Ana SayfaArşivSayı 12Kapitalizmde Kriz ve Kaçınılmaz Çöküş Sorunu

Kapitalizmde Kriz ve Kaçınılmaz Çöküş Sorunu

Marksizmin kimi kavramları aşırı şekilde bayağılaştırılmış ya da yıpratılmıştır. Bu kavramlardan en belirginlerinden biri krizdir. Kapitalist yeniden üretimin “en ufak” tıkanıklığında kimi Marksistler sürekli olarak hemen bir devrim beklentisi içine girerler. Kapitalizmin epeydir genel bir kriz içinde olduğu yine kimi çevrelerce ileri sürülmektedir.

Kapitalist yeniden üretimde krizlerin yaşanıyor olmasının yanında, işçi sınıfının toplumsal siyasette etkinliğini yitiren bir kimliğe bürünmesi, bu durumla ters bir ilişki içindedir. Burada şöyle bir düşünce ileri sürülebilir: Sınıf ve sınıf mücadelesi çözümlemesi Marksizmin temel bir karakteristiğidir; bu çözümlemenin yokluğu, Marksizmi yok saymakla eş anlamdadır. Böyle bir düşüncenin yanında yer almak gerek. Çünkü, “bu çözümlemenin dışında Marksizm yoktur; ne toplumsal olanın özgül kurumlaştırması olarak, ne siyasal bir ‘stratejinin’ tarihe eklemlenmesi olarak[1]. “Sınıf ve sınıf mücadelesi” teoride varlığını halen sürdürmektedir ve günümüz kapitalizminde, bu çözümlemenin ampirik olarak ispatı mümkündür. Ancak, sınıf mücadelesini, 19. yüzyılın sonlarına kadar topluma dolaysız şekilde yansıyan haliyle gözlemleyebilmek günümüzde pek mümkün gözükmüyor. O günden bugüne klasik işçi ve işveren figürlerinin “marjinalleşmesi” ve gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçilerin yaşamlarındaki iyileşmeler, Avrupa solunun önemli bir kısmının bu çözümlemeden vazgeçmesine neden olmuştur. Kapitalist üretim tarzındaki gelişmelere karşın Marksist kalmakta ayak direyenler, politik ekonomi eleştirisinin çözümlemelerinin geçerliliğini savunmuşlardır.

Marksist çözümlemede kriz kavramı, sosyalizme geçiş sürecinde temel bir yer teşkil eder. Marx’ın, kapitalizmin genel bir krize gireceğine ve pek yakında tüm Avrupa ülkelerinde proleter devrimlerin yaşanacağına dair beklentisi, 1848 yenilgileri ile sönümlenir. Marx yoluna politik ekonominin eleştirisiyle devam eder. Politik ekonomi eleştirisinde kapitalist üretim tarzının çözümlemesini yapan Marx, kapitalizmi tarihsel bir sistem olarak eleştirir ve kaçınılmaz çöküşünü göstermeye çalışır.

Bu yazının konusu, Marx’ın göstermeye çalıştığı kaçınılmaz çöküş sürecinde, onun nesnesinde kriz kavramına nasıl bakmak gerektiğini; kapitalist yeniden üretim süreçlerinde sınıfların ve sınıf mücadelelerinin nasıl bir eğilim izleyebileceğini belirlemeye çalışmaktır. Yazı boyunca, Immanuel Walllerstein’in tarihsel kapitalizm üzerine yaptığı çalışmalar ve ileri sürdüğü düşünceler izlenecek ve tartışma konusu edilecektir.

I. Giriş

Marx, Kapital’in birinci cildinin Almanca baskısına önsözünde şöyle diyor: “Aslına bakılırsa, konu, kapitalist üretemin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede gelişmiş olmaları değildir, burada söz konusu olan, bu yasaların kendileridir,kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimdir.[2] Marx, söz konusu önsözde Alman işçilerine, “De te fabula narratur!” † diye seslenir. Marx için, “sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye kendi geleceğinin imgesini gösterir[3]. Bu imge, Kapital’de tasarımlanan kapitalist üretim tarzındaki uzlaşmaz karşıtlıkların yasal zorunluluğudur. Yasal zorunluluğu kısaca şöyle tanımlamak mümkün: Belli birtakım üretici güçlerin, hareket ettiği üretim ilişkileri üzerinden çatışarak gelişmesi. Marx’ta yasal zorunluluğun mekanı ‘Kapital’in kapitalizmi’dir.

Marx, Kapital’de belirli soyut belirlenimlerden hareketle somutun yeniden zihinde üretilme sürecinde “tam ve eksiksiz” işleyen bir kapitalizm sunar. “Tam ve eksiksiz” bir kapitalizm tasarımı, kapitalizmin bağrında gelişen uzlaşmaz karşıtlıkların tam ve eksiksiz bir anına ve kapitalist toplumsal formasyonun nihai sonuna işaret edebilir. Burada iki farklı düşünce ileri sürülebilir: Birincisi, Marx Kapital’de gerçekten böyle bir kapitalizm tasarımlamıştır ve bunun ampirik ispatı mümkündür; ikincisi, Kapital’de üretici güçler ile üretim ilişkilerinin çatışması, mutlak ol(a)mayan bir kapitalizmin sınırları içinde tasarımlanmıştır. İkinci düşüncenin ampirik ispatı, en az birincisininki kadar geçerlidir.

Immanuel Wallerstein, tarihsel kapitalizme ilişkin düşüncelerini yukarıda sözü edilen iki farklı düşüncenin birincisi yönünde geliştirir. Ona göre “uzun vadede ve tüm dünya ekonomisinin bir ucundan öbür ucuna hesaplanmış bazı makul rakamlar elde edilebilse, bu rakamlar son dört yüzyıl boyunca kapitalist dünya ekonomisinde belirgin bir maddi kutuplaşma olduğunu açıkça kanıtlayacaktır”[4]. Wallerstein, kutuplaşmanın mekansal ve zamansal birimlerle* ampirik olarak ispatlanabileceğini ileri sürer. Onun sınıf kutuplaşmasına verdiği önem kayda değer. O, sınıfların ekonominin “özerk alanı”ndaki kavgasını “proleterleşme ve burjuvalaşma” kavramlarıyla dile getirir. Onun yönelimi, Kapital’in okumasından çıkarılabilecek “ekonomik bir sınıf kuramı ve tarih anlayışına” işaret eder.

II. Kapital’de İki Çelişkili

   Eğilim ve Kutuplaşma

Immanuel Wallerstein’in tarihsel kapitalizme dair görüşleri “ilk bakışta” tutarlı gözükmektedir. Ona kaynaklık edebilecek ifadeler Kapital’de azımsanmayacak bir yer tutmaktadır. Kapital’de Wallerstein’a kaynaklık edebilecek “en özlü” ifadeler şu satırlarda dile getirilir: “Emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşmasıyla artık mülksüzleştirilecek olan kimse, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayanin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin, giderek boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesiyle el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler yaygınlaşır.”[5] Kapital’de yer alan bu “apaçık” ifadelerden birincisi, sınıf kutuplaşmasında burjuvalaşmanın azalan, proleterleşmenin artan bir eğilim taşıdığını; ikincisi, bu eğilimlerin kapitalist üretimin kendi mekanizması ile geliştiğini saptamaktır. Wallerstein hem Kapital’de hem de Manifesto’da bulunan* bu çerçeveye dikkat çeker. Wallerstein’a göre hem maddi kutuplaşma, hem sınıfsal kutuplaşma kapitalizmin kendi mekanizması ile gelişen bir zorunluluktur; bu nedenle, kutuplaşmanın gelişimi ne kadar eksiksiz olursa tarihsel kapitalizmin “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine” doğru ilerleyişi o kadar kaçınılmaz olacaktır. Çünkü sermayenin kendini yeniden üretimi sınırlı mekansal boyutta (dünya ekonomisi) bir yere kadar mümkündür.

Ancak, Marx’ın Manifesto’da ortaya koyduğu farklı bir senaryo daha vardır. Marx, burada, proleterlerin bir sınıf ve sonuçta bir politik parti şeklinde örgütlenmeleriyle güçleneceklerinden bahseder. Söz konusu bu durum, yukarıda sunulan ile çelişiktir. Wallerstein, bu senaryoda, emeğin kapitalist krizleri hızlandırmak bakımından olumsuz bir anlam taşımak dışında hiçbir rol oynamadığını iddia eder. O halde, Marx’ın sınıf mücadelelerine dair politik yazılarını nereye koymalı? Wallerstein Marx’ın Fransa’da sınıf mücadeleri üzerine yazılarına atıfta bulunarak şu saptamayı yapar: “Burada, sınıf çıkarları ulusal bir politik ekonomik mekanın terimleriyle tanımlanmıştır ve üretim hanesinde olup bitenler bu tabloda hiç yer almazlar. Belli ki Marx, kapitalist toplumun genel, uzun vadeli eğilimlerini çözümlemek için ileri sürdüğü bu farklı odağın, bu tür eğilimlerin görece düşük olduğu bir gelişme aşamasında sınıf mücadelesinin somut bir anının somut çözümlemesi açısından sınırlı bir anlam taşıdığı düşüncesindeydi.”[6] Bu nedenle Marx’ın ampirik olarak politik ekonomiye geri çekilişi, kuramsal düzeyde buna tekabül eden bir gerileme getirmedi. Wallerstein’a göre Marx’ın kuramsalı anahatlarıyla kapitalist dünya ekonomisinin, çok uzun vadede asimptotik şekilde yaklaşacağı bir durumu tanımlıyor; sınıf mücadelesi tasarımlanan bu asimptottan uzaklaştığı ölçüde politik / ulusal bir nitelik alacaktı. Wallerstein, Marx’ın “geri çekilişini” açıkça hoşgörüyle karşılar. Marx 1848 yenilgisini büyük bir yüreklilikle karşılar: “Bu yenilgilerde asıl yenik düşen devrim olmadı. Yenilgiye uğrayanlar, geleneksel devrim öncesi uzantılar, henüz şiddetli sınıf çelişkileri haline gelecek kadar keskinleşmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonucu oldu.”[7] Devrim öldü, yaşasın devrim! Marx’ın devrim hakkında bu kadar cüretkar sözler etmesi, onun kuramsalında Wallerstein’in bahsettiği türden asimptotik koşulları varsaymasından mı kaynaklanmaktadır?

III. Wallerstein’ın Çözümü

     ve Burjuvazinin Tarihsel Rolü

Wallerstein, Marx’ın ileri sürdüğü iki çelişkili eğilimi (Kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizmasının bir sonucu olarak işçi sınıfının güçlenmesi ile proleterlerin bir sınıf ve sonuçta bir politik parti şeklinde örgütlenerek güçlenmesi), kendi geliştirdiği “proleterleşme” kavramı ile aşmaya çalışır. Proleterleşme sürecini ücret gelirine bağımlılığın yüzde olarak artması şeklinde düşünen Wallerstein, proleterleşmenin politik yönünü şu sözlerle ifade eder: “Proleterleşme, kapitalistlerin bir sınıf olarak kısa vadeli (yalnızca kısa vadeli) çıkarlarına hizmet etse bile tek tek işverenler olarak çıkarlarına karşıdır ve bu nedenle proleterleşme, normal olarak, onlar sayesinde değil onlara rağmen gerçekleşir. Proleterleşme talebi daha çok öbür taraftan gelir. İşçiler kendilerini çeşitli yollarla örgütler ve böylece taleplerinden bazılarını elde ederler, bu da onlara gerçek bir ücret – tabanlı asgari ücret eşiğine ulaşma olanağı sağlar. Yani işçiler kendi çabalarıyla proleterleşirler ve sonra da zafer diye haykırırlar!”[8]

Önceden de belirtildiği üzere, proleterlerin gerçek bir ücret tabanına ulaşmaları bakımından emek, kapitalist krizleri hızlandırmada olumsuz bir anlam taşır. Sınıf kutuplaşmasının bir ucunda burjuvalar vardır. Wallerstein ‘burjuvalar’ ile ‘kapitalistler’ arasında bir ayrım olduğunu düşünür. Burjuvalar ile kapitalistlerin birbirine karıştırılmasının nedeninin kapitalizmin tarihsel gerçekliğinin tersten okunmasında yattığını belirtir. Ona göre kapitalizmin düzden okunuşu şöyledir: “Kapitalizm, üretim faktörünün -emeğin, sermayenin, metaların- serbest akışına gerek duyduğundan, bütünüyle serbest bir akışa ihtiyaç duyduğunu, ya da en azından kapitalistlerin arzusunun böyle olduğunu sanıyoruz; oysa kapitalizm gerçekte kısmi bir akış gerektirir, kapitalistler de bunu arzu eder. Kapitalizm arz ve talep ‘yasası’ üzerinde temellenen pazar mekanizmaları aracılığıyla işlediğinden, tam olarak rekabetçi bir pazar gerektiğini, kapitalistlerin de bunu istediğini sanıyoruz. Oysa kapitalizmin ihtiyacı, kapitalistlerin de istediği, hem yarar elde edilebilen, hem de zarara uğranabilen pazarlardır, uygun bir karışım içinde, rekabet ve tekelin yan yana yer aldığı ekonomidir.”[9] Wallerstein kapitalizmin işleyişi ile kapitalistlerin arzuları arasındaki farkları belirtirken doğru bir çerçeve sunuyor gözükmekte. Kendisi, tarihsel kapitalizmi ana hatlarıyla, “temel iktisadi etkinlik içinde geçerli olan iktisadi ‘yasa’nın sınırsız sermaye birikimi olduğu ve zamanla sınırlı, mekanla sınırlı tümleşik bir üretim etkinliği” olarak tanımlar.

Sınırlı zaman ve sınırlı mekanda sınırsız sermaye birikimi nereye kadar olabilir? Ya da daha açık belirtilmek istenirse, kapitalizm arz ve talep yasası üzerinde temellenen pazar mekanizmaları aracılığıyla işlediğine göre, sınırlı bir dünya coğrafyasında kapitalizm nereye kadar gelişebilir?

Wallerstein’da Pazar öğesi belirleyicidir. Bu nedenle, burjuvalar kapitalizmin ilerleyişinde tarihsel bir role sahipti Wallerstein’a göre. Kapitalizm sermayenin sonsuz birikimi üzerine temellenmiş bir sistem ise “perhizci püritene, hatta Noel’i bile çok gören bir türden bir kanaatkara gerek” duyar. Bunlar burjuvalardır. Kapitalistler ise “rant ve tekeli” sever. Onların temel amacı “aristokrat” olmaktır. Burjuvalar ise şimdiki gelirleri (kar) ile yaşarlar ve bunu gelecekteki gelire (ranta) dönüştüremezler. Wallerstein’in betimlediği burjuvalar sermayeyi kontrol edemez. Bu yüzden onları, proleterlerden farklı kılan, çok çok iyi yaşıyor olmalarıdır. Üretim araçlarının kontrolünü elinde tutamayan burjuvalaşmanın ürünü olan bu burjuva, Wallerstein’in sözleriyle, her nasılsa proleterleşmenin ürünü olan proleterlerin yarattığı artık değeri ele geçirebiliyor.

IV. Wallerstein’a Göre Kapitalizmin  

     Temel Çelişkisi

Wallerstein kapitalizmi/kapitalist üretimi, sonsuz sermaye birikimi/kar için üretmek olarak tanımlıyor ve dünya pazarının genişlemesinin “zamansal ve mekansal” sınırları üzerinde duruyor. Pazarın, bir dünya pazarı haline gelmesiyle, bu belirlenmiş sınırlar içinde toplam artığın ya da karın bir kısmının bir bölgeden diğerine aktarılmasında değişik metodların geliştirildiğini, “merkez” ve “çevre” halkalarda güçlü ve zayıf devletlerin, güçlü ve zayıf “proleterleşme ve burjuvalaşma” süreçlerinin geliştiğini belirtir. “Artığın merkeze kaydırılması sermayeyi de orada yoğunlaştırmış ve daha fazla makineleşme için daha büyük oranda parayı kullanılabilir kılmış, bu iki noktanın ikisi de, merkez bölgelerdeki üreticilere varolan ürünlerle ilgili ek rekabet üstünlükleri getirmiş ve süreci yenileyebilecekleri, az bulunan yeni ürünler yaratmalarına olanak sağlamıştır.”[10] Ancak bu süreç aynı zamanda “merkezde” yoğun bir proleterleşme süreci ile başbaşa gider ve bu durum “uzun vadede” kapitalist dünya ekonomisinde kar düzeylerinin düşmesine yol açar.

Wallerstein’in çözümlemesinin ana hatasının, üretici güçler ve üretim ilişkilerini gözardı etmesi olduğu söylenebilir. Wallerstein’da belirgin olan pazar ilişkileri öğesi, kapitalizmin çelişkilerini açıklarken daha da belirginleşir. Ona göre kapitalizmin temel çelişkisi, birincisi, üretim maliyetlerinin düşürülmesini (bu durumda kimi kapitalistler, klasik “arz-talep yasası”nın işlediği bir pazarda daha avantajlı bir duruma gelecek ve daha çok sermaye biriktirebilecektir); ikincisi, daha çok sermaye biriktirmenin sonucu daha çok sürecin metalaştırılması ve meta üretilmesi, daha çok alıcı bulunmasını gerekli kılar. Ancak üretim maliyetlerinin düşürülmesine yönelik çabalar para akışını ve dağıtımını azaltarak, sermaye birikim sürecinin tamamlanması için gerekli olan alıcı artışını sürekli olarak önler. Sermaye birikim sürecinin tamamlanması için yeni alıcılara/pazarlara gereksinim duyulur. “Çevre” ülkelerden yapılan toplam artığın transferleri, daha çok sermaye biriktirmek, ve bu durum da, her zaman için daha çok alıcıya ihtiyaç duymak anlamına gelir.

Wallerstein’in tarihsel kapitalizme ilişkin görüşleri şu başlıklar altında özetlenebilir: Bir; ekonomik gelişmenin sistematik eğiliminde pazar ilişkileri belirleyici öğedir. İki; dünya pazarı er geç sınırlı bir mekan ve zamanda tarihsel sınırlarına ulaşacaktır. Maddi kutuplaşma ve sınıf kutuplaşması bunun ampirik göstergeleridir. Üç; proleterleşme sürecinin ürünü olan proleterlerin bir sınıf olarak örgütlenmeleri, onlara, gerçek bir ücret-tabanlı asgari ücret eşiğine ulaşma olanağı sağlar. Bu durum, üretim maliyetlerinin artması, kar düzeylerinin azalması anlamında kapitalist krizleri hızlandırır, uzun vadede Kapitalizmin bu krizleri erteleme olasılığı, Wallerstein’in düşüncesini izlersek, yeni pazar olanaklarına ulaşılabilmesiyle mümkündür. Dört; kapitalist olmayan burjuvaların “tarihsel rolü”, bu tabloda sanırım yeteri kadar açıktır.

V. Sermayenin Tarihsel İşlevi:

     Üretici Güçlerdeki Gelişme

Kapitalizmin ekonomik gelişiminin sistematik eğiliminde ekonominin sınıf yapısı yatar; sermaye yoğunlaşması, yükselen emek üretkenliği ile elde edilmiştir. Yükselen emek üretkenliği, işçilerin kendilerini daha az zamanda yeniden üretmelerini olanaklı kılar ve bu da daha fazla toplam artı-değer/kar yaratır. Bu durum sermayenin daha hızlı biriktirmesine yol açar. Toplam artığın transferi ve sermayenin “merkezde” yoğunlaşması ve daha üretken kaynakların dünya sistemiyle birleşmesi, kapitalist ekonomik gelişme sürecini hiçbir şekilde belirlemez. Kapitalist ekonomik gelişmenin sistematik eğilimi üretim güçleri ve üretim ilişkilerinde yatar. Çünkü “toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş nedenidir. İşte bu şekildedir ki, o, farkında olmadan, daha yüksek bir üretim tarzının maddi gereksinimlerini yaratır“[11]. Marx, kapitalist üretimin genişlemesi ile artı – değer üretimi arasındaki çatışmaya dikkat çeker. Çatışma, “Marx’ın kuramsalı”nın ana karakteridir ve hem ekonomik, hem siyasal niteliktedir. Üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin çelişkili birliğinde kapitalist krizleri açıklayabilmek ve bu birliğe içsel olan sınıf mücadelesinde/yapısında proleterleşme ve burjuvalaşma süreçlerini izleyebilmek mümkün olsa gerek.

Marx’a göre, emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişme, kendisini iki şekilde ortaya koyar: “Birincisi, üretilmiş bulunan üretici güçlerin büyüklüğü ile, yani üretimin yürütüldüğü üretim koşullarının değeri ve kitlesi ile, birikmiş bulunan üretken sermayenin mutlak büyüklüğü ile; ikincisi, toplam sermayenin ücretlere yatırılan nispi küçüklüğü ile; yani belli büyüklükte bir sermayenin yeniden-üretimi ve kendisini genişletmesi; kitle üretimi için gerekli canlı emeğin nispi küçüklüğü ile… Kullanılan emek gücü bakımından, üretkenlikteki gelişme, kendisini gene iki şekilde ortaya koyar: Birincisi, artı-emeğin artması ile, yani emek – gücünün yeniden üretimi için gereken, gerekli emek-zamandaki azalma ile; ikincisi, belli büyüklükteki bir sermayeyi harekete geçirmek üzere, genellikle kullanılan emek gücü miktarında (işçi sayısında) azalma ile.”[12] Bu iki hareket, yalnız el ele gitmekle kalmaz, karşılıklı olarak birbirini etkiler; ve aynı zamanda bu iki hareket, aynı yasanın iki ayrı görüngüsüdür. Ne var ki bunlar, kar oranını zıt yollarla etkilerler.

Kar oranının yükseltilmesi üç yoldan gerçekleştirilebilir: Iş gününün uzatılması, ücretlerin düşürülmesi ve emek üretkenliğinin artırılması ile. Marx işgününün uzatılmasıyla üretilen artı-değeri mutlak artı-değer olarak, buna karşılık gerekli emek-zamanının kısaltılması ve işgünün iki kısmının uzunluklarındaki değişiklikten doğan artı-değeri, nispi artı-değer olarak tanımlar. “Nispi artı-değer üretme hüneri, bütünüyle bakıldığında, bir yandan, belli bir miktar emek kitlesini elden geldiğince çok artı-değere çevirmek, öte yandan, yatırılan sermayeye oranla elden geldiğince az emek kullanmaktadır; böylece, sömürü yoğunluğunu yükseltmeye yarayan aynı nedenler, aynı sermaye ile eskisi kadar emek sömürülmesini olanaksız kılmaktadır. Bunlar, artı-değer oranında bir yükselme meydana getirirken, aynı zamanda, artı-değer kitlesinde ve dolayısıyla, belli bir sermeye tarafından üretilen kar oranında bir düşme eğilimi yaratan karşıt güçte eğilimlerdir.”[13]

Marx’ın formülasyonunda artı-değer oranı= artı-emek : gerekli-emek (a=a:d) (Aynı anlama gelmek üzere artı-değer oranı= artı-değer; değişen sermaye). Bu formülasyonda artı-değer kitlesini, ‘artı-değer oranı’nın bu oranla ‘çalıştırılan işçi sayısı’yla çarpılması verir.

Kar oranı ise artı-değer: Toplam sermaye (=değişen sermaye + degişmeyen sermaye) Emeğin üretici gücünü geliştiren belli bir sermayenin daha yüksek artı-değer oranına karşın, kar oranı düşer. “1) Çünkü, yeni eklenen emeğin daha küçük toplam miktarındaki karşılığı ödenmemiş daha büyük bir parça bile, daha önceki daha büyük miktarın, karşılığı ödememiş daha küçük bir parçasından daha küçüktür, ve 2) Çünkü, sermayenin daha yüksek bileşimi, kendisini bireysel bir metada, bu metanın değerinin, yeni eklenen emekte maddeleşen kısmının, bu değerin, ham ve yardımcı maddeler ile sabit sermayenin aşınma ve yıpranmasını temsil eden kısma oranla azalması olgusu ile ifade eder.”[14] Genel kar oranındaki sürekli düşme eğilimi emeğin toplumsal üretkenliğindeki sürekli gelişmenin, kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesidir. Ancak Marx, iktisatçıları rahatsız eden güçlüğün, yani düşen kar oranını açıklama güçlüğünün yerini bunun tersine, yani bir düşüşün niçin daha büyük daha hızlı olmadığını açıklama güçlüğüne bıraktığını belirtir. Marx emeğin üretkenliğindeki gelişmenin, eş değeri işçi sayısındaki azalmanın, sömürü derecesini yoğunlaştırma yoluyla kapatılmasının, bazı aşılamaz sınırlandırmalar ile karşı karşıya bulunduğunu belirtir.

“Her ikisi de günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşasalar, yani kendileri için hiç çalışma zorunda bulunmasalar bile, günde yalnız 2 saat çalışan 24 işçinin ürettikleri kadar artı-değer üretemezler.”[15]

Kar oranındaki düşme eğilimine karşı koyabilmek belli sınırlara kadar mümkün olsa bile bu düşüş büsbütün önlenemez.

VI. Emeğin Üretkenliğindeki Gelişmenin

     Proleterleşmeye Etkisi

Yukarıda, emeğin üretkenliğindeki gelişme ile artı-değer üretimi arasındaki çelişkili birlik ile, bu birliğin kar oranında bir düşme eğilimi olarak kendisi gösterdiği ifadelendirilmeye çalışıldı.

Kar oranında düşme eğilimi kapitalizmin kriz(ler)inin temel nedenidir. Belli bir sermaye emeğin üretkenliğinde bir artış yoluna girerek bu eğilimin önüne geçmeye çalışabilir, bu nedenle kapitalist yeniden üretimde birbirini tamamlayan kimi süreçler devreye girer. Ancak buraya geçmeden önce toplumsal emeğin üretkenliğinde artışın proleterleşme sürecine etkilerini tarif etmek gerek.

Toplumsal emeğin üretkenliğinde artış belli bir sermaye tarafından harekete geçirilen emek gücü miktarında bir azalma ile elele gider. Kapitalist ekonomik gelişmede eğer bir proleterleşme sürecinden bahsetmek gerekirse, bu süreç toplumsal emeğin üretkenliğindeki gelişimin kapitalist üretim tarzında mutlak bir eğilim taşımasında tasarımlanmalıdır. Emeğin üretkenliğinde gelişme, artı – değerin artması ve belli bir sermayeyi yeniden-üretim ve kendini genişletmesi anlamında harekete geçirmek üzere kulanılan emek-gücü miktarında bir azalmaya neden olduğu üzere, proleterleşme süreci, işçi sayısında azalmaya tekabül eder. Ancak bu “sermayenin yoğunlaşması” demektir.

Wallerstein’in, proleterleşmeyi, ücret gelirine bağımlılığın toplam yüzde olarak artma süreci şeklinde düşünmesi doğru gözükmekle birlikte (Çünkü sermaye, üretici güçlerin mülksüzleştirilmesine ve yoksullaştırılmasına dayanarak kendi değerini korumaya çalışabilir), proleterleşmenin, nüfusun ücret gelirine bağımlılığının artan kısmı için mutlak bir artı-değer üretimine neden olduğu yolunda kesin bir yorum yapılamaz. Wallerstein’in, kapitalist üretimi, emek gücünün değerini (onun gerçek yeniden üretim maliyetlerini) düşürmeye ve aynı zamanda da, emek gücü sahiplerinin pazarlık gücünü çökertmeye eğilimli bir süreç olarak gözlemlemesi, onun “farklı bir temaya” vurgu yaptığını gösterir. Yeniden üretim maliyetlerinin düşürülmesinin avantajlarını kullanan sermaye, ona göre, tüm emek süreçlerinden elde edilmiş karın bir kısmını belirli bir mekan – zaman bağlantısı içinde mücadeleyi belirleyen arz ve talep oluşumlarında kendine devşirme çabasındadır. Wallerstein, yapılan bu transferin yükselen emek üretkenliği ile sağlandığını gözardı eder. Wallerstein, proleterlerin uzun vadede gerçek bir ücret-tabanlı asgari ücret eşiğine ulaşmaları anlamıyla, yani ücretlerin oranındaki bir yükselme ile kar düzeylerinin düşmesi arasındaki bağıntıyla, emeğe talebin fazla olduğu dönemleri hiçbir şekilde açıklamaz: “Kar oranında düşme eğilimi, artı-değer oranında bir yükselme eğilimi ve dolayısıyla emeğin sömürü oranında bir büyüme eğilimi ile iç içedir. İşte bu yüzden, kar oranındaki düşmeyi, istisna olarak görülebilirse de, ücretlerin oranındaki bir yükselme ile açıklamak kadar saçma bir şey yoktur.”[16]

Kar oranı, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği için düşer. Wallerstein baştan beri üretim hanesinde kurulan eşitsiz ilişkiyi proleterlerin gerçek bir ücret-tabanına ulaşacağı ve bunun kar düzeylerini düşürmesi yolunda yaptığı varsayımı ile eşit bir ilişki haline getirir, ama bunu kesinlikle üretim hanesinde yapmaz.

Tekrar etmekte fayda var: Üretkenlikteki gelişme, emek gücünün yeniden-üretimi için gereken, gerekli emek-zamanındaki azalma, artı-emeğin artması ve kullanılan emek gücü miktarında azalma ile el ele gider. Bu nedenle proleterleşme süreci işçi sayısında bir azalma eğilimi taşır.

VII. Kapitalist Kriz(ler)

     ve Yeniden – Üretim Süreci

Marx, kapitalist üretim tarzının sınırları hakkında şöyle der: “1) Emeğin üretkenliğindeki gelişme kar oranındaki düşmeden, belli noktalarda bu gelişme ile uzlaşmaz bir çelişki içersine giren ve bunalımlar ile sürekli yenilmesi gereken bir yasa yaratır.2) Üretimin genişlemesi ya da daralması, karşılığı ödenmeyen emeğe el konulması ve bu karşılığı ödenmeyen emeğin genel olarak maddeleşen emeğe oranı ile, ya da, kapitalistlerin diliyle, kar ve bu karın kullanılan sermayeye oranı ile, dolayısıyla, üretimde toplumsal gereksinimler, yani toplumsal olarak gelişmiş insanoğlunun gereksinmeleri arasındaki bağıntıdan çok, belirli bir kar oranı ile belirlenmektedir. “[17]

Kapitalist üretim tarzında, kar oranında düşme eğilimi yasasının önüne geçmek için, belli bir sermayenin, emeğin üretkenliğinde bir artışa yönelmesi zorunlu bir süreç olarak karşımıza çıkar. Çünkü, kapitalist üretimin amacı, sermayenin kendisini genişletmesi, yani artı-emeğin ele geçirilmesi, artı-değer/kar üretimidir. Sermaye, emeğin üretkenliğindeki gelişme ile kar kitlesini artırmaya, kar oranında düşme eğilimini telafi etmeye çalışacaktır. Ancak, kar oranında bir düşme ile birlikte, emeğin üretken bir biçimde kullanılması için kapitaliste gerekli olan sermayede yükselme olur. “Bununla birlikte yoğunlaşma artar, çünkü belli sınırların ötesinde, küçük bir kar oranı ile büyük bir sermaye, kar oranı yüksek küçük bir sermayeden daha hızlı biriktirir. Belli yükseklikte bir noktadan sonra, bu artan yoğunlaşmanın kendisi de, kar oranında yeni bir düşmeye yol açar.”[18] Marx’a göre sermayenin aşırı – üretimi yalnızca sermayenin birikimidir.

Marx, kapitalist üretimin amaçları için ‘ek sermaye= 0’ olur olmaz, mutlak bir aşırı sermaye üretimi olduğunu belirtir. Sermaye, emekçi nüfusa oranla, ne bu nüfus tarafından sağlanan mutlak emek – zaman ve ne de nispi artı – emek zamanını daha fazla artıramayacak kadar büyür büyümez mutlak bir aşırı sermaye üretimi olacaktır. Marx’ın varsaydığı koşullar altında artmış bulunan sermaye S+/\ S, S üretemez ya da bundan daha az kar üretebilir; yani sermaye kullanılan emek – gücü kitlesini artırıp artı değer oranını yükseltemediği için, artı-değer kitlesi de artırılamaz. Bu durumda, kar oranındaki düşme, kar kitlesinde mutlak bir azalma ile birlikte meydana gelecektir. Aşırı sermaye üretimi, sermayenin bir kısmının (/\ S) tamamen ya da kısmen atıl kalması anlamına gelir ki kullanılan kısım (S), kullanılmayan kısmın baskısı yüzünden daha düşük kar oranı üretir. Eski sermaye fiili olarak değer kaybına uğrar.

Marx’a göre, eski sermayenin fiili değer kaybı, bir savaşım olmaksızın meydana gelmez ve /\S ek sermayesi de bir savaşım olmaksızın sermaye işlevlerini yüklenemez. “Kar oranı, rekabetin etkisi altında, aşırı sermaye üretimi nedeniyle düşmektedir. Daha çok bunun tersi olabilir; düşen kar oranı nedeniyle rekabet savaşımı başlar ve sermayenin aşırı üretimi de aynı koşullardan doğar.”[19] Bu nedenle sermayenin hangi kısmının özellikle etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. Bu çatışma durumu, her ne olursa olsun, şu ya da bu miktarda ek sermaye /\ S’nin çekilmesi ya da yok alması ile sonuçlanabilir.

Marx, kapitalist üretimin denge durumuna ulaşması sürecinde (şu ya da bu miktarda sermayenin çekilmesi) hareketle geçen başka dinamikleri de tarif eder. Üretimde meydana gelen durgunlukta işçi sınıfının bir kısmı işsiz kalır ve böylece çalışan kısmı, ücretlerin ortalamanın altına düşmesine boyun eğer. Bu durum sermaye üzerinde, nispi ya da mutlak artı-değerde bir artma olduğu zaman yaptığı etkiyi gösterir. Rekabet savaşımı, her kapitalisti, belli bir miktar emeğin üretkenliğini artırmaya, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranını düşürmeye ve bazı işçilere yol vermeye, yapay bir aşırı nüfus yaratmaya itebilir. “Kullanılan değişmeyen sermayenin kitlesi, değişene oranla yükselmiş olabilir, ama değeri düşebilir. Böylece üretimde meydana gelen durgunluk -kapitalist sınırlar içerisinde- gene üretimdeki daha sonraki bir genişlemeyi hazırlamış olabilir. Ve böylece, devre yeni baştan başlamış olur. Sermayenin, işlevsel durgunlaşma sonucu değer kaybına uğrayan kısmı, eski değerini tekrar kazanabilir. Bundan sonra, aynı kısır döngü, genişlemiş üretim koşulları altında, genişlemiş bir piyasa ve artmış üretici güçlerle bir daha çizilmiş olur.”[20]

IX. Kapital’de Kapitalizmin Nihai Sonu

Marx’ın varsaydığı aşırı koşullar altında ya da “tam ve eksiksiz” bir kapitalizm tasarımında sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş nedeni üretici güçlerdeki gelişmedir. Üretici güçlerin gelişimi ile artı – değer üretimi arasında çelişkili bir birlik vardır. Bu çatışma durumu, ekonomide, kendisini kar oranında düşme eğilimi olarak gösterir. Üretici güçlerde gelişme sermayenin hızla biriktirmesine, aşırı sermaye üretimi neden olduğu üzere kar oranında ani ve şiddetli düşmeler meydana gelir; bir kısım sermaye atıl kalır ya da tamamen ortadan yok olur. Her halükarda sermaye fiili değer kaybına uğrar, bu her bir kapitalisti birtakım üretici güçleri geliştirmeye yöneltir. Böylece devre yeni baştan başlamış olur. Marx varsaydığı en aşırı koşullar altında bile, sermayenin mutlak aşırı – üretimini, mutlak bir aşırı-üretim olarak nitelemez. “Sermayenin mutlak aşırı-üretimi, mutlak bir aşırı-üretim değildir. Bu ancak, üretim araçlarının sermaye olarak iş görmesi ve dolayısıyla, bir değer genişlemesini içermesi, artan kitleye oranla ek bir değer üretmesi ölçüsünde, üretim araçlarının aşırı üretimi olur.”[21] Ve yine bu, Marx’a göre, gene de aşırı üretim olabilir, çünkü, “Sermaye, emeği, kapitalist üretim sürecinin ‘sağlıklı’ ve ‘normal’ gelişmesinin gerektirdiği derecede, hiç değilse, kar kitlesini kullanmakta olan sermayenin büyüyen kitlesiyle birlikte artıran bir derecede, bu nedenle de kar oranının, sermayenin büyümesi ölçüsünde ya da hatta bu büyümeden daha hızlı düşmesini önleyecek bir derecede sömürebilecek durumda olmayabilir.”[22] Marx, bu nedenle, sermayenin her ciddi bunalım ve durgunluk döneminde tüm ilgisini, devrim koşularına yöneltir. “Devrim öldü, yaşasın devrim!” ifadesinin özü de burada yatar.

Marx, tüm kapitalist üretim tarzını, sınırları mutlak olmayan nispi bir üretim tarzı olarak nitelendirir. Rekabet savaşımı, aşırı sermayeye üretimi, kar oranında düşme eğilimi vb. gelişmeler, ona göre, kapitalist üretimin dayandığı temel üzerinde mutlaktır. Bu temel, üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin çelişkili birliğidir. Ne Kapital’de, ne de Manifesto’da, Wallerstein’ın bahsettiği türden tasarımlanan bir asimptot olduğundan sözetmek mümkün değil.

Marx’ın 19. yüzyıl kıta Avrupasında devrim beklentisi, ampirik olarak politik-ekonomiye geri çekiliş olarak nitelendirilemez, aksine bu devrim beklentisi, politik-ekonomi eleştirisinin kuramsal çevçevesinin zorunlu olarak uyardığı bir bektenti olarak tanımlanabilir.

Sermayenin, emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişmesinin yarattığı krizden kurtulma çabalarının belli bir noktada yetersiz kalması; sermayenin, kapitalist yeniden üretim sürecinin “sağlıklı” ve “normal” gelişimi için emeği sömürebilecek yeniden-üretim koşullarının üretilmesi durumunda yapacak bir şeyin kalmaması, kapitalizmin “mutlak sınırına” ulaşacağı anlamında bir tarih yorumuna açıktır. Ancak bu “mutlak son”un yerinin ve zamanın tahmin edilmesini sürekli erteleyen yine sermayenin krizine neden olan emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişmenin kendisidir.

Kapitalist üretim tarzı -kendi sınırları içerisinde- üretici güçleri mutlak bir biçimde geliştirme eğilimi taşır. Bu durum, onun çelişkisidir; üretici güçlerin gelişimi sermayenin hızla yoğunlaşmasına ve böylece krizine neden olurken krizin yenilmesinin “tek çıkar” yolu da bu güçlerin gelişimini daha da artırmakla mümkündür. Burada, “üretici güçlerin mutlak gelişimi nereye kadardır?” diye bir soru sormak meşrudur. Ancak bu sorunun cevabını ararken, ister istemez, üretim güçlerinin, üretim ilişkilerine göre nedensel olarak daha temel nitelikte olduğu ileri sürülecektir. Bu durumda tarihsel ilerleyişin dinamiği üretici güçlerin teknik/teknolojik ilerlemesine indirgenir. Marx böyle bir olasılıktan kapitalizm-öncesi üretim biçimlerini incelerken alaylı bir dille bahseder. “Sermaye için üretim koşulu, işçi değil, yalnızca emektir. Eğer bu, makineyle, ya da hatta su ya da havayla yapılabiliyorsa, tant mieux”.[23] Marx’ın kimi yazıları üretici güçleri temel kabul eder. Ancak ona göre, üretim ilişkileri ile üretim güçleri birbirinden ayrı ve tam olarak birbirine karşıt değildir. “Marx, dağıtım, değişim ve dolaşımı üretimden ayıran ekonomistleri ve aynı zamanda bu kavramları birbirine özdeş olarak kabul eden Hegelci yaklaşımları eleştirir. Bu yaklaşımlara dönük eleştirilerde bulunan Marx, ‘karmaşık’ bir üretim kavramı geliştirir.”[24]

Proleterleşme sürecini, emeğin üretkenliğindeki artışla birlikte işçi sayısında bir azalma eğilimi olarak tanımlamıştık. Bu tanıma bazı eklemelerde bulunmak zorunlu. Çünkü, proleter bir kez sermayenin hızla biriktirmesini sağlamaya başladıktan sonra ortaya çıkan krizlerin aşılması sürecinde, belli miktarda sermayenin yok olması ile ve sermayenin değer üreten kısmındaki emeğin mutlak üretkenliğinin artırılması ile devre yeni baştan çizilir. Bu durum, bazı işçileri işsiz bırakır, yapay bir aşırı nüfus oluşur. Proleterleşme, bu durumda, istihdam edilmeyen nispi bir aşırı nüfus, aşırı bir emekçiler nüfusunun yaratılması sürecidir de aynı zamanda.

Burada, proleterleşme yalnızca, burjuvazinin iradesine rağmen gerçekleşen bir süreç olarak değil, aynı zamanda emekçilerin iradelerine karşı da gerçekleşen bir süreç olarak işler.

Bu, sınıf mücadelelerinin özgül alanınıdır. İşlerinden olmak istemeyen, kendilerini güvende hissetmeyen emekçi yığınlar, proleterleşme sürecine karşı çıkar, hızla örgütlenip mücadeleye girişir. Eğer proleterleşme sürecini dönemsel olarak ayırmak mümkün olursa; kapitalistler her sürecin sonunda işçilerin işyerindeki gücünü zayıflatmakta, ancak emeğin, üretken emeğin gücünü artırmaktadır, diyebiliriz.

Ekonominin genişleme evresine girdiği bir aşamada nispi aşırı-nüfusun yeni üretim kollarında istihdam edilmesi ve başlangıçta canlı emeğin bu üretim kollarında egemen olması halinde bile, süreç işlemeye devam eder. Bu yeni üretim kolları öteki üretim kollarının geçtikleri evrelerden geçerler. “Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişkin ülkeye kendi geleceğinin imgesini gösterir.”

X. Sonuç

1. Sosyalizme geçişte kapitalizmin kriz(ler)i belirleyicidir. Ancak kapitalizmin genel bir krize girerek nihai sonuna ulaşacağı yolunda bir beklenti içinde olmak pek doğru gözükmemekte.

2. Çünkü, kapitalist üretim tarzında üretici güçlerin gelişiminin mutlak eğilim taşıması, hem kriz(ler)in nedenidir, hem de kriz(ler)den çıkış yoludur.

3. Üretici güçlerin, üretim ilişkilerini nedensel olarak öncelemesi, Marksist tarih anlayışının teknolojik / teknik bir yoruma indirgenmesine yol açabilir. O zaman üretici güçlerdeki gelişmenin nihai sonunu tasarımlamak mümkündür. Ancak, teknolojik / teknik bir tarih anlayışına düşmeden üretim güçleri ve ilişkilerinin çelişkili birliğini yorumlayabilmek mümkün olsa gerek. Eğer. “sermaye artı-değer üretimini makineyle hatta su ya da havayla yapabiliyorsa tant mieux.”

4. Toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş nedenidir. Üretkenlikteki gelişme emek gücünün yeniden üretimi için gereken emek-zamanda azalma, artı-emeğin artması ve kullanılan emek gücü miktarında azalma ile el ele gider. Bu nedenle proleterleşme süreci işçi sayısında bir azalma eğilimi taşır.

5. Wallerstein, burjuvaziyi sonsuz sermaye / kar birikimi ya da üretici yatırımla tanımlar. “Bu koşul zorunludur, fakat yeterli değildir.”[25] Wallerstein’in burjuvazinin tarihsel rolü üzerine ileri sürdüğü varsayım, üzerinde durulması gerekli bir noktaya işaret eder.

[1] Etienne Balibar, “Sınıf Mücadelesinden Sınıfsız Mücadeleye mi?”; Balibar, Wallerstein, Irk, Ulus, Sınıf, Çev.: Nazlı Ökten, İstanbul 1995, Metis Yay. içinde, s. 196

[2]Karl Marx, Kapital C.I, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1997, Sol Yayınları, s. 16 – 17

* Bu öyküde senin sözün ediliyor

[3]A.g.e., s. 17

[4]Wallerstein, “Marx ve Tarih: Kutuplaşma”; E. Balibar, I. Wallerstein, Irk, Ulus, Sınıf, a.g.e.,

* Wallerstein’in mekansal birim için tercihi dünya ekonomisidir. Zamansal birim için yazar şu ifadeleri kullanır: “Sözünü ettiğimiz dağılım, bir saatlik mi, bir haftalık mı, bir yıllık mı, otuz yıllık mı? Her hesap farklı, hatta bağdaşma sonuçlar verebilir. Aslına bakarsanız insanların çoğu, iki zamansal hesapla ilgilenir. Biri çok kısa vadeli bir hesaptır ve hayatta kalma hesabı olarak adlandırılabilir. Diğeri ise, hayatın niteliğini, bir kişinin yaşamakta olduğu günlük hayatın toplumsal değerlendirmesini ölçmek için kullanılır ve tüm bir hayatın hesabı olarak adlandırılabilir. Hayatta kalma hesabı, doğası gereği değişken ve gelip geçicidir. Bize maddi kutuplaşma olup olmadığını, nesnel ve öznel olarak gösterebilecek en iyi ölçü tüm bir hayatın hesabıdır.” (A.g.e., s. 61)

[5]Karl Marx, Kapital, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1997, Sol Yayınları s. 727

* Sistem Karşıtı Hareketler’de, Konünist Manifesto’dan konu ile ilgili şu alıntıya yer verilir: “Burjuva sınıfın varoluşu ve hakimiyeti için temel koşul sermayenin oluşumu ve artmasıdır; sermayenin koşulu ise ücretli emektir. Ücretli emek münhasıran emekçiler arasındaki rekabete dayanır. Burjuvazinin gönülsüz bir biçimde teşvik ettiği sanayinin ilerlemesi, emekçilerin, rekabetten yalıtılmışlıklarının yerine, ortaklıklarından doğan devrimci birliği geçirir. Bu yüzden, modern sanayinin gelişimi burjuvazinin, ürünler üretip sahiplendiği temeli ayaklarının altından çekip alır.”

Marx, hemen hemen aynı ifadeyi Kapital’in I Cildine dipnot olarak düşer. (A.g.e., s. 728)

Engels, Komünist (Engels,”Önsöz”; Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Çev.: S. Belli, Ankara 1988, Sol Yay; s. 7)

[6]Arrighi, Hopkin, Wallerstein Manifesto ile ilgili şöyle der: “Komünist Manifesto’da, teori, bütün modern tarihin geniş bir taslağını yapmak için kullanılmıştı.”, Sistem Karşıtı Hareketler, Çev.: C. Korat, B. Somay, S. Sökmen, İstanbul 1995, Metis Yay., s. 17

[7]Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, s. 37

[8]Wallerstein, “Marx ve Tarih: Kutuplaşma”, Balibar, Wallerstein, a.g.e., s. 164

[9]Wallerstein, “11. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Kavram ve Gerçeklik Olarak Burjuva(zi)”, a.g.e., s. 183

[10]Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm, Çev.: Necmiye Alpay, İstanbul 1996, Metis Yay., s. 28

[11]Marx, Kapital – C. III, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1997, Sol Yayınları, s. 229

[12]A.g.e., s. 219

[13]A.g.e., s. 207

[14]A.g.e., s. 14

[15]A.g.e., s. 219

[16]A.g.e., s. 213

[17]A.g.e., s. 228

[18]A.g.e., s. 222

[19]A.g.e., s. 224

[20]A.g.e., s. 226

[21]A.g.e., s. 226

[22]A.g.e., s. 226

[23] K.Marx, F. Engels, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Çev: Mihri Belli, Eylül 1992, Sol Yayınları, s. 90 (* Ne ala!)

[24]Musa Sala, “Bir Ayrım Halkası Olarak Sosyalizm Kurgusu”, Teori ve Politika – 10, Bahar 98, s. 97

[25]Balibar, “Önsöz”, Irk, Ulus, Sınıf, a.g.e., s. 20

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar