Ana SayfaKürsüGüney Kore Solu

Güney Kore Solu

Güney Koreli Bong Joon-ho’nun yönettiği Parazit (Gisaengchung) filmi 2019 yılının birçok sinema ödülünü toplayarak yıla damgasını vurmuştu. Kore toplumundaki sınıfsal ilişkileri ustalıkla ekrana yansıtmasıyla övgüler alan satirik, kara mizah filmi, “sol” perspektiften ele alan değerlendirmeler içinde, yetersiz, hatta olumsuz bulanlar vardı. Kimileri, alt sınıfların parazit olarak resmedilmesinde kusur ararken, asıl olarak filmin sonunun bir çıkış işareti göstermemesinden yakınıyor, toplumsal düzeni yeniden üretmekten öte gidemediğini söylüyordu. Hatta bazıları, filmin, çok çalışılırsa herkesin zengin ve başarılı olabileceği şeklindeki kapitalizm anlayışını destekler nitelikte olduğunu iddia ediyordu. Filmin bu kadar ‘düz’ okunmasındaki garipliği bir yana bırakırsak; bence asıl sorun, bu tür milyon dolarlar harcanarak yapılan ana akım filmlerin izleyici üzerinde ne etki etmesi gerektiğindeki ön kabuller ve beklentilerimizdeki çarpıklık. Samsung’un kurucusunun, multimilyoner sanat sevici torununun yapımını üstlendiği, üretiminden dağıtımına devasa bir endüstrinin eleklerinden geçen bir filmden, son dakikasında Jidanov’cu idealist bir karakterin seyirciye doğru yolu göstereceğini mi bekliyorduk acaba? Yönetmenin önceki filmlerinden Snowpiercer’de (2013) ortaya koyduğu sınıfın kolektif bilinç ve eyleminin olasılığını, bir bilim kurgudan günümüz dünyasına taşıması, maalesef, sadece gerçekçiliğini yok ederdi. Fazla mı sinik oldu? Öyle sanmıyorum. Bong Joon-ho başarılı bir yönetmen. Sosyoloji eğitimi almış, “fark yaralarını” tanımada ve aktarmada usta bir gözü olan, üniversite yıllarından itibaren, ülkesinin 80’lerdeki muhalif, bağımsız sinemacılar çevresi içerisinde yer almış biri. Kendi açımdan, sadece karanlığa, içinde yaşadığımız gerçekliğe bir ışık tutması, üstelik bunu bütün dünyaya izlettirmesi yeterli. İşin esas kısmı, karanlığın nasıl dağıtılacağına dair iddia sahiplerine düşüyor. Bu yazıda da ona bakmaya çalışacağım. Güney Kore’deki sol harekete, toplumsal yapısıyla birlikte ve zaman zaman da Türkiye’yle karşılaştırarak değineceğim.


Yönetmen Bong Joon-ho ile başkan Moon Jae-in

İç Savaş ve Anti-Komünizm

Güney Kore 15 Nisan 2020’de meclis seçimlerini gerçekleştirerek COVID-19 koşullarında bunu yapan ilk ülke oldu. Pandemiye karşı aldığı önlemlerle diğerleri için başarılı olarak örnek gösterilen ülkede başkan Moon Jae-in’in (sosyal) liberal hükümeti, muhalefetteki muhafazakarlara karşı çoğunluğunu korudu. 1987’den itibaren sivil yönetime geçerek demokratikleşme adımları atmış olmalarına rağmen, bizim açımızdan belirtilmesi gereken en öncelikli husus, rejimin halen süren koyu anti-komünist karakteri. Aynen Türkiye gibi Soğuk Savaş yıllarında komünizme karşı ileri bir karakol olarak örgütlenmiş rejim, elbette bu özelliğini, Kuzey’deki soydaşlarıyla yaşadıkları kanlı savaştan ve yanı başlarında Kuzey Kore’yle yaşama durumunda kalmalarından alıyor. Görece liberal bir düzene geçilmesine, Doğu Bloku’nun çökmesine rağmen anti-komünizm devletin resmi ideolojisi olmayı sürdürüyor. 1948’de çıkarılan Ulusal Güvenlik Yasası ve oluşturulan istihbarat yapılanmalarıyla solun üzerinde koyu bir baskı kurulmuş durumda. Kuzeyle irtibatlı olduğu bahanesiyle yakın dönemde bile siyasi partiler kapatılıp solcular ajan ithamıyla hapsediliyordu. Geçmişte, üzerinde sol yayınlar bulundurmanın yedi yıl hapisle cezalandırıldığı, solcuların kamuda ve büyük özel şirketlerde iş bulmasının olanaksız olduğu, binlerce kişinin siyasal haklarından menedilmiş olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. 2010’ların başında, ülke istihbaratının psikolojik operasyonlar dairesi, Twitter’da sahte trol hesaplarıyla solcuları Kuzey Kore ajanı olarak göstermekle uğraşıyordu.

Muhakkak, Kore denilince, milat olarak Kore Savaşı’nı ele almak gerekecek. Fakat sol için biraz daha önceye, ülkenin Japon kolonyalizmi hakimiyetinde olduğu yıllara gitmek gerek. Hem ülke içinde hem de Irkutsk ve Şanghay gibi ülke dışında yerleşik rakip komünist gruplar, 1925’te bir araya getirilerek Kore Komünist Partisi kuruluyor. İllegalite koşullarında Komintern tarafından yeniden yapılandırmalar yaşayan partinin, Japonlar çekildikten sonra Sovyetlerin girdiği kuzey bölgesinde kalan ve iktidarı alan kısmı 1946’da “Kuzey Kore İşçi Partisi” adını aldı. ABD kontrolündeki güneyde ise komünistler, birleştikleri diğer gruplarla beraber “Güney Kore İşçi Partisi” adını aldı. ABD kendi bölgesindeki komünistlerin önünü tıkıyor, sağ milliyetçi kesime ise yardım ediyordu. Komünistler 1947’de ülkenin dağlık bölgelerinde gerilla mücadelesi başlatınca da yasaklandı. Kıtlık, baskı ve çatışmalarla geçen üç yılın ardından, 1948’de solun tanımayıp boykot ettiği seçimleri, milliyetçi kesimin lideri, Harvard ve Princeton mezunu Syngman Rhee kazandı. Yeni yönetim, meşum Ulusal Güvenlik Yasasıyla her türlü potansiyel komünist örgütlenmeyi ölüm cezasına varan derecelerde suç haline soktu. Zaten Jeju adasında yaptığı katliamda olduğu gibi binlerce insanı yargısız katlediyordu. Geçmişte Japon kolonyalizmine hizmet etmiş kadroları (subaylar, polisler, valiler vb.) tekrar Güney Kore devlet aygıtına hâkim kıldılar.

Haziran 1950’de Kim İl-Sung 38. paraleli aşarak güneye ilerlediğinde aslında bu, güneyde devam eden bir iç savaşın uzantısıydı. İçlerinde 721 Türk askerinin olduğu üç milyona yakın insanın öldüğü savaş bittiğinde güneyde komünistler bütünüyle tasfiye edilmişti. Güney Kore İşçi Partisi’nin önde gelen kadrolarını da bizzat Kim İl-Sung tasfiye etti. Diğer ılımlı sol ideolojiler de savaştan eskisine nazaran çok daha ufalarak çıkabildi. Ülkede yalnız muhafazakarların ve milliyetçilerin örgütlenmesine izin verildi. Sendikalar, işçilerin kendi örgütlenmesi olmak yerine, devletin anti-komünizmi hâkim kılmak için kurduğu örgütlerdi.

Başkan Rhee yönetimi, 1956’da “İlerici Parti” adında, merkez sol çizgide bir partinin kurulmasına izin vermişti. Eski komünistleri de içeren bu parti seçimlerde sürpriz şekilde yüksek bir oy (%30) alınca, 1959’da partinin popüler lideri Cho Bong-am casusluk suçlamasıyla idam edildi, parti de kapatıldı. [2007’de Hakikat Komisyonu Bong-am’ın idamının rejimin uydurma bir tezgâhı olduğunu ilan etti. 2011’de de Yüksek Mahkeme masumiyetini iade etti.] İki dönem kuralını tekrar seçilmek için değiştiren, seçimlerde hile yapmaya teşebbüs eden Rhee’nin sonunu Nisan 1960’takı öğrenci protestoları getirdi. 19 Nisan’daki gösterilerde 180’in üzerinde kişi ölmüştü. Gösterileri durduramayan güvenlik güçleri, emirlere uymayı reddedince Rhee’nin devri kapanmış oldu. 26 Nisan’da Rhee ülkeden kaçtı. 27 Nisan’da, yani Rhee’nin Kore’de Adnan Menderes’e liyakat nişanı vermesinden tam iki sene sonra, İsmet İnönü meclis kürsüsünden “Bir baskı rejimi kurulduğu zaman onu kuranlar, artık bir mukavemet kalmayacak zannederler. Bizdeki baskı rejimini kuranlar da öyle zannediyorlar. Bizim görüşümüz farklıdır: Baskı tertipçileri bilsinler ki, Türk milleti Kore milletinden daha az haysiyetli değildir” diyecekti. Bu sırada meclis karışmış, zapta geçmeyen sözleri nedeniyle kendisine on iki oturum meclisten men cezası verilmişti. Aynı gün, İstanbul Tıp Fakültesi öğrencilerinin toplantısı, Güney Kore öğrencilerine destek mesajı çekilmek istenmesi üzerine polis tarafından basılmış; bunun üzerine öğrenciler bir sonraki gün yeniden toplanma kararı almıştı. 28 Nisan olayları da Demokrat Parti’nin sonuna zemin hazırlayacaktı.

Rhee’nin Hawai’ye kaçmasından sonra görece liberal bir İkinci Cumhuriyet dönemi yaşansa da bu kısa dönem askeri darbeyle kesildi. Aynı dönemde Türkiye’de darbeyi yapan askerler, bir süre sonra gerilerinde Anayasa Mahkemesi, MGK, Devlet Planlama Teşkilatı vs. yenilikleri içeren bir anayasa bırakarak çekilirken; Güney Kore’de general Park Chung-hee ülkeyi, kendisinden sonra bile devam eden 26 yıllık bir askeri diktatörlüğün içine soktu. Japon eğitimi almış darbeci Park, aslında 1948’de komünist olmaktan idam cezası almış ama infazı durdurulmuş, ordudan uzaklaştırılmakla yetinilmiş bir subaydı. Daha sonra tekrar orduya alınacak, savaşta değerlendirilecek, ABD’de eğitilecek ve sıkı bir anti-komünist olacaktı. Park sadece içeride değil dışarıda da bu özelliğini gösterecekti. Vietnam’a savaşmak için 300.000 kişilik Güney Kore birliği göndermişti. [Güney Kore, askerlerinin karıştığı doksan kadar katliamda öldürülen siviller için özür dilemeyi reddediyor. Vietnam da ekonomik ilişkileri bozulmasın diye konuyu açmıyor.] 1966-69 arasında da silahsızlandırılmış bölgede ve içeri sızdıkları bölgelerde Kuzey Kore’yle düşük yoğunluklu çatışmalar yaşanıyordu.


Park Chung-hee

Park diktatörlüğü, o bildiğimiz Güney Kore ekonomik mucizesini yarattı; bunu yaparken toplumu demir yumruğu altında şekillendirdi. Yoğun sansür altında tutulan kültürel alanda, örneğin Güney Kore sineması, anti-komünist materyal üreten fabrikalarından biri gibi çalışıyordu. Ülkedeki film endüstrisi, dünyada anti-komünist filmler kategorisini tek başına doldurabilecek düzeydeydi. Savaş ve casusluk filmlerinde, komünistlerin yaptıkları vahşetler, ülkeye sızan casuslar, gece karanlığında birbirleriyle haberleşmeleri vs. konu alınıyordu. Ana hedef kitle çocuklar ve gençlerdi. Bütün eğitim sistemi komünizm aleyhtarı marşlar, posterler, aktivitelerle doldurulmuştu. Sık sık tatbikatlar yaptırılıyordu. Bizdeki gibi tümüyle militarize bir toplumdu. İki yılı aşan zorunlu askerlik vardı. Geleneksel, Konfüçyüsçü aile yapısında vatana komünizmle savaşacak erkek doğurmak önemliydi fakat ekonomik gelişme daha öncelikliydi. 1960’larda 6 gibi çok yüksek olan doğurganlık oranını, 1980’lerin sonunda 1,6’ya dek indirerek beslenecek ağız sayısını da düşürdüler.

Güney Kore, Türkiye ile karşılaştırmalarda sıklıkla kullanılan bir ülkedir. Hep denildiği gibi, 1960’ların başında Güney Kore, Kuzey’den daha da aşağıda, Afrika ülkeleri düzeyinde bir gelişmişlik seviyesine sahipti. Çoğu göstergesi Türkiye’nin gerisindeydi. Savaş sonrası tahrip olmuş, doğal kaynak yoksunu bir ekonomik altyapı ABD’nin maddi katkılarıyla ayakta duruyordu. Park yönetimindeki kalkınma, devletin ekonomiye doğrudan müdahaleleri ile mümkün oldu. Ülkenin büyük aile holdingleri olan chaebol’ları (GSMH’nin %80’ini üretecek Hyundai, Samsung, LG, Daewoo vs. gibi dev şirketler) devlet koordine ediyor ve yönlendiriyordu (planlama, yatırımların belirlenmesi, krediler, vergi teşvikleri, altyapı hizmetleri vb. şeklinde).1 Yönetim nüfus planlamasında olduğu gibi, eğitiminin yaygınlaştırılmasında da başarılı oldu. İlk başta tekstil gibi emek-yoğun sanayilerle, ihracata dayalı bir büyüme modelinde karar kılınmıştı. Daha sonraki yıllarda demir-çelik, petrokimya, otomotiv ve gemi yapımı gibi ağır sanayiye yöneldiler. Nihayetinde elektronik gibi yeni teknolojilere yatırım yapıldı. Japonya’nın finansal ve teknolojik katkısı önemliydi. Ayrıca, demir yumrukla yöneten liderin popülist politikalara prim vermesine, geniş nüfus kesimlerine rantiyeler dağıtmasına gerek yoktu. Kapsamlı sosyal politikalar, sosyal güvenlik sistemi, devlet bütçesine ek giderler bulunmuyordu. Hızla büyüyen şehirleri beslemek için başta pirinç olmak üzere tarımsal üretimin artırılması (daha verimli tohum türlerinin çiftçilere benimsetilmesiyle) başarılmış, fiyatlar aşağıya çekilmişti. Savaş sonunda bütün ülkeyi kapsayan bir toprak reformu yapılmış olduğundan kırsal alanlarda hoşnutsuzluk olasılığı azaltılmıştı. Toprakları satın alınan ağalar da bu şekilde sanayici yapılmıştı.

Kore mucizesini, “Han nehri mucizesini” şöyle özetleyebiliriz: işçi sınıfı ücretlerinin askeri diktatörlükle baskılanması sonucu yaratılan sanayileşme ve ihracata dayalı, görece eşitlikçi yol. Sosyal devletin asgari düzeyde olduğu, bu tür mevzuların aile olarak adlandırılan şirketlerin kendisine devredilmiş olduğu, uzun çalışma sürelerinin, cehennemi çalışma koşullarının olduğu, yüksek iş kazalarının yaşandığı, fakirliğin etkilerinin ancak aile içi dayanışma ile yumuşatıldığı bir birikim rejimi. Baştan sona tüm ülkenin havuç ve sopa mekanizmalarıyla iliklerine kadar çalıştırıldığı, tüketim yerine tasarrufun özendirildiği bir düzen. Eski suçluların, fahişelerin, çapulcu ve evsizlerin, kimsesi olmayan öksüzlerin toplanıp bedavaya çalıştırıldığı bir ülke. Konfüçyüsçü ve milliyetçi çalışma etiği, buna moral bir ideolojik zemin oluşturuyordu.

1970’te 22 yaşındaki Jeon Tae-il, tekstil atölyesindeki çalışma koşullarını protesto etmek için kendini yakarak intihar etmişti. “Arkadaşlarımın cehennemde çalışmalarına daha fazla bakmaya dayanamıyorum. Ufak bir delik açacağım duvarda. Ben öldükten sonra işçi ve öğrenciler birleşecek. Anne, deliği büyüt. İşçiler için ışığı büyütün.” diye not bırakmıştı. Tae-il o yıllarda kıvılcımlanan işçi hareketinin manevi önderlerinden biri olacaktı. Yetmişlerin sonunda öğrenciler ve işçiler arasında artık büyük ölçeklerde hoşnutsuzluklar açığa çıkmaya başladı. Ekim 1979’da gösteriler sıkıyönetimle bastırılabildi. O güne kadar dış kaynakları kolayca elde etmiş yönetim, diğer ülkelerde olduğu gibi bir stagflasyon ve dış borçları çevirme noktasında döviz sıkıntısına girmişti. Tam da o sırada, 26 Ekim’de Park, yemek masasında kendi adamı olan istihbarat başkanı tarafından öldürüldü. Ülkedeki kaos, 1980 Mayıs’ında farklı şehirlerde patlak veren öğrenci protestolarıyla zirveye ulaştı. 18 Mayıs 1980’te Kwangju şehrinde, öğrenci gösterileri şeklinde başlayan protesto eylemleri kısa sürede halkın polislerle çatıştığı bir ayaklanmaya dönüştü. Halkın üzerine ateş açan ordu birlikleri bir süre sonra şehir merkezinden çekilse de askerler, ablukaya alınmış şehre 27 Mayıs’ta tekrar girerek ayaklanmayı kanla bastırdı. 200 ila 3000 kişinin öldüğü tahmin ediliyordu. Birkaç yıl içinde on binlerce kişi tutuklanıp “ıslah kamplarına” yollanacaktı.

*

Kore’de bunlar yaşanırken Türkiye’de Ecevit hükümeti daha ağır bir krizi yaşıyordu. İran devrimi sonrası stratejik olarak daha da önemli hale gelen Türkiye’ye yardım konusunda ise ABD ve Federal Almanya, kredi vermek için IMF olurunu şart koşup işi yokuşa sürerek Ecevit’i oyalayıp zor duruma düşürmüştü. Demirel’in 24 Ocak 1980 kararlarıyla ithal ikamecilik yerine ihracata yönelik modele geçilebildi. Kore’den epey geç başlanılmış bu yola 12 Eylül askeri darbesiyle devam edilecekti. Anne Krueger gibi Dünya Bankası/IMF ekonomistlerine inanacak olursak Türkiye, Güney Kore modelini izlemekte çok geç kalmıştı.

Güney Kore ise Türkiye’ye nazaran dış finansmanı daha kolay bulabilmişti. Japonya ve özel kuruluşlardan elde edilen kaynaklar için, Türkiye’de olduğu gibi büyümeden feragat edilmesine, kemer sıkma koşullarına da katlanmak zorunda kalmadılar2.

Kenan Evren, Haziran 1958’de intikal ettiği Kore’de bir yıl görev yapmıştı. Orada büyük bir trafik kazası geçirmişti. “Kazada araç o kadar harap olmuştu ki, tamir kabul etmediğinden kaydı silinmişti. Öldürmeyen Allah yine öldürmemişti.”3 Aralık 1982’de bu kez devlet başkanı olarak tekrar gitti. Mevkidaşı, yeni lider general Chun Doo-hwan’dan o da nişanlar aldı. Kwangju katliamındaki rolü nedeniyle 1996’da idama mahkûm edilen, fakat cezası affedilen Chun Doo-hwan baskı açısından Park’ı aratmasa bile, daha değişik bir strateji izleyecekti. Bu yıllarda ‘3S’ öne çıkarıldı: seks, spor ve ekran (screen). Önceki Park yönetimi koyu bir sansür ve sofuluk sunarken, 80’lerdeki askerler seks filmi furyasına izin verdi, teşvik etti. Bu tür filmler popülerleşirken, beyzbol ve futbol ligleri, takımları kuruldu. Olimpiyatlara ev sahipliğine talip olundu. 1980’ler sonuna doğru yükselen öğrenci ve işçi muhalefeti karşısında askeri rejim, 1987’de serbest seçimlere izin vermek zorunda kaldı. Bir nevi Brezilya’daki durum yaşanıyordu. Kademeli olarak demokratik adımlar atıldı.


1987’de işkenceyle öldürülen üniversite öğrencisinin cenaze töreni

Demokrasi ve 1997 Krizi

Ülkede askeri yönetime son verilmesine katkı sunan bu denli güçlü bir işçi ve öğrenci hareketi varken (kısaca “minjung” yani halk/kitleler hareketi olarak bilinen), sol bunu siyasal bir yapıya dönüştüremedi. Anti-komünizm siyasal kültürde hâlâ güçlüydü. Sivil toplumculuk, insan hakları savunuculuğu gibi yönelimler öne çıktı. Ekonomik açıdan da küreselleşmeye uyum adına finansal serbestleşme adımları atıldı, iç korumacılık kaldırıldı. Kalkınmacı devletten neoliberal politikalara geçiş, öncesi olmakla birlikte, esasen askeri yönetim ardından yönetimi ele alan sivillerce uygulandı. Ülkeye bu yıllarda akan küresel sermaye, 1997’de hızlı biçimde geri çıkmaya başladığında iflastan kurtulmak için IMF kapısını çalmak zorunlu oldu. O zaman için rekor bir meblağ olan 57 milyar dolarlık paket, ekonomistlerin ortak görüşüne göre, kalkınmacı devlet modelinin de sonu olmuştu. Bir kısmının iflas etmesine, yabancılar tarafından satın alınmasına izin verilen chaebol’larla devlet arasındaki ilişkiler yeniden düzenlendi.

1997, günümüz Güney Kore’sini anlamak açısından önemli bir dönüm noktası. Kimi zorluklar (iflaslar, ani işsizlikler, artan intiharlar, evsizlerin artışı) kısa sürede kısmen atlatıldı, dört beş yıl içinde IMF borçları ödendi4; fakat 1997 işçi sınıfı için kalıcı hasarlar demekti: esnekleştirme, güvencesizleşme, hem sınıf içi hem de sınıflar arası eşitsizliğin, yoksulluğun artması gibi. Sorun, neoliberal modelin düzenli, kalıcı ve ‘iyi’ işler yaratamaması ve yarattığı işlerin, eğitim sisteminden geçmiş nitelikli işgücü arzını karşılayamamasıydı. Kore zaten kendi hesabına çalışanların oranının yüksek olduğu bir ülkeydi (Bunlar daha çok hizmet sektöründe, küçük lokantalar şeklinde, sektöre girişin kolay olduğu fakat iflas/batmanın da aynı şekilde yüksek olduğu işlerdi). Geriye doğru bakınca 1997, şimdiki prekaryalaşmanın altyapısını hazırlamış oldu.

*

Demokratikleşmeyle, merkezci güçlerin kademeli olarak baskın çıktığını belirtmiştim. 1997 krizi ardından sendikal harekette solun tekrar bağımsız ve yeni bir parti halinde örgütlenmesi düşüncesi olgunlaştı. 2000’de kurulan “Demokratik İşçi Partisi”, dört yıl sonra %13 oy alarak meclise 10 milletvekili sokma başarısı gösterdi. Oy tabanını genişletemeyen parti, fraksiyonlar arası mücadelelere sahne oldu. (Güney Kore solunun ağırlıklı kısmı Kim-İl-Sung’culuk denebilecek Kuzey Kore ideolojisine yakınlık duyanlardan oluşuyor. Öncelikli hedefleri yarımadanın birleştirilmesi olan “Ulusal Kurtuluş” adındaki bu grubun karşısında, daha klasik sol “Halk Demokrasisi” grubu vardı.) 2011’de çeşitli birleşmeler sonucu “Birleşik İlerici Parti” kuruldu. Fakat Güney Kore hükümeti 2013’te partinin olası bir Kuzey işgali sırasında onlarla iş birliği planı yapacağını iddia ederek, kapatılması için mahkemeye başvurdu. Anayasa Mahkemesi de 2014 Aralık ayında partiyi kapattı.

Şu anda, o gelenekten esas olarak “Minjung” partisi faal durumda. Ağırlıklı olarak dar bölgeli çoğunluk sistemi uygulanan son seçimlerde parti, ülke genelinde %1 civarı oy aldı. Birleşik İlerici Parti’nin kapatılmasının ardından kurulan bir diğer sol parti “Adalet Partisi”. Daha ılımlı olan bu parti, ülke genelinde %10’la üçüncü parti durumunda olsa da seçim sistemi nedeniyle sadece 6 milletvekili çıkardı. Sendikal hareketten gelen lideri Sim Sang-jung, geçmişte, hakchul denilen öğrenci aktivistlerdendi (Bu öğrenciler, işçi sınıfıyla bütünleşmek için, ayrıcalıklı konumlarını bir yana bırakıp fabrikalarda çalışmaya başlardı).

Şu haliyle sol, ülkede liberal ve muhafazakâr kampların ardından gelen üçüncü güç durumunda. Siyasi partilerin kurumsallaşmadığı ülkede, siyaset daha çok kişiler üzerinden ve onların bölgesel şebekeleri üzerinden işliyor. Örneğin diktatör Park, yatırımları kendi bölgesi güneydoğuya kanalize ederek, orada taban yaratmıştı. Ülkenin güneybatısı, yatırımlardan pay alamadığı için onlar da daha çok liberal/sol adayları destekler hale geldi. 2010’larda ülkeyi yönetmiş muhafazakarlardan, Park’ın kızı Park Geun-hye yolsuzluk ve kayırmacılık skandallarının ertesinde azledilmişti. Yeni Moon Jae-in yönetimi daha şeffaf ve hakkaniyetli bir yönetim vaat etmiş, asgari ücreti yükselteceği, taşeronlaşmayı tersine çevireceği, zayıf sosyal politikaları genişleteceği sözüyle iktidar olmuştu. İşin ilginci, bu kez yeni kabinedeki adalet bakanının skandallara karıştığı, kızının iyi okullara girmesi için evrakta sahtecilik yaptığı ortaya çıktı.

Ülkede sol hareket, Park’ı azil sürecine iten, aylar süren kitlesel “mum ışığı” gösterilerinin hedeflerini sahiplenmekte. Parazit filminde işlenen durumu anlamak için bu devasa gösterilerin neye karşı düzenlendiğine, bu hoşnutsuzluğun kaynağına bakmamız gerekir.

Gangnam Style vs. Hell Joseon

Kore toplumu, birkaç kuşak öncesine göre artık çok daha değişik bir toplum. Pirinç stoklarını idareli kullanmak için resmi olarak haftanın bazı günleri pirinçten tasarruf edilen eski günler yok. Doksanlardan bu yana, tüketmenin, bireyciliğin ve rekabetin erdem olarak sunulduğu; meşhur olan şarkıdaki gibi, Seul’un zengin Gangnam muhitindeki gösterişçi tüketim ve yaşam stilinin her alana nüfuz ettiği, alt sınıfların da bu işe bir ucundan katılmaya çalıştıkları, bu şekilde eşitsizliklerin arttığı ve görünür hale geldiği bir toplum var. Bu tüketimden pay almak için herkesin bir şekilde kendini geliştirmesi ve pazarlaması gerekiyor. Neoliberal (öz)müteşebbislik dünyasında, sadece eğitime değil, bedeninize de kusursuzluk yolunda abartılı bir yatırım yapmanız isteniyor (spor salonları, vücut geliştirme, güzellik ve sağlık merkezleri, plastik cerrahi vs.). Yarıştan geri kalmak istemeyen alt ve orta sınıfların önündeki tek yol daha fazla borçlanmak oluyor (öğrenim kredisi, tüketim kredisi, kredi kartları).

Güney Kore, sınıf atlamak için eğitimin şart ve yeterli olacağı inancının yerleşik olduğu bir toplumdu. Meritokrasiye bu kadar iman edilen ülke, dünyada okullaşma oranı, yüksek öğrenime erişim alanında hem nitelik hem de niceliksel açıdan en önde gelen ülkelerden biri haline geldi. Ama yakın zamanda meritokrasinin pembe dünyası çatırdamaya başladı. Üst sınıflar ve siyasetçiler kendi aralarında ayrıcalıklarını, imtiyazlarını hem piyasa kuralları içinde hem de iltimaslarla, illegal yollardan koruyorlardı. Bir taraf “altın kaşık”la beslenirken, çoğunluğa hatta orta sınıflara da “kirli kaşık” kalıyordu. İşte son yıllarda, sosyal medyada genç kuşak arasında yaygınlaşan “Hell Joseon” söylemi bunu resmediyor. Muhafazakâr/milliyetçi/rekabetçi kültürden bunalan gençler ülkelerini bir cehennem olarak tasvir edip bir an önce buradan kaçmak istiyor5. Önlerinde, meritokrasinin vaatlerine karşın, prekaryalıktan başka bir seçenek görünmüyor.

Ülkede işsizlik düşük olsa da gençler arasında işsizlik oranı %10. İşsiz kategorisinin dışında, aktif olmadığı için işsiz sayılmayanlar da oldukça çok. Bu grup, daha az prestijli işlerde başlamak yerine okulu uzatan, CV’yi zenginleştirmeye çalışıp, spec denilen kalifikasyonları kazanmaya çalışanlar; ardı ardına kurum sınavlarına başvuranlar. Herkesin İngilizce öğrenmesinin neredeyse bir zorunluluk olduğu yerde, zenginseniz, yurtdışında geçirilecek zaman büyük bir artı kazandırıyor ve moda halini almış durumda (Babanın Kore’de çalışmaya devam ettiği, anne ve çocukların ise eğitim için yurtdışında yaşadıkları, yılda birkaç kez toplanabilen zengin ailelere, “yaban kazı aileleri” deniliyor).

Yalnız herhangi bir üniversite bitirmek de yetmiyor. Haekbol denilen eğitimin toplumsal statüsüne göre, iyi işler için SYK şeklinde kısaltılan üç prestijli üniversiteden mezun olmanız gerekiyor ‒ eskiden bunlara Harp Akademisi de ekleniyordu. Bizde olduğu gibi, hatta daha da aşırı halde, çocuklar küçük yaştan itibaren sınav maratonlarından geçiriliyor. Üniversite giriş sınavı, her yıl kendi başına büyük bir olay sayılıyor, gürültüyü önleme adına o gün uçak seferleri bile iptal ediliyor. 1980’de popülerliklerini yeniden kazanmak isteyen askerler, yoksullara eşitsizlik yarattığı için özel eğitimi yasaklamıştı. 1999’da Anayasa Mahkemesi bu yasağı kaldırdı. Hagwon denilen dershaneler yeniden açıldı. Üniversite öğrencilerinin özel ders vermesine izin verildi. Aile bütçelerinde eğitim harcamalarının oldukça yüksek payı olan ülkede, herkes kendince çocuğuna iyi eğitim aldırmak istiyor. Bunu sağlayamayan aileler suçluluk duygusu yaşıyor; özellikle anneler, çocukların eğitimi için saçını süpürge eden “cefakâr anne” sosyal rolüne bürünmek durumunda kalıyorlar.

Her şeye rağmen, ebeveynlerin çocuklarının kendilerinden daha iyi imkânlara kavuşacakları düşüncesine duyulan inanç azalıyor. Gençler artık daha uzun süre ailelerinin yanında yaşamaya devam ediyor. İşsiz, evlenmeye ve aile kurmaya parası olmayan ve zamanla bu umutlarını da bir yana bırakan gençler mecburen geç evleniyor. Emlak piyasasındaki uçuk değerlenişler, Seul’deki soylulaştırma, ev kiralamada sisteminin ortalama iki yıllık kiranın peşin ödenmesini gerektirmesi, özellikle genç ve yoksul nesil için ağır bir maddi yük oluşturuyor. Gençlerin yarısı, uzun yıllar çalışsalar bile bir ev satın alamayacaklarını düşünüyor. Geleneksel olarak, erkeklik idealinin bir aile kurmak ve ileride büyüklerine bakabilmek, onları onurlandırmak olduğu bir toplumda, evlilikler ve doğurganlık oranı azalıyor. 1,1 gibi dünyadaki en düşük doğurganlık oranlarına düşülmüş durumda. Kariyer, aile, çocuk, ev, mutluluk vb. vazgeçtikleri şeylerin sayısıyla tanımlanan bir nesil var artık: 3-po, 5-po, N-po gibi…

Sadece genç kuşak değil, yaşlı nüfus da yoksullukla boğuşuyor. Genelde %17’ler civarı olan nispi yoksulluk yaşlılar arasında yarıya yaklaşıyor. Ülkenin birinciliğe oynadığı konulardan bir diğeri de OECD ülkeleri içinde en başta olduğu intihar oranları. Son zamanlarda, kamuoyunda tanınan bazı siyasetçi ve popüler kültür ikonlarının intiharları konuyu ülke gündeminin ilk sıralarına taşıyor. Öznel mutluluk değerlendirmelerinde de ülke, karşılaştırmalı olarak geliriyle orantılı bir mutluluk düzeyinin altında seyrediyor. Belki en önemli sebeplerin arasında, halen uzun çalışma süreleri, işte ve ulaşımda yaşanan yıpranma, stres, nüfus yoğunluğu, sıkışık yaşam alanları bulunuyor. Bir tarafta ülkenin dışarıya ihraç ettiği bir Kore dalgası, marka imajı var (Kore dizileri, K-Pop, Kore sineması); diğer tarafta da ülke cehenneminden kaçıp kurtulmak isteyenler.

Aslında istatistiksel olarak bakılacak olursa, başta görece eşitlikçi olarak başlayan ve doksanlardan itibaren gini katsayısı olarak ölçülen eşitsizliğin artışı (0,35 civarı) halen OECD ortalaması düzeyinde. Bu bakımdan ülke, Latin Amerika, ABD ve hatta Çin’deki eşitsizlik seviyelerinden uzakta sayılır. Güney Kore, mucizevi bir şekilde zenginleşmiş ve alım gücü yüksek bir ülke olsa da, süregelen eşitsizlikler ve “fark yaraları” infial doğuruyor ve insanlar artık ekonomik alanda da eşitlik ve demokrasi talep ediyor. Babanız Kore havayollarının başında olsa da, şımarıklık yapıp kabin görevlisini ezdiğiniz ya da çocuklarınızı sınavla girilen elit okullara torpil yoluyla yerleştirdiğiniz basına yansıdığında, bizde pek rastlanmayan toplu tepki eylemleri doğabiliyor. Bu farkındalık, ülkede bir Zeitgeist6 halini almış ve işte bu nedenle, Bong Joon-ho’nun da aralarında olduğu sinemacılar tarafından incelikle işleniyor. Evrensel olan, bize çok tanıdık genel sorunu, Kore üzerinden hepimize izlettirmeyi başarıyorlar.

1 I. Oh ve R. Varçın, bunu Türkiye’de askeri bürokrasinin başarılı olamadığı (veya niyeti olmadığı) ama Güney Kore’de yaşama geçirilmiş bir “tepeden mafya devleti” olarak kavramlaştırıyor. Piyasa güçlerine koruma sağlayarak onlardan haraç alıp onları yönlendirme, hatta istediği zaman müsadere etme anlamında. I. Oh & R. Varçın, “The Mafioso State: State-Led Market Bypassing in South Korea and Turkey”, Third World Quarterly, 23(4):711-723, 2003

2 Güney Kore devletinin dış emperyal merkezlerle bağlantılarının Türkiye’ye göre daha “yoğun” ve kuvvetli oluşunun, içeride toplumsal gruplara karşı kendisine sağladığı otonomi için bak. Z. Öniş “International Context, Income Distribution and State Power in Late Industrialization: Turkey and South Korea in Comparative Perspectives”, New Perspectives on Turkey, 13:25-49, 1995

3 Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Yayınları, 1990, s.114

4 1997 şokunun yaralarının sarılıp, halkın bir anlamda yeniden moral kazanmasının bir tezahürü 2002 Dünya Kupası ev sahipliği, turnuvada Güney Kore takımının başarısı ve buna eşlik eden yeni bir milliyetçilik dalgasıydı. Bu vesile de Türkiye ile örtüşebilecek bir değerlendirme konusu olabilir.

5 Bu noktada da aramızdaki benzerlikler için Türkiye’deki popüler internet mecralarında Türkiye’den gitmekle ilgili yıllardır süren tartışmalara işaret etmek uygun görünüyor. Uzun yıllar süren milliyetçi muhafazakar bir restorasyon ve yandaş kayırmacılığı döneminde liyakat beklentileri yıkılan gençler ve orta sınıflar açısından çok benziyor.

6 Y. Kim (der.) Korea’s Guest for Economic Democratization: Globalization, Polarization and Contention, Palgrave Macmillan, 2018, s.2. Yararlandığım birçok kaynak arasında en derli toplu derlemenin bu olduğunu söyleyebilirim.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar