurumlaşması, insanın kendini biricik varlık olarak görmesi, doğayı bu anlamda kendine ‘hizmetçi’, ‘köle’ kılıp sömürmesiyle olmuştur. Doğadan kopuş ile komünal değerlerden kopuşu ayrı ayrı ele almamak gerektiği artık tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır.

Devletli toplumun krizi, ekolojik krizle sıkı sıkıya bağlı. Halkların / ezilenlerin özgürlük ve eşitlik paradigması, en az emek sömürüsü kadar, cins sömürüsü kadar, doğa sömürüsünü de politik strateji ve taktiğin tamamlayıcı öğesi haline getirmelidir. Bilimsel, felsefi ve sosyolojik olarak doğa-insan ilişkisinin kavranması, özgür toplum için vazgeçilmezdir. Günümüzde cehaletin en büyüğü bu alanda yaşanmaktadır. Öyle ki,  insan / toplum kendini doğanın bir parçası olarak görmeyecek denli yabancılaşmıştır. Sadece kapitalizmin yarattığı tahribat, tehdit ve tehlikeler sebebiyle değil, insanın / toplumun özüne dönüşünü gerçekleştirmesi için de, toplumsal ekoloji felsefesinin yaygınlaşması hayati değerdedir.

Toplumsal ekolojik ideoloji ve felsefeden yoksunluk, Marksist paradigmanın salt insan-insan sömürüsüne dayalı uygulamalarında görüldüğü gibi, gerçek anlamda özgürleşme ve eşitlik sağlamıyor. “Doğayla bütünleşmeyen hiçbir toplum sisteminin rasyonelliği, ahlakiliği savunulamaz.” (A. Öcalan) İnsanın ve doğanın birbirlerini nasıl içerdiğini Murray Bookchin şöyle ifade ediyor: “Doğa, Bing-Bonga yol açtığı varsayılan ilkesel enerji ilkesinden, atomdan, küçük zerreciklerin ve evrenin bir arada tutan kuvvetinden kuvvetlerin ortaya çıkışına, elementler cetvelinden bildiğimiz karmaşık elementlerin moleküller, amino asitler, proteinler vb. halinde birleşimine; gezegenimizde organik ve duygulu varlıkların ortaya çıkışına kadar olan bir süreçtir.” Toplumsal ekoloji bilinci geliştirilmeden ahlaki, tutarlı, özgürlükçü toplum da geliştirilemez. Reel sosyalizmin devletçi kapitalizme benzeşmesi, iktidarcı-devletçi sistemi ekolojik denge açısından da toplumsallığın aleyhine güçlendirmiştir. Sosyalist topluma geçiş, ancak toplumsal ekolojik bilinç geliştikçe gerçekleşebilir.

Devletçi toplumun sağ liberal akımlarıyla reel sosyalist sol akımların doğa ve toplumu birbirinden ayrıştırmasının bedeli çok ağır olmuştur. Yediğimiz besin, soluduğumuz hava, içtiğimiz su adeta ölümcül zehir olmuş durumda. Radyoaktif cehennem ortamı, mantar gibi biten nükleer santraller, geri dönüşümsüz tüketilen doğa kaynakları, çarpık kentleşme, gezegenimizi yaşanmaz hale getirmiştir. Dahası doğayı ‘ehlileştirmek’, ‘uygarlığa açmak’ adı altında, doğa ‘vahşi’, doğal toplum ‘barbar’ olarak tanınıp zihniyetlere kazınmıştır. Devletli toplum egemenleri, mitolojiyi, dini, hatta bilim ve felsefeyi, bu anlamda ideolojik egemenlik araçları olarak kullanmıştır.

Demokratik, ekolojik toplum paradigmasının rolü bu anlamda önemlidir. Ekolojik sorunların giderilmesi ve öze dönüş olarak insanın / toplumun doğallaşması, yeni zihniyetin kazanılması, bu anlamda kurumlaşmalar ve eylemliliğin geliştirilmesi, gerekli temel faaliyetlerdendir. Ezilenlerin / halkların sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal ve hukuki hakları için gerçekleştirilen kurumlaşmalar kadar, yaygın ekolojik kurumlaşmalara gidilmesi de zorunludur. Devletçi toplum sisteminin sınırlarını aşmayan, geçici çözümlerle yetinen klasik çevreci hareketleri aşan güçlü ekolojik hareket, bu alandaki boşluğu doldurup, eşitlik ve özgürlük mücadelesine ivme kazandıracaktır. Ekolojik hareketin var olmayışı, ezilenlerin / halkların mücadelesinde ciddi yetersizliklerin, sapmaların oluşmasına neden olmuştur. Doğa sömürüsünü temel çelişkiler içinde ele alıp kopan doğa-insan ilişkisini yeniden kurmakla, insan-insan ve kadın-erkek arasındaki çelişkiler de çözümlenebilir. Ekolojik hareket, kendini salt muhalif bir politik aktör olmakla, sistemi eleştirmekle sınırlandırmaz. Alternatif ekolojik toplumun kurulması için yeni ekonomik alanların açılması, ekolojik teknolojinin geliştirilmesi ve bunun kullanımının sağlanması noktalarında da rolünü oynamalıdır. Halkların / ezilenlerin alternatif seçeneği ancak bu kapsamda yaşamsallaştırılabilir.

c) Kadın özgürlüğü

Tarihsel serüven içerisinde ‘tanrıça’lıktan yok olma durumuna düşürülmüş kadın gerçekliği, günümüzde çok tartışılan bir sorun olmasına rağmen, kadınlar kölelik statüsünden çıkamamıştır. Bedeni, bilinci ve iradesi elinden alınmış, utancın, lanetli durumların ve ithamların öznesi kılınmış kadın, tarih boyunca her devletli toplum sisteminde meta haline getirilerek büyük yoksunluğa mahkum edilmiştir. Köleci, feodal, kapitalist ve reel sosyalist sistemlerde zaman zaman konumunda kimi değişimler olmuşsa da, esasta kadın özgürlüğü sağlanamamıştır.

Gerontokrasi yönetimi olarak da literatüre giren, yaşlıların yönetimiyle belirginlik kazanan hiyerarşinin gelişimiyle, kadının toplumsal konumunda düşüş başlar. Kadının içine alındığı bu ‘yeni’ konumu tamamıyla çözümlenmeden, sınıf, devlet, din ve iktidar çözümlemeleri ve bunların dayandıkları toplumsal kesimler tam olarak izah edilemez.

Sınıflı toplumun gelişimi kadının köleleştirilmesiyle başlamıştır. Ekonomi ağırlıklı sınıf teorilerinin iddialarının aksine, doğal toplumun yaratıcı, doğurgan ve eşitlikçi gücü olan kadının içine düşürüldüğü ezilmişlik durumu aşılmadan, diğer eşitsizlikler, baskı ve köleleştirmeler ortadan kaldırılamaz. Kadını köleleştiren ‘erkek egemenlikli’ devletçi zihniyet, bu zemin üzerinden tüm toplumu tutsak kılmıştır. Kadının aile içindeki işlevi ve çocukların zihniyet kalıplarını ‘ana etrafında’ kazandıkları gerçeği, özgürlük sorununun en temel çelişkilerinden birinin kadın sorununda düğümlendiğinin en açık göstergesidir.

Demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplumun özünü kadın teşkil edecektir. Bu bağlamda, bu konu başlı başına ele alınması gereken bir sorun olmaktadır. Cins olarak kadının ezilmesi, ezilen sınıf ve ulus sorunundan ne daha yenidir ne de daha az önemlidir. Çokça ele alınan mülkiyetin ilk gelişimi, kadın cinsi üzerinde olmuştur. Örneğin, kadının mülk gibi kullanılması, köleliğin asıl kaynağında da bu sorunun olduğunu göstermektedir. Kadını özel mülkü haline getiren ‘erkek egemenlikli’ devletçi toplum, tüm doğayı ve toplumu da kendi mülkü haline getirmiştir. Mülkiyetçi ataerkil süreç bundan sonra başlamıştır.

“Kadın için özel kriz dönemleri pek önemli değildir. Zaten sürekli krizi yaşamaktadır. Kadın demek, krizli bir kimlik demektir. Günümüzde yaşanan kapitalist kaosunda, tek umut var eden, kadın olgusunun sınırlı da olsa aydınlatılmış olmasıdır.” (A. Öcalan)

Tarihsel süreç içerisinde feminist hareketler, özellikle Rönesans ve 1968 dönemlerinde ezilen cins olarak kadın sorununu gündeme taşımıştır. Anarşist, sosyalist kesimlerde ve ulusal kurtuluş hareketleri içinde etkin bir varlık gösteren kadınların verdikleri mücadele de, kadın gerçeği ve onun etrafından gelişen sorunları oldukça görünür kılmıştır.

Ancak, feminist hareketler burjuva liberalist ufku aşamadıklarından, alternatif sistem kurmak gibi bir stratejik hedefleri olamadığı ve kadın kurtuluş ideolojisini, zihniyetini edinemedikleri için, her tür feminist akım sonunda burjuva sistemine entegre olmuştur. Feministlerin kadın tarihi ve kadın kimliğindeki krizi açığa çıkarmada gösterdikleri başarıyı kadının özgürlüğünün elde edilmesi konusunda sergileyememesi, zihniyet olarak liberal burjuva yaşam standartlarını aşamamalarından kaynaklanmaktadır. Feminist akımlar kadının üretime katılması ve geleneksel toplumdan kopup bireyselleşmesi için çaba sarf ederek dar kalmıştır. Bir dönemlerin çekici sloganı, “ekonomik özgürlük” hiçbir zaman gerçekleşmediği / gerçekleşmeyeceği gibi, tek başına bu yönelim kadını ucuz işgücü haline getirmekten öte bir sonuç doğurmamıştır. Feminizm, bir anlamda objektif olarak, kapitalist sistemden zihniyette, ruhta ve örgütlenmede kopuşu yaşamadığından, sistemi besler konuma düşmüştür. A. Öcalan bu durumu, sosyal devrimin, onca çaba ve emeğe rağmen, kapitalizmin ömrünü uzatması, kurumlarını soldan beslemesi ve güçlendirmesine benzetiyor. Bir dönemlerin feminist hareketlerinin giderek elitleşmelerinin ve bugün sadece akademik alanda varlık göstermelerinin nedeni de budur.

Sınıf eksenli sol hareketler ve ulusal kurtuluş hareketleri, kadın sorununu özgün ve kapsamlı tarzda ele alamadıkları için, kadın özgürlüğünü sağlayamamışlardır. Genel özgürlük ve eşitlik sorunlarına da çözüm getirilememiştir. Cins çelişkisinin sınıf ve ulus çelişkisi kadar önemli olmadığı düşünülmüş, hatta bu konu, “kadın sorununu özgün şekilde ele almak işçi saflarında bölünme yaratır” denilerek geçiştirilmiştir.

“Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik, kadın için direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir, fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir. Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle ihtiyaç vardır. Kapitalist sistemin muazzam vizyon geliştirme ve sanallığı gerçeğin yerine koyma gücü o denli gelişmiştir ki, kadını en çok alçaltan etkinliği (örneğin pornografi) bile özgürlükle özdeşleştirilebilir.” (A. Öcalan)

Devletçi erkek egemen zihniyete karşı kadın kurtuluş ideolojisiyle güçlü bir zihniyet devrimi gerçekleştirilmeden, kadın bedeni ve emeğini, doğayı, ezilen sınıfları sömüren kurulu sistemden kurtuluş olmaz. Doğru bir cinsiyetçi özgürlük ideolojisiyle kapitalizmin yaşam standartlarını aşma ufkuna sahip olmayan klasik feminist çizgiye; önce sınıfın kurtuluşu deyip diğer tüm çelişkileri ve sorunları erteleyen, onlara ilgisiz kalan, devletçiliğe saplanan sol çizgiye ve tabii ki, kadını fahişe, entrikacı, yozlaştırıcı ve şeytan sıfatlarına sokarak ona negatif anlamlar yükleyen kapitalist çizgiye karşı mücadelede sürekliliği sağlamak, başarı için önemlidir. Mücadele bu anlamda, öncelikle zihniyette kazanılmak durumundadır.

Demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü paradigma, kadına öncülük rolünü biçmiştir. Bu temelde, kadının politik alanda kendi örgütlenmelerini, siyasal etkisini güçlendirmesi gerekmektedir. Bütün kazanımların somutlanacağı yer politik alandır. ‘Erkek egemenlikli’ devletçi topluma karşı verilecek mücadelenin alanlarından biri orasıdır. Kadın hareketi, dar anlamda klasik feminizme saplanmadan, doğal toplumdaki kadının üretkenliğini, yaratıcılığını referans almalı, her türlü köleleştirmeyi yıkarak stratejik rolünü oynamalıdır.

Kadının sosyal ve ekonomik alandaki durumu, bu iki alanın üzerinde, en az politik alan kadar durulması gerektiğini göstermektedir. Kadının en ağır sömürüye tabi tutulması, onun muhalif gücünü açığa çıkartmasını gerekli kılıyor.

21. yüzyılda, kadın ile ‘erkek egemenlikli’ devletçi zihniyet arasındaki çelişkiler göz ardı edilemez. Bir toplumdaki özgürlük düzeyi ile o toplumdaki kadının özgürlük düzeyi arasındaki doğru orantı herkesçe kabul edilen bir tespittir. Kadının gezegenimizdeki statüsü değişmedikçe, ezilenler / halklar özgürleşemez.

“Yüzyılı özgür kadın iradesinin yükseleceği bir toplumsal zaman olarak görmek gerçekçidir. Kadın için belki de yüz yıl gerekebilecek kalıcı kurumları düşünüp oluşturmak gerekir. Kadın özgürlük partilerine ihtiyaç olabilir. Özgürlüğün temel ideolojik ve politik ilkelerini sağlayıp partileşmesini yürütmek, denetlemek bu partilerin hem gerekçeleri hem temel görevleridir, olmalıdır.” (A. Öcalan)

 

Ezilenlerin / halkların 21. yüzyıl ideolojisi olan demokratik sosyalizm devrimi, demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü devrimdir. Bu üç alanda gelişecek olan yeni devrim, devletçi-iktidarcı toplumu da adım adım sönümleştirecektir. Devlet dışı sistem ve devlet dışı yaşamın somut ifadesi olan demokratik, ekolojik ve özgürlükçü topluma ulaşılacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar