Ana SayfaArşivSayı 28-29Latin Amerika’da Köylü Sınıfı ve Devlet

Latin Amerika’da Köylü Sınıfı ve Devlet

Latin Amerika’da Köylü Sınıfı ve Devlet

James Petras ve Henry Veltmeyer

Çeviri: Anahid Hazaryan

Giriş

Yazının ilk bölümünde, Latin Amerika’da köylü sınıfıyla devlet arasındaki oldukça karmaşık ve değişken yapıdaki ilişkiyi tartışacağız. Devletin köylü sınıfıyla bağıntılı rolü, egemen olan üretim şekli ve pazarla olan ilişkisinden fazlasıyla etkilenmiştir. Devlet ile latifundio, yani küçük işletmeciler, çiftlik sahipleri, ortakçı (toprak kirasını ürünle ödeyen çiftçi) ve göçebeler arasındaki ilişki, devletin rolüyle mevsimsel ancak ‘sabit’ ücretli işgücüne dayanan plantasyon sistemi arasındaki ilişkiden oldukça farklıdır. 20. yüzyılın sonlarına doğru, yarı endüstriyel burjuvazinin yükselişi, tarım kesimindeki elit kesimler ve işgücüyle iktidar paylaşımı devletle ilişkiyi yeniden tanımladı: Zirai ihracat sektörünün, ihracat kazançlarının mali destek sağladığı ithalata dayalı sanayileşmenin teşviği. “Tarımın sanayileşmenin tahakkümü altına girmesi” çerçevesinde köylü sınıfının rolü, yeterli reformlar olmadan kentlere ucuz emek  ve kentli emekçi kesime de düşük maliyetli yiyecek sağlamaktır.

Neo liberalizmin gelişmesiyle, 20. yüzyılın ikinci yarısında devlet ile köylü sınıfı arasındaki ilişkide yeni bir dönemeç ortaya çıktı. Neo-liberal doktrinin etkisiyle, daha önceki reformların tersine çevrilmesi sürecine ek olarak, kentlerdeki sanayi istihdamının azaldığı bir dönemde küçük ve orta ölçekli köylü üreticilerin ve köylülerin kitlesel göçü, köylü kesimiyle devlet arasında yeni bir dizi kargaşanın doğmasına yol açtı.

Yazının ikinci bölümünde devlet ile köylü kesimi arasındaki ilişkiyi üç boyutta inceleyeceğiz: Baskı, göç ve devrim. Devletin genel anlamda baskıcı rolü, şekli ve içeriğinin belirlenmesi için yeri geldikçe ele alınacaktır.

Köylülerin topraklarından, tarım kesiminden göç etmesi ve özellikle de ulusal sınırların dışına çıkması basit bir ifadeyle  “kişisel bir tercih” olmaktan çok egemen sınıfların belirlediği devlet politikasının zorunlu sistemidir.

Devletin doğrudan ya da dolaylı olarak uzun vadeli ve geniş çaplı sömürüye, baskıya ve köylülerin topraklarından göçüne neden olması, belli başlı önderlerinin köylüler olduğu isyanlara, reformlara ve devrimlere yol açtı. Kolonyal Peru, Haiti ve Meksika’daki köleleştirilmiş, senet imzalattırılmış köylü emekçi kesim 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında sömürgeci iktidarı tehdit etti. 20. yüzyılda, Meksika, Bolivya (1951), Küba (1959) ve Nikaragua’daki sosyal devrimlerde (1910), köylüler iktidarı devirmede önemli bir rol oynadılar. Başka bağlamlarda da, köylüler ve topraksız işçiler kapsamlı zirai reformların yapılmasında önemli roller üstlendiler; bunlara örnek olarak Şili (1965-73), Peru (1958-74), El Salvador (1980-85), Ekvator (1960’ların sonlarından 1970’lere) ve Brezilya sayılabilir.

Günümüzde, yani 1980’li yılların ortalarından günümüze kadar olan dönemde, köylü ve kırsal kesimdeki topraksız işçi hareketi,  kırsal kesime dayanan gerilla hareketi neo-liberalizm ve emperyalist destekçilerine karşı yürütülen mücadelenin odak noktasını oluşturmaktadır.

Köylü kesimine dayanan reform ve devrimler fazla dirençli değildiler; köylüler korkunç baskılara maruz kaldı, iktidarın genel çerçevesinin değişmesiyle de kitleler halinde yaşadıkları yerlerden göç etmeye zorlandılar.

Yazının üçüncü bölümünde de devlete karşı mücadelesinde köylü kesiminin gücü ve sınırları incelenecektir. Devletin köylü kesimini nasıl etkilediği ve son yarım yüzyılda değişik zamanlarda ve değişik ülkelerde devletin ne derece düşman ya da dost olduğu tartışmanın temel noktalarını oluşturacaktır.

Devlet ve zirai sistemler

Pazarın işlemesi, üretimdeki toplumsal ilişkilerin korunması ya da dönüştürülmesinde devletin rolü esastır. Her tarımsal modelde, devlet zirai sistemlerin kurulması, yayılması, yeniden üretilmesi ve dönüşümünde aracı rolünü üstlenerek, diğer sınıfların zararı pahasına bazı sınıflara – genellikle toprak sahiplerine – yarar sağlar. Teorik nokta şudur ki, belli başlı üretim modeli latifundio ya da hacienda, plantasyon, aile çiftlikleri, köylü üretimi ya da tüm bu üretim sistemlerinin bileşimi olsun pazar mutlaka “aktivist devlet”le bağlantılıdır.

Geçmişteki model olan hacienda ya da latifundio’nun kökenleri, kolonyal devletin toprağı zorla ele geçirmesine, küçük üreticilerin zorla askere alınmasına ya da köle ithalatına, ihracatın kolaylaştırılması için pazarların ve ulaşım altyapısının geliştirilmesine dayanıyordu. Mirasçı devlet, merkantalist ekonomi ve latifundio/hacienda sistemi önce Avrupa daha sonra da ABD’nin birikimine katkıda bulunurken, bu durum daha sonra 19. yüzyılın modern endüstriyel emperyalizm sürecini doğurdu.

Sistemin bütününün temel dayanağı, yerli halkın ya da Afrikalı kölelerin emeğinin devlet tarafından zorla sömürülmesiydi. Sömürü “geniş kapsamlı” ve biraz daha az derecede de ‘yoğun’du – uzatılmış iş günü teknolojik değişime galip gelmişti. Toprakların insan sayısına göre çok daha fazla olduğu ve son derece sömürücü çalışma koşulları göz önüne alındığında, latifundio’nun işleyebilmesi ve yaygınlaşabilmesinin (ihraç-merkantilist sistemle beraber) tek yolu güce ve tam bir denetime dayanan bir sistem kurmaktan geçiyordu. Latifundio’nun iç yapısı, tüm köylü emek gücünün etkileşiminin latifundio içinde ve ‘patron’la olduğu kapalı, toplumsal bir sisteme dayanıyordu; tecrit edilmiş bu insanlar böylece , hoşnutsuzluk, kaytarma ya da ayaklanmaya yol açabilecek ticari, mali ve üretim faaliyetlerinden uzak tutuluyordu. Bu köylü emekçi kesimini bu kapalı toplumsal sistem içinde tutabilmek amacıyla da, şiddete dayanan baskılar rutin hale getirilmişti; her tür disiplinsizlik keyfi olarak cezalandırılıyor, toplu protestolar vahşi bir biçimde bastırılıyordu. Bu “karşılıklı ilişkiler” ve “karşılıklı yükümlülükler”in çarpıcı görüntüsü, baskıya dayanan kapalı bir toplumsal sistem içerisinde tam kontrolün sağlandığı bir modele dayanıyordu. Tehditler ve sopalarla düzen idare ediliyordu.

Burada iki teorik noktanın anlaşılmasında yarar var. İlki, zorla çalıştırmanın, “feodal sistem”e özgü organik evrimin bir parçası olmadığıdır. Hem yerel hem de dünya pazarlarındaki fırsatlar, gittikçe büyüyen geniş çaplı ekonomik faaliyetler, büyük toprak sahiplerini, toprak/halk orantısının eşitsiz olduğu yerlerde gereken işgücünü temin etmek, ihracat ve ticareti artırabilmek için baskı ve tam bir denetim uygulamaya yöneltmişti.

İkincisi, Brezilya’da kaçan köleler, Andlar’da ve Orta Amerika’da Kızılderililer örneğinde görüldüğü gibi, pek çok tarım emekçisinin daha önce bağımsızlıklarını kazanıp kendi topraklarına sahip olmak arzusu göz önüne alındığında, “feodal” ya da “karşılıklı ilişkiler” zorla çalıştırma/kontrol mekanizmasının bir yüzüydü.

Plantasyon sistemi, zirai sisteme dayanan latifundio’nun “rasyonalizasyon”u ya da “dönüşüm”üydü. Bu iki sistem hiçbir zaman birbiriyle “zıtlaşmadı”; ne iç savaşlarda ne de uzayan politik kargaşalarda. Plantasyon sistemi köleler, zorla çalıştırma ve ücretli emek gücüne dayanıyordu. Tüm bu sistemlerde, devletin şiddeti ve toprak üzerindeki tekel bağımsız bir köylü ekonomisi kurulması olanaklarını sınırladı. Emek ordusu rezervi olarak hizmet sunan, büyük üretim birimlerinin yanında küçücük toprak parçalarıyla geçinmek zorunda kalan köylü ekonomisi neo-liberal ideologların “esnek üretim” olarak tanımlayabileceği modeli yarattı. Ekim ve hasat dönemlerinde işe alınan, “ölü sezon”da ise kendi küçücük topraklarıyla geçinmek zorunda kalan köylüler böylece toprak sahibi patronlarına maliyet tasarrufu sağlamış oldular. Bununla birlikte, küçük işletmeler örgütlenmek, arada sırada geniş çaplı toprak işgalleri ve protestolar düzenlemek için toplantı yerleri olarak kullanıldı – böylece, toprak sahiplerinin sonduğu sosyal avantajların politik bir bedeli oldu.

Teorik olarak zorla çalıştırmadan ne ücretli emeğe ne de köylü ekonomisine geçiş olmuştur; bu geçişin daha çok emekçi kimliğiyle ayaklanıp toprak “talep eden” ücretli-köylü emekçileri şeklinde olduğu söylenebilir. Üretilen malların kalite sorunu göz önüne alındığında devletin rolü ihracat ürünlerinde uzmanlaşmış üretim için toprak kullanımını kolaylaştırmak ve – hasat zamanı sınırlı olduğundan – emeğin “tam zamanında” üretim yapmasını sağlamak için azami güç kullanmaktı.

Plantasyonların büyük oranda yabancıların – özellikle emperyal ülkelerin yatırımcıları – elinde olduğu göz önüne alındığında devlet “komprador” konumundaydı: Ekonomik faaliyetleri özellikle sermaye ve malların giriş ve çıkışını kolaylaştırmaya ve köylü-işçileri baskı altında tutmaya yönelikti.

Plantasyon sistemi o kadar başarılıydı ki bir imparatorluktan diğerine yayılıp fazla üretim ve krize yol açtı. 1930’larda dünyadaki ekonomik kriz, ihracat pazarlarının dağılmasına ve açlık başladığında kitlesel ayaklanmalara yol açtı. Liberal zirai-ihracat sistemi, tarım kesimindeki elitlerin köylüler ve köylü emekçi kesim üzerindeki egemenliğini kaldırmadan, zirai-ihracatın dizginlerini yerel sanayi üretimine veren, ithalata dayalı yeni bir modelin ortaya çıkışını sağladı. Gerçekte, kent burjuvazisi ve küçük kurjuvazinin yükselişi, zirai-ihracatçı sınıfın köylü sınıfı üzerindeki denetimini sürdürmesi karşılığında yeni yükselen sınıfa boyun eğmeyi kabul etmesiyle sonuçlandı. Tarım kesimindeki reform –  “İlerici burjuvazi”nin sözde “demokratik talebi” – kent burjuvazisiyle zirai oligarşi arasındaki anlaşmaya dahil edilmedi.

Tarım kesiminde reform yapılmadan ithalata dayanan model, 1930 ve 1940’ların sonlarında başlayıp 1950’lerden itibaren hızlanan, köyden kentlere doğru göç dalgasına yol açtı.

Federal devlet endüstriye kaynak akıttı, yeni filizlenen tüketim ürünleri sanayisi için tarım ihracatından kazanılan döviz sermaye ve yarı mamul ithalatına aktarıldı. Bölgesel ya da ulusal düzeyde de toprak sahipleri, boyun eğmenin “maliyetini” köylülere çıkarmak için devlet üzerindeki denetimlerini korudular. Marksist partiler resmi söylemde işçi-köylü ittifakından söz ederken aslında “ulusal” burjuvaziyle aynı saflarda yer almaya, ittifak oluşturmaya çalıştılar ya da doğrudan “işçi” mücadelelerine ve örgütlenmelerine dahil oldular.

Köylü tabanlı eylemlerin ortaya çıkışı, kentlerdeki sol ve popülist partilerle çok az bağıntılıdır; özellikle de bunların belli başlı liderleri ve örgütlenmelerinin hiçbir etkisi olmamıştır (birkaç yerel örgüt ve kişi hariç).

1930’larda Meksika, El Salvador, Nikaragua, Kolombiya, Brezilya ve Peru’da önemli köylü ayaklanmalarına tanık olundu. Köylü emekçiler, özellikle de Küba, Dominik Cumhuriyeti ve Puerto Rico’daki modern plantasyonlardaki şeker işçileri sınıf savaşı başlattılar. Her olayda, köylü isyanlarının bastırılması için çok sert önlemlere başvuruldu; ya da Meksika’daki gibi istisnai bir örnekte de, Devlet Başkanı Cardenas, tarım reformunu yüzlerce, binlerce aileyi kapsayacak şekilde genişletti. El Salvador’da köylü ayaklanması bastırıldı ve 30.000 kişi öldürüldü. Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti ve Küba’da ABD’nin işgalci orduları ve Somoza, Trujillo ve Batista gibi yeni palazlanmış tiran – devlet başkanları binlerce kişiyi katledip, yeni yeni filizlenen köylü ve işçi eylemlerini bastırdı. Brezilya’da Vargas rejimi Prestes’te kırsal kesimdeki gerilla ordusunu yenilgiye uğratırken ulusal sanayileşmeye önem verdi; Şili’de ise Halkçı Radikaller Cephesi, Sosyalistler ve Komünistler köylü eylemlerini başlattıktan sonra bu mücadeleden ve tarım reformu talebinden vazgeçip, geleneksel oligarşiyle gizli bir anlaşma imzaladılar.

Kapitalist modernizasyonun çeşitli aşamalarında, haciendas’tan plantasyonlara, zirai-ihracattan ithalata dayanan sanayileşmeye geçilirken devlet, egemen “modernleşen” sınıfları teşvik etme, mali kaynak sağlama, onları köylü emekçi kesiminin oluşturduğu tehditten korumada ve kırsal kesimdeki emekçileri zorla çalıştırarak her “geçiş”in maliyetini emekçi kesime yüklemede önemli bir rol oynadı. Bu saptama günümüzde neo-liberal ihracat ekonomilerine geçişte de geçerlidir.Latin Amerika’da neo-liberal önlemlerin uygulanmasından olumsuz etkilenen sınıflar arasında köylü emekçiler en büyük zararı gören kesimdir.

Günümüzde dünya ekonomisi gerçeği “serbest pazarlar”la bağlantılı değildir hatta “küreselleşmiş” dünyayla da ilintisizdir. Günümüzde dünya birbiriyle rekabet ya da işbirliği içinde olan, ABD’nin başı çektiği ve AB ile Japonya’nın da dahil olduğu üç imparatorluğa bölünmüştür. Bu imparatorlukların yapısı, çıkarları söylem olarak “neo-liberalizm” ya da “serbest piyasa” ekonomisi ifadeleriyle gizlense de  temelde neo-merkantilist’tir.

Neo-merkantilizm emperyal devleti ekonomik faaliyetin merkezine koyar – bu da Latin Amerika’daki kırsal kesim üreticilerinin, özellikle de köylülerin ve köylü emekçilerin büyük ölçüde aleyhinedir.

Neo-merkantilizm’in ilkesi, rekabet gücü olmayan yerel kapitalistler için emperyal devletin koruyuculuğunu ve diğer emperyal rakipler üzerinde üstünlük oluşturacak şekilde Üçüncü Dünya ülkelerinde pazarların zorla açılmasını sağlamaktır. En çok korunan ve devletin sübvanse ettiği sektörlerden biri tarımdır. Emperyal poltikaları belirleyenler üretici ve ihracatçıları doğrudan ya da dolaylı olarak korumak için on milyarlarca doar, euro ve yen harcamakta bir yandan da, rakip ülkelerden veya Üçüncü Dünya ülkelerinden ithalatı engellemek için “sağlık koşulları” gibi gerekçeler ileri sürmekten tarım ithalatına kota uygulamaya kadar bir dizi önlem almaktadırlar.

Neo-merkantilist sistem sonucu köylü ve köylü emekçi kesim mahvolmuştur. Her şeyden önce, sübvanse edilen elektrik, su, vade programları v.b. kolaylıklarla zirai-ihracatçıların, Üçüncü Dünya ülkelerindeki köylü ve çiftçilere göre daha ucuza mal satmalarını sağlamakta böylece milyonlarca köylünün iflasına neden olmaktadırlar. Daha “elverişli” (sübvansiyonlu), ABD’li çiftçiler tarafından üretilen ucuz gıda ithalatı 1990’larda iki milyonu aşkın Meksikalı ve Brezilyalı köylünün çitfliklerden uzaklaştırılmasına neden oldu. ABD ve Avrupa kendi gıda ve tohum ihracatçılarına bol miktarda sübvansiyon sağlarken, IMF ve Dünya Bankası’nın Latin Amerika ülkelerinden büyük oranlarda bütçe tasarrufu ve serbest ticaret talep etmesi, bu ülkelerde bütçeden tarıma sağlanan desteğin hızla azalmasına, yerel pazarların ucuz ve sübvansiyonlu ürünle dolmasına yol açtı.

Bunun üzerine devletin AB ve ABD’den tarım ithalatına açıkça veya gizli kotalar uygulaması potansiyel zirai-ihracatçıların aleyhine olduğundan bu kesim köylü emekçi istihdamının azalmasına dolayısıyla kırsal kesimde yoksulluğun daha da artmasına neden oldu.

Latin Amerika yönetimlerinin benimsediği karşılıklı olmayan ticari kuralların “kolonyal” özelliğini ortaya koymaktadır. Sömürgeleştirilmiş devletler, ithalatı kısıtlayıcı engellerin konulması ve bunun sonucunda tarım sektörüne kredi ve yatırım akışının kesilmesinde önemli bir rol oynarlar (AB ve ABD’deki tarımı telafi eden sadece birkaç uzmanlaşmış sektör bu politikadan muaftır). AB ve ABD bankerlerine olan borçların ödenmesi için “ülke içindeki kaynakların kurutulmasına” ek olarak, sömürgeci devletin daha pek çok önemli rolü vardır: Yerini yurdunu bırakmış köylüleri ve kırsal kesim emekçilerini polisiye yöntemlerle denetlemek, toprak sahipliğini ulusal olmaktan çıkarmak ve belli sektörleri özelleştirmek.

Polisiye yöntemlerle denetlemek baskıyı içerir ancak devlet-köylü-toprak sahibi ilişkilerinin tarihinde hep var olan bu etken, ara sıra devlet-iktidarından köylü-taraftarı rejimlere geçişte tam olarak uygulanmamıştır. Devletin polisçilik rolünün çerçevesi, içeriği ve amacı kırsal kesim üretiminin egemen şekliyle değişikliğe uğramıştır. Latifundio sisteminde polisiye yöntemler temelde yerel olmakla birlikte geniş çaplı ayaklanmalarda devletin kolluk kuvvetleriyle de takviye edilmiştir. Burada amaç, kiracıların ve emekçilerin sadece patronla temas halinde olduğu latifundio’nun “kapalı toplumsal sistemi”ni koruyup dış dünyayla iletişimi olabildiğince azaltmaktır. Bunun tek istisnası, köylülerin askerlik hizmetidir; bu sürede kentlerle sık sık temas halinde olan köylüler böylece muhalif fikirlerden etkilenebilmişlerdir. Tek kelimeyle, latifundio sisteminin politikası köylünün hareket alanını daraltmak ve onları kapalı bir toplumsal sistem içerisinde tutmaktı.

Plantasyon sisteminin gelişmesiyle, devletin rolü belli bir hareket esnekliği kazandırmak ancak aynı zamanda kentli ve köylü emekçi kesim arasındaki teması engellemek ve “ölü sezon”da köylü emekçilerin belli bir geçim temin ederek uslu durmalarını sağlamaktı. Ancak “yerel polisiye yöntemler” sürmekle beraber topraksız köylülerin büyük kalabalıklar oluşturması, bunların “dış” fikirler ve örgütlerle tanışmaları ve planlanmış geniş çaplı eylemler düzenleyebilme olanakları “ulusal devletin askeri müdahalesi”ni beraberinde getirdi. Yerel askeri yetkililer, yargıçlar ve savcılar politik ve sosyal anlamda plantasyon sahipleriyle işbirliği yaparak işveren-işçi anlaşmazlıklarına şiddet kullanarak müdahale etmekten kaçınmadılar. Plantasyon sahiplerinin zayıf noktası hasat mevsiminde ürünlerinin hasar görmesiydi – birkaç günlük grev hasadın azalması ya da tamamen yok olmasına yol açabilirdi. Bu durum plantasyon emekçilerinin kırsal örgütçüleri tarafından da biliniyordu. Emekçilerin bu stratejik kozunu göz önünde bulunduran plantasyon sahipleri, hasat zamanında eylemleri engellemek için geniş kapsamlı baskıcı ve “önleyici”, “örnek oluşturacak” şiddet yöntemlerine başvurdular. Plantasyon pazarları büyük oranda uluslararasıydı; ABD’de, AB’de ve tropikal üretim alanları artıp rekabet kızıştıkça, çalışma koşulları daha da kötüleşti ve yeni topraklar sıfatsız yerel üreticiler tarafından istimlak edildi. Pazar dinamikleri gittikçe büyüyen plantasyon sahipleri ve köylüler, ayrıca eski ve yeni plantasyon emekçileri arasında şiddetli çatışmalara neden oldu. Bu bağlamda devlet önemli bir rol oynadı. İlk önce, “sahipsiz toprak” gibi hukuksal bir terim kullanarak de facto köylü işgalcileri yerlerinden çıkardı ve ikinci olarak da köylüleri yerli halkın rezervlerine yönlendirerek tarım için yeni alanlar açtı. Devlet ayrıca hasat zamanı grev hakkını yasadışı ilan edip “ehlileştirilmiş” kırsal kesim emekçi liderleriyle yapılan pazarlıkları “normalleştirdi”. 

1930’lardaki kriz, ihracat tepetaklak olup fiyatlar dibe vurduğundan plantasyon tarımına ciddi bir darbe indirdi. Yabancı toprak sahipleri topraklarını yerel seçkinlere sattılar, bazıları yerel çiftçilere devretti, diğerleri ise topraklarını kısmen işgalcilere bıraktılar. Kırsal kesimde kitlesel ayaklanmalara tanık olundu. Çoğu yatırımlarını kentlerdeki gayrımenkullere, finans kaynaklarına kanalize etti, birkaçı ise yeni, korunmuş “ithalata dayanan” endüstrilere yöneldi. Devlet kırsal kesimdeki ayaklanmaların kanlı bir biçimde bastırılmasında önemli bir rol oynadı ancak aynı derecede yeni zirai üretim yöntemlerinin uygulanmasını ve kentlere göçü de kolaylaştırdı. Liberal zirai-ihracat sektöründeki kriz ve parçalanma, köylü kesimi ve köylü emekçileri son derece olumsuz etkiledi.

Ayaklanmalar, isyanlar ve devrimler

İspanya ve Portekiz tarafından yapılan işgaller ve bunu izleyen İngiliz, Fransız ve ABD saldırıları sırasında kırsal kesimdeki emekçiler halk ayaklanmaları, isyanlar ve devrimlerin temelini oluşturmuşlardır.

Halk isyanları çok çeşitli olmasına ve bunlar görünüşte “ilkel isyancılar”ın “arkaik” ya da “barışı sağlayıcı” eylemleri olarak değerlendirilmesine rağmen gerçekler hem öz hem de amaç yönünden çok farklı bir nitelik içeriyor.

Tupac Amaru’nun ayaklanmalarıyla simgelenen daha önceki isyanların amacı İspanyol sömürgeci yöneticileri devirip Kolomb öncesi toplum düzeninin unsurlarını benimsemekti. Ancak burada amaç Kolomb öncesi döneme dönmek değil emperyal iktidara karşı köylü kesimine dayanan modern bir kitlesel halk hareketini tetiklemekti. Encomienda sisteminin kısıtlamalarından kurtulmuş bir köylü isyanı, köylü kesimine dayanan zirai bir sistem kurma olanağına sahip olduğu için arkaik restorasyoncu sembolizmi bu isyanla özdeşleştirmek yanlış olur.

Kırsal kesimdeki köle emekçiler arasında modernist eğilimlerin en açık ve ileri örneği Haiti Devrimi’nde ortaya çıkar. Kölelik karşıtı devrim aynı zamanda anti emperyalistti ve en azından kitleler arasında eşitlikçi toprak dağıtımı görüşlerinden fazlasıyla etkilenmişti. Latin Amerika’da daha sonra cereyan eden bağımsızlık savaşları iki düzeyde meydana geldiler: Devlet iktidarını ele geçirmek isteyen tüccarların ve toprak sahiplerinin mücadeleleri (bağımsızlık), ekonominin liberalleştirilmesi, ticaretin ve uygun yerel toprakların genişletilmesi; başka bir düzlemde de, toprağa sahip olmak ve kendilerini üretimin toplumsal ilişkilerinin sömürücü ve baskıcı kıskacından kurtarmak isteyen kölelerin, amelelerin ve küçük üreticilerin mücadeleleri.

19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki bağımsızlık sonrası dönem ilkel baskıların ve modern isyanların yaşandığı bir dönemdir. Burada kastettiğim, yerel komünal toprakları ele geçirmek üzere “ilkel toplama” sürecini başlatan, köylü emekçi kesiminin ve özellikle yerlilerin sömürülmesini engelleyen kısıtlamalara ve yasalara karşı mücadele eden egemen kırsal kesim oligarşisidir.

Halk isyanları ideoloji ve program bağlamında değil de, toprak sahipleri, devlet, ticaret ve kredi v.b.’nin oligarşik tekeline saldırıları bakımından moderndi. Toprak talebi ve daha önceki doğuştan olan haklarının korunması isteği, modern self determinasyon taleplerinin provasıydı. İsyanların “yerel” ya da desantralize biçimleri, 19. yüzyılda tüm erken modern kent ve kırsal kesim ayaklanmalarının temel özelliğiydi. Burada temel unsur, özünde köylü-amele isyanlarının, yerel pazarlar için üretimi reddeden, dünya pazarlarıyla bağlantılı, liberal ihracat modeline dayanan tarımsal gelişmeye karşı olmasıydı. 

Kölelik sonrası istihdam sürecinde topraklara el konulması ve sıkı denetime eşlik eden baskılar, Meksika’da ve başka yerlerde kitlesel ayaklanmalara yol açtı. Bu kitlesel ayaklanmaların başarıyla bastırılması sürülen köylülerin dağılıp parçalanmasına ve daha sonra “ilkel isyancılar” adıyla damgalanacak olan – kolektif eylem hakkında bilgi vermekten çok gölgede bırakmaya yarayan bir sıfat – çetelerin oluşmasına neden oldu.

Oligarşik yönetimin orduları kuşkusuz köylü ve amele askerlerden oluşmuştu ve isyanlar arasında da zaman bakımından kopukluklar vardı ancak sözlü gelenekler bölgede kuşaklar boyunca meydana gelen çatışmalarla ilgili efsanelerin kulaktan kulağa yayılmasını sağlamıştı.

Köylü ayaklanmalarının modernist yapısı 1910 yılındaki Meksika köylü devrimi tarafından kanıtlandı. Meksika dünya pazarlarıyla entegrasyon, yabancı sermaye akışı ve liberal ideolojinin – Profiriato’nun beslediği los cientificos – yaygınlaşması bakımından oldukça ilerdeydi. İşkence ve emek üzerindeki denetimin şiddetli ve vahşi biçimleri – B.Traven’in romanlarında grafiklerle betimlenmiştir – arkaik emperyal düzenin bir parçası olmayıp Avrupa, Kuzey Amerika ve Mexico City’deki modern kapitalistlerin karlarını artırmaları için birer araçtı.

Meksika devrimi – en azından popüler sektörlerde – sadece toprak reformu amacını güden bir hareket olmayıp aynı zamanda anti emperyalist nitelikteydi – ABD imparatorluğuna karşı filizlenen ilk önemli devrim.

Meksika devriminin izlediği yol köylü kesiminin devasa devrimci potansiyelini ve stratejik zayıflığını ortaya koymaktadır – özellikle de devlet iktidarıyla olan ilişkide.

Köylü sınıfı tüm devrimci orduların belkemiğini oluşturmakla beraber, temel ekonomik çıkarları sadece birkaç bölgesel orduda kendisini ifade edebildi – özellikle Zapatistalar’da. Köylü orduları mevcut iktidarı devirmede başarılı olurken,  kentlerdeki politik rejimle de politik anlaşmalar imzalamak için sürekli “baskı” uyguladılar. Böylece devlet köylü kesime dayanan politik-ekonomik bir sistemin stratejik bir kaynağına dönüşmek yerine rekabetçi burjuvazi ve köylü talepleri arasında “aracılık” görevini üstlendi. Devrimci köylü hareketi zirveye ulaştığında burjuva devlet tavizler, radikal yasalar ve vaatlerle karşılık verdi. Ancak burjuva toplumsal güçlerle ordu işbirliği yaptığında ve köylü eylemleri eski gücünü kaybettiğinde, devlet hemen reformları tersine çevirmeye ya da onları uygulamamaya yeltendi.

Devlete karşı kitlesel köylü hareketi fenomeni, bazı devlet görevlilerinin işine son verilmesi, sınıfsal yapıyı değiştirmeden devlete baskı yoluyla taviz alınması 20. yüzyıl boyunca köylü hareketlerinin temel özelliği oldu. Ancak kırsal kesime dayanan eylemlerin yapısı, liderleri ve talepleri zaman içinde değişti.

Köylü isyanları ve sosyalist devrimler: 1930’lar

Köylü eylemleri en iyi şartlarda geniş çaplı sektörel reformların yapılmasında başarılı oldular – özellikle toprağın yeniden dağıtılmasında. Meksika örneğinde, tarım reformu 1910’larda başlayan ve 1930’larda doruk noktasına ulaşan bölgesel ve oldukça uzun bir süreçti. Bolivya’da 1952’de madencilerin ve köylülerin devrimi, pek çok büyük toprak sahibinin varlıklarının ellerinden alınmasına yol açtı. Küba’da, Fidel Castro’nun lideri olduğu 26 Temmuz’daki hareket ABD’li ve Kübalıların ellerindeki plantasyonlara el konulup, toprağın kolektif  kullanımını ya da küçük işletmecilere dağıtılmasını sağladı. Peru’da 1960’larda, Şili’de 1966-73 döneminde ve Nikaragua’da da 1979-86 yılları arasında, kitlesel köylü eylemleri ve doğrudan eylem sayesinde toprak paylaşımı gerçekleştirildi.

Ancak Küba Devrimi hariç bu köylü ve topraksız emekçi ayaklanmaları orta ve uzun vadede çok sert bir biçimde geri püskürtüldü. Burada temel sorun köylü hareketlerinin devletle olan ilişkisiydi. Pratikte tüm devrimler, tarım reformları başarısızlığa uğratılabilecek nitelikteydi. Meksika, Bolivya ve Peru’da, devletin uzun süre reform sektörüne yatırım yapmaması, zirai-ihracat tekellerini teşvik edecek yasaların çoğalması, kolektif toprakların dışlanması (Meksika’da ejido), ucuz ithalatın (sübvansiyonlu) özendirilmesi sürecini beraberinde getirdi.  

Köylü sınıfının kentli küçük burjuvaziye tabi olduğu politik ittifaklarda burjuva güçler başlangıçtaki dağıtım modelini ve devlet yardımını benimsediler. Ancak daha sonra köylü hareketleri “resmi” ve “muhalif hareketler” olarak ikiye bölündüğünde “resmi” olanı devlet poltikası için bir tür vitese dönüştü. Köylü hareketinin sektörel “ekonomik” bilincinin galip gelememesi, kentli diğer sınıfların dizginleri ele geçirdiği ve köylü hareketinin kapitalist “modernizasyon”un önünü açacağı bir araç olarak kullanacağı militan “baskı grup politikaları”yla sınırlanmasına yol açtı.

Yalnızca Küba örneğinde köylü kesimi, büyük ölçüde kentli liderliğin sosyalist yapısı ve kırsal kesimi “kalkınmanın motoru” olarak geliştirmeye yönelik çabaları sayesinde konumunu ve refah düzeyini pekiştirebildi.

Tarımda reform hareketlerinin azalmasına yol açan ikinci etken ilkiyle yakından bağıntılıdır: Kooperatiflerin ya da kişisel toprak reformundan yararlananların durumunu iyileştirmek için altyapı, kredi, pazarlama ve hizmetlere devlet yardımı yapılmaması. Devletin “maksimum eylemi” gösterişli törenlerde çeşitli unvanlarla ödüllendirmekten ibaretti. Gelecekteki yatırımlara yönelik vaatler hiçbir zaman uygulamaya konulmadı ya da bu kaynaklar seçime dayanan patronaj sisteminin bir parçası olarak bazılarına dağıtıldı. Nikaragua örneğinde, ABD Kontra savaşı devlet sponsorlu tarım reform destek hizmetlerinin çoğunu ortadan kaldırırken Sandinist rejimin tarımın gelişmesi için ayırdığı bütçeyi askeri savunmaya kanalize etmesine yol açtı. Kredi olmadığından toprak reformundan yararlananlar, sermaye yatırımlarına mali kaynak ayırmaya zorlandı; yol ve ulaşım olanakları kısıtlı olduğundan ürünler karlı bir biçimde pazarlanmadı. Özel kredi ve ulaşımın yüksek maliyeti pek çok ailenin iflasına neden oldu. Sulamaya devlet yatırımının yapılmaması ve yeni özelleştirilmiş sınıfların su kullanım haklarını gasp etmesinin devlet tarafından engellenmesi büyümeye sekte vurdu. Neo-liberalizmin yaklaşan ayak sesleri, ucuz gıda ithalatıyla beraber fiyat destekleri ve sübvansiyonun ortadan kaldırılması, toprak reformundan yararlananlara ciddi bir darbe indirdi.

Zamanla devlet toprağın yeniden tek elde birikimi ve zirai-ihracat sektörlerinin teşvikine hız verdi. Kuzey Meksika’da, Bolivya’nın Santa Cruz bölgesinde, Peru’da, Nikaragua’da ve özellikle Şili’de toprak reformları tersine döndü; eski ve yeni toprak sahipleri karşı devrimci ve karşı reformcu rejimlerin desteğiyle toprakları yeniden ele geçirdiler. Bu “tek elde birikim” süreci ve reformların tersine çevrilmesi, köylü liderlerin seçimi ve bürokratikleştirilmiş köylü örgütlenmesinin parti-devletin bir organına dönüştürülmesiyle kolaylık kazandı – Meksika’da PRI ve Bolivya’da MNR’yle olan durum.

Temel teorik nokta şu ki, devrimci köylü hareketleri (Küba dışında) devlet iktidarını ele geçirmede ve kendi görüşleri doğrultusunda toplumu ve ekonomiyi yeniden yaratmada – ya da en azından ekonomilerini güçlendirecek ve yaygınlaştıracak şekilde – başarılı olamadılar. Devrimci programları olan silahlı köylü ayaklanmalarında köylü liderlerin kentli seçkinlerin yağcılıklarının etkisine kapıldıklarına  ya da kendilerini çeşitli “unvanlar”la ödüllendirecek alelacele yapılacak reformlara olumlu baktıklarına tanık olundu. Nikaragua, Şili ve Dominik Cumhuriyeti örneklerinde, silahlı ABD müdahalesi – gizli kapaklı değil denizciler ya da paralı askerler aracılığıyla – toprak reformu taraftarı rejimlerin yıkılıp yerine büyük işletmelere dayanan ziraatin konulmasında önemli bir rol oynadı.

Tarım reformunun itici gücü köylü sınıfının devlet üzerindeki etkisidir; reformun korunması ve tersine çevrilemez kılınmasındaki zayıf nokta devletin gücünü pekiştirir. Bu nedenle, tarım ile ticari, mali ve parasal sistem arasındaki iç bağlantıları göz önüne alan devrimci bir vizyon geliştirilmesi gerekmektedir. Toprak reformundan yararlananların konumunu güçlendirmede başarılı olan tek devrimci örnek Küba oldu – tarım reformuyla beraber kent ekonomisini de geliştirdi. Burada temel soru, yeni ve dinamik tarım hareketlerinin geçmişten ders alıp almadıklarıdır.

Çağdaş köylü hareketleri ve devlet

20. yüzyılın sonunda, köylü kesimine dayanan dinamik hareketlerin yeni bir boyutu Latin Amerika’da merkez oldu. Ekvator, Bolivya, Paraguay, Brezilya, Kolombiya, Meksika, Guatemala, Dominik Cumhuriyeti, Haiti ve daha ufak çaplı boyutta da Şili ve Arjantin olmak üzere Latin Amerika’nın tümünde görülen bu eylemler sıklıkla yerli unsurların güçlü desteğini de alarak neo-liberalizme karşı muhalif bir cephe oluşturdular.

Belli başlı köylü ve yerli hareketlerin büyümesi ve radikalleşmesi devlet politikasıyla yakından bağlantılıdır. Meksika örneğinde, NAFTA’nın yürürlüğe girmesi Zapatista ayaklanmasını tetikledi. Nitekim belli başlı Kızılderili-köylü ayaklanması ve Ekvator’un başkenti Quito’nın Ocak 2000’de ve bir yıl sonra ele geçirilmesi ulusal hükümet tarafından uygulanan neo-liberal politikalara bir yanıttı. Brezilya’da Topraksız Köylüler Hareketi, toprak işgalleriyle kitlesel eylemleri birleştirip, toprak paylaşımının yasallaştırılması ve mali kaynak sağlanması için hükümet üzerinde baskı unsuruna dönüştü. Benzer taktikler ve hareketler Paraguay’da da meydana geldi: Toprağın yeniden paylaşımı doğrudan eylem taktikleri devletle olan sürtüşmelerle birleştirilip, kredi ve enerjiye mali destek sağlanması yasal güvence altına alındı. Bolivya, Kolombiya ve Peru’da köylü hareketleri, yerel pazarları ucuz ithal ürünlerle dolduran neo-liberal serbest pazar politikaları karşısında alternatif karlı ürünler (koka üretimi) geliştirilmesi mücadelesinin ön cephesinde yer aldı. Koka üreticilerine ABD’nin baskıları, askeri ve para militer destekçileriyle beraber Washington’un müşteri rejimlerinin aktif desteğini ve onayını da alarak doruk noktasına ulaştı. Bu sürecin ironik yönü ise her müşteri rejimin ve generallerinin bölgede belli başlı uyuşturucu kaçakçıları, başlıca ABD ve AB bankalarının da kara para aklayıcıları olmalarıydı.

Yukarıda anlattığımız çağdaş köylü hareketleri geçmiştekilerden esas olarak farklı. İlk olarak, bunların tümü seçim partilerinden ve kent politikacılarından bütünüyle bağımsızdır. İkincisi, liderlerinin bürokratik bir mekanizmanın parçası olmayıp halk meclislerindeki tartışmalara dahil olmalarıdır. Üçüncüsü, sektörel mücadeleleri ulusal politik konularla ilişkilendirmektedirler. Örneğin, Brezilya’daki MST tarım reformu, bankacılık sisteminin ulusallaştırılması ve serbest piyasa politikalarına son verilmesi çağrısında bulunuyor. Aynı durum Ekvator’daki CONAIE ve diğer hareketler için de geçerli. Dördüncü olarak, hareketlerin çoğu bölgesel (CLOC) ve uluslararası bağlar (Via Campensina) geliştirip küreselleşme karşıtı gösterilere sıkça katıldı. Beşincisi, köylü hareketleri kentli müttefik ve ulusal parlamentolarda güç arayışlarında başı çekti. Son olarak da, yeni köylü hareketleri, özellikle de taktik uygulamaları bağlamında birbirinden çok şey öğrendi.

Neo-liberal ekonomiler madencilik, ormancılık, zirai-ihracat bölgeleri, toplama tesisleri, dış pazarlar ve finansla yakından bağıntılı oldukları için ekonominin temel direği olan köylü sınıfının ekonomik durumunu zayıflattılar: Yiyecek ithalatı yapılıyordu, kentteki emek pazarlarında da zaten istihdam fazlası vardı. Buna karşı köylüler de belli başlı otoyollarda ulaşımı bloke ederek  neo-liberal ekonomiler için yaşamsal olan mal dolaşımını engellediler ve borç ödemeleri için gerekli olan döviz girdisini azaltarak deniz aşırı ülkelerdeki faizciler üzerinde baskıları artırdılar. Köylülerin ve köylü emekçi kesimin otoyolları bloke etmesi stratejik endüstrilerdeki köylü grevlerinin işlevsel eşdeğeridir: Üretim ve ticaret için gereken malların giriş ve çıkışı engellenmektedir.

Ekonomik krizin derinleşmesi, özellikle de Latin Amerika’da ciddi hale gelmesi, her ikisinin de özellikle Kolombiya’da aşikar olduğu iki önemli sonuç doğurdu: İlki, mücadelenin radikalleşmesi ve büyümesidir – özellikle de sayıları 20 bini aşan ve özellikle köylü savaşçılardan oluşmuş gerilla ordularının büyümesi. İkincisi, mücadeleye dahil olan tarım kesimindeki üreticilerin çoğalmasıdır. Temmuz 2001 sonunda Kolombiya’da çiftçiler, köylüler ve köylü emekçi kesimler, borçlar, ucuz ithalat, kredi sıkıntısı v.b.’ni protesto etmek için ulusal bir grevde bir araya gelerek belli başlı otoyolları kestiler. Aynı şekilde, Bolivya ve Paraguay’da da, köylüleri, cocaleros’ları, Kızılderili toplulukları, çiftçileri ve kentli sektörleri (sendikalar, sivil gruplar) içeren ittifaklar otoyolları kesip devletle karşı karşıya gelmek için başkente yürüdüler.

Devletin bu ayaklanmalara tepkisi her yerde hemen hemen aynı oldu: Kırsal kesimin askeri bölgelere dönüştürülmesi, ABD’nin geniş çaplı askeri varlığı ve diğer federal ajanların faaliyeti, temel talepleri kabul etmeye değil reddetmeye yönelik görüşmeler.

Meksika’da Zapatistalar’ın kentlerde geniş çaplı bir destek bulması ‘görüşmelerin’ ve bunun sonucunda baskının azalmasının hemen ardından hükümetin geri çektiği bir anlaşmanın imzalanmasının yolunu açtı. Benzer şekilde, Ekvator’da da Quito’nun işgali sırasında hükümet CONAIE’yle anlaşma için pazarlığa oturdu ancak daha sonra Kızılderililerin yaylalara çekilmesiyle IMF-Dünya Bankası’yla yapılan anlaşmalara ters düşen anlaşmayı uygulamadı.

Uluslararası insan hakları kuruluşlarının endişeleri gittikçe artarken ABD askeri yetkilileri kasabalarda katliamlar yapılması, sendikacıların, insan hakları çalışanları v.b.’nin öldürülmesi için Latin ordularını “paramiliter” güçlerle işbirliği yapmaya teşvik ettiler. Kolombiya vakası Vietnam’da olanların yeniden  sahneye konulmasından başka bir şey değildir. Washington yönetimi 2000 yılında 1.3 milyar dolar yardımda bulunurken bir sonraki yıl 600 milyon dolar daha verdi ve bir yandan da Kolombiya Planı’nın bir parçası olarak bini aşkın askeri danışman ve “özel” paralı askerleri devreye soktu. Bu plan, uyuşturucuyla savaş kılıfı altında köylü sempatizanlarını ve köylü gerillalarını belirlemeyi amaçlıyordu. Sivillerin bastırılması için paramiliter güç kullanımı, Washington’un ve askeri müşterilerinin bir yandan silah, mali kaynak ve Kolombiyalı askeri komuta aracılığıyla koruma sağlamasına bir yandan da kamuoyunun “güvenini kazanacak şekilde kınama”sına (nitekim Washington “para”ları kınamaktadır) olanak tanımaktadır. 

Son yirmi yılda, özellikle de neo-liberal ve neo-merkantilist politikaların gündeme gelmesiyle, Latin Amerika rejimleri toprak reformunun her şeklini kesin bir dille reddettiler. Tarım reformunun bazı yönetimler tarafından devrime karşı bir tür panzehir olarak kabul edildiği 1960’lı yıllardan farklı olarak, son yıllarda devlet son 50 yılda yapılan reformları tersine çevirme arayışına girmiştir. Uluslararası bağlantıların ve pazarların büyümesi, devletin yeniden sömürgeleştirilmesi ve yeni bir Latin Amerikalı “ulusötesi kapitalist” sınıf, tarım reformlarının tersine çevrilmesinin, gittikçe artan yoksulluğun ve kırsal kesimdeki ayaklanmaların bastırılması için kırsal bölgelerin militarizasyonunun başlıca sorumlusudur.

Kırsal kesimde reformların tersine çevrilmesi, sanayinin ulusal niteliğini kaybetmesi, kamu hizmetlerinin ve kuruluşlarının özelleştirilmesini içeren daha geniş çaplı bir sürecin parçasıdır. Bununla birlikte, muhalefetin gelişmesi, köylü ve emekçi köylü kesiminin kopuşunun gerisinde kalan kentli endüstriyel işçi sınıfı yüzünden eşit bir çizgi izlememiştir.

Kırsal kesimin talepleri ve elde ettikleri olağanüstü niteliktedir. Kolombiya’da köylü kesime dayanan gerilla hareketi olan FARC, İsviçre büyüklüğünde askerden arındırılmış bir bölge elde etmiştir; burada belli başlı akademisyenlerin, hükümet yetkililerinin ve diğerlerinin toprak reformu, alternatif ürünler v.b. konuları tartıştıkları sosyal forumlar düzenlenmektedir. Buna ek olarak, gerillaların kırsal kesimdeki belediyelerin üçte biri üzerinde ciddi bir etkisi vardır.

Büyük bir bölümünü yerli halkın oluşturduğu kırsal kesime dayanan köylü hareketlerinin tümünde toprak üzerinde hak ana eksendir. Zapatistalar’ın temel talebi bölgelerindeki Kızılderili otonomisinin yasal olarak tanınması ve doğal kaynaklar üzerinde kontrol haklarının olmasıydı. Aynı şekilde Ekvatorlu CONAIE, Bolivya’daki Ayamara ve Quechua ulusları, Guatemala’daki Maya ulusu, ulusal kültürel otonomi ve ekonominin kontrolü taleplerinde bulundular – müşteri devletlerin, ABD ve AB menşeli şirketlerin direndikleri talepler.

Neo-liberal devletin taleplerini yerine getirmemesi, sürekli hale gelen askeri müdahaleler ve katliamlar ve de ulusal kültürel kimliklerinin gittikçe daha fazla kabul görmesi, ulusal otonomi konusunu daha geniş boyutlara taşıdı.

Çağdaş köylü hareketlerinin ikinci en önemli hamlesi, mücadelelerinin anti-emperyalist niteliğidir. ABD’nin devlet üzerinde geniş çaplı ve kesintisiz nüfuzu ve önemli doğal kaynaklar üzerinde hak iddiası, kırsal kesimde anti-emperyalizmin ortaya çıkışının temel nedenidir. Örneğin, Uyuşturucuyla Mücadele Kurumu’nun, CIA’nin ve Pentagon’un  doğrudan dahil olduğu ABD’nin yoğun uyuşturucu karşıtı kampanyası sırasında Bolivya’da 40.000, Kolombiya’da ise 100.000’i aşkın koka çiftliğinin yok edilmesi kuşkusuz anti-emperyalist duyguları daha da kışkırttı. Köylülerin sağlığını olumsuz etkileyen ABD destekli dezenfekte programları Güney Kolombiya’da geleneksel ürünlere zarar verdiğinden emperyalizm düşmanlığını daha da artırdı. Benzer şekilde, Clinton’ın, çoğu Maya kökenli Kızılderili köylüler olmak üzere 250.000’i aşkın kişinin katledildiği Guatemala’daki soykırımın “suç ortağı” olduklarını kabul etmesi kuşkusuz ABD emperyalizmini campesinos’lara sevdiremedi.

Self – determinasyon, anti-emperyalizm ve neo-liberalizme muhalefet, köylü hareketlerinde mevcut unsurlardır.

Ancak eylemci köylülerin önceliği, özellikle toprak reformu, krediler ve fiyatlar, bazı bölgelerde de koka üretim hakkı olmak üzere yerel taleplerin hemen karşılanmasına odaklanmıştır. Liderler, acil taleplerin hemen karşılanması için mücadelelerinin sürdürülmesinde militan ve dürüst tavırları sayesinde kendilerine verilen desteği kaybetmediler.

Meksika’daki hükümetler “yoksulluk” yardımlarıyla bu eylemler ve köylü seçmen tabanı arasında kopukluk yaratmaya çalıştılar. Brezilya’da Cardoso rejimi,  MST’ye köylü desteğinin kesilmesini hedefleyen başarısız bir girişimde bulunarak, ticari amaçlı toprak satın alınması programına mali kaynak sağlanması için Ziraat Bankası’nı kurdu.

Sonuçlar

Devlet, köylü sınıfının aleyhine bir tavır takınarak tarım ekonomisinin ve zirai politikanın şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Sadece taktiksel amaçla devlet bazı yerleşim bölgelerinde belli bir süre için son derece sınırlı tarım reform programını destekledi.

Öte yandan, köylü sınıfı devlete karşı yerel çatışma ve mücadeleler arasında gidip gelerek, yöneten sınıfın devrilmesinde önemli bir rol oynadı. Toprağın yeniden paylaşılması için verilen mücadelede elde edilen başarılar, köylü kesiminin devletin mevcut kurumlarının şekillenmesinde yetersiz kaldığından orta ve uzun vadede reformların tersine çevrilmesine yol açtı; bu sorun günümüzde de hala sürmektedir. Örneğin, binlerce mülke el konulmasını sağlayan MST kısa bir süre önce kredilerin büyük oranda azalmasına neden oldu; bu durum da kooperatiflerin iflasına ya da iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açtı.

Sektörel mücadelelerde engellerin aşılması günümüzdeki köylü kesimi için çok kolay değil. Geçmişten farklı olarak, devletin yönettiği finans sistemi, ihracat rejimi ve makro-ekonomik politika köylü kesime dayanan kalkınmanın önündeki temel engellerdir. Ayrıca kalıcı ve önemli ittifakların oluşturulması da zordur. Pek çok ülkede kentlere dayanan – gayri resmi ve istikrarsız endüstriyel birliklerin azalması – endüstriyel birliklerin azalması, ücret talepleri dışında herhangi bir konuda kolektif eyleme geçme kapasitelerini zayıflatmıştır. Arjantin, Şili ve Brezilya (Meksika’daki yozlaşmış sendikalar dışında) gibi bazı örneklerde, resmi sendika konfederasyonları, neo-liberal rejimlerle bağlantılı sağcı yozlaşmış bürokratların (Arjantin’de CGT, Brezilya’da Forza sindical) ya da yetkisizleştirilmiş yetkililerin (Brezilya, Kolombiya ve Şili’de CUT) elindedir; bunlar “neo-liberalizm”i eleştirirken devletin sağladığı maaşlarla geçinmektedirler ve üyelerini harekete geçirecek kapasiteden de yoksun sayılırlar. Bolivya’da COB, Arjantin’de CTA ve işsiz işçiler hareketleri ( MTD) (yolları kesen kitlesel hareketler), Uruguay’da PIT-CNT, Ekvator ve Paraguay’da Frente Patriotico gibi kentlerde kitlesel örgütlenmeler görülmektedir.

Bununla birlikte, kitlesel örgütlenme potansiyeli olan yerlerde sürekli kitlesel bir baskı da var olduğundan, devrimci  bir köy-kent işbirliği gelişememektedir. Kolombiya’da, FARC ve Devlet Başkanı Betancourt arasında 1984-90 yılları arasında imzalanan barış anlaşmasında sol,  kitlesel bir seçim partisi örgütlemeye yeltendi. Bunun sonucunda 4000-5000 eylemci ve iki başkan adayıyla sayısız belediye yetkilisi ordu destekli ölüm mangaları tarafından öldürüldü; bu durum sağ kalan militanları gerilla hareketine katılıp, kırsal kesimde silahlı mücadeleyi yeniden canlandırmaya yöneltti. Orta Amerika’da (Guatemala, El Salvador) eski gerilla komutanları, seçime dahil edildilerse de bunun bedelini köylü mücadelesini bırakarak ve Kongre’de marjinal bir grup olarak kalmak suretiyle ödediler.

“Seçmen olma” ya da baskıya maruz kalma ikilemiyle karşı karşıya kalan köylü hareketinin tepkisi çeşitli şekillerde oldu. İlki, yiyeceklerin kente naklini, hammadde ihracatını sekteye uğratacak yaygın ve daha kapsamlı yol barikatları eylemlerine girişerek mücadelelerini radikalleştirdiler. İkincisi, mücadeleyi kente taşıdılar: MST Brezilya’ya 100.00’i aşkın kişiyle ulusal yürüyüşler düzenleyip, kentli destekçilerini de saflarına kattı.

Meksika’da Zapatistalar Mexico City’de 300.000’i aşkın kişiyi harekete geçirerek Mexico City’ye yürüdüler. Ekvator’da CONAIE Quito’yu işgal etti ve hatta “Kongre’yi ele geçirip” ilerici alt kademedeki askeri yetkililerle kısa ömürlü “halkçı bir cunta” oluşturdu. La Paz ve Asuncion’da da benzer gösteriler ve yürüyüşler düzenlendi. Bu güç gösterileri genellikle hükümetle pazarlık sürecini, askerlerin terhisini öngören bir dizi anlaşmayı beraberinde getirdi.

Kitlesel güç gösterisi mevcut rejimin neo-liberal ajandasını değiştirmeye zorlayacak bir müzakere aracına dönüştü. Ancak bu araç devrimci görüntüsüne rağmen nesnel ya da öznel gerçeklikler nedeniyle ‘reformist’ bir stratejidir. CONAIE’den Vargas gibi köylü hareketinin radikal liderlerinin pek çoğu, birbirini takip eden kitlesel protesto-müzakere-anlaşma-yerine getirilmeyen vaatler, kitlesel protestolar v.b. gibi rutin bir sirkülasyonun içine girdi. İktidarı ele geçirecek devrimci mücadeleler yerine kitlesel baskı poltikalarının ortaya konulması, şehirlerdeki güçsüz konumdan ve/ya da devletin yapısıyla ilgili olarak liderlerin düşüncelerinin sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Köylü mücadelelerini daha da zorlaştıran etken köylü hareketlerindeki bölünmeler ve devletin böl-yönet stratejisinin elinde oyuncağa dönüşmelerini sağlayan köylü örgütlenmeleri arasındaki zayıf işbirliğidir. Bolivya’da cocaleros’un Evo Morales’i ile köylü hareketlerinin Quispe’si arasındaki rekabet buna örnektir. Paraguay’da ve kısmen Brezilya’da benzer bölünmelere rastlanmaktadır. Ancak bölünmeyle ilgili en çarpıcı örnek, her eyaletin kendi militan örgütüne sahip olduğu ve bölgeye göre bu rakamın bazen iki ya da üçe çıkabildiği Meksika’dır. Bu bağlamda, bir sektöre anlaşmalar ya da tavizler sunarak bunun bedelini diğer sektörlere ödetmekte, böylece gelecekteki eylem birliğinin bölünmesi için uygun zemini hazırlamaktadır.

Bununla birlikte, gösterilen çabalar tüm kırsal kesim sektörleri arasında taktik amaçlı ititfakların oluşturulmasını sağladı. Kolombiya’da Ağustos 2001’de, kahve yetiştiricilerinden günlük işçilere kadar her kesimi içeren başarılı ”paro agropecuriao”, Kolombiya’nın kırsal kesiminde belli başı otoyollarda ulaşımı engelledi. Aynı şekilde, Meksika’da Kızılderili örgütlenmeleri, çıkarlarını birleştiren ve EZLN’yle dayanışmalarını gösteren ulusal bir örgüt oluşturdular.

Bu ittifaklar ve koordinasyonlar, Latin Amerika’da gittikçe büyüyen köylü hareketi dayanışması önemli bir adımdır. Ancak ABD destekli müşteri-devletler ve bunların orduları hala çok ciddi bir tehdittir. Hem Zapatistalar’ın ve MST’nin kentlerde eşdeğer örgütlenmeler oluşturma çalışmaları da sonuç vermedi. Kentlerdeki dinsel ve insan hakları grupları, solcu parlamento üyeleri, akademisyenler ve sendikacılar destek vermelerine rağmen bunlar devleti dönüştürecek bir köylü devrimci hareketini oluşturabilecek sistem karşıtı güçleri yaratamamaktadırlar. Kent politikalarında en ümit verici gelişme, Arjantin’de barrio’ya dayanan kentlerdeki işsizlerin hareketiyle, Dominik Cumhuriyeti’nde topluma dayanan Halkçı Örgütlenmelerin Koordinatörü’dür (COPS). Bunlar yoğun baskılara rağmen kent ekonomisini felç edecek ulusal çaplı kitlesel eylemler gerçekleştirebilmişlerdir.

Kırsal kesimdeki ayaklanmaya ve vahşi devlet baskısına karşı bir diğer seçenek ise köyleri terk etme ve yurtdışına göç hareketidir. Nitekim, iki milyonu aşkın Kolombiyalı, ABD destekli paramiliter/askerin girşimiyle yurtlarından göç ettirilmişlerdir. Bugün ABD ve Meksika’daki El Salvadorlu sayısı El Salvador’un nüfusundan daha fazladır. Ekvator, Kolombiya, Orta Amerika ve Karayipler’deki kitlesel dış göç başarısız neo-liberal deneyime ve devlet baskısına “pasif negatif” bir tepkidir. Kırsal kesimden göç ettirilenlerin yeniden köylerine döndürülmeleri planından söz eden Venezüella Başkanı Hugo Chavez dışında Latin Amerika’da hiçbir devletin tarımdaki ve özellikle de köylü tarımındaki gerilemeyi durduracak ne kaynağı ne de siyasi iradesi vardır. Dünya pazarlarıyla bütünleşmiş, ABD’ye tabi olmuş devlet “köyleri boşaltma”, verimli köylü topraklarına el koyup bunları büyük toprak sahiplerine devretme ve yeni yeni filizlenen kitlesel eylemlere dahil olanları bastırma politikalarını daha da yaygınlaştırarak sürdürmektedir. Bunun sonucunda iki taraf da birbirinden nefret etmektedir: Hiçbir köylü hareketi Latin Amerika’daki hiçbir devletle aynı safta yer almamaktadır.

http://www.rebelion.org/petras/english/peasantry091201.htm.

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar