Ana SayfaArşivSayı 18Kapitalist Devletin Yeniden Yapılanması: Solun Özelleştirme Yanılsaması

Kapitalist Devletin Yeniden Yapılanması: Solun Özelleştirme Yanılsaması

 

Giriş

Kapitalizmin yeniden yapılanması üzerine geliştirilen görüşlerin temel bir ayağını, yeniden yapılanmanın devlet boyutu oluşturmaktadır. Bu görüşler, kapitalist toplumsal formasyonda devletin rolüne ilişkin kategorik bir değişikliğin ortaya çıktığını ileri sürüyor. Deyim yerindeyse, gereğinden fazla büyüyen devlet artık ‘doğal yatağı’na çekilmelidir. Neo-liberal teoriye göre, kapitalizmde devlet, bir ‘bekçi rolü’nden fazlasını üstlenmemelidir ve kapitalist ekonomilerde görülen son gelişmeler, devlete, önceki dönemdeki işlevine nazaran, yer ve gerek bırakmamıştır. İzlenebildiği kadarıyla, liberal teori yanlıları, kapitalizmin tamamen yeni bir döneme girdiğini, onu artık ‘eski dönem’in tanımlayıcı kriterleriyle ele alamayacağımızı ileri sürmektedir; sosyal demokrasiden çeşitli sosyalizm akımlarına ve yaygın Marksist kesimlere kadar solun en geniş yelpazesi, kapitalizmin temel özelliklerini olduğu gibi koruduğunu, ancak ikincil nitelikte birtakım değişmeler yaşanmış olabileceğini iddia etmekte hemfikir görünüyor. “Solun yeni ve alternatif bir kamusal bakış açısına sahip olması gerektiği” ileri sürülmektedir. Devletin küçülmesinin tartışıldığı bu dönemde, “ekonomide devlet işletmeciliğinden vazgeçilmesinin devletin ‘küçülmesiyle’, böylece devletin baskıcı işlevlerinin de sınırlanmasıyla sonuçlanacağı”nı sol adına ileri sürenlerin varlığı kaydedildiği gibi, kapitalizm koşulları altında kamu mülkiyetinin savunulması gereğinin sol adına “kapitalist toplumun devleti”ni savunmayla sonuçlandığına da tanık olunmaktadır.

Aşağıda, kapitalist devletin 20. yüzyılda yaşadığı yönelimler, –yeni bir yapılanma olup olmadığı bağlamında ortaya konulan görüşler ve yürütülen tartışmaların sınırlı bir sergilenmesi yoluyla– ele alınmaya çalışılmaktadır.

I. Sosyal devlet ya da refah devleti

Kapitalizmin, 1929’da ortaya çıkan büyük bunalımını ve İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda, genel bir yeniden yapılanma yaşadığı (Şaylan, 1995: 121) ve buna bağlı olarak, kapitalist toplumlarda devletin ekonomik, politik ve ideolojik rolüne ilişkin, az çok eşzamanlı bir farklılaşmanın gerçekleştiği de, genel bir kabulün konusudur. Genel olarak tekelci kapitalist dönemle, ve özel tarihsel karşılıklar olarak da, 1929 dünya ekonomik bunalımı ile İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda, devletin sosyo-politik bir aktör olarak toplum yapısında belirgin bir yer işgal ettiği, ampirik olarak gözlenmektedir. “Kapitalizmin yeniden yapılanması tekelci devletin değişen rolüne ilişkin tartışmaları gündeme getirmiştir. Rekabetçi dönemle karşılaştırıldığında tekelci kapitalist devletin etkinlik alanının genişlediği kesindir.” (Öngen, 1996:161)

Başlıca özellikleri savaş sonrası yıllarda belirmeye başlayan bu dönemde kapitalist toplumlardaki devlet aygıtlarında önemli değişmeler görülmüş; devletler, ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik alanlarda üstlendikleri yeni işlevlerle dev birer aygıta dönüşmüştür (Öngen, 1996: 161).

Ancak, 20. yüzyılın, devletin yapılanması konusunda iki başlıca yönelime sahne olduğu ileri sürülmektedir. Yüzyılın başları devletin etkin bir ekonomik güç olarak sahnedeki yerini almasına ve buna ön ya da art gelen teorik ve politik görüşlere tanıklık ederken, aynı yüzyılın sonlarına doğru bu kez tersine bir dalgadan söz edilmektedir. Bu son yaklaşımlara göre, devlet tekrar ‘doğal’ yatağına çekilmekte ve 19. yüzyılın ‘tipik’ kapitalist devleti kimliğine dönmektedir. Devletin ekonomik işlevlerinin genişlemesinin 20. yüzyıl kapitalizminin en önemli olgularından biri, ve bu dönemde devletin, birikim süreçlerinin etkin bir ‘müdahalecisi’ durumuna gelmiş olduğu kabul edilse de (Öngen, 1996: 163), “devletin ekonomik eyleminin, 1930’larda ekonomik politika biçimini almadan önce de sistemin işleyişinden ayrılmaz bir biçimde mevcut olduğu” (de Brunhoff, 1988: 403) ileri sürülmektedir. Bu durumda, yüzyılın başlarında devlet kategorik bir farklılaşma yaşamadı, kapitalizm koşullarında devletin ekonomiye müdahale tarzı değişti. Ancak, başta Gramsci olmak üzere bazı Marksist yazarlar devletin bu dönemde politik hegemonyayı tesis etmek ve ideolojik aygıtlar geliştirmek gibi yeni işlevler kazandığını ifade etmişlerdir.

Bu dönemde ortaya çıkan yeniden yapılanmada, teknolojik dinamiklerden çok sosyo-politik süreçlerin tayin edici nitelikte olduğu belirtilmektedir (Şaylan, 1995: 121). O halde, sınıfsal ve politik aktörlerin ilişki ve çatışmalarının dönemin devlet tipinin yaratılmasındaki canalıcı yeri kabul edilmek durumundadır. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin kapitalizminin karakteristiklerinden birinin, sermaye ya da burjuvazi ile emek ya da emekçi kesimler arasında bir tür güç dengesinin, bir uzlaşmanın sağlanması olduğundan bahsedilmektedir. Emekçi sınıflar lehine sosyal politikalar izlediği, kamu istihdamını ve kamusal üretimi genişleterek başlı başına bir ekonomik aktör olduğu kabul edilen bu devlet tipi, “sosyal devlet” ya da “refah devleti” diye adlandırılmaktadır. Sosyal devlet de refah devleti de, bu dönemi olumlu özellikleriyle ele alan yaklaşımların lügatine ait olsa da, kapitalizmde özel bir dönemi belirtmek bakımından, daha uygunu/uygunları önerilinceye değin, kullanılmak durumunda olan terimlerdir. Bu terimlerin, özellikle Marksistler arasında kullanılmasının, kapitalizme ilişkin teorik bir problemin semptomu olarak değerlendirilmesinin uygun olduğu düşünülmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kapitalizmin yeniden yapılanmasının, sermaye ile örgütlü emek arasındaki bir uzlaşmaya dayandığı ileri sürülmektedir. Bu uzlaşmanın sonucunda ortaya çıkan kurumsal tabloda, liberal ve sosyal-demokrat teorisyenler klasik demokrasiyi görürler. Bu demokrasiyi belirleyen temel özelliklerin, refah devleti, ücretlerde kararlı ve sürekli artış, örgütlü emeğin siyasal süreçte büyük etkinlik kazanması olduğu kabul edilmektedir.

“Devletçe düzenlenen kapitalizm” olarak adlandırılacak denli etkili bir devlet müdahalesinin görüldüğü bu dönemin kapitalizminde (Şaylan, 1995: 122), büyük ve kapsamlı büyüme hızları kaydedilmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde işsizlik oranlarında büyük düşüşler olmuş, sosyal yardımlar sonucu, yoksulluk sınırının altında yaşam süren gruplar son derece marjinalize edilmiştir. Bu yeniden yapılanma sürecinde, kapitalizmin işlerliği için devletin ekonomik etkinliklerinin oldukça artması gerektiği savunulmuş, ve bir özel politika olarak devlet müdahaleciliği gündeme gelmiştir. Devlet bir taraftan kamu kesimindeki istihdamı artırarak fazla işgücünü emme yoluna gitmiş, diğer taraftan da toplam talep yönetimi ile ekonomik yaşamın en etkin kurumu haline gelmiştir….

Yirminci yüzyılın ikinci yarısına yeniden yapılanarak giren kapitalizm ya da ‘devletçe düzenlenen kapitalizm’ büyük bir gelişme göstermiş, belki de tarihinin en yüksek ve kapsamlı büyüme hızlarını gerçekleştirmiştir.

II. Bunalım ve devletin yeni işlevi

Ancak, 1970’li yıllardan itibaren yeni ve evrensel bir bunalım ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu ağır bunalımın belirtilerinden biri, genel olarak kâr hadlerinde görülen düşme eğilimidir. Kapitalizmin bu evrensel bunalımı, temel olarak kapitalizmin kendisine değil, refah devleti kavramlaştırmasında kendini gösteren ve kapitalizmin doğasına uymamakla eleştirilen bir önceki döneme tepkiyi de beraberinde getirmiştir. Bunalım bir anlamda refah devletinin bunalımı olarak değerlendirilmiştir. Devletin bunalımı, kamu tasarruflarının devletin yükümlendiği işlevleri yerine getirmeye yetmemesi olarak kendini göstermiştir (Şaylan, 1995: 201). “Ekonomik bunalım, ekonomik politikanın bunalımına yol açmış” (de Brunhoff, 1988: 391) ve refah devleti anlayışı sorgulanmaya başlanmıştır. “Refah devletinin oluşumunu sağlayan politik süreç, yani emekçi kesimler, iş dünyası ve devlet arasındaki büyük uzlaşma 1980’li yıllarda çökmüştür.”(Şaylan, 1995: 89) “Zaten, Keynesçi ekonomi politikalarının, sosyal devlet pratiklerinin ve toplumsal uzlaşmaya dayanan endüstriyel rejimin burjuvaziye sağladığı hegemonik üstünlük bir süredir ciddi bir aşınma içindeydi. Dolayısıyla, sınıflar arası işbirliğini ve toplumsal güçler arasında göreli bir dengeyi veri alan refah devleti, artık sermaye egemenliği açısından uygun bir rejim olmaktan çıkmıştı.

“Öyle ki, sosyal devlet kurumlarında somutlaşan kamunun genişlemesi olgusu ile sosyal adalet nosyonunda canlılığını koruyan kolektif sorumluluk ve kamusal yarar düşüncesi, bir yandan birikim süreçlerinde tıkanıklığa yol açarken, öte yandan serbest pazar ideolojisini epeyce törpülemişti. Sonunda sermaye, gerek ekonomik darboğazı aşma, gerek meşruiyetini tazeleme sorunuyla yüz yüze geldi. İşte bu sorun, ‘yeniden yapılanma’ sürecine yol açtı.”(Öngen, 1997: 400)

Kapitalizmin yeniden yapılanmasından kapitalist devletin/devlet aygıtının yeniden yapılanmasına uzanan bu sürecin, az çok belirgin üç ara aşamada ivme kazandığı değerlendirilmektedir. 1975 yılı civarında ortaya çıkan bunalım, başlangıç aşamasını; 1980’li yıllarda özellikle ABD’de R. Reagan ve İngiltere’de M. Thatcher’ın ekonomik politikalarında bütünlüklü ve ideolojik ifadesini bulan ve önceki dönemin “toplumsal sözleşme”sini tek taraflı iptal eden saldırı dalgası ikinci ve belirginleşmiş aşamayı; ve nihayet son ara aşamayı da, 1989’dan başlayarak “sosyalist rejimler”in kurumsal, ideolojik, politik çöküşü oluşturmaktadır. Neo-liberalizm olarak adlandırılan bu dönemin ideolojik akımının; kapitalizmin, kapitalizmde devletin ve aslında giderek tarih aşırı bir şekilde bütün olarak devlet adındaki kurumun yeniden yapılanması iddiası zemininde, karşı koyucu nitelikteki her türlü akım karşısında ilan ettiği ve yaşadığı zafer, özellikle sonuncu ara aşamayla dizginsiz ve ihtiyatsız bir hal almıştır.

Kapitalizmin zafer çığlığı, aslında bütün ideolojilerin tanınmalarını sağlayan bir tarzda atılmıştır. İdeolojilerin öldüğü ve tarihin bittiği iddiaları, neo-liberal tezlerin ideolojik olduğunun en büyük göstergesi olarak kabul edilmektedir. Yani önermenin temel argümanı, aynı zamanda kendi ideolojik niteliğini ortaya koyan bir işlev edinmiştir.

‘70’li yılların sonuna gelindiğinde, eski ekonomik politika anlayışı büyük ölçüde dağılmış; hükümetler ile çokuluslu şirketlerde, artık gelenekselleşmiş Keynesyen politikalarla bunalımın üstesinden gelinemeyeceği açıkça egemen kanaat olmuştur (Şaylan, 1995: 121-2). Buna karşı, “sözleşme”nin diğer tarafını teşkil eden emekçi kesimlerin esaslı bir direnişinden söz edilememektedir.

‘80’li yıllarda hükümetlerce izlenen programın sosyo-politik anlamda önemli değişiklikler gerçekleştirdiği kabul edilmektedir. Emekçi kesimler nezdinde oturmuş değerler ve kazanılmış mevzilere saldırıda, bu dönemde, Reagan ve Thatcher başı çekmiştir. Toplumsal bölüşüm düzeni güçlü bir değişime yöneltilmiştir.

1980’li yıllarda, emekçi kesimlerin, kendilerine dönük saldırıyı karşılayabildiklerini ve karşı duruşlar geliştirebildiklerini söylemek mümkün görünmemektedir. ‘70’lerde başlayan trend, ‘80’li yıllar boyunca da sürmüştür. Kapitalizm, bir yandan bunalımını aşabilmek için yukarıda ifade edilen temel değişimleri derinleştirmek yönünde yeni ataklar geliştirirken, diğer yandan bu süreci pekiştirmek ya da öncelemek için, kapsamlı ideolojik gerekçeler ortaya koymuştur. ‘80’li yıllar, ‘pasta’dan toplumun emekçi kesimlerinin aldığı payın azalmasına, sosyal politika önlemlerinin dramatik ölçüde gerilemesine, işçi sınıfının örgütlü yapısının ciddi erozyonlara uğramasına, ücretlerde düşüşe tanıklık etmiştir. Ancak izleyen yıllar, daha kötü koşulların da olabileceğini göstermiştir. “Soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyet sisteminin çöküşü, sermayeye zaferini ilan etmesi için yeni bir fırsat daha verdi. Sermaye, bu tarihsel kozu, serbest pazarın evrenselliğini ve ebediliğini kanıtlamak için kullanmakta gecikmedi.”(Öngen, 1997: 400)

Kapitalizmin yeniden yapılanması, temel göstergeler itibarıyla kapitalist devletin ya da kapitalist toplumlarda devletin yer ve rolüne ilişkin değişimlerde kendini göstermiştir. Özel mülkiyet ve girişimin, devletlerce belirlenmiş her türlü sınırlamadan muaf tutulmasının amaçlandığı ifade edilmektedir. Fiyat denetimlerine son vermek gerektiği ileri sürülmektedir. Devletin, toplumun emekçi kesimlerinin yararlandığı kamu harcamalarında kısıntıya gitmesi önerilmektedir. Yeniden yapılanan kapitalizmde, devletin ekonomiye müdahale biçimi değişmiştir. Devlet esas olarak, sermaye birikimine dönük değişimler yaşamıştır. Sermaye birikimine doğrudan müdahale girişimlerinde bulunulmuş ve özelleştirme, düzenleme dışı bırakma (deregulation), regresif vergi reformları gibi uygulamalara gidilmiştir. “Özelleştirme belirleyici bir ideolojik öğe olarak yeniden yapılanmanın ana eksenlerinden biri konumuna gelmiştir. (…) bu politikalarla iş dünyasına önemli bir kaynak aktarıldığı ve sermaye birikim sürecine hız kazandırıldığı ileri sürülebilmektedir.”(Şaylan, 1995: 134)

Yeniden yapılanma sürecinde devlete çok önemli roller yüklenmiştir. “Üretim süreçlerinin ve pazarın esnekleşmesi, sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu konuda, devlet işletmeciliğinin ve kamusal hizmet sunumunun varlığı en başta gelen ayakbağlarından birisi olarak görülmektedir.” (Öngen, 1997: 400)

Devletin küçültülmesi ve kamusal yönünün ortadan kaldırılması kapitalizmin yeniden yapılanmasında vazgeçilmez bir boyut olarak sunulmaktadır. Bunun en çarpıcı göstergesi özelleştirme politikalarıdır. Sosyal devletin ortadan kaldırılmasında en belirgin rollerden birini özelleştirme politikaları oynamaktadır. Özelleştirme adeta tartışma dışı kesin bir doğru olarak kabul edilmektedir. Üretimin ve istihdamın esnekleştirilmesi için sosyal devlete özgü mevzuatın bir yana bırakılması zorunlu görülmektedir. (Öngen, 1997: 400-401; Şaylan, 1995: 88)

Emekçi kesimler, ya bazı yazarların dile getirdiği gibi, yapısal nedenlerden dolayı, kapitalizm koşullarında yapısal mevziler elde edememiş, yahut eldeki mevzileri koruyamamışlar, ya da başka bazı yazarların belirttiği gibi, ideolojik-politik önderlik yoksunluğundan dolayı, burjuvaziyle oluşturulan dengeyi koruyamamışlardır. Nitekim, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler, sermayenin yeni yapılanmasını, ne ‘70’li yıllarda ilk ortaya çıktığında, ne ‘80’li yıllarda ivme kazandığında ve oturduğunda, ve ne de ‘90’lı yıllar boyunca bir toplumsal pratik eleştirisine tâbi tutabilmişlerdir.

III. Metasızlaştırma ve kapitalizmde kamu alanı

Kapitalizmde devletin etkinlik alanının genişlemesi, genel olarak işçi hareketinin yönelimi ve kapitalist toplum koşullarında mücadelenin pratik sonuçları bakımından çeşitli değerlendirmelere konu olmuştur. Ancak, piyasa koşullarının etkilerinden uzak bir ‘durgun liman’ın kapitalizmde ne ölçüde ve nasıl mümkün olacağı, kapitalizmi bir toplumsal formasyon olarak değerlendirmek bakımından teorik bir boyut taşımaktadır. “Tekelci dönemde devlet etkinliklerinin genişlemesi siyasal alanın pre-kapitalist dönemdekine benzer bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. Bu yapı, sömürü ilişkilerinin ve sınıf çatışmasının algılanmasını güçleştiren süreçler yaratmıştır.”(Öngen, 1996: 165) Sorunun politik ve ideolojik temelinin burada yattığı ileri sürülebilir mi?. Bu bağlamdaki temel kavramın ‘metasızlaştırma’ ya da ‘metasızlaşma’ (decommodification) olduğu görülüyor (‘Proletersizleştirme’yi de bu süreçle ilgili gören yazarlar söz konusu edilmektedir.) (Arın, 1997; Öngen, 1996; Çulhaoğlu, 1997).

Kapitalizmde metalaşmanın görülmediği, hatta meta niteliğin ortadan kalktığı bir alan var mıdır? Eğer metasızlaştırma söz konusuysa, bu, kapitalistler ve işçi sınıfı açısından nasıl değerlendirilmelidir? Kısaca, metasızlaştırma, -kısa vadede veya nihai olarak- hangi tarafın yararınadır?

Bu konuda paylaşılan genel kanı, metasızlaştırma sürecinin emekçi sınıflar yararına olduğudur. “Kapitalist bir düzende metasızlaşma alanı ne kadar genişse, emeğin gücü de görece o kadar fazladır ve emek gücünün yeniden üretimi piyasa koşullarından gene görece o kadar bağımsızlaşır. Parasız kamu hizmetleri ve kâr amacı gütmeyen kamu üretimi ise, metasızlaşmayı ve piyasa koşullarından göreli bağımsızlaşmayı sağlayacağı için emeğin lehinedir.”(Çulhaoğlu, 1997: 93) Çulhaoğlu, genel olarak sosyalistlerin konuyu nasıl ele aldıklarının bir örneği sayılabilecek ifadeler kullanıyor. Metasızlaştırılan alan, kapitalizmin piyasa yasalarına kapalı bir niteliğe sahipmişçesine değerlendiriliyor. Çulhaoğlu, her ne kadar, sürekli olarak “görece” terimini kullanıyor olsa da, kapitalizmde bu “görece bağımsızlık”ın varlığının mutlak olduğunun savunulduğu görülüyor.

Sorunu, Arın şöyle tartışıyor: “Kapitalistin çıkarı, emek gücü üzerindeki denetimini güçlü tutmak üzere emeğin en üst düzeyde metalaşmasıdır. İşçi hareketinin temel ilkesi ise emeğin tam metalaşmasına direnmektir. Ücretli emekçi, piyasa-para ilişkilerini ne kadar etkileyebilirse metalaşmama derecesi de o kadar yüksek olacaktır ve emek gücünün piyasa karşısındaki çaresizliği azalacaktır.”(Arın, 1997: 196)

Ancak, konuyu her boyutuyla bu şekliyle ele alabilmenin mümkün olmadığını yine Arın’ın kendisi ortaya koyuyor: “Kapitalist sistemi, içindeki sınıf çatışması ve ücretle çalışanların baskılarından korumak için refah devleti ve sosyal güvenlik sistemi geliştirilmiştir.” (Gough’tan aktaran Arın, 1997:197) Buna göre, kapitalizm kendini güvenceye almanın bir aracı olarak metasızlaştırmaya başvurabiliyor. Kapitalistlerin çıkarı, emekçi sınıf ve kesimleri, tahammül edilmez, yani her an kontrolsüzce patlamalara yol açabilecek yaşam koşullarında tutmamak olarak tecelli ediyor. Bu gelişmede sermaye ve emek güçlerinin her ikisinin de yararlandığı bir tarihsel yön olduğu açıktır; ve ortak yarar, temeli her ne kadar ‘biyolojik’ olsa da, tarihsel dolayımlardan geçmek durumundadır. Tarihsel toplumlarda emek gücünün taşıyıcısı olan sınıflara mensup bireyler, biyolojik yeniden üretimlerini sınıf konumunun yeniden üretimi olarak yaşamaktadırlar.

Metasızlaştırmaya ilişkin, refah devleti dönemi ile öncesi arasındaki farkları belirtmek için şu ‘ideal tip’leştirmeye gidildiği kanaati oluşmaktadır: 18 ve 19. yüzyıl kapitalizmi, sınıfsal ve ekonomik yönleriyle -esas olarak- çıplaktı. Deyim yerindeyse toplumsal yapı ‘şeffaf’tı. Devletlerin birer burjuva devleti olduğu oldukça açıktı ve sınıfsal mücadelenin koşulları da çok daha uygundu. Ancak, bu özellikler 20. yüzyıla taşınmadı. Kapitalist toplumun üzeri, kendinden menkul bir ‘toplum çıkarı’, ‘kamu yararı’ ile örtüldü. Bu biçimlenmede artık kapitalizmin sınıfsal ayrımlar gibi ‘tipik’ gerçekleri dolaysızca görülemez olmuştu.

Öncekine nazaran 20. yüzyılda genel refah düzeyinin arttığı bir gerçekti. Hal böyleyken, 20. yüzyıla damgasını vuran refah devleti uygulamaları ve sosyal devlet politikaları, salt devletin kapitalist karakterini gizlemekle kalmamış, öte yandan hizmet elemanlarının sınıfsal kökenlerini epeyce tartışmalı duruma getirmiştir (Öngen, 1996: 161-2). Bu, kamuda çalışanların sınıf tanımlamalarını belirlemek bakımından, işçi sınıfı temelli politika yürüten özneler için tayin edici ve can alıcı nitelikte bir sorundur.

“Devlet bir yandan ekonomik, siyasal ve ideolojik işlevleriyle, öte yandan kamusal hizmetler alanındaki etkinlikleriyle sınıf ilişkileri üzerinde doğrudan etkide bulunmaktadır. … [Kamusal nitelikteki çalışma] türü, kapitalist sömürü ilişkileri dışında gözüktüğü için ayrı bir önem taşımaktadır. Çünkü burada çalışmanın karşılığının sarmayeden değil de gelirden ödeniyor olması kimi yanılsamalara yol açmaktadır.”(Öngen, 1996: 165)

Kapitalist toplumları sınıfsal analize tâbi tutmaya yönelen bir çaba için, kamuda istihdam edilenlerin sınıfsal nitelikleri üzerine ortaya çıkan bir belirsizlik, kapitalizmin gücünü ve çelişkilerini içinden çıkılması oldukça güç bir kaos ortamına sürükleyecektir.

Sosyal güvenlik kurumlarının bir metasızlaştırma alanı yarattığı kabul edilmektedir. Sosyal güvenlik önlemlerini 19. yüzyılda işçiler kendi aralarında yaratmıştır. Fakat daha sonra bu kurumların devlet tarafından organize edildiği görülmüştür. Bunun, bir toplumsal formasyonun biyolojik temeli olan canlı emek ihtiyacının karşılanması bakımından doğal bir zorunluk olduğu ileri sürülebilir. Zira, köleci toplumlarda bile, ihtiyaç duyulan köle emeği için köle rezervlerinin korunması yollarına gidilmiştir. “Emek gücünün ‘günlük değeri’nin karşılığı olan dolaysız ücret, bu gücün ‘yeniden üretim değeri’ne tekabül etmez. Emek gücü, kullanılacak durumda olmayan ya da satılmayan her meta gibi, geçici olarak ‘değerini yitirmiş’ olan işsiz veya hasta işçinin geçimini sağlayamaz. İşte bu nedenle, emek gücünün yeniden üretim değerinin karşılanmasını sağlayacak kapitalist olmayan yardım kurumlarına, daha sonra güvenlik kurumlarına ihtiyaç duyulmuştur.” (de Brunhoff 1988: 404)

Az çok belirgin yönleriyle ortaya çıkışından bu yana sosyalist akımlar ve işçi hareketinin, kapitalizm sonrası toplumsal oluşumun temel dayanaklarından birinin devlet mülkiyeti, kamu mülkiyeti ve giderek toplumsal mülkiyet olduğu konusunda genel olarak bir görüş ayrılığı yaşamadığı görülür. Kapitalizme son vermek üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vermek ve bunun ilk formu olarak üretim araçlarını devlet mülkiyetine geçirmekle mümkün olacaktır. Ancak, Savran’ın belirttiği üzere, “özellikle kapitalizm koşullarında devlet mülkiyetinin ne anlama geldiği işçi hareketi içinde büyük teorik ve ideolojik tartışmalara yol açmıştır” (Savran, 1997a: 23). Savran, devlet mülkiyeti altındaki işletmelerde çalışan işçilerin de aynen özel sektörde olduğu gibi artı-değer ürettiğini ve sömürüldüğünü belirtmektedir, ancak bütün bunlara rağmen, emeğin kurtuluşundan yana olanların tercihinin, kapitalizm koşullarında bile özel mülkiyete karşı devlet mülkiyeti olması gerektiğini ileri sürmektedir (Savran, 1997a: 29).

Öngen’in bu konuda teorik gerçek ile politik ihtiyaçları ayırdığı görülmektedir. Öngen, diğer yazarların çoğu gibi, kapitalizm koşullarında kamu mülkiyetinin “özünde” (teorik olarak) özel mülkiyetten farklı olmadığını, ancak -örneğin Savran’dan farklı olarak- pratikte mücadelenin belli momentlerinde emek güçlerinin ilgili durumdan bazı pratik yararlar elde etmesinin, sınıf mücadelesi dinamiklerinin emeğe bu alanlarda bazı mevzileri ele geçirme fırsatı vermesinin pekâlâ olanaklı olduğundan söz etmektedir (Öngen, 1997: 404 ve 406). Kısaca, Öngen’in, kamu mülkiyetine karşı duruşu teorik bir zorunluk değil, politik bir imkân olarak değerlendirdiği düşünülmektedir.

Arın’ın değerlendirmesi, kapitalizmde kamu mülkiyeti ve işletmesi ile bunlarla iç içe bir nitelik arzeden metasızlaştırma sorununa yaklaşımın belirlenmesinde, genel bir teorik duruştan ziyade somut bir güçler ilişkisi ortamında fırsatları ve olanakları değerlendirmeyi öne alacak bir politikanın öncel nitelikte olması gerektiğini ortaya koyuyor: “Emeğin tam metalaşmaması kapitalizm için iki ucu keskin bıçaktır ve kendi içinde yoğun bir çelişkiyi barındırır. Sosyal haklar bir yandan kapitalist sistemin en yoğun çelişkisini hafifleterek varlığını sürdürmesine hizmet eder; öte yandan, aynı zamanda sistemin kendisine yabancı bir unsurdur ve emek üzerindeki sermaye hakimiyetini sınırlar.”(Arın, 1997: 198)

IV. Marksist teori ile politika arasındaki yarılma

Kapitalizmde devletin son birkaç onyılda girdiği kabul edilen yeniden yapılanmasına karşı Marksistlerin ve işçi hareketinin cephe açacağı yer, devletin önceki döneme nazaran gösterdiği ayrımlar üzerine mi belirlenmelidir? Yani özelleştirmeye karşı özelleştirmenin karşıtı bir eğilim gösteren sosyal devlet politikaları ve devletleştirme/kamulaştırma mı savunulmalıdır? Bu durumda, refah devleti döneminde işçi hareketinin ve Marksistlerin politikalarının yönü devletleştirme/kamulaştırmanın daha da güçlenmesi, sosyal devlet politikalarının yaygınlaştırılması ve pekiştirilmesi yönünde mi olmalıydı? Marksizmin kapitalizme karşı tezlerinin bu şekilde formüle edilemeyeceği, Marksist politikanın, özelleştirme – devletleştirme dikotomisinin imkanları çerçevesine sıkıştırılmaması gerektiği açık olsa gerektir.

Devletin yeniden yapılanması süreciyle ortaya çıkmaya başlayan dinamiklerin, kapitalist toplumun ve devletin yapısı hakkında yaratılan yanılsamaları bertaraf etmek bakımından “hayırlı” olduğu ifade edilebilir. Bu politikalarla, sınıfsal ayrımları örten ya da sınıfları uzlaştıran unsurlar ortadan kaldırılmaktadır. Bunun, klasik Marksizmin tercih ettiği bir hal tarzı olduğu ileri sürülebilir. Marx ve özellikle Engels ile Lenin’in, devletin sosyal nitelikli politikalarına, işçi sınıfının uzun vadeli çıkarları adına karşı çıktıkları bilinir. Devletin yeniden yapılanması, özellikle politik düzlemde ciddi gerilimlere yol açmıştır. Kamusal mülkiyetin özel mülkiyet lehine gerilemesi, özelleştirme politikaları, sosyal güvenlik önlemlerinin zayıflatılması gibi faktörlere karşı politik duruş belirlemede Marksistlerin önemli bir sorunla karşılaşmadıkları görülmektedir; ancak söz konusu gelişmeleri ve geliştirilen politikaları genel olarak anti-kapitalizm perspektifi ile bağdaştırmaktan ve politik yönelimleri teorik olarak yerli yerine oturtmaktan kaynaklanan esaslı açmazlar olduğu izlenimi edinilmektedir. Sorunu, politika ile teori arasında ortaya çıkan bir yarılma olarak belirlemenin mümkün olduğu düşünülmektedir. Bir yarılma varken, politik yaklaşımların teorik gerekçelendirilmesi ihtiyacı teorinin temel tezlerinin çekilmesiyle sonuçlanmakta, ya da teorik cepheden bakışla, politik yönelimler teorik bir doktrinarizm adına boğulmaktadır.

Tarihsel deneyimlerin ışığında, pratikte genel olarak devlet mülkiyetinin işçilerin yararına olduğu görülüyor. Ancak, bu pratik gereğin savunulması, çoğu kez, teorik olarak gerekçelendiriliyor. Ya, kapitalizme ilişkin, devletiyle birlikte Marksist yaklaşım problemli, ya da devlet, mülkiyetiyle birlikte reddedilmeli. Bu çerçevede, özelleştirme karşıtlığında kendini gösteren “Marksist tepkiler”in aslında, soy sosyal-demokrat tezlerden ayırdedilemeyen bir nitelik arzettiği izlenimi edinilmektedir.

Bu konuda teorik yaklaşımın şu sorunda ortaya konacak net bir tutumla anlamlı olabileceği düşünülmektedir: Kapitalizm koşullarında kamu mülkiyeti kategorik olarak kapitalist bir nitelik gösteriyor mu? Bu soruya verilecek amasız-fakatsız -aynı anlama gelmek üzere kategorik– bir yanıtla teorik adım atmak mümkün hale gelecektir. Kapitalizmde işçi hareketinin kazanımlarının teorik açıklaması her zaman zor olmuştur. Ancak, neo-liberal tezlerin “yarattığı” devletle, Keynesyen tezlerin “yarattığı” devlet arasında bir seçime gitmenin meşruiyetini savunmanın, Marksizm gibi, anti-kapitalist olmanın temel belirteçleri arasında önemli bir yer işgal eden bir yapısal bütünlüğe ne ölçüde zarar vereceği güçlü bir sorudur.

Tarihsel birtakım kayıtlarla, refah devleti döneminin “uygun” politik yöneliminin sosyal demokrasi olduğu söylenebilir. Bu varsayım, aynı dönemde sosyal devlet politikalarının “sağcı” ya da “muhafazakâr” politik kesimlerce izlenemeyeceği anlamına gelmemektedir. Ancak, özelleştirme politikalarının ve devletin yeniden yapılanmasına ilişkin tezlerin şampiyonluğunu sosyal demokrasinin sağında yer alan politik partilerin yapması da, varsayımı güçlendiren ampirik veriler olarak değerlendirilmektedir. 70’lerde başlayan yeniden yapılanma sürecini yürüten hükümetlerin genel olarak sağcı olmaları ya da bildik sosyal demokrat politikalar izlemeyen sosyal demokrat partiler olması, yeni yönelimin görece gerici niteliğini gösteren etmenlerden biri sayılmaktadır. “Sosyalist ya da sosyal demokrat partiler için bu büyük değişim sadece iktidardan uzak kalma sonucunu doğurmamış; buna ek olarak, ciddi bir ideolojik türbülans ortaya çıkmıştır. Eğer pazar mekanizması, seçeneksiz bir uygulama haline gelmişse ve pazara devlet müdahalesi yadsınmışsa, sosyal demokrat partiler için yapacak çok az şey kalmış demektir. Bir başka deyişle, bunalım ve buna karşı kapitalizmin yeniden yapılanması, sosyalist ya da sosyal demokrat partilerin siyaset yapma alanlarını iyici daraltmış bulunmaktadır.” (Şaylan, 1995: 132)

Sosyal demokrasiyle Marksist sosyalizmin tarihsel bir akrabalığı vardır. Ancak bu akrabalığın günümüzdeki nitelikleriyle sosyal demokraside yaşadığını söylemek mümkün değildir. Buna rağmen, devletin yeniden yapılanmasına karşı politik tutumlar ve teorik yaklaşımlar geliştirmek söz konusu olduğunda, günümüz Marksistleri ile günümüz sosyal demokratlarının (Blair, Gonzales gibi oldukça “ayrı” bir yol tutturmuş olanlar hariç tutulmak kaydıyla…) benzer ya da aynı temel tezleri savundukları görülmektedir.

İşçi sınıfının özellikle kamuda istihdam edilen kesimlerinin özelleştirme politikalarından büyük zararlar gördüğü açıktır. Oldukça geniş bir bağlamda anlaşılmak kaydıyla, sosyalizmin sosyal demokrat kanadıyla Marksist kanadının bu pratik olguya ilişkin tutum almada farklı olmamaları anlaşılır niteliktedir; ancak pratik momentte kalındığına pek tesadüf edilememekte ve ilgili kesimler içinde özellikle Marksistlerin, bir önceki dönemin kapitalist devletinin temel niteliklerinden bazılarını savunmada sosyal demokratlardan farklı olamayan bir tutum ve anlayış sergiledikleri izlenmektedir. Refah devleti döneminde sağcılar ve muhafazakârlar bulaşık devletleştirmeciydi, içinde bulunulan dönemde ise sosyal demokratlar bulaşık özelleştirmecidir. Ancak bu saptama, sosyal demokrasinin radikal bir şekilde devlet mülkiyetini savunan bazı kesimlerinin tutum ve anlayışlarının anti-kapitalist olduğu anlamına gelmeyecektir.

Burjuvazinin her yeni politik yönelimi, doğası gereği işçi sınıfına zarar verir. Kapitalizm içinde burjuvazi tarafından gerçekleştirilen her belli başlı manevra, her durumda kritik bir konumda bulunan işçi sınıfını -ya bir bütün olarak ya da en azından bazı kesimleri nezdinde- istikrarsızlığa sürükleyecektir. Devletleştirmenin ve devlet mülkiyetinin metasızlaştırılmış bir alan yaratmak bakımından işçi sınıfını piyasanın acımasız koşullarına karşı koruduğu, bu nedenle savunulması gerektiği görüşü, tarihsel koşullar dışında bir genel geçerlikte ileri sürülmemelidir. Faşist hareketlerin devlet iktidarına yerleştiği ve ekonomiyi savaşa göre organize etmek amacıyla da devletleştirme yolunda bazı adımlar attıkları koşullarda Marksistlerin bu devletleştirme örneklerini savunmaları beklenemezdi. İşçi sınıfına ve diğer ezilen kesimlere ağır siyasal koşullar dayatan diktatöryal devlet biçimlerinin uygulandığı ülkelerde, devletin siyasal güçlenişi yer yer ekonomik güçlenişiyle birlikte olmuştur. Dolayısıyla, kapitalizm koşullarında devlet mülkiyeti, Marksizm bakımından, salt teorik değil pratik olarak da genel geçer bir yaklaşımın geliştirilmesine müsait olmayan ve her zaman ilgili tarihsel ve politik koşulların biricikliğinde analiz edilmesi gereken hususlar olarak değerlendirilmelidir. Marksizmin klasikleri olan Engels ve Lenin, Batılı ülkelerde burjuva demokrasisinin gelişmesinin işçi sınıfının ödediği bir bedel karşılığında mümkün olabildiğini belirtmişlerdir. İşçi sınıfı burjuva demokrasilerinin ortaya çıkması sürecinde derin bir bölünme yaşamış; işçi aristokrasisi bu bölünmenin somut görünümü olarak kabul edilmiştir.

Bir başka açıdan, özellikle Türkiye gibi ülkelerde kamu sektöründe istihdam edilen işçiler, uzunca bir dönem işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimi olmuşlar ve sınıfın birliğinin, aynı anlama gelmek üzere, örgütlülüğünün önüne dikilmiş başlıca engellerden biri olma işlevi görmüşlerdir.(Türkiye’deki iki büyük tarihsel sendikal örgütten biri olan Türk-İş, bizzat devletin gözetimi ve teşvikiyle kamu işyerlerinde kurulmuş ve örgütlenmiştir; DİSK ise, çetin mücadelelerle, genellikle özel kuruluşlarda istihdam edilen işçiler arasında örgütlenmiştir.)

Bütün bunların şu hususu belirgin olarak gösterdiği düşünülmektedir: Özelleştirme politikalarına karşı çıkılırken öne sürülen gerekçelerden biri işçi sınıfının bölünmesidir. Ancak, refah devleti döneminin bunun aksi özellikler gösterdiği bir veri olmaktan uzaktır. Marksistler arasında, işçi sendikalarının devletin aygıtlarından biri olduğu görüşü ileri sürülmektedir. Refah devleti döneminin burjuva nitelik taşımak bakımından güçlü işçi örgütlenmelerinin mi, özelleştirme politikalarının burjuva da olsa örgütlerden mahrum bırakma yolunda önemli adımlar attığı işçi sınıfı manzarasının mı tercih edileceği, oldukça tartışmalı olsa gerektir.

V. Devletin müdahale tarzında değişme

Kapitalizmde devletin, ekonomik, politik ve ideolojik olarak bir yeniden yapılanma sürecine girdiği görüşünün güçlü olduğu görülmektedir. Bu gelişmenin kapsamı ve derecesi konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Kapitalizmin ve kapitalist toplumlarda devletin hiçbir özel değişme olmadan varlığını sürdürdüğü şeklindeki yaklaşım ile kapitalizmin emperyalizmi geride bırakan bir yeni aşamaya girmiş olduğu şeklindeki yaklaşım iki kutbu oluşturmaktadır. Burada bir vargı olarak izlenen yaklaşım ise, kapitalizmin elbette devleti de yeniden yapılanmaya iten bir gelişme aşaması kaydettiği, fakat bunun kapitalizme ve emperyalizme ilişkin kategorik -yani temel unsurlar itibarıyla ele alınmayı hak eden- bir değişme olmadığı şeklinde ifade edilebilir. Ancak, yeniden yapılanmanın, devletin kategorik bir şekilde küçülmesi olarak ortaya çıktığı, “şuyuu vukuundan beter” bir hal almış görünüyor. Devlet bazı alanlardan gerçekten el çekmiştir, ancak yeni ekonomik ve teknolojik gelişmeler sonucu -eskiden beri varlığını sürdüren ya da yeni ortaya çıkmış- bazı alanlar devlet müdahalesine açılmıştır. Gerçekte asıl yenilik taşıyanın, devletin küçülmesinden çok, devletin küçülmesi fikri olduğu ileri sürülebilir. “Tüm bu çabalara ve bu yöndeki yoğun ideolojik bombardımana karşın nesnel gerçek yerli yerinde durmaktadır; ve bu gerçeklik bizi yeniden devlet müdahalesinin zorunluluğu, daha önemlisi kamusal politika perspektifinin önceliği sorunuyla hesaplaşmaya zorlamaktadır.”(Öngen, 1997: 402)

De Brunhoff, bu konuda ortaya konulan yaklaşımlardan belli başlı ikisini, devleti topluma ve ekonomiye dışsal bir öğe olarak görmekle eleştiriyor. Ona göre, devletin, 18 ve 19. yüzyıllarda ekonomiye karışmadığı, 20. yüzyılın büyük bölümünde dışsal bir öğe olarak ekonomiye müdahale ettiği ve yüzyılın sonlarına doğru, bu kez, yine dışsal bir öğe olarak ekonomiye müdahale etmeme tavrını seçtiği gibi anlayışların tümü yanılsama ile sakatlanmıştır. Devlet, var olduğu her zaman ekonomik bir unsur olarak da iş görmüştür; yaşanan değişmeler, devletin müdahale tarzına ilişkindir. Keynesçi ve liberal olarak tanımladığı tarafların her ikisi de, de Brunhoff’a göre, ekonomiyi devlet olmadan kendi başına ele almakta ve devleti daha sonra işe katmaktadır. Nitekim, ekonomik bunalım liberallere göre devletin hatalı bir şekilde müdahalesinin, Keynesçilere göre devletin müdahalesinin eksikliğinin sonucudur. Liberallere göre, piyasa ekonomisinin kurallarına saygı gösterilmesiyle, Keynesçilere göre ise, devletin etkin müdahalesiyle bunalım aşılacaktır. Oysa bunalım, devletin müdahalesi olsun ya da olmasın, kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır (de Brunhoff, 1988: 395-6).

De Brunhoff’a göre, kapitalizmde doğrudan ücret, emek gücünün yeniden üretimini sağlamaya yetmemektedir ve bu yüzden, kapitalizmde devletin bir şekilde müdahalesine her zaman ihtiyaç duyulacaktır (de Brunhoff ,1988: 404).

Çulhaoğlu, devletin ekonomik yaşama, 1) bütçe ve vergi politikaları yoluyla, 2) üretim ve hizmetler alanındaki kamusal etkinliklerle, ve 3) sermaye birikim süreçlerine daha özel alanlarda daha doğrudan müdahale anlamına gelen ve ‘iş yaşamının düzenlenmesi’ olarak tanımlanan politikalar aracılığıyla müdahale ettiğini; ve devletin ikinci başlıkta ifade edilen üretim ve hizmetler alanından çekilmesinin, birinci ve üçüncü başlıkta toplanan kalemlerdeki etkinliğinin artmasından başka bir anlama gelmeyeceğini ileri sürmektedir (Çulhaoğlu, 1997: 93). Nitekim burjuvazi (ve liberaller), devletin kendi yararına olan sübvansiyon ve vergi muafiyeti uygulamalarından vazgeçmesini istememektedir. “Gerçekte korumacılık, yani ulusal çıkarlar açısından ticaret ve sermaye ihracına devlet eli ile müdahale sürmektedir; en gelişmiş ülkeler bile açık ya da dolaylı olarak korumacılık yapmaktadır.”(Şaylan, 1995: 139)

Öte yandan, sermayenin devlet müdahalesine duyduğu gereksinme azalmamakta, tam tersine birikim krizinin yarattığı sorunlardan ötürü giderek artmaktadır. Serbest pazar ideolojisinin tüm savlarına ve pazar koşullarının tüm dayatmalarına karşın sermayenin yeniden yapılanmasının devlet müdahalesi olmaksızın gerçekleşemeyeceği ileri sürülmektedir. Öngen, kapitalizmde devletin zorunlu etkililiğini şöyle ortaya koymaktadır:

“Her şeyden önce devlet iktidarının varlığı ulusal sınırlar içindeki mal, para, sermaye ve işgücü hareketlerinin denetimi açısından zorunludur. […]

“İkincisi, devlet toplumsal üretim ilişkilerinin tâbi olacağı kuralları saptama tekelini elinde bulundurarak emeğin denetim altında tutulmasının koşullarını yaratmaktadır. […]

“Üçüncüsü, devlet, vergilendirme tekeli yoluyla denetimi altındaki sermaye birikimi süreçlerine çeşitli biçimlerde müdahale edebilmektedir; örneğin devlet bu gücüne dayanarak kaynak dağılımı yoluyla yeniden dağılımı gerçekleştirebilmektedir. […]”(Öngen, 1996:162-3)

Öngen’e göre, başta derinleşen toplumsal çatışmaların denetlenmesi olmak üzere birçok faktör nedeniyle, devlete günümüzde daha fazla gereksinim duyulmaktadır (Öngen, 1996: 161-2). Bizzat küreselleşmenin dinamikleri, düzenleme, planlama, eşgüdümleme ve denetleme işlevlerini görecek bir merkezi otoritenin varlığına gereksinme duymaktadır. Özellikle, bilgisayar ve telekomünikasyon endüstrileri, iddia edildiğinin paradoksal olarak aksine, dünyanın hemen her yerinde esas olarak devlet kapitalizmine yaslanmaktadır. “Yani, sermayenin devlet müdahalesinden artık herhangi bir çıkarının kalmadığı savı boş bir sözden öteye gitmemektedir”(Öngen, 1997: 404).

Yeni dönemin kendini ekonomik, teknolojik, politik ve ideolojik boyutlarıyla göstermesine rağmen, “eski”nin varlığına ne ölçüde son verildiği ya da verilebileceği de konunun bir başka boyutunu teşkil etmektedir. Örneğin Savran’a göre, “Uluslararası burjuvazi bazı kısmi kazanımlar dışında işçi sınıfını belirleyici bir yenilgiye henüz uğratamamıştır. Burjuvazinin bütün sözcüleri, özellikle Avrupa’da bütün tırpanlamalara rağmen, ‘sosyal devlet’in varlığını sürdürmesinin, işgücü piyasasının ‘esnekleştirilememesi’nin vb. krizin devam etmesinde belirleyici bir rol oynadığı kanısındadır.”(Savran, 1997: 102) Şaylan’ın refah devletinin gücüne ilişkin daha iddialı savlar ileri sürdüğü görülmektedir: “Refah devleti, hem uygulamada yani toplumsal gerçeklik alanında, hem de moral değerler açısından ortadan kaldırılması çok zor hatta olanaksız bir gelişmedir.” (Şaylan, 1995: 92) Görüldüğü gibi, Savran refah devletinin varlığını sınıf mücadelesinin seyrine bağlar ve sona erebileceğini kategorik olarak reddetmezken; Şaylan, bir politik akım olan sosyal demokrasinin varlığına kastedecek bir gelişme olarak refah devletinin ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını vurgulamaktadır.

Bu durumda, aşağıdaki sözlerin sahibinin, Marksistler bakımından kabul görmesi mümkün olmayan bir Marksizmi savunduğunun açıkça görülebileceği umulmaktadır. Böylece, Marksizmin sosyal demokrat bir ideolojiye teorik olanak tanımamak üzere konumlanmak zorunda olduğu açık hale gelebilecek ve yazarın yanlışındaki (“Marksizm yanlış çıktı”) doğrunun, doğrusundaki (“yeni kapitalizm karşısında Marksizmin doğruluk’u”) yanlışın görülmesini sağlayabilecektir: “Marksizm yanlış çıktı. Devlet ve kültürde sermayenin üstyapılarından başka bir şey görmeyi istemeyerek, bunların göreli özerkliklerini önemsiz addetti ve soluk, ama etkili bir sosyal demokrat ideolojiye sunulacak olanakları en asgarı düzeye indirdi.

“Yine de, oldukça tuhaf bir şekilde, Marksizmin kendi döneminin kapitalizmine yönelik yaptığı tasvir, ‘90’lı yıllara varıncaya dek, derin ölçüde hatalı görünürken, kurulmakta olan ve mega-kapitalizm diye adlandırılması mümkün yeni kapitalizm karşısında belli bir anakronik doğrulukla yüklenmeye başlamıştır.”(Caille, 1997: 65)

Kaynakça

Arın, Tülay (1997), “Sosyal Hakların Emek Gücünün Meta Niteliği Üzerindeki Etkileri”, Kamu Girişimciliği / Dünyada ve Türkiye’de Kamu Girişimciliğinin Geçmişi Bugünü ve Geleceği Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, , TMMOB Yayını

Caille, Alain (1997), “Piyasa ve Kapitalizm: Hep Aynı Kavga”, Çev.: Ulus Baker, Birikim, S. 104, Aralık

Çulhaoğlu, Metin (1997),“Özel Mülkiyete Karşı Kamu Mülkiyeti”, Sosyalist Politika, S. 15, Aralık

de Brunhoff, Suzanne (1988), “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika”, Çev.: Levent Kayaalp; N. Satlıgan, S. Savran (der.), Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, İstanbul: Alan Yayınları.

Öngen, Tülin (1996), Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, İstanbul: Alan Yayınları.

Öngen, T. (1997), “Kapitalizmin Yeniden Yapılanma Döneminde Kamunun Yeri ve Geleceği”, Kamu Girişimciliği / Dünyada ve Türkiye’de Kamu Girişimciliğinin Geçmişi Bugünü ve Geleceği Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, TMMOB Yayını

Savran, Sungur (1997), “Devlet Mülkiyeti: Toplumsal Mülkiyete Giden Yol”, Kamu Girişimciliği / Dünyada ve Türkiye’de Kamu Girişimciliğinin Geçmişi Bugünü ve Geleceği Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, , TMMOB Yayını

Şaylan, Gencay (1995), Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: İmge Yayınları.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar