Ana SayfaArşivSayı 19-20Sınıf Tartışmaları: Marksizmde İki Akım

Sınıf Tartışmaları: Marksizmde İki Akım

 

“Galile’den bu yana, maddeci olan herkes bilir ki, pek çok sonucu olan gerçek bir sorun üzerine nesnel olarak düşünen bilimsel bir kavramın yazgısı, bir siyasal karara konu oluşturamaz.”

Althusser, FKP 22. Kongresinde, “proletarya diktatörlüğü” görüşünü parti tüzüğünden çıkarma girişimlerini bu sözlerle eleştiriyordu. Marksizmin temelini bilimin oluşturduğu ve bilimin de bilgi nesnesi üzerinde kavramlarla işleyen epistemolojik nitelikte, kavramsal bir sistematiğe sahip olduğu kabul ediliyorsa; artık bu kavramların ve kavramlara dayalı bilimsel bilginin, bilgi nesnesinde bir ispat pratiğine sahip olduğunun kabulü kaçınılmazdır. Bilimsel bilgi ve kavramların geçerliliğini devam ettirip ettirmediği, ancak bilimsel bir teorik pratikle ve teorik biçimde ortaya konulabilecek bir sorundur.

            Kurucularının ilk yazılarından başlayarak, Marksist literatüre yerleşen merkezi kavramlardan birisi de sınıf’tır. Sınıfların varlığı ve sınıf mücadelesi ampirik bir olgu olarak Marx’tan önce tespit edilmiştir. Marx, bu kavramların bulunmasındaki onuru burjuva iktisatçı ve tarihçilerine bırakırken, sınıfların varlığının tarihselliğini, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacağını ve bu diktatörlüğün bütün sınıfların kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişe yol açacağını ortaya koyarak, başka bir onuru sahipleniyor: tarih biliminin kurucusu olma onuru.

Modern toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu, 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir. Yalnızca sınıf savaşımını değil ama sınıfların varlığını da yadsıyan, Heinzen gibi soytarıların, (…) kanıtladıkları tek şey, burjuvazinin egemenliğine elveren toplumsal koşulları tarihin son ürünü, non plus ultra (ulaşılabilecek en yüksek nokta) saydıkları ve yalnızca burjuvazinin hizmetkarı olduklarıdır. [1]

            Marx, felsefede (Hegel) ve tarih biliminin diğer kavramlarında (artı-değer) klasik iktisatçılara gönderme yapmış olduğu gibi, burada da ideolojik nitelikteki teorik öncellerine işaret etmiştir. Ancak bu işaret ediş, devraldığı ideolojik “kavramları” olduğu gibi sahipleniş değildir, kendi tarih bilimsel kavramsallaştırması sonucu, “ideolojik çatışmalardan oluşan kendi ‘tarih öncesi’ni geri çevrilmez bir biçimde geçmişe yollar”.[2] Marx’ta aldığından fazlasını borçlanma yoktur.

            Söz konusu kavramların felsefi ve ideolojik saldırıların hedefi haline gelmesi, daha Marx’ın sağlığında başlamıştır. Marx’ın teorik pratik eseriyle ilk kez ortaya konulan bilimsel kavramlar ve kavram çiftleri, felsefi ideolojik sorunsaldan epistemolojik bir kopuştur. Ancak, Balibar’ın deyimiyle, “oluşan kesinti, ideolojinin tarihsel mevcudiyetini ortadan kaldırmaz.”[3] Tarih biliminin temel kavramları, tarihsel Marksizmin değişik dönemlerinde, ideolojik ve siyasal müdahalelere uğramıştır. Yalnızca dışarıdan -idealizmin ve burjuva ideolojilerinin kahir saldırıları ile- değil; içeriden de, -Marksist alandan- tarihsel olguların gerekleri, siyasal savunu gibi gerekçelerle… Marksistlerde, bilgi nesnesinden ve bilimsel pratikten uzaklaşma ve bilgi nesnesine çeşitli felsefi ve siyasal müdahaleler sonucu, “sakatlanmış”, bir Marksist teorik evren ortaya çıkmıştır.

            Bunlardan, Engels’in sağlığında “belirleme anlayışı” konusunda tartışmalar üzerine yaptığı, “son kerte” açıklamasının, teori alanında nasıl bir yalpalamaya yol açtığı bilinmektedir. Yine, Kautsky’nin bilgi nesnesinde öngörülmüş, “zorunluluk” ögesini bir siyasi argümana çevirmesiyle ortaya çıkan, reformist sonuçlar, işçi hareketinde büyük bir bölünmeye yol açmıştır. Marksizmde ortaya çıkan tarihselciliğin de, yaşanan pozitivist dalgaya bir tepki olarak ortaya çıkmış olduğu söylenebilir. Ancak, tarihselcilik, sadece Marksizmde pozitivist dalgaya bir tepki olarak tanımlanamaz. Epistemoloji ile ontolojiyi, bilimle felsefeyi ve politikayı “ilişkilendirme” sorunu da, bu anlayışların ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Teoride, insan iradesine (özneye) yer açmanın ve “zorunluluktan özgürlüğe geçiş” iddiasının, Marksizmdeki bilim iddiasını, ancak politikanın emrinde bir bilim anlayışına dönüştürmekle ve “bilgi nesnesine” felsefi ve siyasal bir müdahale ile mümkün olduğu açıktır.

            Batı Marksizmi içinde bu biçimlerde ortaya çıkan tarihselci geleneğe, ancak 1960’lı yıllarda, Althusser’in ortaya koyduğu, “epistemolojik kopuntu” ve “kuramsal anti-hümanizm”le karşı durulabilmiştir. Pozitivizme ve tarihselciliğe karşı duruş, bugün de temel dayanağını Althusser’in sağladığı argümanlarda buluyor.

            Marksist teoride, bilgi nesnesinin ve kavramlarının mutlaka belirlenmesi ve bilimsel pratik’in, belirlenmiş bu kavramlar ve kavram çiftleri üzerinden temellendirilmesi gerekli ve zorunludur. Yoksa, Marksizmde, felsefenin ve politik alanın gerekleri kendisini her zaman bir gerçeklik olarak dayatacaktır. Bu gereklerin bilimsel kavramlar üzerinden değil, söz konusu bileşenlerin kendi kategori ve politik argümanlarıyla karşılanmasının yolu bulunmalıdır.

            Sınıf, sınıf mücadelesi ve proletarya diktatörlüğü. Bu üç kavramın, Bilim/felsefe/politika üçlüsünden oluşan Marksist bütünlük içinde yeri nerededir? Bu kavramlar, tarihsel Marksizm tarafından, sınıf bilimi, sınıf ideolojisi, sınıf felsefesi olarak birçok biçimde ele alınmış ve kullanılmıştır. Bu tür niteleme ve kullanımların analitik bir okumaya tabi tutulması, tartışılması, ait olduğu bileşene kazandırılması, diğer bileşenlerin tasallutundan kurtarılması gerekmektedir.

            Lenin, sınıfların varlığı ve sınıflar arasındaki mücadeleyi ele alıp, sınıf diktatörlüğünü yadsıyan anlayışları eleştiriyor ve Marksizmin “sınıf diktatörlüğü” açıklaması da kabul edilmeden, Marksist olunamayacağını ileri sürüyor:

Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama bu doğru değildir. Ve, Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil, ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak.[4]

            Lenin, “proletarya diktatörlüğü” kavramı ile, kapitalizmden komünizme geçiş arasında devletin alacağı çeşitli siyasal biçimler, sınıf mücadelesinin politik biçimleri arasında bir ayrıma da vurgu yapıyor.[5] Buradan hareketle, Lenin’de, bilgi nesnesinde bir kavram olarak sınıf ve sınıf mücadelesi ile sınıf mücadelesinin aldığı politik biçimler arasında bir ayrım vardır.

            Althusser, sınıf mücadelesini, “yalnızca Marksist-Leninist işçi sınıfı hareketinin siyasal pratiğinde değil, fakat aynı zamanda teoride de, Marksist felsefe ve bilimde de ‘son- sözü-söyleyen halka’ ” olarak niteliyor.[6] Althusser, sınıf mücadelesini, sınıfların varlığının bir sonucu olarak gören anlayışlara da karşı çıkıyor:

Sınıf mücadelesi toplumsal sınıfların varlığının bir türevi değildir: Sınıfların varlığı ve sınıf mücadelesi tek ve aynı şeydir. Sınıf mücadelesi, Kapital’i anlamak için ‘son-sözü-söyleyen halka’dır.[7]

            Lenin’deki bu üç kavramın Marksizm için vazgeçilmezliği vurgusu, bugün için de hayati önemdedir. Tarihsel Marksizm, kurucularının sağlığından beri, her politik krizde, karşılaştığı her teorik sorunda bazı temel iddialarını geri almaya çağrılmış ve buna zorlanmıştır. Yine tarihsel Marksizmde bu çağrı ve zorlamalara icabet edip boyun eğenler çıktığı gibi, Marksizmin politik ve teorik savunusu da gündemden düşmemiştir..

Lenin’in 1917’lerde, Althusser’in 1960’larda ortaya koyduğu, Marksizmin kurucu nitelikteki kavramlarını politik, felsefi ve bilimsel nitelikteki teorik savunu ve sahiplenme, günümüz Marksistleri açısından da çıkış noktası olmalıdır. Marksist olmak, Marksizmin temel önemdeki kavramlarına titizlikle sahip çıkmayı gerektiriyor.

            Sınıf tartışmaları Marksist literatürde bir başka kanalda, felsefi ve siyasal ağırlıklı argümanlarla yapılmıştır. İşçi hareketinin ve Marksizmin, dünya çapındaki güçlü politik etkinliğinin ve birliğinin sürdüğü siyasal konjonktürlerde, bir “gerçek gerçek” olarak “sınıf” olgusu kendisini (dışarıdan ve içeriden) hissettirmiş, ve “sınıfın özneliği” üzerinden yapılan ideolojik tanımlamalar, politik pratik tarafından elverişli araçlar olarak kullanılabilmiş ve “devrimci özne” anlayışına ve teorik-politik okullu Marksizmlere yol açmıştır.

            Bilimsel kavramların, politik konjonktürde yaşanan gerçek gerçekle “doğrudan” örtüşmesi gerektiği yönündeki anlayışlarla, bir politik konjonktürde “işçi sınıfının” gerek kitleler olarak, gerekse politik örgütleri aracılığıyla tarih sahnesinde politik bir gerçeklik olarak yer alması arasında bir ilişki vardır. Teknolojinin bir gerçeklik olarak, her teknolojik olguda fizik biliminin nesnelerini gözümüzün önüne getirmesi gibi bir olgudur bu. Uzaktan kumanda aletinin, doğrudan gözlenemeyen bir ilişkiyi, pratikte kurarak, sonuçlarını “bilim adına” kanıtlaması gibi bir şeydir.

            Öncelikle Marksizmin sınıf tanımlaması ve açıklamalarında “yetersizlik” iddiaları ele alınabilir. Bu iddialar yetersizliğin giderilebileceğini varsayarlar. Yetersizliğin kuramsal bir yetersizlik mi; yoksa somut şartların değişmesi ve kapitalizmin tarihsel süreçte evrimleşmesi sonucu ortaya çıkan yeni şartlara uyum sağlayamamaktan ortaya çıkan bir durum mu olduğu, iddia sahibinin, Marksizme politik ve teorik yaklaşımına göre değişmektedir.

            Birinci yaklaşım yetersizliğin konjonktürel (politik) nitelikte olduğunu ve Marksizmin felsefi ya da ideolojik bir uyarlama ile günün koşullarına uygun hale getirilmesiyle giderilebileceğini öne sürerken, ikinci yaklaşım, yetersizliğin Marksizmin sınıf açıklamalarının, Marx’ın teorik öncellerle ilişkisinden kaynaklanan, semptomatik bir eksiklik olduğu, eksikliğin hem yöntemsel hem de ilkesel olarak giderilemeyeceği yönündeki iddialarla kendini Marksizmin dışında ifade eder.

            Marksizm dışı iddiaları karşılamak, Marksizm alanındaki anlayışları sınıflayıp ayıklamak ve bertaraf etmekle mümkündür. Bir biçimde işaret edilen, Marksizmin bilim/felsefe/politika olarak ifade edilen bütünlüğünün sağlanmasıdır. Başka bir deyişle, Marksizm içi diye adlandırılabilecek yaklaşımları, teorik ayrımları sahiplenerek sınıflamak ve bir kısmını Marksizm adına reddetmek gereklidir.

Sınıf’a Tarihselci Yaklaşımlar

Lukacs / Korsch

Tipik temsilcileri Lukacs ve Korsch olan tarihselci yaklaşımlar, sınıfı, tarihsel olguların öznesi olarak tanımlamışlardır. Tarihsel politik okullu Marksizmler de, işçi sınıfında, devrimci özneyi bulurlar. Korch ve Lukacs, felsefi yaklaşımlarını, Hegel üzerinden geliştirir ve sınıf özneye ulaşırken; politik okullu Marksizmler Lenin ve onun pratik politik eseri üzerinden “devrimci özne”ye varmışlardır.

            Korsch, tarihselciliğini ve Marksist teorinin “burjuva toplumunun nedenselliklerine ve devrilmesinin araçlarına ilişkin aynı zamanda hem nesnel hem de öznel niteliklere sahip” olduğu iddiasını, Marx’a dayandırmaya çalışıyor:

Marksist kuramın görünürdeki bu çelişkilerini, “toplumsal sınıf yapısı”nın ekonomiye dayandığına ve, tersine, “sınıf mücadelesinin ekonomik koşullar üzerinde “tepki yarattığı”na ilişkin açıklamalarla dengelemeye kalkışmak, yararsız bir iştir. Aslında Marx’ın burjuva toplumunun nedenselliklerine ve devrilmesinin araçlarına ilişkin aynı zamanda hem nesnel hem de öznel niteliklere sahip olan materyalist öğretisinde kuramsal ve pratik uygulanış için geliştirmiş olduğu ve proleter sınıfın, duruma göre teker teker ya da ikisi birlikte, belli bir sorunun mümkün oldukça doğru çözümünün aracı olarak kullanabileceği, eşit değerde elemanter olan ve birbirinden türetilmeyen iki kavramsal biçim söz konusudur. Marksist kavramlar, tüm bu konularda yeni dogmatik engelleri olarak tasarlanmışlardır. Bu kavramlar, materyalistçe, ortaya çıkan araştırmalar tarafından belli bir sıralamaya göre ele alınması gereken önsel olarak belirlenmiş koşullar olarak değil, tamamıyla dogmatik olmayan bir araştırma ve eylem kılavuzu olarak tasarlanmışlardır. “Pudingin yenmesi kanıtıdır.”[8]

            Korsch, Marx’ın teorisinin hem nesnel hem de öznel niteliklere sahip olduğunu, Marksist kavramsal ikiliklerin (altyapı-üstyapı) teori ile pratik arasında ortaya çıkacak dogmatizmin engelleri olarak tasarlandığını, Marksizmin dogmatik olmayan bir araştırma ve eylem kılavuzu olduğunu iddia ederek, tartışma alanını değiştirmeye çalışıyor. Nesnellik ve öznellik birbirinin karşısına çıkarılıyor ve birbirinin panzehiri oluyor.

            Korsch, Marx’ın toplumsal araştırmalara yaptığı başlıca katkıyı, “tüm toplumsal olguları, nesnel temeli insanların maddi üretim güçlerinin gelişiminde yatan ve bu gelişimin öznel taşıyıcıları toplumsal sınıflar olan devrimci bir gelişim şeklinde belirlemesinden ibaretti”[9] şeklinde saptıyor ve Marksizmde etkin bir düalizme düşüyor.

            Lukacs’a göre de, işçi sınıfı, toplumsal bütünlüğün hem nesnesi, hem öznesidir ve ancak toplumsal bütünü bilinçli olarak kavradığında sınıf haline gelir. Özne, bütüne ilişkin bilinci gerektirir. Sınıf bilinci, sınıfların kurucu unsurudur:

Proletarya kendi görüş açısından baktığında, kendine yönelik bilgisi bütüne-yönelik bilgisiyle çakışır, öyle ki proletarya kendi bilgisinin aynı zamanda hem öznesi hem nesnesi haline gelir.[10]

            Marksizmin bilim iddiasından geri adım atmak ve ortaya konulmuş bilimsel kavramları bilgi nesnesinden çekip alarak, felsefi ve politik argümanlara dönüştürmek, Marx’ı ve Marksizmi, bilim öncesi felsefi ve ideolojik toplum açıklamalarına karşı haketmediği bir borçla yükümlendirmek anlamına gelir. Marx’ı Hegelci felsefeye, klasik iktisada bu şekilde bağlamaya ve borçlandırmaya hiçbir Marksistin hakkı bulunmasa gerektir. Zira, Marx hem Hegel’e ve Hegel Felsefesine, hem değindiği diğer felsefi teorilere borcunu, sorunsalı nereden alıp nereye kadar getirdiğini her fırsatta belirterek ödemiştir.

Tarihselci yaklaşımlar, sınıf tanımlamalarını “özne” kategorisi üzerinden kurmak ve Marksizmi felsefe olarak, Hegelci felsefe üzerinden tanımlamak zorunda kalıyorlar. Bunun karşısında yer alan yapısalcı Marksizm ise Marksist bütünlüğü, bilim üzerinden kurmak ve Marksizmi Hegelci felsefenin dışında tanımlamak zorundadır.

Yapısalcı Marksizm

Althusser / Balibar / Poulantzas

Althusser, sınıfsal durum (ekonomide sınıf) ve sınıfsal işlev (politikada sınıf, sınıf mücadelesi) biçimindeki ayrıma karşı çıkmış ve sınıfların varlığı ile sınıf mücadelesini bir ve aynı şey olarak ortaya koymuştur. Althusser’in tutumu, hem ontolojik gerçekliği ekonomik ve politik olarak bölen çifte ontolojiye bir karşı çıkış, hem de sınıfların varlığını bilim bileşenine, sınıf mücadelesini politika bileşenine havale eden anlayışı redde dönüktür:

‘Katıksız’ ekonomik üretim yoktur, ‘katıksız’ dolaşım (mübadeleler) yoktur, ‘katıksız’ dağılım yoktur. Bu ekonomik olguların tümü, son kertede, yani ‘görüntüler’ biçiminde sınıf ilişkileri ve uzlaşmaz sınıf ilişkileri, yani sınıf mücadelesi ilişkileri olan toplumsal ilişkilerin varlığında gerçekleşen süreçlerdir. (…) Uzlaşmaz sınıfların varlığı, üretimin kendinde, üretimin kendi yüreğinde yer alıyor: Üretim ilişkilerinde.[11]

Althusser burada kalmaz. Tarihselci Marksizmle aradaki temel önemdeki bir başka ayrım halkasını ortaya koyar: Sınıf mücadelesini değişmez olanı değiştirmeye çalışan bir pratik olarak değil, değişme eğiliminde olanı engelleyen ya da değişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelen bir siyasal pratik olarak tanımlar. Althusser’in ortaya koyduğu, “yeniden üretimin bakış açısı” bu nitelikte bir kavramdır:

‘Kapital’i anlamak için demek ki yeniden-üretim bakış açısında yükselmek gerekiyor; ve o zaman burjuvazinin, sömürünün (üretimde zorla kabul ettirdiği) süre ve sabitliğini ancak işçi sınıfına karşı sürekli bir sınıf mücadelesini sürdürmek koşuluyla güvence altına aldığı görülür. Burjuvazi bu sınıf mücadelesini sömürünün siyasal, ideolojik ve maddi koşullarını sürekli kılarak ya da yeniden-üreterek sürdürüyor. Sınıf mücadelesini, üretimde (emek-gücünün-yeniden-üretimi için gerekli olan ücretin düşürülmesi, baskı, ceza, işten çıkarma, anti-sendikal mücadele vb.) sürdürüyor. Sınıf mücadelesini aynı zamanda (üretimin dışında da sürdürüyor; işte burada işçi sınıfını baskı ve ideoloji ile yola getirmek için devletin, devletin baskı aracının ve Devlet’in İdeolojik Aygıtlarının (siyasal sistem, okul, kilise, basın-yayın) rolü işe karışıyor.[12]

            Althusser, proletaryanın sınıf mücadelesinin doğrudan siyasi iktidarı ele geçirmeye yönelmediğini, burjuva sınıf mücadelesine direniş veçhesinin de bulunduğuna işaret ediyor:

Eğer durum böyleyse, sınıf mücadelesini bir başka biçimde düşünebilir ve kimi yanılgılardan, küçük-burjuva ideolojiden gelen ‘hümanist’ (ve ‘ekonomist’ yanılgıların tamamlayıcısı olan) yanılgılar gibi yanılgılardan vazgeçilebilir. Kapitalist toplumun, bir bakıma sınıf mücadelesinden önce varolduğu ve bizim bildiğimiz sınıf mücadelesini toplumun ‘haksızlıklarına’ karşı başkaldıran proletaryanın (ve müttefiklerinin) işi olduğu düşüncesini terk etmek gerçekten zorunludur. Gerçekte, kapitalist topluma özgü sınıf mücadelesi kapitalist toplumla aynı özdendir: onunla birlikte başladı, başlangıçtan beri sınıf mücadelesini silahsız (savunmasız) bir proletaryaya karşı benzersiz bir zalimlikle sürdüren burjuvazidir.[13]

            Poulantzas, tarihselci yaklaşımlar karşısında Althusser tarafından ortaya konulan platformda yer almış ve sınıf sorununa tarihselci yaklaşımları ikiye ayırarak eleştirmiştir:

Tarihselci sorunsalın ilk akımında sınıf, Hegelci tarzda, tarih yapmak olayının öznesi olarak, bir toplumsal oluşumun yapılarının kalıtımsal oluşturucu ve dönüştürücü unsuru olarak, alınır. Bunun, sınıfın ve sınıf bilincinin bu tarzda tarihselci yorumlanmasının, tipik temsilcisi Lukacs’dır. (..) sınıflara ilişkin bu aynı anlayış Goldmann ve H. Marcuse gibi yazarlarda da bulunmaktadır.

İkinci tarihselci akım TH. Geiger, R. Dahrendorf ve Fransa’daki Bourdieu de görüldüğü gibi, Marx’ın bazı “işlevselci” tarzda yorumlanmalarında görülmektedir. Bu yorumlama birincisine oranla toplumsal oluşum sorununu bir yapı sistemi sorunu biçiminde ele alarak, bu soruna açıklık getirmesi ve “yaradılışa” bağlamaması bakımından önceliklidir. (…) Bu anlayış, sonuçta böylece toplumsal sınıfın, sınıfsal durum ve sınıfsal işlev olarak, bir çifte statülüğüne ilişkin kuramsal hizip doğurur: sınıf durumu -ekonomide aldığı yer ile belirlenen kendinde sınıf- ve yapısal dönüşümün artzamanlı ögesi olan sınıf işlevi -sınıflar mücadelesi, kendi için sınıf-. … Üretim taşıyıcıları, taşıyıcılar-üreticiler olarak, yapıların yaratıcı özneleri gibi, toplumsal sınıflar da tarihin özneleri olarak kavranılmaktadırlar.[14]

            Balibar, Althusser’in öğrencisi olarak başladığı teorik serüvenine, Althusser’den sonra tek başına devam etmiştir. 1976’da FKP’de “proletarya diktatörlüğü” kavramının parti tüzüğünden çıkarılması çabaları ile eş zamanlı olarak SSCB’de “işçi devleti”nden “bütün halkın devleti”ne geçiş ve hemen tüm Avrupa ülkelerindeki komünist partilerde “proletarya diktatörlüğü” kavramının terkedilişine karşı çıkan[15] Balibar, 1990’da Wallerstein’la birlikte yazdığı kitabında, sınıf tartışmalarına geri dönüyor.[16]

            Balibar, proletarya’nın (dolayısıyla burjuvazinin) türdeş ve ideal bir tipinin olamayacağını, ve “proleterleşme süreci”nin sözkonusu olduğunu;[17] bu sürecin zorunlu olarak sınıf diktatörlüğüne yol açacağını, (burjuvazi için “burjuva diktatörlüğü”, proletarya içinse “proletarya diktatörlüğü”), proletarya diktatörlüğü kavramının çıkarılması halinde, Marksist teoriden geriye kalan her şeyin çökeceğini iddia ediyor.[18]

            Balibar, sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarının Marksizmdeki önemi hakkındaki düşüncesini 1990’larda da sürdürüyor:

Marksizmin kimliğinin, tamamıyla sınıf ve sınıf mücadelesi çözümlemesinin tanımına, menziline ve geçerliliğine bağlı olduğu yeterince açıktır. Bu çözümlemenin dışında Marksizm yoktur: ne toplumsal olanın özgül kuramlaştırması olarak, ne siyasal bir “stratejinin” tarihe eklemlenmesi olarak. Tersine, sınıf mücadeleleri toplumsal dönüşümlerin anlaşılırlığına dair ilkeyi taşıdığı sürece Marksizmden bir şeyler, tarihsel hareketin “motoru” ya da tek “temel belirlenim” olarak değilse de en azından hiçbir siyasetin kendisini soyutlayamayacağı evrensel, uzlaşmaz karşıtlık olarak, kaçınılamayacak bir şey olarak kabul edilebilir. Tanımlarına ve belli bir eğilim gösteren “yasalarına” getirilmesi gereken düzeltmeler ne olursa olsun bu böyledir”[19]

            Balibar, iki makalesini on yıl arayla yazmıştır. İlk makalenin yazıldığı tarihsel konjonktürde işçi hareketi kendini, hem kitlesel olarak, hem de politik ve sendikal örgütleriyle hissettiriyordu. 1970’lerdeki tartışmanın muhatabı, doğrudan doğruya, temel bir kavram olan proletarya diktatörlüğünü programlarından silmek isteyen komünist partilerdi. İkinci makalenin kaleme alındığı 1980’lerin sonundaki tartışma ise, komünist hareketlerin politik olarak çözülmesinin öngününde yapılıyordu. Makalenin sunulduğu sempozyuma katılanlara, “Marksizm nereye gidiyor?” diye sorulmuştu.

            Balibar, Althusser’le ilişkisi içinde ilk makalenin yazıldığı yıllarda, Marksizmle hem teorik, hem politik ilgisini sürdürür. 1980’lerin sonunda ise Balibar, Marksizme dönük politik ilgisini yitirmiştir:

Bir taraftan ücretlilik durumunun genelleşmesi, emeğin zihinselleşmesi, hizmet faaliyetlerinin artması -bu kaybolan “proletarya”dır; diğer taraftan mülkiyet ve yönetim işlevlerinin birbirinden ayrılma sürecinin tamamlanması, ekonomide toplumsal kontrolün (yani devletin) yayılması -bu da eriyen “burjuvazi”dir. Madem ki “orta sınıflar”, “küçük burjuvazi”, “bürokrasi”, “yeni ücretli tabakalar”, yani Marksizmin hep takıldığı o sonu gelmeyen siyasal ve kuramsal bilmeceler sonunda sahnenin en büyük kısmını kapladı ve tipik işçi ve kapitalist işveren figürlerini (sömürülen emek ve mali sermaye kaybolmasa bile) marjinalleştirdi; o halde sınıflar ve sınıf mücadelesi siyasal bir mite, Marksizm de bir mitolojiye dönüşmektedir.[20]

                Balibar, “Hem tarihsel deneyimde” (Marksizmin siyasal tarihi), “hem de tarihçilerin ve sosyologların eserlerinde” (teoride) ortaya çıkan “düzeltme ve kaydırma”ların, “başlangıçtaki Marksist teorinin gerçek bir yapı-çözümüne var”dığını iddia eder. Bunların Marksizmin çözümleme ilkelerinin kayıtsız şartsız iptaline yol aç(maya)cağını, ancak “daha çok bu teorinin yeni baştan kalıba dökülmesine olanak sağlayıp sağlamadıklarının akla uygun olarak sorulabileceğini” söyler.[21]

                Balibar, politik Marksizmi, teoriyi kurtarmak adına feda ediyor. Makalesinden sonraki bir tarihte, politik Marksizmin büyük yenilgisi, “kaybolan işçi sınıfı”yla (ve burjuvaziyle) birlikte, teorik analizinin bütün gücüne rağmen, Balibar’ı politik alanda yitirmemize yol açıyor.

Sonuç olarak “sınıfların kaybolması”, kimlik ya da töz kayıpları, hem bir gerçek hem de yanılsamadır. Bir gerçektir, çünkü uzlaşmazlığın fiili olarak evrenselleşmesinin sonu, bir yandan işçi sınıfının öte yandan burjuva devletin yaklaşık bir yüzyıldır ulusal burjuvazileri ve proletaryaları görece birleştirdikleri kurumsal biçimleri yıkarak, evrensel bir sınıf mitini geçersizleştirmeye varmıştır. Yine de bir yanılsamadır, çünkü sınıfların “tözsel” kimlikleri toplumsal aktörlerinin pratikleri karşısında bir sonuç olmaktan öteye gitmemiştir ve bu bakış açısıyla yeni hiçbir şey yoktur: o “sınıfları” kaybetmekle aslında hiçbir şey kaybetmedik. Bugünkü “kriz”, sınıf mücadelesinin belirlenmiş pratiklerinin ve temsil biçimlerinin krizidir; bu haliyle önemli tarihsel sonuçları olabilir. Ancak uzlaşmazlığın kendisinin yok olması değildir; ya da sınıf mücadelesinin uzlaşmaz biçimleri dizisinin sonu değildir.[22]

Sonuç

Sınıf, sınıf mücadelesi ve proletarya diktatörlüğü üzerine, 20. yüzyılın ilk yarısında tarihselci Marksizmle başlayan ve 1960’lı yıllarda “yapısalcı” Marksizm tarafından sürdürülen tartışmaları, belli bir sınırlama düzeyiyle aktarmaya çalıştık.

            Marksizmin, ideolojik ve politik, hegemonik niteliğini büyük ölçüde yitirdiği; işçi hareketinin düşük seyir izlediği günümüzde, Batı Marksizmi içinde başlayan tartışma da, teorik eksenini Marksizm ve sınıf dışı alanlara yöneltiyor. Tartışmanın Marksistlerce yeniden ele alınması, Marksizm içinde sorunlu her alanın tartışmaya açılması yakıcı bir gerekliliktir.

            Kriz karşısında, çözümlenmeyi bekleyen sorunlara yaklaşımda temel alınması gereken öncüller var mıdır? Ve teorik ve politik sorunları ele alan bir girişim, Marksizmin tarihinden ve bugününden azatlı mıdır?

            Althusser’in, girişte aktarılan sözü, bilimin ve bilimsel kavramların kaderinin, politik konjonktüre bağlanamayacağını öne sürüyor ve temel önemdedir. O halde, bilgi nesnesinde bir gerçeklik olarak, toplumsal formasyonların bilgisi, üretici güçler, üretim ilişkileri, sınıf, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü ve komünizm, tarih bilimi reddedilmeden yadsınamaz.

            Tarihsel Marksizm, teorik ve politik hegemonyasının verdiği rahatlıkla, politikayı işçi sınıfının sınırlarına hapsetmiştir. İdeolojik nitelikli bilimsel politika saplantısı aşılmalıdır.

            Marksizmin sorunlu alanlarına eğilen hiçbir Marksist çaba, kendisine, yaşanmış ve yaşanan Marksizmin kaderinden ayrı bir kader talep edemez. Başka bir deyişle, Marksist teori ve pratik için defterin eski sayfaları yırtılıp atılarak, yeni bir sayfa, boş sayfa açılamaz.

[1] Marx, “J. Weydemeyer’e 5 Mart 1852 tarihli mektup”; Marx – Engels, Seçme Yazışmalar 1 (1844-1852), Çev.: Y. Fincancı, Sol Yay., Ankara 1995, s. 75.

[2] Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay., İstanbul 1991, s. 87, dn. 22.

[3] A.g.e., s. 87, dn. 22.

[4] Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev.: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara 1994, s. 42.

[5] Lenin, a.g.e., s.43. “Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidirler, ama özleri birdir: Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuvazi diktatorasıdır. Elbette kapitalizmden komünizme geçiş de, siyasal biçimler bakımından büyük bir bolluk ve geniş bir çeşitlilik göstermekten geri kalamaz; ama hepsinin özü, zorunlu olarak bir olacaktır: Proletarya diktatorası.”

[6] Althusser, “Marksizm ve Sınıf Mücadelesi”, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Yusuf Alp, İletişim Yay., İstanbul 1994, s.77.

[7] A.g.e., s. 79.

[8] Karl Korsch, ‘Karl Marx’ – Marksist Kuram ve Sınıf Hareketi, Çev.: M. Okyayavuz, Doruk Yay., Ankara 2000, s. 241.

[9] A.g.e., s.241.

[10] Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev.: Yılmaz Öner, Belge Yay., İstanbul 1998, s.78

[11] Althusser, a.g.e., s. 79-80.

[12] A.g.e., s.81.

[13] A.g.e., s.82.

[14] Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Şen Süer, L. Fevzi Topaçoğlu, Belge Yay., İstanbul 1992, s. 54-55.

[15] Balibar, Proletarya Diktatörlüğü Üzerine, Çev.: M.A. Akay, Pencere Yay., İstanbul 1990.

[16] E. Balibar, “Sınıf Mücadelesinden Sınıfsız Mücadeleye mi?”, Irk Ulus Sınıf – Belirsiz Kimlikler, Çev.: Nazlı Ökten, Metis Yay., İstanbul 1995, s. 193-229.

[17] “Proletarya, türdeş, değişmez, adı ve kaderi alnına bir kez yazılmış olan bir grup değildir. Sermaye birikiminin öteki yüzünü oluşturan sürekli proleterleşme sürecinin tarihi sonucudur. Eşitsiz, çelişkili, bununla birlikte, son tahlilde geriye dönüşsüz süreç” (Balibar, Proletarya …, a.g.e., s.67; “Sınıfların (proletarya ve burjuvazi) ‘ideal tip’i yoktur. Proleterleşme ve burjuvalaşma süreçleri vardır ve bu süreçlerin her biri kendi iç çelişkilerini taşır: Böylece kapitalist ekonominin tarihinin ulusal ve uluslarüstü alandaki siyasal mücadelelere bağlı olduğu anlaşılır.” (Balibar, “Sınıf Mücadelesinden … a.g.e., s.20).

[18] Balibar, Proletarya …, a.g.e., s.61.

[19] Balibar, “Sınıf Mücadelesi…”, a.g.e., s.196-197.

[20] A.g.e., s.198.

[21] A.g.e., s.209.

[22] A.g.e., s.224.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar