Ana SayfaArşivSayı 21İsmaililer: Bir Muhalefetin Öyküsü

İsmaililer: Bir Muhalefetin Öyküsü

*

I.

Son din, dünya üzerindeki serüvenine son vermeden önce, Tanrının insanlığa gönderdiği en son talimatlar bütünü olma iddiasıyla Müslümanlık, özel bir tarih bilincine sahiptir. Gerçi, kendini bir din olarak tanımlayan bütün inanç sistemlerinin doğasında bulunan tek gerçek din olma iddiası, aynı zamanda ‘son’ din olma zımni iddiasını da içerir; İslamiyetin iddiasının özelliği, kendisini açık bir mesajlar silsilesinin sonu, sonucu ve tamamlayıcısı olarak sunmasıdır.

Aslında, bir dinin son din olma iddiasıyla ortaya çıkması, ilk bakışta, din kavramının doğasına ters görünebilir. Din, yaradılışın sırlarının, insanın var edildiği andan itibaren bu dünyadaki varlığının anlamının bilgisidir. Bu nedenle, ilk bilgi olarak zamanın akışına karşı dayanıklı olması, aynı şekilde, zamanın başlangıcına en yakın bilginin en gerçek bilgi olması gerekir.

Ne var ki, insanların bir tarihi olduğu için, insanların dininin de bir tarihi vardır; ya da insanlar tarihin ürünü olduğu için dinleri de tarihin ürünüdür. İnsanlığın, kapalı kabile, bölge, ülke ölçeklerini kırıp dünya-tarihsel çerçevede hareket etmeye başladığı tarih dönemecinden sonra ortaya çıkan evrensel dinler, –Hıristiyanlık, Zerdüştçülük, Budizm– bu gerçeğin, yani kendilerinin insanlığın tarihinin bir aşamasında ortaya çıktıklarının farkındadırlar. Ancak, Yahudi geleneğinin mirasçısı olarak kısmi ve sınırlı bir tarih anlayışına sahip olan Hıristiyanlık dışında hiçbir evrensel din, Müslümanlığın tarihsellik bilincine yaklaşamamıştır

Peygamber Muhammed, kendisini son peygamber, getirdiği dini de son din olarak ortaya koyarken, ince bir diyalektik geliştirmiştir. Bir yandan son peygamber olarak ortaya çıkarken, öte yandan getirdiği mesajın sıralaması konusunda tereddütlüdür. Son din olma iddiası, aslında genel olarak tek tanrıcı, ya da en azından, “kitabi ya da semavi dinler’’ olarak içinden çıktığı geleneği paylaşan üç din, yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık için ilk, ya da ‘’köken’’ olan “İbrahim’in dini’’ olma iddiasıyla yan yanadır. Elbette Müslümanlığın ‘’son,’’ yani en “yeni’’ din olma iddiasıyla, ilk, asıl ve en eski din olma iddiası, görünürdeki çelişirliğine rağmen uzlaştırılabilir niteliktedir. Çok kısa bir özetle, kendi tarih anlayışına göre, İslam, aynı zamanda hem ilk, hem son dindir, bir tarihin ürünüdür; Musa, İsa, bu iki peygamberden önce ve bu ikisinin arasında gelip geçen tüm peygamberler, bir ve aynı dini öğretmişler ve hepsi sırayla kendilerinden sonra gelecek bir peygamber ile dinin ve tarihin tamamlanacağını haber vermişlerdir. Muhammed, ilk dini ihya etmek üzere ortaya çıkan son peygamberdir. (Kıyametten önce gelen son, yani ‘’ahir zaman peygamberi’’ olarak, tarihi sonuna erdirecek peygamberdir. Ne var ki, dünya ölçüleriyle bakıldığında, tarih, ilk müslümanların beklediği kadar kısa bir sürede sona ermemiş, “ahir zaman’’, kendisini önceleyen ve birçok peygambere ihtiyaç duyulan “evvel zaman” ile kıyaslanabilecek kadar uzun sürmüştür.)

Kuruluş dönemindeki Müslümanlık, kendisinden önce gelmiş, örgütlenmiş ve hâlâ canlı olan üç büyük dinin, yani Yahudilik ve Hıristiyanlık ile kısmen Zerdüştçülüğün karşısında kendisine yer açabilmek için, bu dinlerin karşısında kendi meşruiyetini savunabileceği bir tarih fikri koymak zorunda kalmıştır. İsmaililerin en çok kafa yorduğu konulardan birisi budur.

İslam’ın tarihi anlayışının yanı sıra, bir de, İslam’ın kendisinin tarihi vardır. Müslümanlık, savaşçı bir kavmin bağrında, daha başından savaşçı bir din olarak doğmuş, kendisini savaş ve fetih içinde olgunlaştırmıştır. Fetih ve askeri üstünlük, gerek Araplar, gerek zamanla İslamiyete katılacak diğer halkların gözünde, yeni dinin hak din olduğunun pratik kanıtı olmuştur. Klasik uygarlık merkezlerinin kıyısındaki bedevi topluluklarının on yıllarla ölçülen çok kısa bir süre içinde örgütlenerek, ilk çağlardan beri dünyanın en büyük güçleri arasında sayılan İran devletini yerle bir edip Roma imparatorluğunu temelinden sarsması, tanık olanların gözünde ancak tanrısal iradeyle açıklanabilecek bir mucizeydi. Peygamberin, Arap birliğinin temellerini sağlam biçimde kurmasının hemen ardından gelen ölümünden çok kısa bir süre sonra, Fars imparatorluğu yıkılmış, en zengin eyaleti Mısır’ı ve Suriye’deki kentlerini yitirdikten sonra Anadolu içlerinde savunmaya çekilen Bizans, Arap ordularının İstanbul surlarının dibinde çadır kurduğunu görmüş, yeni dinin savaşçıları İspanya’dan Türkistan’a dek akıl almaz genişlikteki toprakların tek efendisi durumuna gelmişti.

Böylece, boş bir alanda değil, rekabet eden güçlü ve örgütlü dinlerin doldurduğu bir dünyada tutunmaya ve yayılmaya çalışan yeni din, doğruluğunu ve geçerliliğini kanıtlamıştı. Fetih, İslamın kanıtı, doğrulanışı ve başlıca ikna yöntemidir. Müslümanlar, Allah’ın çağrısını kabul etmişler (kelime anlamıyla, Allah’ın iradesine teslim olmuşlar/varlığını ve gücünü teslim etmişler) ve bu sayede batıl dinlerin güç ve iktidar sahiplerinin elinden dünyanın hâkimiyetini almışlardır. İnananlarına “Kisra’nın ve Kayzer’in (İran ve Bizans imparatorlarının) hazinelerini” vaad eden peygamberin dediği çıkmıştır. Geçimi için kurak bir çölün besleyebileceği birkaç hayvana, çoğu kez kendisi kadar yoksul komşularından o da şansı yaver giderse yağmalayabileceği birkaç parça ganimete ya da Bizans, İran, Afrika ve Hindistan arasındaki ticaretten aldığı aracılık payına bağımlı olan bir Arap, hak dinini kabul etmekle, Allah’ın rızasını ve öbür dünyadaki cenneti kazanmanın yanı sıra, çağın en kârlı girişiminde, yani eski dünyanın en zengin kentleriyle en verimli tarım alanlarının yeniden paylaşımında pay sahibi oluyordu. Dinler tarihinde, müminin öte dünyanın kalıcı ödülleriyle bu dünyanın fani zenginliklerine aynı anda sahip olabildiği durumlar son derece enderdir, tersine, hemen hemen bütün dinler, inananlarına ikisi arasında bir tercih yapmayı emreder. Belli bir gelişme aşamasına geldikten sonra bütün dinlerin karşılaştığı güven bunalımı burada yatar. İnanç ile akıl arasında, her dinde kendini türlü biçimlerde ortaya koyan gerilimin kökü de bu ikilemde bulunabilir: Geçici olduğu herkesin kendi deneyimiyle görülebilen bu dünyanın fani zenginlikleriyle, öte dünyanın kalıcı ödülleri arasında bir tercih zorunluluğuyla karşılaşan akılcı bir varlık, kuşkusuz ikincisini seçecektir. Öyleyse insan, dini aklıyla kabul edecektir. Öte yandan, öte dünyanın ebedi ödülleri, bu dünyanın geçiciliği gibi herkesin kendi kişisel deneyimiyle vakıf olabileceği bir bilgi konusu değildir. Bu dünyadaki hayat ve onun sonu olan ölümün kendisi her insanın bilgisi dahilindeyken, ölümle başlayan öteki dünya ve onun ödülleriyle azapları kişisel deneyimin dışındadır. Bu bilgi, sadece Tanrının seçtiği bir haberciye ve belki, bu haberi yorumlama yetkisine sahip seçkin bir azınlığa malum edilmiştir, geri kalanlara düşen, habercinin getirdiği tanrısal habere iman etmektir. Öyleyse din, bir inanç sorunudur. Birbiriyle rekabet eden ve belli noktalarda çelişen birden fazla habercinin ve haberin varlığında inanmak, daha da çetrefilli bir hal alır. İslamiyetin kuruluş yılları, inananın hem bu dünyaya hem ahirete sahip olma şansını bulabildiği o istisnai anlardan biriydi, o istisnai genişleme çağında, dinin temel gerilimi tatil edilmişti; mümin, dini kabul etmekle (Allah’a teslim olmakla) kişisel deneyimin dışında kalan öte dünyanın ödülleriyle müjdelendiği gibi, tümüyle kişisel deneyimin konusu olan bu dünyanın nimetleriyle rızıklanıyordu: öyleyse, aklı olan, inanır. Ancak, bütün iyi şeyler gibi, bu mutlu çağ da çok kısa sürmüştür. Daha fetih çağı sona ermeden, fetihler bazı Müslümanları daha zengin ve daha güçlü kılarken, başka bazı Müslümanların dinlerinin giderek büyüyen dünyevi şanından dişe dokunur bir pay alamadığı, hatta, başta peygamberin öz ailesi olmak üzere, bazılarının durumunun ve konumunun, İslam’ın Arap yarımadasında vatanlarından sürülmüş bir avuç mülteciyle güçsüz yardımcılarının dini olduğu kuruluş ve mücadele günlerinde olduğundan çok daha kötüye gittiği açıkça görülebilir olmuştu. Teoride İslam’ın hâkim olduğu bir dünyada mağdur olan (üstelik, başka Müslümanlar tarafından mağdur edilen) Müslümanların inanca ilişkin sorgulamaları ve inancı yeniden tanımlama çabaları İsmaililiğin bir başka kaynağı olmuştur.

II.

İslam araştırmacılarının ve İslamcıların sık sık vurguladığı gibi, toplumun salt manevi değil maddi yaşamını da düzenleme iddiasında bir din olan İslam’a göre, bu din, inananların ahireti kadar bu dünyadaki mutluluğunun da anahtarıdır. Ne var ki, İslamiyetin dünya üzerindeki bin dört yüz yılı aşan tarihi, mümin bile olsalar, insanlar için mutluluğun bu dünyada kolay bulunur bir nesne olmadığını göstermektedir. Mucizevi fetih yılları da dışında kalmamak üzere, İslam tarihi iç savaşlar, kültür çatışmaları, sınıf kavgaları, isyanlar ve kanlı bastırma hareketleriyle doludur. İslam’ın hakim ve düzenleyici din olduğu bir toplumda bile, Allah’a teslim olmak, özgür, varlıklı ve mutlu olmayı, onurlu bir hayat sürdürmeyi garantilememiştir. Bugün, İslam’a dönmeyi modern dünyanın tüm dertlerine karşı tek geçerli reçete olarak sunan siyasal İslam’ın, ümmetin geçmişine dair anlattığı sevimli hikâyenin aksine, İslam’ı toplumun tek düzenleyici referans sistemi kılmak, toplumsal huzuru garantilememiştir. Müslümanlar, daha fetihlerin getirdiği zafer coşkusu dağılmadan bu acı gerçeği fark etmişlerdi. Kendilerinden önceki dinlerin inananlarını uğraştıran eski soruyla yüzleşmek zamanı gelmişti: Her şeye gücü yeten ve adil bir Allah’ın yarattığı ve doğrudan ya da dolaylı müdahalelerle yönettiği bir dünyada haksızlık ve zulme yer var mıdır? Emevilerin sert ve çıplak iktidarı bu soruyu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yanıtladı. Adil ve kadir bir tanrıyla adaletsizlik ve zulmün varlığının nasıl bağdaştırılabileceği sorusu, salt varlığını bu sorudan alan Şiilik ve Hariciliğin değil, iktidarın, düzenin, “var olanın, olabilecek seçenekler arasından en iyisi olduğu’’ inancının, kısacası, Müslümanların ahireti garantilediği gibi, bu dünyada da keyfi yerinde olan kesiminin, bu yönüyle de bir tür “akıl”ın temsilcisi olan Sünniliğin bütün okullarının da çözümünü aradığı başlıca sorunlardan olmuştur. İslam’ın çeşitli okullarının bu soruya getirdiği yanıtların bir özet dökümünü yapmak bile bu yazı için çok iddialı bir girişim olurdu. Burada, İsmaililiğin bu yanıtlardan biri olduğunu belirtmek yeterlidir. Şiiliğin bir kolu olarak İsmaililik, İslam dünyasında, iktidardan, özgürlükten ve zenginlikten uzak kalan, İslam adına kutsanan ve tanrısal iradeyle açıklanan düzenin kendi zararlarına işlediğini gören bir Müslüman kesiminin, “Allah’ın yarattığı ve yönettiği’’ bir dünyada kendilerinin mahrum konumlarını ve düzene yönelik eleştirilerini, Allah’ın kudretine halel getirmeksizin açıklayabilme yönünde giriştikleri büyük ve uzun soluklu bir çabadır. Allah’a teslim olmuş gerçek bir Müslüman, Allah’ın yarattığı ve hüküm sürdüğü bir dünyada nasıl mahrum, boynu bükük ve mazlum kalabilir? Bu, soyut olan bütün eşitlik ve adalet iddialarına rağmen, aynen eleştirdiği, yıktığı, savaştığı (ve bir süre sonra bazılarının karşısında yenilmeye ve gerilemeye başlayacağı) rakip dinlerin hâkim olduğu diğer toplumlar gibi, kendi içinde bölünmüş, büyük servet, iktidar, şan ve onur farklılıklarına ayrılmış olan İslam dünyasında, zenginliklerini, iktidarlarını, şan ve şereflerini İslam’a dayandıran mülk sahibi sınıflar tarafından, en az efendileri kadar dindar oldukları halde “bu dünyanın’’ nimetlerinden mahrum kılınan ezilen sınıf ve kesimlerden gelen Müslümanların uzun süre sormaktan vazgeçmedikleri sorudur.  

Hayatın her alanını kapsama ve açıklama iddiasındaki bütüncü sistemler için, bir ‘soru’nun varlığı başlı başına can sıkıcı bir durumdur. Konu İsmaililik olduğunda, sorunun takibindeki ısrar ve bu ısrarı sürdürmekteki örgütlülük daha da rahatsızlık vericiydi.

İsmaililiğin bu soruyu takip ediş biçimine geçmeden önce, bugünkü durumunun aksine, kuruluş çağında dünyanın en zengin ve gelişmiş ülkelerine hükmeden, bir süre için çağın bilimsel ve teknik bakımdan en gelişmiş, en dinamik uygarlığı haline gelen İslam toplumunun, görkeminin ve gücünün doruğundayken kurduğu düzenden hoşnut olmayan Müslümanların kimler olduğunu incelemek yararlı olabilir.

Karşıtlarının nazarında gücünün doruğunda olduğu bir sırada İslam adına kurulan düzenden hoşnut olmayanların başında, İslam peygamberinin ‘Ehl-i Beyt’ adı verilen kendi öz ailesi geliyordu. Muhammed, peygamberce bir sezgiyle, ailesinin kendisinden sonra toplumsal konumunu güvenceye almak amacıyla, Şiiler kadar Sünnilerce de geçerli kabul edilen birçok hadisiyle, ailesini ümmetine emanet etmiş, inananlarına, Ehl-i Beyt’e saygı ve ihtimam gösterilmesi vasiyetinde bulunmuştu.

Gerçekten de, Müslümanlar peygamberin ölümünden sonra, kendilerine emanet ettiği ailesine özel bir ilgi gösterdiler. Doğuş aşamasındaki İslamiyete ölüm kalım anlarında yaptığı hizmetler ve Arap toplumunda geçerli veraset anlayışına göre peygamberin yerini almayı bekleyen amcaoğlu ve damadı Ali, peygamberi defnetmekle uğraştığı sırada oldu bittiye getirilerek kenara itildiğini gördü. Kızı Fatıme bunu izleyen tartışmalar sırasında evini basan bir grup Müslümandan yediği dayakla karnındaki çocuğu, yani, peygamberin öz torununu düşürdü. Fatıme’nin babasından çok kısa bir süre sonra, genç yaşta ölümünde de, korumasına bırakıldığı ümmetinden yediği bu dayağın etkili olduğu düşünülebilir. İslam tarihi açısından can alıcı öneme sahip olan devletleşme döneminde Medine’deki evinde bir tür tecrit yaşamına zorlanan Ali, İslamiyet’te akraba kayırıcılığını kurumlaştıran ilk Halife olan Osman’ın bir isyan sonucu öldürülmesinden sonra, bu kez isteği hilafına ve adeta zorla halifeliğe getirildi. İç savaşlarla geçen dört yıllık bir halifeliğin sonunda camide öldürülen Ali’nin yerine getirilen oğlu Hasan, iktidarı terk etmeye zorlandıktan bir süre sonra, kuşkulu biçimde –bazı güvenilir kayıtlara göre zehirlenerek– öldü. Peygamber ailesinin diğer üyelerinin çoğu da, Emevilerin ikinci halifesi Yezid’e karşı ayaklanan ikinci torunu Hüseyin ile birlikte Kerbela olayında öldürüldü. Ailenin kadınları, galip ordunun ardından yarı çıplak bir biçimde sürüklendi. Peygamberin ailesine, ümmetinin gösterdiği ilgi ve dikkat bunlarla da sınırlı kalmadı ve Hasan ile Hüseyin’den yürüyen soyuna yönelik baskı ve öldürmeler İslamiyet’in ilk iki yüzyılı boyunca devam etti.

Kısacası, yeni dinin çağın yükselen yıldızı olarak üç kıtada yayıldığı bu dönemde, kurucusunun ailesinin bu din adına getirilen düzenden hoşnut olmamak için her türlü nedeni vardı. Yeni dinle gelen düzenden hoşnut olmayan başka Müslümanlar da bulunuyordu. Bunlar, devlet aygıtının, ilk dört halifenin görece eşitlikçi yönetiminden sonra Emevi iktidarında kesin biçimde aristokrasinin eline geçtiğini, İslamiyetin güçlerini kırmayı vaad ettiği kabile eşrafının toplumun tepesine “Cahiliye’’ dönemine rahmet okutan bir ağırlık ve şiddetle yeniden bindiğini görmekten rahatsız olan sıradan Araplarla, İslam’ın çağrısına uyarak Allah’a teslim oldukları halde, Müslümanlar arasında ikinci sınıf insan konumlarının değişmediğini gören Arap olmayan Müslümanlardı. Farklı kökenlerden gelen, fakat benzer nedenlerle kurulu düzenden şikâyeti olan bu üç grubun hoşnutsuzluklarının kesiştiği noktada Şiilik ortaya çıktı.

III.

Daha başlangıçtan parçalı bir nitelik gösteren Şiiliğin kollarından biri olan İsmaililik, yüzyıllar boyunca İslam toplumundaki hoşnutsuzluk ve muhalefetin İslami terimlerle ifadesinin en etkin kanalı olmuştur. Kuruluş döneminde yönetici fatihler dini olan Müslümanlık, kuruluşundan itibaren, (kısa süren zafer çağından sonra, durakladığı, yenildiği, hatta aşağılanma dolu bir gerileme yaşadığı zamanlarda da bir din olarak varlığını sürdürmesini sağlayan) evrensel, soyut eşitlikçi mesajı ile dünyevi kazanç amacıyla yürütülen fetih ve yönetim faaliyeti arasındaki çelişkinin gerilimini yaşamıştır. Müslüman fetihlerinin ideolojik meşrulaştırılması gerçek dinin yayılmasıydı. Dinin taşıyıcısı kişiler olarak tek tek Müslümanların gözünde, fetihlerin itici gücü, ganimet, yağma ve zenginleşme amacı olabilir, ancak din olarak Müslümanlık, ganimetin dağıtımı ve bölüşümünün kurallarını düzenleyen ayrıntılı bir hukuk geliştirmekle birlikte, fetihlerin asli nedeni olarak ganimet ve zenginlik elde etmeyi değil, hak dinini hâkim kılma kutsal amacını koyar. Mücahit, kılıç elde hak dinini tebliğ edecektir, gerçek dine karşı çıkanın canı ve malı Müslümana helâldir, gerçek dini kabul etmemekle birlikte, direnmeyip boyun eğen gayrimüslimler vergiye bağlanacaktır, güzel güzel işleyen bu süreçte sorun; muhatap direnmeyi de, kendi inancını koruyabilme hakkını satın almak için haraç ödemeyi de seçmeyip, tebliği kabul ettiğinde doğar. Teorik olarak, fethedilen halklardan gelen insanlar, Müslümanlığı kabul etmekle, İslam toplumunun eşit haklara sahip üyeleri olarak fatihlerle aynı statüye geçmelidir. Pratikte ise, kazın ayağı tabii ki öyle değildi.

Daha fetihlerin bütün hızıyla sürdüğü kuruluş döneminde bu çelişkileri yaşayan İslam toplumundaki iç parçalanma, fetihlerin durmasıyla daha da derinleşmiştir. Ele geçen zengin ülkelerin el konulan servetlerini, sayıca az Müslümanlar arasında herkesi memnun edecek şekilde bölüştürmeyi başaramayan İslam devleti, bu olağandışı gelirlerin kesilmesiyle, Müslüman uyruklarından taleplerini giderek artırmak zorunda kaldı. Böylece İslam’ın çok kısa süren altın çağı da sona ermişti. Artık, Arap ya da başka halklardan Müslümanların ezici çoğunluğu için Müslümanlık, dünya zenginliğinin yeniden bölüşümünde kişiyi pay sahibi yapan bir bilet değil, giderek yabancılaşan bir devletin ve giderek zenginleşip şımaran bir Müslüman yönetici sınıfın, giderek artan masraflarını karşılama yükümlülüğüydü. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki yabancılaşma derinleştikçe, İslam’ın doğru yorumu hakkındaki görüş ayrılıkları da büyüdü.  

Başlangıçtaki ateşli gücünü, inananlarını “dünyanın hâkimlerinin mirasçıları” yapan “asabiyet”ini giderek yitirmekte olan İslamiyetin, siyasi gücü elinde tuttuğu coğrafyada çoğunluk dini haline gelmeyi ancak zamanla başardığı da unutulmamalıdır. Bu başarıldıktan sonra bile, İslamiyeti kabul etmekten beklediğini bulamayan geniş kitleler, en azından ilk yüzyıllarda ve en azından potansiyel olarak, İslam’ın dışına taşma eğilimindeydiler. İktidarın ve doğru ya da yanlış iktidarla özdeşleştirilen Sünniliğin bu hoşnutsuz yığınları tatmin ve ikna edebilmek için yapabileceği çok az şey vardı. Bu aşamada, Şiilik ve özel olarak İsmaililikle ezilen yığınlar arasında, verimli bir etkileşim doğdu. Müslümanlığın hâkim versiyonunda aradığını bulamayan ve çoğunlukla Arap olmayan halklardan ya da merkezin uzağında kalan Arap topluluklarından oluşan hoşnutsuz yığınlar, iktidar savaşını baştan yitiren Şiiliğe yeni bir atılım için ihtiyaç duyduğu kitle desteğini sağlarken, Şiilik de bu kitlelere taleplerini İslami bir üslupla ifade edip, kavgalarını İslami bir meşruiyet iddiası çerçevesinde yürütme olanağı sundu. Bu alışverişte, Şiilik, İslam coğrafyasında yaşayan halkların İslam öncesi ya da İslam dışı geleneklerine belli bir taviz vererek, bu yığınların İslam dairesi içinde kalmasını sağlamıştır.

Burada, Şiiliğin İslamiyetin yayılışında fazla fark edilmeyen ve üzerinde durulmayan olumlu rolünden de söz etmek gerekebilir. İslam’ın yayılmasının (Tüccarlar aracılığıyla bir ölçüde barışçıl yöntemlerle yayıldığı Kara Afrika ve -Hindistan dışındaki-Güney Asya ülkeleriyle, İslam’ı kabulde diplomatik nedenlerin etkili olduğu Volga-İdil Bulgarları gibi bazı topluluklar dışında) esas olarak fetihler yoluyla gerçekleşmesi, “merkez’’deki muhalefeti nedeniyle, fetih faaliyetinde etkin rol oynamamakla kalmayıp, hatta, askeri gücün dış genişlemeye değil iç kavgalara yoğunlaşmasına neden olmasıyla, Şiiliğin, fetihleri yapan Sünni iktidarların karşısında, “İslam’ın yeryüzüne hâkim kılınışında’’ etkin olmaktan çok frenleyici bir rol oynadığı izleniminin yerleşmesine neden olmuştur.

Oysa, gerek ismen ve fiilen İslamın hâkimiyet dairesine giren birçok topluluğa, çok sert biçimde muhalefet ettikleri merkezi (Sünni) iktidara karşı muhalefeti elden bırakmaksızın Müslümanlığı içselleştirebilme olanağı sağlaması, gerek, yine Bulgarlar, kısmen Türkmenler ve bazı Hint cemaatleri örneğinde görüldüğü gibi, doğrudan İslam dairesine sokul(a)mamış birçok topluluk nezdindeki misyonerlik faaliyetleri yoluyla, Şiilik, İslamiyetin yayılmasında genellikle kabul edildiğinden çok daha etkin ve olumlu bir rol oynamıştır. Bu şekilde İslam dairesine sokulan toplulukların birçoğunun, ilk Şii başlangıcın ardından, siyasal zorunluluğun gücüyle az ya da çok hızla, Sünniliği ya da hâkim İslamı benimsediği hatırlanırsa, Şiiliğin, ‘genel İslam’ perspektifinden bakıldığında, kendi özgül ve sınırlı programını aşan çok daha büyük bir rol oynadığı görülür.

Şiiliğin, özellikle de İsmaililiğin, kültürel pratiğiyle siyasal tutumu arasında çarpıcı bir paralellik vardır. İslamiyeti ancak yüzeysel olarak kabul etmiş halkların İslami kaynaklı olmayan geleneklerine tahammül etme esnekliğini göstererek, zamanla kesin Müslümanlaşmalarını güvenceye alan Şiilik, inanç alanında gösterdiği bu beceriyi, siyasi alanda da ezilen sınıfların devrimci taleplerine uygulamıştır. Şiiliğin ne ölçüde/ne zaman İslam toplumunda ezilen sınıfların öz eylemliliğinin ürünü, ne ölçüde/ne zaman, bu eylemliliği kendi hesabına kullanan bir seçkinler hareketi olduğuna karar vermek zordur. Kesin olan, her iki özelliği de bağrında taşıdığıdır. Dünyayı değiştirirken dünya tarafından değiştirilen devrimci hareketlerin ortak kaderinden nasibini almıştır. Dünyanın işleyiş biçiminden memnun olmayan kitlelerin hoşnutsuzluğu ve fedakârlığı üzerinden iktidara ulaşmış, iktidar olduğunda ise, karşı çıktığı sistemin bir taklidini üretmekten öteye gidememiştir. Muhalefette gösterdiği çarpıcı kahramanlık ve fedakârlık ruhu, iktidarda yerini hızlı bir yozlaşmaya bırakmış, İsmaili örneğinde, nihai yenilgisi de, uzun ve acılı muhalefet yıllarında uğradığı kayıplar kadar, iktidarda uğradığı yozlaşma ve yarattığı hayal kırıklığından da kaynaklanmıştır. Bu yönüyle, İsmaililiğin tarihi, daha doğrusu bu uzun tarihin Alamut’un düşüşüne kadar olan bölümü, çok yakın zamanda tanık olduğumuz bir başka tarihle çarpıcı benzerlikler göstermektedir.

İsmaililiğin yüzyıllar süren tarihi, değişik toplulukların, grupların, devletlerin olduğu kadar ve daha da önce bir örgütlenmenin tarihidir. Hareket, bu yönüyle, kavimlerin, kabilelerin, etnik toplulukların eylemlerinin ağır bastığı İslam siyasal tarihinde, etnik ya da kan bağlarını aşan bir “parti’’ örgütlenmesi olarak, benzersiz değilse bile, ayrıcalıklı bir yere sahiptir. İsmaililer, bir parti, bir mezhep, bir kimlik olarak varlıklarını ve tarihsel önemlerini, kurdukları devletlerden çok, kendilerine bu devletleri kurabilme olanağını da veren bu örgütlenmeye borçludur. İsmaililer, bu örgütlenmeyle varolmuşlar, bu örgütlenmeyle varlıklarını korumuşlar ve bu örgütlenmeyle, kısa bir süre için de olsa İslam dünyasının en büyük gücü olan, bir devlet kurmayı başarmışlardır. Burada, İsmaililerin kendi tanık olduğumuz tarihi oluşumla çarpıcı benzerliklerinden birini daha görüyoruz: Önce örgüt devleti, ama ardından devlet örgütü ele geçirir. Bu tamamlandığında, tüm İslam dünyasında var olan düzenin değişmesini özleyen ezilen kitlelerin umudunu temsil eden örgüt, artık bir devletin basit bir aksesuarı haline gelir. Fatımi halifeleri, bir devlet kurduktan sonra, hareketin bütün başarılarının temeli olan örgütü devlete feda etmiş, bunun bedelini de, kurmak ve geliştirmek için her şeyi harcadıkları devlet aygıtının rehineleri olmakla ödemiştir. Siyasi örgütlenmeyle devlet örgütü birleştirilerek, teoride partinin amaçlarına hizmet edecek bir devlet aygıtı kurulup, pratikte parti devlete bağlandıktan bir süre sonra, Fatımi devletinde gerçek güç askeri ve sivil bürokrasinin eline geçmiş, halifeler, devletin asıl patronu olan vezirlerin ve komutanların kuklası haline gelmiştir. Artık devletin, halifeye, partiye ve bunların hâlâ temsil ettikleri siyasal-ideolojik meşrulaştırma sembollerine de ihtiyaç duymayacağı anın gelişi yakındır.

Bu kötü gidiş, yani, İsmaililiğin uzun isyan, devrim ve iktidar yıllarından sonra İslam’ın siyasi sahnesinden silinişi, tarihin en ilginç kişiliklerinden birinin, Hasan Sabbah’ın ortaya çıkışıyla ertelenir. Devlete karşı partinin temsilcisi olarak görebileceğimiz Hasan Sabbah, düşman topraklarında İsmaili davasının zaferi için kelle koltukta savaşan genç bir militan olarak, uğradığı sıkı takipten kaçıp, mücadeleye yeniden ve daha etkin biçimde başlamak için yardım aramak üzere sığındığı İsmaili iktidarının kalesi Mısır’da hareketin içine girmiş olduğu çürümeyi gözleriyle gördükten sonra, merkezle ilişkilerini keserek partinin devletin denetiminin dışında olması sayesinde hâlâ canlılığını ve devrimci karakterini koruduğu İran’da yeni bir atılım başlatır. Ne var ki, yürütülüşündeki kararlılık ve benimsediği korkutucu mücadele yöntemleriyle İsmaililiğe evrensel ününü kazandıran bu atılım da, her başarılı devrimci hareketin karşılaştığı o ezeli iktidar sorunuyla karşılaşacaktır.

IV.

İsmaililik, karşı çıktığı düzenden gelen korkunç baskılar altında yaşayabilmek ve bu baskılara karşı muhalefeti sürdürebilmek için, dünyayı ve bu dünyadaki yerini açıklayacak bir metodoloji geliştirmek zorunda kalmıştır. Aslında, soyut bir mükemmellik atfedilen kadir bir yaratıcı anlayışıyla, insanın yaşadığı bu yaratılmış dünyanın mükemmellikten uzak oluşu arasındaki çelişkiyi uzlaştırma gereğinin doğurduğu batınilik (esoterism), yani, görünen adaletsiz ve kaotik dünyanın ardında, ancak özel bir bilgi sayesinde anlaşılabilen mutlak ve adil bir gerçek düzen ilkesinin bulunduğu görüşü, bütün dinlerin bağrında, dinin hâkim yorumundan tatmin olmayan toplumsal kesimler arasında kendine yer bulmuştur. İslam dünyasında bu görüşün en tanınmış savunucuları olan İsmaililer, böylece, sınıflara ve karşıt çıkarlara bölünmüş insani dünyayla, bu tür bölünmeler ve karşıtlıklara yer olmaması gereken tanrısal düzen ilkesi arasında bir uzlaştırma girişiminde bulunuyordu. Tarihsel bir oluşum olarak genel İslam, nasıl Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştçülük gibi kendisinden önceki kurulu düzen dinlerinin ortodoks kurumlarının ve zihniyetinin mirasçısı olmuşsa, İsmaililik de, kendisinden önceki batini ve kurulu düzen dışı muhalif geleneklerin mirasını devralmış, İslamiyet içindeki muhalif konumunu açıklamak için bu geleneklerden yararlanırken, kökeni insanlığın sınıflara bölünmesine kadar geriye giden bu geleneklere İslami bir karakter vermiştir.

İsmaililiğin karakteristik özelliği olan batınilik, kurulu düzene karşı hem siyasal, hem ahlaki bir eleştiri konumu sağlar. Tanrısal mesajın gerçek (iç) anlamına vakıf olan batıni, dış görünüşün suretlerine dayanan siyasal otoriteye ve bu otoritenin koruyup desteklediği genel geçer ahlak kalıplarına uymakla yükümlü değildir. Batıni, kendisini meşrulaştırmak için dine, tanrının emirlerine, peygamber aracılığıyla insanlara gelen tanrısal mesaja, yani Kuran’a dayandığını iddia ettiği halde, gerçekte, bu mesajın lafzını alıp özünü çiğnediğini, zulüm ve adaletsizliğe saptığını düşündüğü siyasal iktidara itaat borcu olduğunu kabul etmez. Aynı şekilde, ahlakın ilksel ihlali demek olan, siyasal iktidarın gerçek hak sahiplerinden gasp edilmesine, dünyevi egemenlik peşindeki güç sahiplerinin zorbalığına ses çıkarmazken, ikincil konularda kılı kırk yaran kurallar, merasimler getiren hâkim ahlak anlayışıyla da kendisini sorumlu hissetmez.

Bu anlayış ve bu anlayışın getirdiği, siyasal, felsefi, toplumsal duruş, doğuşundan gelişmesine, “klasik çağlarından’’, bunu izleyen gerileme, dağılma ve içine kapanma dönemlerine dek, yaşamının her belirli döneminde, bugün lehinde ya da aleyhinde girişilen her türlü adlandırma, tanımlama, tanıtma ve sınıflandırma girişiminin ifade edebildiğinden çok daha geniş ve çok daha zengin bir varlık göstermiş olan “İslam dünyasında’’, siyasal eylem ve bilimsel-felsefi pratik için son derece büyük katkılar sağlamış, deyim yerindeyse bir “özgürlük alanı’’ açmıştır.

İsmaililerin klasik İslam dünyasında açtığı bu özgürlük alanı, bir hareket olarak komünizmin ve bu hareketin yaratabildiği somut kurumsal biçim olarak reel sosyalizmin, günümüzün hâkim sistemi kapitalist “demokrasi’’ içinde açtığı özgürlük alanıyla kıyaslanabilir. Tıpkı, asıl etkileri, kendi hâkim olabildikleri alanlardaki pratiklerinin ötesinde, oluşturdukları alternatif-tehdit yoluyla, yıkmaya çalıştıkları kapitalist-burjuva uygarlığı içindeki emekçi sınıfların hukuksal-ekonomik konumlarındaki düzelmede görülen çağımızın Marksistleri gibi, İsmaililer de, temsil ettikleri alternatif-iktidar sayesinde, belirli bir süre için de olsa, salt kendilerinin değil, İslam dünyası içindeki, kurulu düzene karşı her tür düşüncenin fiili güvencesi ve koruyucusu olmuşlardır.

V.

İsmaililiği ve genel olarak Şiiliği açıklamakta dışarıdakiler tarafından en sık başvurulan klişe, Şiiliğin, Arap fetihleriyle İslamiyete boyun eğmek zorunda kalan İran’ın “kadim ulusal ruhunun’’ İslami bir boya altında yeniden dirilişi olgusudur. Çok farklı bakış açılarından gelen birçok araştırmacının ortak kabulü olan bu görüş, tüm İslam coğrafyasında (Irak ve Bahreyn dışında) azınlıkta olan, hatta bu coğrafyanın birçok parçasından artık fiilen silinmiş bulunan Şiiliğin (genel Şii adlandırmasıyla özdeşleştirilen, oysa, aslında Şiiliğin kollarından sadece biri olan bir versiyonuyla) yalnızca İran’da resmi inanç konumunda olması ve tarihinin bir aşamasında İran kimliğinin bu ayrıksılık temelinde örgütlenmiş olması gerçeğinden güç alır.

Oysa, olgulara bir tarih yakıştırmak yerine, olguların içinde oluştuğu tarihi dikkate alan bir yaklaşımdan bakıldığında, bu kolay ve herkesçe kabul edilen açıklama inandırıcılığını büyük ölçüde yitirir.

Her şeyi öğrenen ve öğreten; ve her biri az ya da çok, zengin bir ulus devletin, bu devlet çerçevesinde faaliyet gösteren bir ulusal burjuvazinin örgütleyip finanse ettiği, az ya da çok hoşgörülü bir milliyetçilik bakış açısından yazan Batılı modern tarih bilimi kurucularının “saptadığı’’, bunların rahle-i tedrisinden geçen, kendi daha az zengin ‘ulus-taklidi’ devletlerinin gereksindiği milliyetçilik temelinde ağır aksak bilgi üretmeye çalışan çeşitli milliyetlerden “Üçüncü Dünyalı’’ öğrencilerinin de kabul ettiği bu klişe-açıklama, tasavvur, niyet ve temennilerin bulanık dünyası dışında fiilen var olmayan bir “evrensel (elbette Sünni) İslam’’ adına konuşma iddiasıyla ortaya çıkan, bunu yaparken (lafta reddettiği) Türk ya da Arap milliyetçiliğiyle karmaşık flörtlerden de uzak duramayan (İranlılar dışındaki) bazı İslamcılarca da paylaşılmaktadır. Aslında birbirlerini de pek sevmeyen bu iki milliyetçilikle bağlantıları nedeniyle, soyut sloganlar ötesinde aralarında fazla ortaklık bulamayan, farklı dillerden ve farklı kültürlerden gelen bu Sünni İslamcılar için, Şii-İran karşıtlığı, (düşmanımın düşmanı dostumdur, akl-ı selimi gereğince) -Suudi petro-dolarlarını saymazsak- bulunabilen az sayıdaki kolay ve zahmetsiz anlaşma olanaklarından birini temsil etmektedir.

“Şii, öyle ya da böyle, eşittir İranlı” klişesi, en politik ifadesiyle, sahip olduğu uygarlık düzeyiyle kurumlanırken birdenbire İslam orduları önünde yerle yeksan olan kadim Fars milliyetçiliğinin, İslam topraklarında resmi ve meşru iktidarı temsil ettiği varsayılan, önce Arap, sonra Türk yönetimlerine karşı Şiiliği ”kullanarak’’, İslam “birliği’’ aleyhine yeniden toparlandığını anlatır.

Oysa, İsmaililiği de içeren Şiiliğin tarihsel gelişimi ve İran’daki serüveni bu klişeyi hiç de doğrulamayan özellikler göstermektedir. Belirttiğimiz gibi, Şiiliğin, yöneticilerin dini olan Sünniliğin aksine, fethedilen halkların gelenekleriyle daha kolay kaynaşma eğiliminde olduğu bir gerçek olmakla birlikte, buradan çıkarak onu, yenilmiş bir halkın “ulusal kurnazlığıyla’’ açıklamak fazla kolaycı bir yaklaşımdır.

Birincisi, bir kez girdikten sonra kısa zamanda önemli bir gelişme göstermiş olmakla birlikte, Şiilik, ülkeye İranlılar tarafından davet edilmeyip, Araplar tarafından getirilmiştir. Günümüze dek Şiiliğin İran’daki en önemli merkezlerinden biri olma özelliğini koruyan Kum kenti, Tus (Meşhed), Rey, Tebriz, İsfahan gibi eski İran kentlerinden olmayıp, Araplar tarafından kurulmuş bir kışla-kentti ve uzun bir süre Arap karakterini korumuştu.

İkincisi, Safevilerin iktidara gelişine dek, nüfusun önemli bölümünün çeşitli Şii akımlarının etkisinde kalmasına rağmen, İran, her zaman için Sünni İslam’ın kalelerinden biri olmuştur. Bu dönemden, Hasan Sabbah, Nasır Husrev, Şeyh Müfid gibi tanınmış İranlı Şii kişiliklerinin karşısına, İmam Gazali, Buhari, Sünniliğin dört tanınmış mezhebinin siyasal bakımdan en etkilisi olan Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife gibi, aynı ölçekte ve daha fazla sayıda Sünni kişilik çıkarılabilir.

Ama daha da kestirmesi, Hasan Sabbah ile Nizam ül Mülk arasında yapılan kaba karşılaştırmadır. Klişe-açıklamanın Şiilik perdesi altında “yabancı’’ Türk istilasına karşı İran milliyetçiliğini ateşleyen bir serüvenci olarak resmettiği Hasan Sabbah’ın baş düşmanı, Sultan ya da herhangi bir Türk yöneticisi değil, istilacı yöneticilerin İranlı veziri Nizam ül Mülk olmuştur. Ancak, “İran milliyetçisi” Hasan Sabbah’ın karşısındaki vezir, kaderini istilacıyla birleştirmiş sıradan bir “işbirlikçi” olmaktan son derece uzaktır. Dahası, analojilerle çalışan bazı tarihçilerin kurguları ve romancıların hayal güçleri dışında, İran’la birlikte, Mısır’dan Suriye’ye uzanan çok geniş bir coğrafyayı mücadele alanı olarak gören ve buralarda operasyonlar düzenleyen Hasan’ın hareketlerinde “İran milliyetçiliğinin” önemli bir dürtü olduğunu gösteren hiçbir doğrudan kanıtın bulunmamasına karşılık, Nizam ül Mülk’ün ardında bıraktığı “Siyasetname”sinde, “yabancı” iktidar sahiplerine İran terbiyesi vermeyi kendine iş edinmiş, kökenine ve kültürüne sadık İran bürokratı kendini hemen her satırda açık biçimde göstermektedir. “Türk yönetimini’’ yıkmaya çalışan Hasan Sabbah ne kadar İranlıysa, hizmetkârı değil, fiilen Sultan ile eşit güç ve yetkilerle patronu olduğu bu yönetimi korumaya çalışan Nizam ül Mülk de ondan aşağı kalmayacak kadar İranlıdır. Ve bu İranlı, rahat bıraksa Şiilerle, hatta Hasan Sabbah’ın kendisiyle uzlaşmaya hazır bulunan Sultanı Şiiliğin her biçimiyle savaşmaya zorlayan, mevzi yitirmeye başlayan Sünniliği, etkileri bugüne dek gelen bir beceriyle (medreseler sistemi) yeniden örgütleyip canlandıran kararlı ve gayretli bir Sünnidir.

Ve yine, Hasan Sabbah ve ardılları, uzun soluklu savaşlarında Türk komutanlarına ve askeri gücüne olduğu kadar, Sünni İranlı ulemanın örgütleyip kışkırttığı sivil kalabalıklara karşı da mücadele etmek zorunda kalmış, asıl can alıcı darbeleri de, kendilerine karşı Türk yöneticilerce düzenlenen askeri seferlerden değil, İran kentlerinin bir unsuru olan bu kalabalıkların giriştiği kitle katliamlarından almışlardır. Yani, eğer mutlaka bu terimlerle açıklanmak zorundaysa, İsmaililiğin İran’daki serüveninin Hasan Sabbah ile doruğuna ulaşan evresinin, İran milliyetçiliğinin Türk işgaline karşı verdiği bir ulusal savaştan çok, İran’daki kökleri Türklerin gelişinden çok eskiye, hatta Arap istilasının da öncesine uzanan, sıradan halkın seçkinlere karşı yürüttüğü iç savaşın, -Arapların, ardından Türklerin gelişi ve kadim İran egemen sınıfının bu istilacılarla ittifak kurmasıyla karmaşıklaşan- yeni bir aşaması olarak değerlendirilmesi gerekir.

Üçüncüsü, bir tarihsel aşamadan sonra gerçekten İran kimliğinin temel yapı taşlarından biri haline gelecek olan (Oniki İmamcı) Şiiliği İran’da hâkim kılan, zaman içinde planlarını hiç bırakmadan fırsat kollayan hayali bir ezeli ve ebedi İran milliyetçiliğinin uygun anı kollayarak gerçekleştirdiği bir darbe değil, bugünün geçerli ulusal sınırlarının ötesinde hareket eden Türkmen Aleviliğinin eylemliliği olmuştur. Çoğu İran’a Anadolu’dan giden Alevi Türkmen boylarının askeri gücü olmaksızın, İran halkı arasında her zaman güçlü biçimde temsil edilmiş olmasına rağmen Şiiliğin ve onun arkasındaki asıl güç olduğu vehmedilen “İran milliyetçiliğinin’’ başarılı bir iktidar talebiyle ortaya çıkması düşünülemezdi. Dahası, İsmaililik ve Zeydilik gibi diğer kolların aksine, iktidar talebinden başından beri uzak duran Oniki İmamcılık, iktidarı istemeden ellerinde bulmuş, kendi isteği ve çabasının dışında, Aleviliğin askeri başarısı üzerinden, güçlü bir devletin resmi inancı konumuna gelmiş ve bu iktidarı öncelikle, Aleviliği, bazı bakımlardan Sünni Osmanlıyı geride bırakan bir şiddetle, tasfiye etmek için kullanmıştır. Şiiliği resmi inanç kılmaya girişen Şah İsmail Safevi’nin bunun için gerekli kurucu Şii ulema kadrolarını Lübnan ve Irak’tan getirtmek zorunda kalması bile, bugün tartışmasız bir gerçek olarak kabul edilen Şii-İranlı özdeşliğinin, İran milliyetçiliğiyle Şiiliğin ezeli bir örtüşmesi değil, ancak uzun bir zaman içinde oluşmuş tarihsel bir görüngü olduğunu göstermektedir.

Dördüncüsü, eski İran’ın bugünkü Şii İran’ın sınırlarını aşan daha geniş bir coğrafi-kültürel kimlik olduğu akılda tutulmalıdır. Bu kimliğin modern İran dışında kalan ve Türk, Rus, Peştu vb… kimlikleri aleyhine önemli mevziler yitirmiş olmasına rağmen hâlâ yaşamakta olan parçalarında, Şiilik, tıpkı Müslüman dünyasının genelinde olduğu gibi azınlıktadır. Yani Şiilik, İran’ın yalnızca Türkmen Aleviliğinin etkin olduğu alanında başarılı olmuş, ‘kadim İran milliyetçiliği’, bu alan dışında kendini Şiilik kisvesinde ortaya koyma gereği duymamıştır.

Yani, kadim ve kendini her çağda, her koşulda uygun biçimlerle ortaya koyan bir İran kimliği, “ulusal ruhu’’ ya da “modern öncesi milliyetçiliği” varsa bile, Şiilik, bu kimliğin kendini ortaya koyacağı zorunlu ve tek dinsel-kültürel biçim olmaktan uzaktır.

İran milliyetçiliğine yapılan vurgu, bütün biçimleriyle Şiiliğin sınıfsal-toplumsal bir muhalefet hareketi olarak önemini perdelemeye, dikkatleri İslam tarihindeki mücadelelerin somut toplumsal-siyasal boyutlarından uzaklaştırıp, nedenleri insanların maddi yaşam pratiklerinde olan bu kavgaları, İslami ve gayri İslami ilkeler arasındaki tarih ve fizik ötesi bir çekişme olarak sunmaya yöneliktir.

İsmaililik, özellikle İsmaililiğin Hasan Sabbah ile başlayan dönemi hakkında çok yaygın olan ikinci klişenin, yani, hareketi uyuşturucu-uyarıcı ilaçlarla zıvanadan çıkarılmış gözü dönmüş fanatik güruhlarının eylemleriyle açıklayan tanınmış efsanenin de benzer bir amacı vardır.

Her şeye rağmen İsmailileri daha iyi tanıyan Müslüman karşıtlarından çok, Batı folklorunda yaygınlık kazanan ve oradan yeniden İslam ülkelerine ithal edilen bu efsane, kendi hakkındaki kendi gerçeklerini genel kamuya duyurma ve tarihe kaydetme olanağından yoksun bırakılan birçok muhalif hareket hakkında karşıtlarınca üretilen karalamalardan biridir.

İsmaililiğin (hatırasıyla bile) tehdit ettiği kurulu düzenin aydınları tarafından üretilen ve yeniden üretilen bu efsane, bu tehdide, düzen tarafından anlaşılabilir, iç rahatlatıcı bir açıklama getirme gayretinden kaynaklanmıştır.

Muhalefetin düzenin kendisinin ürünü olduğu, toplumun tepesindeki sınıf egemenliğinin toplumsal dokuyu bütünüyle parçalayacak bir katılık ve pervasızlıkla yürütüldüğü bazı durumlarda, en azından bazı kesimlerin, düzenin kendilerine layık gördüğü yaşam biçimine boyun eğmektense ölümüne bir mücadeleye girişebileceği basit gerçeğini göremeyecek bir konum körlüğüne maruz kalmış, düzenden beslenen kalem ve kelâm erbabı açısından, bu toplumsal ürüne toplum dışı bir açıklama yakıştırmak daha kolaydır.

İslam dünyasının savaşlar, iç savaşlar, istilalar, hanedan değişiklikleriyle kurulan ve kurumlaşan hiyerarşik toplumsal yapısında, bu hiyerarşinin en alt katına itilerek siyasal düzenin dışında bırakılan ezilen yığınlardan kaynaklanan bir hareket olarak İsmaililik, hâkim zihniyet açısından olmaması gereken bir olaydı. Ezilen sınıfların her siyasal temsilinde olduğu gibi, İsmaililiğin de ezilenlerin tümünü değil, ancak harekete geçmeye daha hazır “öncülerini’’ örgütleyebilen bir azınlık oluşturması, “yöneten çobanlar ve güdülen sürü’’ olarak iki temel sınıf şeklinde çizilen klasik İslam (Doğu) siyaset şemasını bozan bir aykırılıktı. Bu şemayı kabul edenlerin gözünde, sürünün çoğunluğunun gösterdiği, olması gereken, “doğal’’ ve hatta “tanrısal kökenli’’ itaatini kabul etmek yerine, ölüm pahasına karşı koymayı seçen bu azınlığın cüreti anlaşılması ve açıklanması güç bir şeydi. Haşhaşla kendinden geçen sefil katiller masalı, bu anlaşılması ve kabul edilmesi zor gerçeğe, yani, sıradan insanın, en azından bazı şartlar yerine geldiğinde gösterebildiği sıra dışı siyasal cesarete getirilmiş kolay bir açıklama gibi görünmektedir.

Aynı efsanenin tamamlayıcı parçası olan “Hasan Sabbah’ın sahte cenneti’’ öyküsü konusunda da, yukarıda söylenenlere ekleyecek fazla bir şey yoktur. Tarih hakkında, geçmiş zamanlarda hayatın daha kolay, insan ilişkilerinin daha yumuşak, buna karşılık insanların daha cahil ve daha saf olduğu, bizimse salt zamanın geçişiyle, bizden önce gelip geçen kuşaklardan daha akıllı oluverdiğimiz, daha şiirsiz bir dünyada yaşasak da, daha bilgili, daha zor kanan insanlar haline geldiğimiz inancına dayalı şu-an-merkezci bir bakışımız yoksa, ya da, her türlü farklılığın rahatını kaçırdığı tuzu-kuru, doğuştan şanslı kültür sahiplerinden değilsek, “haşhaş” ve sahte cennet’’ masallarının bugün de pek çok şeyi “açıkladığını” ya da “açıklayabileceğini” görürüz.

Sosyolojik olguları anlamakta psikolojiyi kullanan günümüzün Amerikan patentli “insan bilimleri”nin her türlü toplumsal çatışmayı toplumdışı/ötesi nedenlere bağlayan “bilimsel” açıklamalarının açıklamasına girmek, bu çalışmanın amacının ötesine giden bir girişim olurdu. Bunun yerine, dünyanın en gelişmiş medyası olan Türk medyasının yirminci yüzyılın sonlarındaki haber yayın içeriğine şöylece bir bakmak amacımız açısından yeterli olacaktır: Tüm toplumsal çatışma nedenlerinin geride bırakıldığı, defalarca çağ atlandığı, hayatın sonu gelmez bir şenlik ve eğlence (ve magazin) olarak resmedildiği, üstelik tarihin de sonunun geldiği bu saadet günlerinde, sorumlu Türk medyasının sayfalarının ve ekranlarının fazla dikkat çekmeyecek köşelerinde, varoşlardan, dağlardan ya da hapishanelerden gelen, dünyanın gidiş yönüne ters bazı haberlerin hâlâ yer alabildiği görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, İsmaililiğin “kahramanlık çağı’’ olan İslamiyetin ilk yüzyıllarından bugüne geçen onca zamandan sonra, hâlâ, “sahte cennet’’ vizyonlarıyla harekete geç(iril)en ve “haşhaş” aracılığıyla (haberi veren medyayla tüketicisinin temsil ettiği) “normal” insanların yapmayacağı şeyler yapan bir sapkın azınlık, olmaması gereken varlığını sürdürmektedir.

* Bu yazı, Farhad Daftary’nin İsmaililik: Tarih ve Kuram (Rastlantı Yay., Ankara 2001) kitabına çevirenin yazdığı –teknik bir-iki değişiklik yapılmış– önsözdür.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar