Ana SayfaGüncel YazılarHer Daim Devrimci Kalabilmek: Garbis Altınoğlu

Her Daim Devrimci Kalabilmek: Garbis Altınoğlu

 

Türkiye devrimci hareketi, Garbis Altınoğlu’nun 14 Ekim’de ölümüyle, son elli yılında iz bırakmış seçkin bir simasını kaybetti. Mücadele hayatı ve arkasında bıraktığı teorik miras, ülkemizde devrim ve sosyalizm için mücadele edecek genç kuşaklar için esin kaynağı olacaktır.

 

68’li bir 71 ihtilalcisi olarak

Ana baba Ermeni bir ailenin çocuğu olarak Amasya’da doğdu. İlk ve ortaokuldan sonra, başarılı ve yoksul ailelerin çocuklarının okutulmasına yardımcı olan bir rahip tarafından Üsküdar’daki Ermeni Lisesine kaydedildi. Boğaziçi Üniversitesinde eğitim gördü. 1963-64 yıllarında Çetin Altan, M. A. Aybar gibi zamanın sosyalistlerinden etkilendi ve giderek yükselecek 68’in gençlik eylemlerinin aktif bir militanı oldu. MDD hareketi içindeki bölünmede “Beyaz Aydınlık” tarafında kaldı. 1969-1971 yıllarında İstanbul grubunun yönettiği Türk Solu dergisi ve İşçi-Köylü gazetesi etrafında faaliyet yürüten Kaypakkaya’nın yakın arkadaşları arasında yer aldı.

Legalizmin ve barışçıl mücadele biçimlerinin dışına taşmayan, sistem içi Aybar-Aren-Boran sosyalizminin MDD’ci bir versiyonu olan Kemalizm kuyrukçusu Aydınlık hareketinin (“Beyaz Aydınlık”) safları içinden radikal devrimci gruplar çıkmaması eşyanın tabiatına aykırı olurdu. 1970 yılının ilk yarısında ayrılan ilk grup “Basın Yayın Komünü” (“Aktancılar”) diye anılan biz olduk. Çok geçmeden Hindistanlı ultra-sol Maoist Çaru Mazumdar’ın görüşlerini savunan Garbis Altınoğlu ve Boğaziçili arkadaşları ayrıldılar. Bunu, kendi içinde tutarlı ve sistemli ideolojik, siyasi, örgütsel görüşler getirmeyi başaran İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki TKP-ML’nin kuruluşu izledi. Kısa süre içinde Mazumdarcılığı terk eden Garbis, işkencede katledilen eski yoldaşı İbrahim Kaypakkaya çizgisine geri döndü. 1974 yılındaki afla hapisten çıktıktan sonra TKP-ML içindeki bölünmede TKP-ML Hareketi tarafında kaldı. 2000 yılındaysa yoldaşlarıyla arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları nedeniyle MLKP’den ayrıldı.

 

Devletçi oportünizmin hedef tahtası olarak

Gazetelerin “sandık cinayeti” diye manşete çıkardıkları olayda aynı gruptan Adil Ovalıoğlu görüş ayrılıkları sonucu öldürülmüştü. Asla onaylanamayacak bu talihsiz olay, keskin sirke küpüne zarar dendiği gibi, Çaru Mazumdar’ın ultra-sol görüşlerinin ve toy devrimciliğin yarattığı trajik bir sonuçtu. Bugün açık veya dolaylı olarak devlete intisap etmiş Perinçek’ler, Çalışlar’lar, Berktay’lar, Zileli’ler olayın üzerine mal bulmuş mağribi gibi atladılar ve sıkıyönetim savcılarının ağzıyla saldırdıkları Garbis’i ölünceye kadar suçlayıp durdular. Oysa, Garbis Altınoğlu olayın gerçekleştiği 12 Haziran 1972 tarihinde, Aydınlıkçıların kendilerinin de tutuklu oldukları Mamak Cezaevi’nde yatmaktaydı. Aydınlıkçıların olayı yeniden köpürtmesi üzerine, 1978’de Halkın Birliği dergisinde, olaydan iki ay önce yakalandığını, tutuklu olduğu için Adil’in öldürülmesinden haberi olmadığını yazdı. Hatta, “söz konusu grubun yöneticilerinden biri olduğum için kendimi bu cinayetin birinci derecede sorumlularından birisi olarak görüyorum” diye dürüst bir özeleştiri yaptı.

Her ayrılıkta yüzündeki maske biraz daha düşen Aydınlık’ın değişmez mizacı, kendinden ayrılanlara kulp takıp iftiralar yağdırmaktı. Bunu, hayata geçiremeseler bile, İbrahim Kaypakkaya’yı öldürmeyi planlayacak kadar ileri vardırmışlardı. Basın Yayın Komünü olarak “Sosyalist Kurultay”, eğitim komiteleri gibi yasalcı örgütlenme ve mücadele anlayışını eleştirerek ayrıldığımızda, arkamızdan ne Kıvılcımlıcılığımızı ne Troçkistliğimizi bırakmışlardı. Vur emriyle aranan Osman Yaşar Yoldaşcan’ı ve Mehmet Fatih Öktülmüş’ü gazetelerinde deşifre edip resimlerini yayınlayarak açıktan ihbar ettiler. Sadece Garbis ve biz değil, Türkiye solunun hemen her grubu bundan payını aldı.

 

Seçkin bir direnişçi olarak

İktidar muhalifliğini bırakan ama Garbis düşmanlığını bırakmayan Aydınlık’ın bugün nerelere geldiği malum. Bu grup, tarihi boyunca içinden, işkencede ölen Kaypakkaya bir tarafa, Garbis gibi direnen birini çıkaramadı. Önderleri tam tersi bir yol izleyerek 12 Eylül’de sıkıyönetime kendi ayaklarıyla tıpış tıpış gidip teslim oldular, tek bir fiske yemeden konuldukları Erbakan’ların, Türkeş’lerin “liderler koğuşu”nda ayrıcalıklı misafir muamelesi gördüler. Bir de utanmadan bunu anı diye yazdılar.

Garbis Altınoğlu da ayrıcalıklıydı ama tersinden ayrıcalıklıydı.

12 Eylül geldiğinde ne teslim olmayı ne de yurtdışına kaçmayı düşündü. Faşizme karşı mücadele etmeyi seçti. Havada ne zaman fazla bulut görse yurtdışına kapağı atanlara bakınca bu hiç de önemsiz bir meziyet değildir. Eğer mülteciliği seçseydi; fısıltılarla, imalarla yayılmaya çalışılan direnişçiliğindeki ufak tefek lekeler de olmayacaktı. Ama Garbis bu yolu değil zor ve riskli olan yolu seçti.

31 Aralık 1981 günü kendisini yakalamaya çalışan polisin silahından patlayan mermi sağ gözünü kör etti. İstanbul’da iki ay, arkasından götürüldüğü Maraş’ta 70 gün işkence gördü. İtirafçı polis Sedat Caner, Nokta dergisinde yayınlanan itiraflarında, Devrimci Savaş Davasından Hamit Kapan’la birlikte gördükleri ağır işkenceleri ve nasıl direndiklerini anlattı. “Kaplumbağa hücresi” denen özel yöntem ilk Garbis’te denenmişti. “Kıpırdayamayacak, tuvalet ihtiyacını bile gideremeyecek şekilde sokulduğu tabutta çömelerek durabiliyordu. Tüm eklemlerinin kireçlendiği kaplumbağa hücresinde bir hafta tutulmuştu, çıktığında kamburumsu yürüyordu.”

Maraş, Metris, Davutpaşa, Sultanahmet ve Sağmalcılar cezaevlerinden sonra 1984’te Antep E Tipi Cezaevi’ne sürüldü. Girer girmez yaptırımlar ve TTE (tek tip elbise) dayatıldı, giymediği için gardiyanlar tarafından ölesiye dövüldü. Bir söyleşisinde bunu şöyle anlattı: “2 Şubat 1984’de sevk edildiğimiz Antep E-Tipi Cezaevi girişinde tek tip elbise giymediğim için vahşice dövüldüm. Ardından ağır bir rahatsızlık geçirdim ve uzun süre bir şey yiyemedim. 2 Mart’ta helikopterle Çukurova Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılmasaydım, belki de ölebilirdim.” Yıllar sonra gittiğim Gaziantep Özel Tip Cezaevi’nde, buna tanık olmuş Garbis hayranı ilerici bir gardiyanın ağzından dinlemeseydim, abartma sanırdım.

Başka bir örneği, Adana Kapalı Cezaevi yönetiminin, TİKB tutuklularının başlatıp genelleştirdiği direnişle baş edemeyince, benim de aralarında bulunduğum çeşitli örgütlerden Türk, Kürt, Arap, Alevi kökenli devrimcileri Eskişehir, Ermenek, Kastamonu, Kırşehir gibi cezaevlerine dağıttığı sırada yaşadık. İçimizden yalnız Garbis en kötü cezaevi olan Sinop’a gönderildi: “Mayıs 1986’da Sinop Kapalı Cezaevine sevk edildim. Yaklaşık 2,5 yıl kaldığım bu cezaevindeki yaşamımın 210 gününü gerçek yeraltı hücrelerinde geçirdim. Ekmeğimi, işte tam bir izolasyon ortamında geçirdiğim bugünlerde yeraltında yaşayan ve cardon denen iri farelerle paylaştım.” Bu, dışarıdan bakan birine kolay görünebilir. Fakat Garbis böyle düşünmüyordu: “Bana en zor gelen, –fareleri saymazsak– hemen hemen kimseyi görmediğim koşullarda tek başıma yeraltı hücrelerinde tutulmam oldu.”

Garbis Altınoğlu’nun diğer bir özelliği sıkıyönetim mahkemelerindeki Dimitrovcu tavrıdır. Metris Cezaevinde okuma imkânı bulduğum savunmasının içeriği, bitişindeki “İt ürür kervan yürür” sözüyle özetlenebilir. İdamların yürürlükte olduğu, önderlik makamındaki birçok kişinin idam cezası almamak için “örgüt değil dergiydik” dediği, Türk Ceza Kanununun idamı öngören maddesi 146’dan değil 141/142’den ceza almak için bin bir kılığa girdiği, siyasi savunma yerine hukuki savunmayla yetindiği bir dönemde, kimse “bunun ne önemi var” diyemez. Bunun önemi, idam ile 15 yıl ceza arasındaki farktan gelir. Devrimci gelenekler eğilip bükülerek değil dik durularak yaşatılır.

Garbis’in işkencede, cezaevlerinde ve mahkemelerdeki direnişinin şu iki yönü özellikle vurgulanmalıdır: İlki, bir röportajında “Ölmemeyi nasıl başardınız” sorusuna verdiği, “Bunu ben de merak ediyorum” cevabıdır. Bu, geçtiği sınavların pek kolay olmadığını gösterir. Diğeri Maraş Cezaevini anlatırken söyledikleridir: “Bu cezaevinde iken, Maraş katliamı davasından yargılanan sağcı tutukluların bulunduğu müşahede bölümünde, kapısı sürekli kapalı olan bir hücrede tutuldum. Tuhaf gelebilir; ama bana saygı duyuyorlardı.” Sadece sözünü ettiği Maraş Katliamı tutukluları değil, işkenceci polisler, gardiyanlar, onlara emir verenler de içten içe “saygı” duyuyorlardı. Ama kendilerinin asla erişemeyeceklerini bildikleri bir hasetle, imrenilerek duyulan bir saygıydı bu.

Ermeni komünist olarak

Her yerde olduğu gibi Türkiye’de kötü günlerde komünist olmak zordur. Ermeni komünisti olmak daha da zordur. Garbis, poliste ve cezaevinde gördüğü işkenceleri son derece mütevazı ama kinayeli bir dille şöyle özetledi: “Pek çok devrimcinin gördüğü işkenceleri, bir parça fazlasıyla ben de gördüm; Ermeni kökenli bir komünist olmam nedeniyle bu konuda da ayrıcalıklıydım.” Maraş Katliamı davası iddianamesinde savcı yardımcısı Selahattin Karagöz’ün, “Ermeni oğlu Ermeni” diye biten hitabı ona duydukları derin öfkenin ifadesiydi. “Derin devlet”in arşivlerinde Kaypakkaya “Kızılbaş komünist”, Garbis “Ermeni komünist” diye fişlenmişti.

Böylesine özel muamelenin ortalama bir devrimci üzerinde bir miktar Türk düşmanlığı bırakması beklenir. Atalarını da Ermeni Katliamında kaybettiği halde Garbis hiç öyle duygular taşımadı. Şahsen, bazı Kürt dostlarımın zaman zaman Türk olduğumu hissettirdiklerine tanık oldum, ama aynı şeyi Garbis için söyleyemem. Teorik düzeyi yüksek biri olarak kimi düşman görmesi gerektiğinin bilincindeydi. Dünya tarihinin en büyük kırımlarından birini yaşamış bir ulusun ferdi olarak Ermeni düşmanlığının kökünün Türk emekçilerde değil, ilkel sermaye birikimini Ermeni ve Rum kompradorların mal varlıklarına el koyarak hızlandıran Türk burjuvazisinde olduğunu gayet iyi biliyordu. Bir yazısında bunu şöyle ifade etti: “Ermeni düşmanlığı, Türk egemen sınıflarının farklı fraksiyonlarının ve genel olarak Türkiye gericiliği ve burjuvazisinin demirbaş propaganda aracı ve ortak buluşma noktasıdır. Bunda şaşırtıcı bir yan yok. Türk ulusal kimliği Ermeni –ve Rum, Süryani vb.– sürgünü ve kıyımı süreci içinde inşa edilmiş ve bu Hristiyan halkların ‘etnik arındırma’ya tabi tutulmaları modern Türk burjuvazisinin oluşumunda çok önemli bir rol oynamıştır.”

Atalarını Ermeni Katliamında kaybetmesine, Türk milliyetçileri ve baskı aygıtları tarafından sürekli aşağılanmasına ve kötü muameleye tabi tutulmasına rağmen, hiçbir şekilde Türk düşmanı olmadı. Elinde proleter enternasyonalizmi gibi şaşmaz bir ölçü vardı; bunu ister Türkiye, ister Ortadoğu, ister dünya ölçeğinde olsun, dünya halklarının tümüne yaklaşımında uygulamayı başardı. Ne tür olursa olsun, emperyalist, faşist, İslamcı, sosyal şoven, ezen milliyetçiliğin karşısında durdu, ama hiçbir zaman ezilen milliyetçiliğine de kapılmadı.

Öte yandan Ermeni kökenini inkâr eden bir kozmopolit de değildi, tersine halkının tarihine ve ilerici değerlerine bağlı ve saygılıydı. Yazılarında Ermeni milliyetçiliğine prim vermeden, egemen milliyetçiliğin tarihsel, sınıfsal, ideolojik kaynaklarını ortaya çıkardı, bunun sol dahil her renkten siyasete güncel yansımalarını sürekli teşhir etti. Örneğin 1980’lerdeki ASALA eylemlerini burjuva milliyetçisi olduğu, meşru yöntemler kullanmadığı ve Türk emekçileri üzerinde şovenist etkiyi güçlendirdiği için eleştirdi. Yine, Abdullah Öcalan’ın Türk-Kürt ittifakını tarihsel olarak temellendirmek adına Anadolu halklarının tarihini çarpıtmasını, bazı Kürt aşiret reislerinin Ermenilere ve Süryanilere karşı uyguladıkları kıyımları görmezden gelmesini, Ermeni jenosidini Ermeni milliyetçiliğinin hatalarıyla açıklamasına karşı çıktı. “Çözüm süreci”nde hiç kimse ağzını açmazken, Abdullah Öcalan’ın “Aramızdaki pürüzleri çözelim ve Anadolu Hristiyanlarına karşı ve Ortadoğu ve Balkanlar üzerinde hegemonya kurmak için birlikte savaşalım ve bunun için de ‘İçte ve dışta PKK’nin askerî savaş olanakları’nı ‘Türkiye’nin hizmetine’ verelim!” önerisini yüksek sesle eleştirdi. Eleştirel yaklaşımı, Kürt halkının ulusal-demokratik mücadelesinin ilerici özünü sahiplenmesine engel değildi. Bu bakımdan, “ezilen bir ulusun ulusal zulme karşı direnişine önderlik etmekte olması, tüm belirttiğim stratejik zaaflarına rağmen PKK’nın taktiksel düzeyde ilerici bir konumda” olduğunu söylemekten geri durmadı. Marksist çizgisinden uzaklaşma pahasına ezilen ulus milliyetçiliğine prim veren MLKP ile ayrılık noktalarıyla ilgili eleştirilerinin çoğunda haklı çıktı.

Sürekli kendini geliştiren bir devrimci olarak

Garbis’in hayatına şekil veren eksenlerden biri de zor koşulların, işkencelerin, ağır cezaların, oportünist iftiraların altında ezilmemesi olmuştur. Her aşamada zorlukları göğüslemeyi, yanlışlarından ve eksiklerinden arınmayı, daha ileri ve bir üst aşamaya yükselmeyi başarabildi. Öğrenci devrimciliğinden radikal ve profesyonel devrimciliğe, küçük burjuva sosyalizminden Marksizm-Leninizme yükselen bir hat izledi. Aydınlık’ta kaptığı Çaru Mazumdarcılık virüsünden çabuk kurtuldu ve eski yoldaşı Kaypakkaya’ya dönmekte tereddüt etmedi. Onunla birlikte yola çıkıp, İstanbul’daki Dev-Genç toplantılarında Kaypakkaya ve yoldaşlarını hırpalamayı marifet bilenler (bugünün 68 istismarcısı ulusalcıları) daha ilk eşikte Kemalizme takılıp kalırlarken, Garbis ancak ölümüyle sona eren uzun yolculuğuna devam etti.

Garbis, Türkiye solunda 71 İhtilalciliğini doğru yorumlayan ender kişilerdendir. Ne geçmişin gözü kapalı savunucusu oldu, ne de hata ve olumsuzlukları görmezden geldi. TKP-ML, THKP-C, THKO’nun; TKP revizyonizminden ve onun değişik türevleri olan TİP, Mihri Belli, Kıvılcımlı gibi sağ sapmalardan ilk kopuş olduğunu ortaya koydu. Ama, bu örgütlerin “50 yıllık revizyonizm ve reformizm”i aşamadıklarını, sınıfa uzak durarak eylem çizgilerinde sol bir çizgi izlediklerini gösterdi. Görüşlerine tamamen katılmasak da, mensubu olduğu Kaypakkaya hareketini gözü kapalı savunmamış, doğruya en yakın özeleştirilerden birini yapmıştır. Bu bağlamda kendi serüvenini de içeren TKP-ML ve Kaypakkaya eleştirisi doğru ve olumludur. Eğer doğru çıkış yapıp bunu başaramasaydı, daha sonraları Çin revizyonizmi gibi konularda rotayı tutturamayacaktı. Özeleştirel yaklaşımı sayesinde Türkiye’nin yarı-feodal bir ülke olduğu, “toprak devrimi”, şehirlerin terki, “uzun süreli halk savaşı” gibi Çin kopyası formüllerden uzaklaşarak daha somut ve gerçekçi tahlillere yönelebildi.

Garbis bütün bunları araştırmacı, nesnelci, sınıf bakış açısında ısrarlı, özeleştiriden kaçınmayan devrimci kişiliği ve devrimci teori üzerine engin bilgisi sayesinde başarmıştır. Marksist-Leninist öğretiye ve bilimsel sosyalizme saldıranlara, arılığını bozuma uğratanlara karşı mücadelede tavizsizdi. Bu bakımdan, Garbis eğer eleştirilecekse ortodoks Marksistliğini zaman zaman dogmatizm boyutuna vardırmasıyla eleştirilmelidir. Doğruyu savunmak için örgütünden kopmayı göze almış, ayrıldıktan sonra da yaşantısında ve çizgisinde bir sapma olmamış, hatta daha tutarlı görüşler savunmayı başarmıştır. Kişinin devrimciliğini sınamanın bir yolu da örgütsüzken ne yaptığı, savrulup savrulmadığı, burjuvaziye biat edip etmediğidir. Çeşitli dergilerdeki, sitelerdeki ve kendi bloğundaki yazılarıyla, dünyada ve Türkiye’de tarihsel ve gündelik meselelere devrimci teorinin ışığını düşürmek için, ölünceye dek canla başla çalışması bir ölçüdür.

Son olarak

Ortak örgütsel bir geçmişim olmayan, 1991’deki tahliyesine kadar birkaç yıl Antep Özel Tip Cezaevi’nde kalmışlığımız dışında çok yakından tanımadığım Garbis Altınoğlu’nun ölümü üzerine neden böyle bir yazı yazdığımı merak edenler olabilir.

Garbis yaşamını yitirdikten sonra bazı sosyalist gruplar bunu yayınlarında duyurdu, bazılarıysa ya hiç yazmadı ya da tweet’lerle geçiştirdi. Yazılanların bir kısmı zevahiri kurtarmak maksadıyla yazılmışçasına mesafeli ve kuruydu. Sosyalist sol, Hrant Dink’e gösterdiği ilginin binde birini bile Garbis’e göstermedi. Hrant Dink’i kurban seçen ırksal cinayet karşısında susmamak, yüksek sesle sahiplenmek elbette gerekliydi. Fakat içimizden biri olan, çoğumuzun tanıdığı, aynı acılara ağlayıp, aynı şeylere sevindiğimiz Garbis’i de sönük anmamalıydık.

Bu, Türkiye devrimci hareketinin tarihi üzerine yazılmış kitaplarda, daha düne kadar şahsen adına rastlamadığım, “eski tüfekler”in milliyetçi eğilim ve İttihatçılık aşkı nedeniyle sözünü etmedikleri Paramaz (Matdeos Sarkisyan/1863-1915) ve 19 yoldaşına karşı işlenmiş kadim kabahati telafi etme yolunda atılmış bir adım olurdu. Bilmeliyiz ki, “15’ler”den (Mustafa Suphi ve yoldaşları) önce “20’ler” vardı. İttihatçılar tarafından 19 yoldaşıyla birlikte Beyazıt Meydanı’nda asılarak infaz edilen Paramaz’ın hayat hikayesini bilseydik, Deniz’lerin omuzları üzerinde yükselen geleneğin bu topraklarda yarım asırlık kökü olduğunu da biliyor olacaktık.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar