Ana SayfaGüncel YazılarAydınlık: Solun Günahlarının Kefareti mi, Solda Bir Serdümen mi?

Aydınlık: Solun Günahlarının Kefareti mi, Solda Bir Serdümen mi?

 Teori ve Politika’nın 2001 tarihli 23. sayısında yer alan bir yazıdır

Giriş

19 Aralık 2000 sabahı hapishanelerdeki devrimcilere yönelik askeri operasyonu alkışlayan, bu konuda devlet yetkilileri arasında çıkan tartışmada ‘sert önlemler alınmasını ve bunda kararlı olunmasını’ savunanlardan yana olan ve sol hareketten sayılan bir politik akım…

Hayır. Aydınlık, 19 Aralık konjonktüründe solda değildi; tam karşıdaydı. Ama Aydınlık, bir tarih olarak 19 Aralık dahil, solcu bir harekettir. Aydınlık, 1970’li yılların sonlarına yetişen devrimciler kuşağının önemli bir kısmı için devletle işbirliği içinde bir akımdı -aynı düşünceyi hala koruyanlar var-, fakat Aydınlık, üzerinden geçen yirmi yıldan sonra görülüyor, devrimcileri ihbar ederken de soldaydı; bugün, 19 Aralık’ta devlet tarafını alkışlarken de soldadır. 

“Kürde sıkacağınız iki mermiden birini bana ayırın” diyen Perinçek de solcudur, “Sahte solcular, ABD’nin güdümünde devlete karşı savaşıyor” diyen Perinçek de solcudur.

Aydınlık hareketi, tarihsel-politik olarak her zaman soldaydı, bugün de soldadır. Aydınlık hareketi, pratik-politik olarak, 19 Aralık’ta solda değildi, 1979’da da solda değildi; ama Aydınlık hareketi, 1990’da ulusal hareketin yanında devlete karşı mücadele ederken pratik-politik olarak solcuydu.

***

Aydınlık hareketi, Türkiye solunun bağımsız değişkenlerinden ve kerteriz noktalarından biridir. Solu bütünlüklü bir anlamanın konusu yapmak, özellikle son altı-yedi yılda, Aydınlık olmadan mümkün değildir. Aydınlık, bu dönemde öne çıkan bir özellikle, solun eksenlerinden biridir.

Günümüzde eğer liberal eğilime dönük değilse, sol harekette yer alanların kendilerini Aydınlıkçılığın etkilerine kaptırmamak için çaba göstermeye ihtiyaçları var. Deyim yerindeyse, bir anlamda, Türkiye solunda, liberal dalgaya karşı duran her politik kesimin, ‘geniş anlamda’ Aydınlıkçı bir yönü olduğu ileri sürülebilir. Burada, kerteriz noktalarından birinin de liberal ideo-politik akım olduğu anlaşılmış oluyor. Türkiye solunun kerteriz noktalarının üçüncüsü devrimci harekettir. Türkiye solundaki gelişmeleri, varlığını devlete karşı fiili devrimci konumlanışta bulan kesimini hesaba katmadan anlamak da eksikli olmak durumundadır.

Türkiye’de liberal alanda kalmayan reformist solun tümü Aydınlıkçı paradigmanın içinde hareket ediyor. Eylemli varoluş bir yana bırakılacak olursa, varoluşun ‘sözlü’ formları açısından, sol hareketin devrimci kesimlerinin de kendilerini Aydınlıkçı paradigmadan ‘sözlü’ olarak ayırmaya ihtiyaçları var.

Aydınlıkçılık elbette ve kesin olarak devrimci olmayan, bazı konjonktürlerde karşı-devrimin sol içindeki mızrağı işlevini üstlenen ve üstlenebilecek bir politik odağı temsil ediyor. Sola karşı devlet tarafında fiilen yer alış, ‘sol içinde’ Aydınlıkçılığa has bir özellik olarak kabul edilir. Ancak unutulmamalıdır; Aydınlıkçının bu husustaki tek ‘suç’u, tutarlı olması ve görüşlerinin sonuçlarını kovalamaktan kaçınmamasıdır. Çünkü, sol hareketin tarihinde ve bugününde, devleti anlamaya ilişkin bir tarz, hiç de Aydınlıkçılara özgü sayılamaz. Tersine, bu tarzı miras alan Aydınlıkçılar, ona bir politik uygulama boyutu ‘kazandırmışlardır’. Aydınlıkçılık, yörüngesinde hareket eden ve Türkiye solunun kahir ekseriyeti tarafından meşruiyeti sorgulanmayan birtakım ideolojik ve teorik görüşlerin, politik alana taşınmış, orada da yaratılmış, bu anlamda cesur ve tipik olarak bütünlüklü karşılığından çok başka bir şey değildir. Böylece, sol hareketin Aydınlık’ın miras aldığı tarihi de Aydınlıkçılığın hanesine yazılmış oluyor.

Aydınlıkçılığın Aydınlıkçılar tarafından edinilmiş, ve her bir ‘politik dönem’de çarpıcı biçim değişikliklerine uğrayan tarihsel tarzı, solun (ve Aydınlıkçılığın ‘sağı’nın da) birçok öznesinde özel bir rahatsızlık konusudur. Fakat, bu epeyce öznel duygudan uzak olmaya çalışmak, Aydınlıkçılığın Türkiye solunun hem tarihsel, hem güncel etki alanını net olarak görmek için gerekli olmaktan da çok, zorunludur. Aydınlıkçılık, Aydınlıkçıların varlıklarıyla oluşturduğu alanı kat be kat aşan bir ideo-politik akımdır.

Bugün Türkiye’de Aydınlıkçı dalganın etkisine karşı bağışıklık kazanmanın verili sadece iki yolu bulunuyor: İdeolojik bir sol yönelim olarak liberalleşmek, politik bir varoluş tarzı olarak pratik-politik devrimcilik. Pratik-politik devrimciliğin bir yandan liberal sola, diğer yandan devlet soluna karşı ideolojik-politik mücadele yürütmesi kolay değil.

Öte yandan, Türkiye’de pratik-politik devrimciliğin, bir yönüyle, soldaki liberal cereyandan ideolojik ve politik olarak etkilendiği bir gerçektir. Bu, esasen yaşamın ittiği bir etkilenimdir. Zira, liberal sol, devrimci politik solun devlete karşı mücadelesinde en azından zayıf ve kısmi bir tarzda yanında bulduğu bir eğilimdir. Öte yandan, pratik-politik devrimcilik, ‘ulusal sol’[1] diye yanlış anılan eğilimin etkisinden de ideolojik olarak tümden bağışık değildir. Bu, pratik-politik devrimciliğin, gerçeğin çelişkili öğelerini gören ‘kanatlı doğası’na uygun bir durum arzediyor ve ilke bakımından, devrimciliğin sürmesine halel getirmedikten sonra bir sorun olmadığı kabul edilmelidir.

Aydınlık, her mücadele döneminde, Türkiye solunda bir eğilimin başlatıcısı ya da etkili başlatıcısı olmuştur. Türkiye’ye Maoculuğu Aydınlık sokmuştur. Üçlü blok denilen örgütleri Aydınlık ideolojik nüfuzuna almıştır. 1978’den itibaren etki kanallarını iptal ettirecek ölçüde tecrit ve düşmanlık politikası gütmüştür. Kürt ulusal hareketinin Batı’da etkili bir nefes borusu yaratmasına ve bu hareketin Türkiye kamuoyu nezdinde etkisinin artmasında Aydınlık tayin edici olmuştur. Türkiye solunda, daha sonraki yıllarda politik nedenlerin itilimiyle de artan laiklik yelkeninin rüzgarını önemli ölçüde Aydınlık şişirmiştir. Körfez Krizinde anti-emperyalist tutumun öne çıkmasında Aydınlık etkin olmuştur. En son, tarihsel sola kaçış eğiliminin öncüsü Aydınlık olmuştur.

Dönemleri içinde ve otuz yılı boyunca, aktarmalarla görülecektir, tek bir Aydınlık yakalamak gerçekten çok zordur. Aydınlık, çeşitli temel görüşlerinde dönem dönem, bizzat kendi sözcülerinin diliyle “karşıt” olarak nitelenen görüşler savunmuş bir gelenektir.

Onyıllar tutan bütün kariyeri aynı argümanları telaffuz etmekle geçmiş olmanın pragmatist gelenekleri güçlü bir toplumda başlı başına bir olumluluk sayıldığı gerçektir. Fakat, politik yönelim ve elbette görüş değiştirmenin bir küfür olmadığı bu çalışmaya öngelen politika anlayışının temellerinden biridir. Aydınlık geleneği, otuz yıl civarındaki varlığı boyunca birkaç kez ‘stratejik’ değişimler yaşamıştır.

Sol hareketin diğer akımlarında yer alanlar için Aydınlık’a yoğun ve derin bir öfke duymamak çok zordur. Çünkü Aydınlık’ın, sol harekete dönük ibret verici bir pratikler tarihi vardır. Bu, devlet güçlerine ihbar etmekten provokatör ilan etmeye, ‘sahte sol’ saymaktan çeşitli gizli servislerin ajanı ilan etmeye kadar giden ve Aydınlık’ın tarihinin en az iki ‘dönem’inde görülen bir pratiktir. Vahim olanı, Aydınlık’ın halen içinde olduğu ‘dönem’in bu niteliği barındırıyor olmasıdır.

Aydınlık, çeşitli olumsuz-olumlu nitelikleriyle, Türkiye sol hareketinin temel bileşenlerinden biridir. Temel bir damardır. Solda potansiyel ya da açığa çıkmış bir eğilimi kristalize olarak temsilde Aydınlık’tan öne çıkmış bir örneği bulmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Aydınlık, ne yaptıysa etkili yapmış, etkiler yaratmıştır. Aydınlık, güçlü ve kendine güvenli politik vurguların yapıldığı bir odaktır.

Aydınlık, pratik-politik karakter itibarıyla net bir şekilde her zaman reformist olmuştur. Aydınlık, yaklaştığı iki dönem dahil, hiçbir zaman devrimci bir hareket olmamıştır. Somut bir konjonktürdeki eylemli varoluşuyla, eşanlamda pratik-politik olarak Aydınlık, reformcu bir sol politik akımdır. Aydınlık, tarihinin iki döneminde, pratik-politik bakımdan solun karşı tarafında, devletin yanında sayılmayı hak eden bir pratikler dizisinin sahibidir.

Perinçek’in portresi

“Üstünlük, bir kimsenin kendini başkalarından daha çok zorlamasıdır.” (Ortega Y Gasset)

Bir birey olarak Doğu Perinçek, Türkiye sol hareketinin yarattığı -herhalde- en bütünsel kişiliktir. Perinçek, kesintisiz olarak otuz küsur yıl boyunca bir hareketin odağında mücadele yürütüyor. O, teorisyen, stratej, örgütçü, politikacı, ajitatör niteliklerinin tümünü otuz yıl boyunca önder konumlarda koruyabilmiş biridir. Perinçek bu bakımdan her türlü övgüyü hak ediyor. Ağır ve mahcup edici başarısızlıklar yaşamıştır; bunların birçoğunun farkında olduğu kesindir. Perinçek ancak Öcalan’la karşılaştırılabilir; mesela Perinçek devrimci olmayı hiçbir zaman göze alamamıştır, Öcalan gibi plebyen özelliklere sahip değildir, onun gibi mesihvari bir misyonu zımnen de olsa taşımaz, akıllara hitap edişiyle tam bir laik liderdir.

Hikmet Kıvılcımlı’nın, 1970’te yazdığı “Devrim Zorlaması ve ‘Devrimci’ Zortlaması” başlıklı yazıda, “sosyalist kuşaklar”ı ele alırken “enyeni sosyalistler” arasında saydığı iki kişiden biri Doğu Perinçek’tir.[2]

Doğu Perinçek’i, kişisel olarak olumlamanın hiçbir mahzuru yok. Politik görüşlerinin ne kadar uzağında ve karşısında olunursa olunsun, Perinçek’i otuz küsur yıl boyunca başında olduğu hareketi anlamak için olumlamak gerekiyor. Aydınlıkçılık’a ilişkin reddedilmesi zorunlu birçok özellik, Perinçek’in kişiliğinde çok önemli meziyetler oluyor. Türkiye solunda, lideri ile anılmak konusunda öne çıkan iki-üç hareketten biri Aydınlık olmuştur. ‘Apoculuk’un çok daha kapsamlı boyutları bir yana bırakılacak olursa, Perinçek, hareketiyle özdeşleşmiş, birlikte anılma konusunda belirginlik kazanmış ve tamlık anlamında kıyas kabul etmez bir örnektir. Örneğin, 1970’li yıllardan beri devrimci bir hareketin başında bulunan Dursun Karataş’ın, Perinçek türünden ‘tam’ bir emsal teşkil etmediği söylenebilir.

Perinçek’i, bağımsız değerlendirmelerden ziyade, birkaç olaydaki tutumu bağlamında yansıtmak daha yararlı olabilir:

1) “Yürüyün benim aydınlık alınlı Jön-Türklerim!

“Tarih sizin arkanızdadır. Siz Taif zindanlarında boğulamayan Mithat Paşa’larsınız; Erzurum Tabyası’nda Nene Hatun’larsınız.

” ‘ Felek bütün cefasun toplasın gelsin. Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten’ diyen arslan yeleli Namık Kemal’le birlikte yürüyorsunuz.

“Ayak seslerinizde, ‘Zulmün topu var, kalası var, güllesi varsa, hakkın da dönmez yüzü, bükülmez bileği var’ diyen Tevfik Fikret’in gür sesi yankılanıyor.(…)”[3]

Bu coşkulu kalem, uzakta olduğu geçmişin anısına destanlar yazmıyor. O, içinde kanıyla canıyla olduğu bir süreci böyle yaşıyor. Doğu Perinçek, (oğlunun da aralarında bulunduğu) İşçi Partili gençlerin “Bağımsızlık Yürüyüşü” adıyla yaptıkları ve “sahte solcular”la çatışma çıktığı, kolluk kuvvetleri tarafından zorluk çıkarılan eylemle ilgili bunları yazıyor. Son yıllarda solda, zaferine inanan bu derece coşkulu bir yazıya tesadüf edilemez. Kendine inanan, inancını cesaret ve coşkuyla yaşayan biri var bu sözlerin ardında…

2) 19 Ağustos 1991’de Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’a karşı bir askeri darbe yapılır. Darbenin ertesi günü, (20 Ağustos 1991 tarihli) Milliyet Gazetesi, “Türk sosyalistleri ne diyor?” başlığı altında, aralarında Perinçek’in de bulunduğu kimselerin konuyla ilgili görüşlerini aktarır. Dördü de politik faaliyeti uzun yıllar en üst konumlarda sürdürmüş olan “Türk sosyalistleri”nin konuyla ilgili değerlendirmelerinin çok izlenimsel, bütünlükten yoksun ve politik tutum almaya elverişsiz olduğu görülür.

Zamanın Sosyalistlerin Birlik Partisi’nin Genel Başkanı Sadun Aren: “Gorbaçov çok olumlu gelişmelerin önünü açmıştı. (…) Benim için şahsen hem olumlu, hem olumsuz duygular uyandırdı. Bu gelişmelerin uluslararası ilişkilere yansıyacağını sanmıyorum.”

Türkiye Birleşik Komünist Partisi Genel Başkanı Nihat Sargın: “Olayı yeni duydum. Henüz bir şey söylemek zor. Biraz beklemek gerek. Şu veya bu şekilde ne kadar basit olursa olsun, bir yorum yapmak oldukça zor.”

Aynı partinin Genel Sekreteri Haydar Kutlu: “Gorbaçov’un olağan ve demokratik bir yöntemle görevden uzaklaştırılmadığı açık. (…) Tek kelime ile üzüntü verici. Olumsuz sonuçlar doğuracağından kaygı duyuyorum.”

Mehmet Ali Aybar (TİP eski Genel Başkanı): “Gelişmeleri henüz izleyemedim. Benim tahminim belki tutucu çevrelerin bu hareketi yaptığı yönünde. Ancak her şeyi öğrenmeden yorum yapmak  istemiyorum.”

Ama ne istediğini bilen, nereye vuracağından emin, bütünlüklü bir açıklama getirebilen birinin, Sosyalist Parti Genel Başkanı Doğu Perinçek’in de görüşleri vardır aynı sayfada: “Sovyet hakim sınıfı içinde iki kamp vardı. [Daha sonra Rusya devlet başkanı olacak Boris Yeltsin ve siyasal bürokrasiden bahsediyor.] Gorbaçov bu iki kanat arasında dengeleri kullandı. (…) Bugünkü darbenin daha çok merkezi siyasal bürokrasiden geldiği yönünde işaretler var. Bunun uluslararası alana yansıması SSCB’nin ABD’nin dünya jandarmalığına karşı koyan politikalar geliştirmesi, bu arada Almanya ve Japonya ile ABD arasındaki rekabetten daha çok yararlanması yönünde olabilir. Gorbaçov’u devirenlerin Sovyetler’deki milliyetler meselesinde daha merkeziyetçi ve katı bir tutum alacaklarını sanıyorum.”

O günkü Milliyet, akademik nitelikleriyle temayüz etmiş ‘sosyalist’lerden de demeç alabilirdi. Bu eksiklikle sosyalizm adına fazla bir kayıp olmadığından emin olunmalıdır; akademik nitelikli Türk sosyalistlerinin görüşlerine başvurulmamasıyla, gazetenin “Türk sosyalistleri ne diyor?” başlığıyla verdiği haberin içinde, genelgeçer ve hiçbir özgüllük içermeyen komünizm övgüleri eksik kalmış oluyor, ya da teknisist birtakım bilgi yığıntısı… Bu eksikliğe rağmen, Türk sosyalist partilerinin ileri gelenlerinin politik olaylarla ne kadar ilgilendikleri anlaşılmış oluyor. TBKP’nin liderleri farklı düşünceler beyan ediyor. Demeç sahiplerinden bir tek Haydar Kutlu, net bir tutum belirtiyor: Kutlu’nun, darbeden demokrasi adına, bir genel değer adına, hoşlanmadığı pek kesin. Ama, olayların öncülü hakkında bir görüş, tarafların olası nitelikleri hakkında bir özgülleştirme, kafa yorduğuna ilişkin en küçük bir emare… Bunların hepsi hak getire! Diğerleri, pek aydınlar! Olayı izleyecekler, görecekler, tefekküre dalacaklar, belki parti meclislerinin konuyla ilgili görüş oluşturması için bir ön-komisyon kurulmasını değerlendirecekler; ancak ondan sonra konuyla ilgili bir fikir ve tutum beyan edebilecekler. Perinçek’in düşüncesindeki yoğunlaşma, analizindeki vukuf, malumatı yorumlayışındaki tutarlılık, onu diğer ‘sosyalist liderler’den ayırıyor. Bazılarının tatilde olduğu ve gazete bile okumadığı ihtimali karşısında Perinçek, bu gazeteye istenen bir demeç vermekle kalmıyor; gazetenin aynı gün yayınlanan, yani darbenin üzerinden ancak saatler geçtiği sıralarda baskıya giren sayısının ünlü “Düşünenlerin Düşüncesi” sütununda, konuyla ilgili daha etraflı bir değerlendirmesinin yayınlanmasını sağlıyor. Perinçek, bu yazısında da, darbe sonucu, “SSCB’nin Çin Halk Cumhuriyeti ve sosyalist ülkeler ile olan ilişkillerinin de eskisine göre daha elverişli bir zemine kavuşacağı görülüyor” olacağı değerlendirmesi yapıyor.

3) 1990 ya da civarı yıllardır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyetinin her yıl düzenlediği İktisatçılar Haftasında bir sempozyum yapılmaktadır. Konuşmacılar arasında birçok bakan, üst düzey bürokrat, işadamı ve akademisyen vardır. Konuşmacılardan biri de Doğu Perinçek’tir. Devletlu konuşmacıların kapitalizmi, emperyalizmi ve devlet politikalarını militan olduğu kuşku götürmez tonlar da taşıyan ‘bilimsel tarzlarda’ savunduğu konuşmalar arasında, Perinçek, kendini onlar karşısındaki cepheye net bir şekilde koyan bir konuşma yapar. Arayı, konuşmacılara sorular ya da kısa konuşmalar şeklinde düzenlenmiş bir bölüm izler. Doktorasını iktisat üzerine yapmış ve Troçkist olduğu bilinen bir sosyalist kürsüye çıkar ve esas olarak Doğu Perinçek’i hedef alan, Stalinizmi eleştiren bir konuşma yapar. Bir süre sonra Doğu Perinçek, eleştirileri yanıtlamak üzere kürsüye çıkar. Perinçek, birçok konuya değinir, diğer ve genellikle bürokrat ya da bakan olan konuşmacıları eleştirir, bu arada, aklına öylesine gelmiş gibi, kendini eleştiren sosyalist konuşmacıya da şu yanıtı verir: “Arkadaşla aramızdaki meseleleri konuşacağımız yer bu kürsü değil, eleştirilerini dikkatle dinledim, onları bir ara kendi aramızda biz bizeyken konuşuruz.”

Bu toplantıdan bir süre sonra, BİLSAK, “Emperyalizm teorisi geçerliğini yitirdi mi?” başlığıyla, iki konuşmacının olduğu bir panel düzenler. Konuşmacılar, “soru”ya evet yanıtını verecek olan Şahin Alpay ile İktisatçılar Haftasında Perinçek’i eleştiren sosyalisttir. Troçkist konuşmacı, Ş. Alpay’ın tezlerine karşı Marksizmi büyük bir enerji ve inançla savunur, bu arada dünyada ortaya çıkan birtakım yeni politik gelişmeler üzerine de değerlendirmeler yapar. İzleyiciler arasında bulunan ve yukarıda anılan toplantıyı izlemiş olan biri, sosyalist konuşmacıya, dediklerinin Stalinist kabul edilenlerle Troçkist gelenek arasında ne gibi yeni etkileşimler ve gelişmelere işaret edeceğine dair bir soru sorar. Sosyalist konuşmacı, şöyle bir yanıt verir: “Bu sorunları kendi aramızda konuşmamız gerekir.”

4) Ertuğrul Kürkçü, Ekim 1991’de yapılan genel seçimler vesilesiyle Doğu Perinçek’i şöyle değerlendirir: “Bu seçimlerden galip çıkan tek sosyalistin Doğu Perinçek olduğunu söylemek yersiz olmaz…. Sosyalist soldan kurumsal düzeylerde hiçbir destek görmemesine, uğradığı tecrite ve horlamalara rağmen bir erken seçime sokulabilecek bir örgütlenmeye sahip bir ‘sosyalist parti’ yaratılması çok büyük ölçüde Doğu Perinçek’in kişisel azminin ürünüydü. Elindeki malzemenin zayıflığına karşın genel siyaset zeminlerinin sosyalist amaçlarla da kullanılabilirliğini kanıtladığı, böylece hemen hepsi tuhaf bir rastlantıyla eski ‘yoldaşları’ olan medya yuppielerinin ‘sosyalizm öldü’ çığlıkları arasında, yoksul ve ezilen insanların kalbine giden bir sesi dillendirmeyi başardığı için, yılın 350 günü sosyalistlere kapalı iletişim araçlarını yalnızca on gün kullanabilmenin bile ne anlama geldiğini gösterebildiği için, Tahtakale’deki işportacı çocuklardan, taksi şoförlerine dek toplumun horlananlarına, kendilerini ezenlere karşı kullanabilecekleri farklı bir siyasal dilin olduğunu kanıtlayabildiği, bunu paşaların ve politika erbabının gözünün içine bakarak, onların aleminde de yapabildiği için Doğu Perinçek şimdi toplumun gözünün önündeki en önemli sosyalist politikacıdır. Bu da Türkiye’nin ve Doğu Perinçek’in son on beş yılı gözönüne alındığında az kazanç sayılmaz. Bir sosyalist için bunun azımsanacak hiçbir yanı yoktur. Ama bütün bir sınıf için, bu ülkede 30 yıldır sosyalist ideallerin gerçekleşebilmesi uğruna çok şey veren bütün bir sosyalistler kuşağı için bu bir teselli bile sayılamaz. … Doğu Perinçek’in çok büyük ölçüde kendi kişisel çabasının ürünü olan bu başarıyı küçültmeye yeltenmeksizin, şimdi açılmış bulunan bu siyaset zemininin de birleşik davranışlarla ustaca kullanılabilmesinin ne denli önemli olduğunu sosyalistler görebilecekler mi?”[4]

Aydınlıkçılar, haklı olarak Perinçek’le övünür. 12 Mart döneminden çıkış yıllarında, devrimci örgütlerin şehit önderlerini bayraklaştırdığı, fotoğraflarını propaganda malzemesi olarak değerlendirdikleri koşullarda Aydınlıkçıların Perinçek’in resimlerini çoğaltıp evlere astığı anlatılır. Aydınlıkçılar, liderleri Perinçek hakkında 1972’de MIT tarafından yapılan ve devlet yönetiminin üst düzeyine verilen brifingteki şu ifadeleri gururla aktarır: “Aşırı sol cephenin genç teorisyenlerinin en azılısı, en teşkilatçısı Doğu Perinçek’tir.”[5]

Doğu Perinçek, devrimci hareketin önder ve militanları bir yana bırakılırsa, Türkiye sol hareketinin legal ya da reformist kanadında, kişisal adanmışlık bakımından en önde gelen herhalde yegane isimdir. Cezaevinden en son çıkışından sonra yaptığı bir söyleşide yaşamının bir yönünü Perinçek şöyle anlatır: “Bugünkü kuşağın dedeleriyle, amcalarıyla, abileriyle ve kendisiyle, yani dört kuşakla hapis yattım.”[6]

Aydınlıkçılar, liderlerinin adanmışlığını anlatıyor: “Doğu Perinçek, bu sistemin içinde yükselmek için bütün olanaklara sahipti. Babası Sadık Perinçek, 1960’lı yıllarda Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısıydı. Dayısı Turhan Olcaytu siciline ‘Genelkurmay Başkanı olabilir’ notu düşülmüş bir tümgeneraldi. Doğu Perinçek ise, Hukuk Fakültesi öğretim kadrosunda, geleceği çok parlak görülen bir konumdaydı. Bütün bu olanaklara rağmen, Perinçek, emekçi halkın devrimcisi olmayı yeğledi; bundan mutluluk duydu. Bu düzen içinde yükselme olanaklarını eliyle bir kenara ittiği gibi, babasının siyasal kariyerinin sona ermesine ve general olan dayısının Silahlı Kuvvetler’den emekli edilmesine neden oldu. Iki kız kardeşi de kendisi gibi devrimci oldular ve üç kardeş, ‘Küçük Amerika’ sisteminin işkencehanelerinden ve hapishanelerinden geçtiler. Doğu Perinçek, Türkiye’de, 1960, 1970, 1980 ve 1990 kuşağıyla, yani ülkemizin son dört kuşağının dördüyle de hapiste yatmış tek insandır.

“Eşi Şule Perinçek de, 1960’ların sonlarından beri örgütlü mücadelenin içinde. O da hapishanelerden ve işkencelerden geçti. Perinçeklerin çocukları da, devrimci harekete katıldılar, Bilimsel Sosyalizm davası için mücadele ediyorlar.”[7]

Bütün bu niteliklerinden dolayı, otuz küsur yıl boyunca her an başında olduğu, her harcına terinin damladığı bir ‘eser’i, Aydınlık hareketini, Perinçek’in adıyla anmak, en başta onun dev enerjisine haksızlık etmek olur. Doğu Perinçek, çeşitli olumsuz özellikleriyle nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, emsali olmayan bir örnektir; onun birçok niteliğine dönük her türlü övgü azdır. Karşımızdaki, ‘Perinçekçilik’ değil, ‘Aydınlıkçılık’tır.

  1. 2. Otuz Üç Yıl ve Dört Dönem

Tarih

1967-70 / Ön-Aydınlık dönemi

Aslında bu dönem, Aydınlık’ın ‘birinci’ geçiş dönemidir. Sonraki tarihlerde de görülecek, Aydınlık’ın geçiş dönemleri, hep, Türkiye sol hareketinin yükseliş yaşadığı yıllar olur.

1966-67’de yükselen öğrenci gençlik hareketi, yaşadığı devrimcileşme süreciyle Türkiye İşçi Partisinin çeperlerine sığmaz olur. Daha sonra Dev-Genç’e dönüşecek Fikir Kulüpleri Federasyonunda örgütlenen gençlik hareketi içinde eski sosyalistler kuşağından Hikmet Kıvılcımlı ile Mihri Belli’nin etkisi altında önderler belirir. Aralarında, kısa bir süre Dev-Genç Başkanlığı da yapan Doğu Perinçek’in de bulunduğu bir grup belirli bir öbek haline gelmeye başlar. Doğu Perinçek, Şahin Alpay, Gün Zileli, Halil Berktay gibi adların oluşturduğu grup, genel entellektüel düzey bakımından gençliğin diğer öbeklerinden daha gelişkin bir görünüm arzeder ve bu dönemde, Mihri Belli’nin önderliğinde çıkarılan Aydınlık (Aydınlık Sosyalist Dergi/ASD) ve Türk Solu dergilerine fikri düzeyde önemli katkılar yapar.[8] Ancak bu grubun, gençliğin artık belirginleşen sokak çatışmalarına ve polisle mücadelesine katkısı zayıf olur. Döneme ilişkin bir değerlendirmede bu grubun politik eğilimi şöyle anlatılır: “1969 Dev-Genç kurultayına gidilirken, gençlik önderleri, Aydınlık’ta Doğu Perinçek’in ‘Gençlik eylemini 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışına taşırmak isteyen küçük-burjuva anarşistlerinin bombalı tertiplerine’ karşı tavır alınmasını salık veren yazılarına karşı ciddi bir tepki geliştirdiler.”[9] Daha sonra ‘Aydınlıkçılar’ adıyla anılacak bu grup, gençliğin politik örgütlenmeye yönelmiş kesimlerinden farklı olarak “pasif” kabul ediliyordu. Kaypakkaya’nın değerlendirmesine göre, “pratik faaliyetin içeriği, genellikle burjuva kadroları hareketin saflarında topluyordu”.[10] İbrahim Kaypakkaya, Aydınlıkçıların gençliğin faşistlerle çatışmasını hoş karşılamadığını yazar: “PDA revizyonistleri, devrimci gençliğin, gerici zorbalığa karşı, kendini savunmak için giriştiği mücadeleyi, ‘güçbirliğini kundaklamak’ olarak niteledi.”[11] Ancak ne olursa olsun, Doğu Perinçek’in başını çektiği ve genellikle orta sınıf ailelere mensup iyi eğitimli gençlerden oluşan grup, gençlik hareketi içinde her zaman belirli bir ağırlığa sahip olur. Bu arada, gençlik hareketi önderleri, örgütlenmeye gitmek gerektiği konusunda genel bir eğilim içindedir ve Perinçek grubu da bir örgütün gerektiği fikrinden hareketle ilişkilerini belli bir düzene ve sistematiğe sokma yoluna gider. Daha sonra ‘Aydınlıkçılar’ olarak anılacak olan bu grup, belirli bir disipline sahip bir yapı olarak kuruluşunun 21 Mayıs 1969 olduğunu kabul eder.[12]

Aydınlıkçılar bu ilk oluşum dönemlerinde, eklektik etkileşimler içinde olmakla birlikte, Marksizmin genel çerçevesinin uzağındadırlar. Genel olarak, anayasacı, orducu, Kemalist bir politik yönelime sahiptirler. Bu, Yön’den Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’ya kadar bir ‘olgun’ solcular kuşağının varlığında çok öne çıkan bir sorun da değildir. Çünkü, MDD hareketi içinde genel olarak herkes orducu, Kemalist, hatta darbeci eğilimler içindedir.

1970-74 / PDA dönemi ve TİİKP

Aydınlıkçıların bağımsız olarak ilk çıkardıkları yayın olan İşçi-Köylü gazetesinin, 8 Temmuz 1969’da yayınlanan ilk sayısından itibaren söz konusu politik yönelimi açığa vuran yazılar yayınlanır. İşçi-Köylü, 9 Nisan 1971’e kadar 30 sayı yayınlanan 15 günlük bir organdır. Ancak bu arada, gençlik çevrelerinde Marksist görüşlerin etkisi büyük bir hızla duyulmaktadır ve dönemin devrimci rüzgarı Mao Zedung’dan esmektedir. Aydınlıkçılar, Mao’nun görüşlerini giderek belirgin bir şekilde savunmaya yönelir. Bu arada, Mihri Belli ve çevresindekilerle aralarındaki ayrımlar iyice belirginleşen Aydınlıkçılar nihayet, Ocak 1970’te çıkardıkları Proleter Devrimci Aydınlık’la bu kesimlerle net bir şekilde kopuşurlar. Bu yayın, onlara, gayriresmi ama kollektif adlarını da verecektir: Aydınlıkçılar. Bu tarihi izleyen otuz yılı aşkın süre boyunca ‘Aydınlıkçılar’ olarak anılmak, onlar için bir gurur kaynağı olacaktır. O yıllarda sol çevrelerde kısaca ‘PDA’ denilecek Aydınlık, aylık ve haftalık olarak Nisan 1971’e kadar 25 sayı yayınlanır.

Aydınlıkçılar, Marksizmin genel ilkelerine, teorik kavramsal yapısına ve politik diline dönemin THKP-C’si (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi) ve THKO’suna (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) göre belirgin bir yakınlık gösteriyordu. Ayrıca, Mao’nun önderliğindeki bir uluslararası devrimci dalganın Türkiye’deki ilk temsilciliğini de üstlenmişlerdi. Aydınlıkçılar Türkiye’nin ilk Maocu grubu sayılır, öyle bilinirler. Aydınlık, böylece ilk yol açış eylemini gerçekleştirmiş oluyor.

15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi eylemleri, Aydınlıkçıların ordu ve devlet konusundaki görüşlerini değiştirmelerine yol açtı. Artık onlara göre, ordu, egemen sınıfların baskı aygıtlarının en gelişmiş olanıydı. Kaypakkaya bu günlerdeki gelişmeyi şöyle değerlendirir: “Burjuva önderlik devlet, ordu ve sıkıyönetimin sınıf içeriği gibi Marksizm-Leninizmin alfabesi olan konularda eski sağcı görüşlerini terketmişti. (…) Fakat bu değişme bile oportünistçe ve sahtekarca oldu. Sanki öteden beri aynı şeyleri savunuyormuş gibi pişkin bir tavırla özeleştiriye yan çizdiler.”[13] Bu küçük serüven Aydınlıkçıları bütün tarihleri boyunca anlatmaya giriş anlamına gelebilir.

Böylece Aydınlıkçılar, Marksizmle hiç değilse retorik kavramsal tekabüliyet bakımından, Kemalizm, Kurtuluş Savaşı, tek parti dönemi, Demokrat Parti iktidarı dönemi, 27 Mayıs gibi birçok konuda yukarıda anılan iki devrimci örgütten ve Mihri Belli ile Kıvılcımlı’dan daha sol/uygun bir konumu giderek belirginlik kazanan bir şekilde teşkil ettiler. Mahir Çayan’ın, Demokrat Parti’nin iktidara gelişini karşı-devrim, 27 Mayıs’ı devrim olarak gördüğü koşullarda[14] Aydınlıkçılar, 12 Mart ortamında giderek sola açılan bir yönelimle Kemalist iktidar döneminden 27 Mayıs’a ve Kürt sorununa kadar bir dizi tarihsel ve politik konuda Türkiye tarihinde söz konusu kesimlerden solda bir konum inşa etmeye yöneldiler. 12 Mart döneminde, yani 1971 yılında Aydınlık, pratik-politik alanda devrimci değildi -bu bakımdan devrimcilerin sağındaydı-, ama genel görüşler manzumesi ve programatik olarak Türkiye’nin en solda yer alan hareketi idi. Aydınlık’ın o günün ortamında çizdiği bu gelişkin tablo, örgütleri TİİKP’nin (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Doğu Anadolu Bölge Komitesi Sekreteri İbrahim Kaypakkaya’ya, sıçraması için çok önemli bir platform teşkil ediyordu. Nitekim, bu genç devrimci, kendi birikimsel sınırlarını aşan bir kopuşu, Aydınlık’ın ortamında biriktirdiği ideo-politik enerjiyle sağladı. Aydınlık, birçok konuda Marksizmin temel kavramsal ve politik doğrultusu yönünde ilerledi; ama bunun sonuçlarından ürktü; çünkü Aydınlıkçılar, ne kadar yaklaşsalar da hiçbir zaman devrimci bir topluluk olamadılar. Devrimci olmayan, düzenle pratik bir kopuşu göze alamayan, esasen bunu ufuk sınırlarına almayan Aydınlıkçılar, kendileri ile karşılaştırıldığında Marksizm açısından ‘pek geri’ politik ve teorik görüşleri benimsemiş THKP-C ve THKO’nun pratik-politik devrimci dünyasına giremediler. Bu bakımdan Kaypakkaya’nın yaptığı, Aydınlık’ın 12 Mart ortamında iyice sola kayan görüşlerini kategorik sonuçlarına götürmek[15] ve pratik devrimciliği gerçek bir işlem haline getirmek oldu. Sonuç, Türkiye’de pratik-politik Marksizmin özgülleşmiş varlığı oldu.

12 Mart döneminde Aydınlıkçılar illegale çekildiler ve görüşlerini bu dönemde yayınladıkları illegal Şafak’ta yazdılar. (Şafak, 1971-72’de illegal yayınlandı.)

Aydınlıkçılar, 12 Mart dönemini cezaevinde noktaladılar ve mahkemelerde politik savunma yaparak görüşlerini sistemleştirdiler. Üç devrimci örgütün mensupları, Ceza Yasasının 146’ncı maddesi dahil uzun hapis cezaları istenen suçlardan yargılanır ve mahkum olurken, TİİKP mensupları aynı yasanın 141 ve 142’nci maddesinden yargılandı.[16]

1974-77 / 12 Mart’tan çıkış: Halkın Sesi dönemi

1974’teki afla hapisten salıverilen Aydınlıkçılar, hemen politik faaliyete başladılar. Başta hapishanelerdeki kadro ve militanlar olmak üzere, sol hareket 12 Mart yenilgisinin nedenlerini tartışıyor ve yanılgıları üzerine kafa yoruyordu. Bu, Aydınlıkçılar için bulunmaz bir ortamdı. Nitekim, 12 Mart devrimciliğine ‘bulaşmamış’, dolayısıyla ‘hata’ da yapmamış kesimlerden oluşan bir grup 22 Haziran 1974’te TSİP’i (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) kurdu. 1975’te art ardına dört legal parti kuruldu. Behice Boran liderliğinde bir grup TİP’i  (Türkiye İşçi Partisi / İkinci TİP), Mihri Belli liderliğinde bir grup TEP’i (Türkiye Emekçi Partisi), Mehmet Ali Aybar liderliğinde bir grup SDP’yi (Sosyalist Devrim Partisi), Kıvılcımlı’yı izleyen bir grup da Vatan Partisi’ni aynı yıl içinde kurdular.

Kaypakkaya’nın da işaret ettiği gibi[17], Aydınlıkçıların baştan beri asıl niyeti legal bir parti kurmak ve politik faaliyeti bu çerçevede yürütmekti. Çünkü Aydınlıkçılara göre, Türkiye’de rejim bir burjuva çoğulculuğuna izin verecek kadar olgundu ve oturmuştu. Aydınlıkçılar, bu yönde bir çizgiyi bir geçiş döneminde belirginleştirmeye yöneldiler.

Hapisten çıkan Aydınlıkçılar, Kıbrıs işgali olayıyla karşılaştılar ve bu konuda aldıkları atak bir tutumla işgale karşı çıkmak gibi ‘akıntıya karşı’ cesaret ve cüretle durdular. Devrimci yapıların henüz oluşmadığı ve TKP ile TSİP’in Kıbrıs’ın işgaline karşı çıkmadığı koşullarda bu tutum Aydınlıkçılara önemli bir prestij sağladı. Aydınlıkçılar zaten 12 Mart döneminden görece az darbe alarak çıkmışlardı.

Kıbrıs’ın işgali günlerini atlatan Aydınlıkçılar hemen yayın faaliyetine giriştiler ve Aydınlık, haftalık periyotla, 19 Kasım 1974’te yayına başladı. Bir süre sonra Aydınlık kapatıldı ve 15 Nisan 1975’te Halkın Sesi yayına başladı. Üç devrimci örgütün cezaevlerindeki militanları yenilgiyi açıklamaya yöneldiklerinde Halkın Sesi dergisinin görüşlerinden derin bir şekilde etkilendiler. THKP-C ile THKO’nun kadroları arasında Mao Zedung’un görüşleri güçlü bir etki kazanmaya başlamış, ve Maoculuk, bir çıkış yapmak için bütünlüklü bir platform arayan genç kadrolar için önemli bir ufuk olmuştu. Ancak, İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci platformu dururken, bizzat TKP-ML’nin önderlerinin çoğu bile yüzlerini Aydınlık’a döndü. Kaypakkaya’nın Aydınlık hakkındaki şu değerlendirmesi, 12 Mart dönemi ‘solculuğu’nun eleştirisine odaklanan kadroların, ‘devrimci Maoculuk’un ilk temsilcisi bu genç ve atak devrimciden neden uzak durulduğunun paradoksal bir açıklaması olsa gerektir: “PDA revizyonist kliği, sadece, Mao Zedung yoldaşın ‘devrimin halk kitlelerinin eseri olacağı’ yolundaki doğru düşüncesini, silahlı mücadelenin karşısına çıkarıyor ve her silaha sarılma isteğini, ‘halk kitlelerinden kopmak’, ‘devrimin kitlelerin eseri olacağı’ düşüncesini reddetmekle suçluyordu. Bu hain klik, Mao Zedung Düşüncesine bağlılığı, Türkiye’de silahlı mücadele düşmanlığı olarak yaymıştır.”[18] TKP-ML’nin, Kaypakkaya’nın gerçekleştirdiği kopuşun farkında olmayan, politik önderlik misyonu zayıf ve basiretsiz önderleri, Kaypakkaya’nın ideo-politik kopuşunu neredeyse geri alan bir konuma sürüklendiler. Bu ortamda, Mao’ya yönelmede simgelenen süreç, Kemalizm dahil diğer konularda görüş oluşturmayı zorunlu kıldı ve THKO ile THKP-C’nin Maoculuğa yönelen kesimleri, Kaypakkaya’nın kategorik olarak aştığı birçok sorunu, onun platformunun gerisinde bir yerden yakalamaya çalıştı.[19]

Aydınlık’ın ideo-politik nüfuzu, devrimci Maocu akımların çıkardığı dergilerin adına bile -Halkın Sesi’nden mülhem- yansıdı: Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği, Halkın Gücü. Ancak, daha sonra Partizan adıyla anılacak olan kesimin, Kaypakkaya’yı eleştirel edinim konusunda yol alamamalarına rağmen, Aydınlık’ın nüfuzuna direndiği kaydedilmelidir. Örneğin, ‘üç dünya teorisi’nin devrimci olmayan politik sonuçları olacağı düşüncesiyle bu kesim bu teoriye baştan itibaren direndi. Bu bakımdan, Partizan’ın Kaypakkaya’nın mirasının ‘tarihsel’ sürdürücüsü olduğu kabul edilmelidir. Ancak, bir başka şekilde tartışmak üzere, Halkın Birliği adıyla yayın çıkaran TKP-ML Hareketi’nin her şeye rağmen, Kaypakkaya’nın politik sürdürücüsü olduğu görüşü korunmalıdır. Aydınlık’ın nüfuzu, dönemin sol kamuoyunda bu kesimlerin alayla karışık bir şekilde “halkın sülalesi” olarak anılmalarıyla kollektif bellekteki yerini aldı.

Aydınlık’ın 12 Mart’tan sonraki yıllarda etkin varlığı ve Maoculuğun yüksek prestiji, Aydınlık tarafından devşirilemedi ve devrimci hareketin yükselişi ve politik atmosferin şiddetlenmesi sonucu, gençlik hareketindeki bu dinamik, ‘devrimci Maocu’ kesimlere aktı.[20]

Aydınlık, faşist saldırılara karşı koyuş örgütlemeye yanaşmayan, devrimci militanlık sergilemeyen, bu nedenle devrimci gençliğin pratik-politika ihtiyacına yanıt veremeyen bir akımdı. Devrimci ‘şiddet’ eylemleri, yukarıda gösterildiği üzere, Aydınlıkçıları 1960’ların sonlarında da ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Aydınlık’ın tarihinde, 1989-92 yılları hariç, pratik-politik solculuğun önemli bir belirtisi, yani kolluk güçleri ve sivil faşistlerle mücadele yoktur. Aydınlık’a göre, bu, eşitsiz güçlerin çok erken bir kapışmasıdır. Bu görüş, ilke olarak yanlış değildir. Fakat, aynı Aydınlık, eşitsiz güçler arasında, hatta güç olan ve güç olmayan özneler arasında “güçler ittifakı” kurma politikasını hiçbir zaman terketmedi.

Aydınlıkçılar, daha sonra “üçlü oportünist blok” olarak adlandıracakları (ve THKO ile THKP-C’nin Maoculaşan kesimi ile TKP-ML’deki ayrışmadan sonra TKP-ML Hareketi adıyla örgütlenen) üç örgüte dönük “proleter devrimcilerin birliği” çağrısı yaptı. Bu amaçla ortak bir platform oluşturuldu. Aydınlıkçılar, bu platforma, bir parti inşa örgütü kurulmasını önerdiler.[21] Doğu Perinçek’in, 1977’nin sonlarında Niğde Cezaevinde kalan 12 Mart tutuklularıyla görüşmek için bu cezaevine gelişi ve üç örgütün önder kadrolarıyla yaptığı uzun ve ayrıntılı görüşmenin bu süreçte önemli olgusal yeri olduğu kabul edilir. “Proleter devrimcilerin birliği” süreci, Halkın Yolu’nun önder kadrolarının neredeyse tamamının, Halkın Birliği’nin kadrolarının bir kısmının ve Halkın Kurtuluşu’ndan bir kısım bireyin ve küçük bir grubun Aydınlık’a iltihak etmesiyle sonuçlandı.[22]

Bu gelişmenin, Maoculuğun zorunlu sonucu olduğu, ‘üç dünya teorisi’ni kabul etmenin başka bir politik hat tutturmaya zaten izin vermeyeceği şeklindeki yaygın yorumunun pratik-politik düzlemi ihmal ettiği ve bu düzlemin, yönelimlerdeki tayin edici rolünü görmediği savunulacaktır.

Doğru düşünüş tarzı, ‘üç dünya teorisi’nin ve Maoculuğun Aydınlıkçı çizgiyi vazettiği değil, Aydınlıkçılığın pratik-politik çizgisinin kendine uygun bir tarzda edinilmiş Maoculuk ve ‘üç dünya teorisi’ bulduğudur. ‘Maoculukla devrimci bir çizgide kalmanın mümkün olamayacağı’, hem tarihsel hem politik açıdan yanlışlanması hiç de zor olmayan bir önermedir. Nitekim, en başta Kaypakkaya ve daha sonra Partizan, devrimci Maoculuğun ne kadar mümkün olduğunu varlıklarıyla kanıtlamışlardır. Öte yandan, “üçlü blok”, ‘üç dünya teorisi’ dahil -bu teorinin devrimci pratik-politikaya izin verme konusunda esaslı problemler barındırdığı herhalde varittir- genel olarak Mao Zedung’u Marksizmin ‘usta’ları arasında kabul ederken hiç kuşkusuz devrimci pratik-politik karakterdeydi. Ancak, daha sonra, görülecektir; ‘üç dünya teorisi’ni savunmanın ve bu çerçevede bir Maoculuğun Aydınlık gibi bir şampiyonu varken kendilerini oldukça sıkışık bir durumda hissediyorlardı. Bu momentte imdada Enver Hoca yetişecektir. Partizan’ın devrimci Maoculuğu, o dönemde ve sonraki yıllarda da -günümüze kadar- Aydınlık’ın ve Türkiye solunun görüş ve ilgi alanı dışında kaldığı için, Maoculuğun Aydınlık’ın uhdesinde olmadığı savunulamadı bile. Bu, söz konusu üç devrimci örgütün 12 Mart’tan gelen ve 1970’lerin ortalarına doğru mücadeleye atılan ‘iki kuşak’ kadrolarının bilişsel Marksizm edinimlerini bu dönemde Maoculuğun reddi sürecinde gerçekleştirmesiyle de birleşince, Mao Zedung’un devrimci mirası bütün varlığıyla reformcu Aydınlık’a terkedildi.

Açık mücadeleye politik eğilim ve pratik-politik devrimcilikle araya net bir sınır çekme, dönemin belirleyici faktörü olarak Aydınlık’ın yönelimlerine de damga vurdu. “Üçlü blok”la yolların tamamen ayrılması, sürecin ‘kontrol edilemez’ bir hız kazanmasına yol açtı. Aydınlık her yeni savruluşu bir yenisini tetikleyecek tarzda 12 Eylül’de pratik-politiğin (karşı-)devrimci gerçeğiyle karşı karşıya gelinceye dek yoluna devam etti.

Aydınlıkçılığın TİİKP döneminin bitişi, bu örgütün 9-10 Eylül 1977’de yaptığı birinci kongreye tarihlenebilir.[23] Aydınlıkçılar, Türkiye solunun genel çoğunluğuyla ilişkilerini politik ve psikolojik olarak bu kongreyle kesmiş oldu.

Bu kongrede, Sovyetler Birliği’ne (SB) karşı yurt savunmasının gerektiği, NATO’nun bir savunma paktı olduğu, devlet dahil birçok sağcı güçle SB’ye karşı ittifakın gerektiği, sol içi çatışmaları SB’nin kışkırttığı gibi görüşler kabul edildi. “Bugün Türkiye devriminin merkezi görevi, milli bağımsızlık ve savaşa karşı hazırlık mücadelesidir” saptaması yapıldı.[24]

Aydınlık, “milli çelişme”yi öne ve Sovyetler Birliği’ne karşı yurt savunmasını merkeze ‘üç dünya teorisi’nin gereği olarak koymadı. Bu bilişsel önceliğe karşı durmak gerekir. Bilakis Aydınlık, öncelikle, keskinleşen politik ortamda, kendini devrimcilerden kategorik olarak ayıracak, ‘tarihsel devrimci görevleri’ yapacak ‘tarihsel devrimci güçler’le birlikte olmanın gerekçesini bulacak bir teoriyi ‘üç dünya teorisi’ şahsında buldu. Aydınlık, Mao’yu bilmezken de ‘tarihsel devrim’e öncelik veren Türkiye sol ortamının rahminde ortaya çıkmıştı. Yani bu anlamda, Aydınlık’ın Maoculuk-öncesi dönemi de ‘üç dünya teorisi’ni neredeyse icat edecek bir nitelik arzediyordu. Elbette, 1960’ların son yıllarında ‘tarihsel devrim’e öncelik verenler sadece Aydınlıkçılar değildi, fakat bir işi tutarlı bir şekilde ‘sonuna kadar götürmek’, -bütün bir tarihi bunun zengin örnekleriyle doludur- Aydınlıkçıların alameti farikasıydı.

1978-80 / TİKP dönemi: Devletlu Aydınlık

TİİKP kongresinde, anlaşılan, legal bir parti kurulması da karara bağlanmıştı. Nitekim, Aydınlıkçılar, 29 Ocak 1978’de Türkiye İşçi Köylü Partisi’ni kurdular.[25] Önceki partinin adındaki ‘ihtilalci’ ibaresi bu partide yer almıyordu. Bu eksikliğin, aslında bir iddianın da geri çekilmesinin simgesi olarak alınmaması için geçerli ve güçlü bir neden yok: Bu parti, ‘ihtilalsiz’ bir işçi köylü partisiydi. Nitekim, Doğu Perinçek, 12 Eylül yargılamaları sırasında her iki partinin stratejisi arasında temel fark olduğunu ifade edecekti.[26] Aydınlıkçılar 1977’den itibaren -bunu kendi yayınlarında 77 1 Mayıs’ı olarak belirlerler- devlet, devletin aygıtları, devrim, sınıflar mücadelesi, ulusal sorun, politik öznelerin karakteri gibi konularda genel Marksist kavramsal yapıya uyumlu görünen ve kendilerinin de bir dönem savunduğu görüşlerinden dönemin değiştiği ‘analiz’ini yaparak vazgeçtiler.

Aydınlıkçıların, “büyük politik güçlerle büyük oynamak” şeklinde ifade ettikleri ülkesel politik gündeme müdahale talep ve iddiaları, bu işin araçlarının yaratılmasını da enerjik bir şekilde gündeme getirdi ve Aydınlık, 20 Mart 1978’den itibaren günlük olarak yayınlanmaya başladı. (Ve bu tarihten itibaren Türkiye solu, bir belayı başına almış oldu!)

Günlük Aydınlık’ın ilk sayısındaki başyazı, Aydınlıkçıların politik durumlarını programatik bir tarzda resmediyordu. Solun devrimci kesimleriyle köprüler net bir şekilde atılmıştı. Maceracı “sol”, provokatif tutum ve davranışlarıyla Sovyet sosyal-emperyalizmin ekmeğine yağ sürüyor, onun Türkiye devletini zayıflatma emellerine hizmet ediyordu: “Maceracılık, bugün Türkiye’de artık halk düşmanı ve devrim düşmanı bir nitelik kazanmıştır. Sovyet sosyal emperyalistleri, 1970 yıllarından beri maceracı örgütlerin içine sızıyor, bunlar aracılığıyla Türkiye’yi iç kargaşalığa sürüklüyor ve halkın güçlerini bölmeye çalışıyor.”[27]

Esasen, genel ve geniş anlamıyla sol, 1978’de gelindiğinde birbirini düşman olarak niteleyen öbeklere bölünmüştü. Örneğin, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) Mart 1978’de yayınlanan III. Programında şu ifadeler kullanılmıştır: “Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçi burjuvazi, (…) bu amaçla, her soydan, her boydan provokatörleri, ajanları, anarşistleri, Maocuları, MDD’cileri kullanıyor.”[28]

Aydınlık ise, Doğu Perinçek’in ağzından şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Sahte TKP, anarşinin kaynağının MHP olduğunu söylüyor. Türkeş ise, ‘Türkiye’de anarşinin temeli Sovyet yayılma politikasına bağlıdır’ diyor. Gerçek, her ikisinin iddialarının toplamıdır.”[29]

“Türkiye’de anarşinin kaynağında Sovyet sosyal-emperyalistleri vardır. Hem de etkin bir şekilde vardır.”[30]

Aydınlıkçılar, 12 Eylül öncesinde Kıbrıs ve diğer konularda Batılı emperyalistlere pürüzler çıkardığını ileri sürdükleri Ecevit’i, sosyal-emperyalistlerle emperyalistler arasında denge arayışında olmakla eleştirdiler. Onun IMF’ye “direnmesi”ni yanlış buldular ve IMF ile Türkiye’nin ilişkilerinin iyi olmasını canı gönülden talep ettiler. Ecevit’in “IMF ile anlaşmaya varabiliriz” ya da “Batı ile ittifak yolundan sapmamak niyetindeyiz” türünden demeçlerini sevinçle gazetelerinin manşetinden verdiler.[31] Aydınlıkçılara göre, “sahte sol”un izlediği çizgi, CHP ile AP gibi milli güçlerin arasını bozmaya, AP’yi MHP’nin, CHP’yi Sovyetlerin beşinci kolunun kucağına atmaya yönelikti. Aydınlık, bu dönemde faşist Aydın Yalçın’ın önerilerine bile dört elle sarıldı. Aydınlık, Aydın Yalçın’ın görüşlerini şevkle yazdı: “Türkiye’ye ne gelecekse Batı’dan geleceğini, Batı’ya sırtını dönmüş bir Türkiye’nin kendini cezalandırmış olacağını savunan Yalçın, (…) Ecevit, ‘IMF şartlarını kabul etmeyiz’ falan gibi peşin hükümlerle kendini bağladı (dedi).”[32] Aydınlık, bu günlerde, bir “Milli birlik hükümeti” önerisinde bulundu.[33]

Aydınlık bu dönemde, solun kendi dışında kalan öbeklerine dönük yoğun bir kampanya başlattı. Ona göre, 49 fraksiyondan oluşan “sol”, başıbozuk hareket tarzıyla, bilerek ya da bilmeyerek düşman saflarına geçmişti. Bunun, Aydınlık’ın dost saflarda gördüğü devlete ilişkin nasıl sonuçlar vereceğini kestirmek gayet kolay olacaktır. Aydınlık, devleti tahrip etmeye çalışan “sahte sol”u gözünü kırpmadan ihbar etmeye başladı. Kısa bir süre sonra, Kürdistan’da adını duyurmaya başlayan ve Aydınlık tarafından “Doğu’nun MHP’si” olarak nitelenen PKK de ihbar furyasına dahil edildi. Aydınlık bu dönemde, mahallede kavgaya karışan bir liseliden, işkencede adını vermeden direnen Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) yöneticisi Remzi Küçükertan’a kadar (Polis, Remzi Küçükertan’ı bu sayede teşhis edebilmişti), yüzlerce isim yayınladı.[34] Bu dönemde Aydınlıkçılara karşı etkin bir karşılığı -belki, ‘misliyle mukabele’ demek gerek- sadece PKK verdi. Aydınlık gazetesi PKK’nin güçlü olduğu bölgelere sokulmadı, Aydınlıkçıların birçok yöneticisi ve militanı PKK’liler tarafından öldürüldü. Türkiye solunun Aydınlık’a karşılığı epeyce masumdu!

Liseli öğrencileri ve halktan insanları da ihbar etmekten çekinmeyen Aydınlık, diğer yandan, “kimliği olan herkes okula gidebilir; işçinin, öğrencinin faşisti olmaz” diyerek, devrimcilerin okullardaki ve mahallelerde resmi ve sivil faşistlerin terörüne karşı mücadelesini reddediyordu.

Aydınlık bu dönemde, sıkıyönetim ilanına destek verdi. Ona göre, çıkarı olmadığı için MHP’nin sıkıyönetimi desteklememesi gerekirdi; bu görüşünü Aydınlık defalarca yazdı. Sıkıyönetim, terörü ve zorbalığı önleyecek, bu nedenle Türkiye’nin devlet olarak güçlenmesine yardım edecekti. Perinçek, sol hareketin sıkıyönetimin amacına ilişkin değerlendirmelerine karşı çıktı ve önünü-ardını bilmeyen “sahte sol”un, kendi üzerine gittiği için sıkıyönetime düşman olmasının tabii olduğunu yazdı. Aydınlık gazetesi, devrimci örgütlerin yayınlarından yararlanarak yaptığı haberlerle de ihbar vazifesini yerine getirebiliyordu: “Provokasyon basını işbaşında: Devrimci Halkın Birliği adlı dergi, ‘askeri örgütlenme ve teçhizatlanma’ çağrıları yapıyor” başlığıyla ‘iyi saatte olsunlar’ı uyarıyor ve bu dergiden alıntı yapıyor: “Sıkıyönetim halka ve devrimcilere karşı ilan edilmiştir. Önümüzdeki günlerde Türkiye, 12 Mart’a rahmet okutacak faşist baskı ve saldırılara sahne olacaktır. (…) TİKP – Aydınlık gericileri ise daha şimdiden ‘Türkiye yeni bir 12 Mart’a gitmiyor. 12 Mart’tan kurtulmanın sancılarını çekiyor’ diyerek aldatıcı propagandalarını yoğunlaştırmışlardır. Sıkıyönetime sözde karşı çıkmalarına rağmen hayırhah bir tutum içindedirler ve sıkıyönetimin MHP’ye yönelebileceği yalanını yaymaktadırlar.”[35] Aydınlık, sıkıyönetimin “Doğu”daki bazı illere yaygınlaştırılmasını da destekledi. Hatta Aydınlık, Ecevit hükümetini istifayla tehdit eden bağımsız bakanların, “sol ve bölücü terörün üzerine gitmesi” istemlerinin Ecevit tarafından kabul edilmesinin ne kadar olumlu olduğunu yazdı.[36] Aydınlık’a göre, bu sıkıyönetim, 12 Mart öncesi ve sırası sıkıyönetiminden farklı olarak “Doğu”da baskı uygulamıyor, sadece ayrılıkçı teröristleri avlıyordu: “Sıkıyönetim, demokratik olmayan bazı uygulamalarda bulunmakla beraber, halka karşı 12 Mart benzeri bir zorbalığa girişmemiş ve doğu bölgesinde de dikkatli bir çizgiyi esas almıştır.”[37] Perinçek’in yüksek analizler yapılan başyazılarına göre ordu, tarihsel misyonunun bilincindeydi: “İki ay önce sıkıyönetim ilan edildiği zaman ‘solcu’ olduğunu söyleyen kırk dokuz grup, hep bir ağızdan ufukta 12 Mart’ın görüldüğünü söylediler. (…) Bu görüşler iki ay içinde iflas etmiştir. Apaçık ortadadır ki, bugünkü sıkıyönetime yön veren siyaset, 12 Mart’ın siyaseti değildir.”[38] Üç-beş baldırı çıplak sol maskelinin anlayamadığı buydu!

Aydınlık, bu arada, MHP’nin ve kontrgerillanın faaliyetlerine karşı da yoğun bir kampanya yürüttü. MİT yetkilileri, bu dönemde Aydınlık yüzünden teşkilatın felç olduğunu sonraki yıllarda itiraf etti. Aydınlık, devleti ve orduyu kontrgerilladan özenle ayırıyordu. Mesela, zamanın genelkurmay başkanı Kenan Evren’in, subaylarımız gayriresmi faaliyetlerde bulunamaz yolundaki bir demecini sevinçle bu görüşün bir kanıtı olarak haber yaptı.[39] Maraş ve diğer yerlerde kitlesel saldırılar planlayan güçlerin devletle yapısal bir ilişkilerinin olmadığını, bunların sadece devlete sızmış birtakım bağlantıları olabileceğini savunan Aydınlık, söz konusu birkaç yıl boyunca, devletin devrimcilere ve halka yönelik bütün saldırılarına destek verdi. Provokasyon gruplarının polisle gençleri karşı karşıya getirdiğini iddia eden Aydınlık, bazı örneklerde, kışkırtılmasına rağmen polisin gereğinden fazla şiddet kullanmasını eleştirdi.

Aydınlık için devlet korunmalıydı ve ABD ve Avrupa emperyalistleriyle ilişkiler devletin korunması için gerekliydi. Yani, bu dönemde Aydınlık için anti-emperyalist olmak ancak kayıtlı bir önerme olarak kabul edilebilir nitelikteydi. Devletin ve ordunun işbirlikçi burjuvazinin denetiminde olmasının hiçbir önemi yoktu, yeter ki, devlet, cephesini Sovyet sosyal-emperyalistlerine dönsündü. Aydınlık bu amaçla, MHP dışarıda bırakılmak kaydıyla, CHP ile Adalet Partisinin bir Milli Birlik Hükümeti kurmasını ısrarla öneriyor, Sovyetlerin saldırısının elinin kulağında olduğunu söylüyordu. 1980’e gelindiğinde, Aydınlıkçılar, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldıracağına iyiden iyiye inandılar. TİKP I. Büyük Kongresinde delegelerin Rusya’ya karşı milli direnişin örgütlenmesini istediğini yazdılar.[40] Aydınlık’ın 21 Ocak 1980 tarihli sayısının manşeti de şöyleydi: “Savaşa karşı hazırlanıyoruz.” Aynı günlerde Aydınlık, “sahte solcular” kampanyasına hız verdi. “İstanbul’da kurtarılmış bölgeler” adlı bir yazı dizisiyle yine birçok devrimci, adı-sanıyla teşhir ve ihbar edildi. 20 Şubat 1980 tarihli Aydınlık’ın başyazısının başlığı “Kritik 5 yıl”dı ve Perinçek, Sovyetler Birliği’nin saldıracağını, her zaman olduğu gibi, inandırıcı kanıtlarla tespit ediyordu!

Korunan ve savunulan bir devlet ve ordu. Devlet ve ordunun duruşunu bozmak, kaos çıkarmak isteyen “sağcı ve ‘sol’cu” teröristler. Devlet ve orduya, hatta millete yönelik acil ve yakın bir tehdit; işgal tehlikesi. Devlet ve ordunun oluşturduğu güçler alanıyla, bütün bu sürecin temelini ve geleceğini tahmin eden bir öznenin geciktirilemez birliği. (Bu modelle Aydınlık’ın tarihsel seyrini izlerken yine karşılaşılacaktır.)

Aydınlık, bu yıllarda, pratik-politik olarak solun değil, sola karşı cephenin içinde yer aldı. Devrimcisi ve reformisti ile sol hareket Aydınlık için devlet tarafından ezilmesi gereken bir provokatörler güruhuydu.

Aydınlık’ın sol hareketi mahkum etmek için ortaya koyduğu temel argümanların biri, bu hareketlerin bir avuç gencin dışında hiçbir kitlesel etki ve gücünün olmadığıydı. Fakat, en az üç hareket bu dönemde Aydınlık’tan çok büyük kitlesel gücü arkalarına almış durumdaydı. Devrimci Yol ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) ile TKP’nin (belirli kayıtlarla Kurtuluş da dahil edilebilir) her biri, 12 Eylül öncesi bir-iki yılda TİKP’yi kat be kat aşan kitlesel güç ve etkiye sahiplerdi.

Ancak faaliyetlerinde ve dillerindeki bütün katılığa karşın Aydınlıkçılar, pratik-politik düzlemin zorlayıcı tercihinden kaçınamadılar. Aydınlık gazetesinin 12 Eylül’e yakın aylarda sol hareket ve ulusal harekete saldırılarının hızının kesildiği, PKK’yle ilgili ihbar dolu yazıların bile az görülür olduğu ve manşetleri daha çok MHP’nin işgal ettiği görülür.

Aydınlıkçılar, 12 Eylül’e yaklaşılan aylarda, MHP’nin sokak “terör”ünden sakınamadılar ve Aydınlık Gazetesinde sürdürdükleri MHP karşıtı kampanyayı politik yönelimlere çevirdiler. TİKP Başkanlık Kurulunun, 1 Haziran 1980’de bu yönde aldığı karar şöyleydi: “Günün görevi, MHP’nin başını çektiği faşist saldırıyı göğüslemek ve püskürtmek, halkın can güvenliğini, özgürlükleri, Anayasayı ve Parlamentoyu savunmaktır.”[41] Aydınlıkçılar, nihayet konjonktürel politik tutum alabiliyor; dönemsel politikaya ilişkin uyarılarına rağmen, konjonktürel bir solculuğun önemine işaret ediyorlardı.

Ancak yine de “başlıca görevin unutulmaması” gerektiğini vurguluyordu TİKP kararı: “MHP’nin başını çektiği zorbalık güçlerine karşı mücadele, Sovyet sosyal-emperyalizminin Türkiye devrimi önündeki en büyük engel ve ülkemiz için en büyük tehdit olduğu gerçeğini örtbas etmemelidir. (…) Bugün toplumumuzda şiddet, siyasi mücadelenin olağan yöntemi haline gelmiştir.”[42]

TİKP yöneticileri 17 Kasım 1980’de tutuklandı. Bu kez tutuklandıklarında Aydınlıkçılar 8 sekiz yıl öncesinin devrimcileşmeye dönük gençlik önderleri değil, devlet tarafından tanınmak için akla karayı seçen ve devrimci sola düşmanlık besleyen bir takım haline dönüşmüşlerdi.

Aydınlık, 12 Eylül sabahı, konjonktürel diziliş anlamında sol hareket içinde değildi. Ancak, bu çalışmanın temel bir anlayışı olarak, Aydınlık, tarihe çekilen bir çizginin solunda kalacaktır. Bunu da, bir konjonktürde hareket eden öznelerin kendilerini koydukları ve bulundukları yerlere değil, bütün bir tarihsel süreçte tayin edici dinamiklerin varlığındaki yerlere bakarak anlayabileceğiz.

12 Eylül’ü yaratan tarihsel güçler, Aydınlık’ı konjonktürel olarak itildiği yerden almış, tarihsel yerine uygun bir konjonktürel yere koymuştur. Bu, elbette Aydınlıkçıların, Doğu Perinçek’in iradesi hilafına olmuştur; ama tarihin ‘iradesi’ karşısında Aydınlıkçıların ‘yüksek analizler’den güç alan bir iradeleri olduğundan söz edilebilir mi?[43]

Aydınlık, övündüğü analitik gücüne rağmen, ‘pratiğin ölçütü’yle öğrenme sürecine girer, ve ordu ile devletin niteliğini yeniden -ama görülecektir, bu da bir ‘dönem’lik olacaktır- analiz etmeye koyulur.

12 Eylül 1980: Tarihin hizaya sokuşu

Aydınlık gazetesinin son sayısının tarihi 12 Eylül 1980’dir. Bu son sayı, 12 Eylül sabahı Aydınlıkçıların politik ortamın kontrol edilemez ve modele uymaz dinamiklerinden dolayı şaşkınlığını simgeliyormuşçasına renksiz ve kupkurudur. Aydınlık’ın bir dönemi ağır bir ideo-politik hezimetle bitmek üzeredir. Zaten, 11 Eylül günü, Aydınlık’a hiç uygun olmayan bir Türkiye ortamı vardır. Aydınlık, gelişmeleri, tamamen dışına düşmüş bir şekilde şaşkın izlemektedir.

Aydınlıkçılar, 12 Eylül’ü desteklediler. Desteği, yıllar sonra 1989’da, “mevcut yönetime açılmış kredi” olarak nitelediler.[44] Çünkü darbenin önderi MHP değil, “Devletle ordunun üst kesimlerini elinde tutan, hakim sınıfların ve devletin bütünsel menfaatlerini savunan güçlerin oluşturduğu Devlet Partisi”ydi, öyleyse korkulacak bir şey yoktu. Zaten kendilerinin istediği de bu değil miydi! Böylece terörün kökü kazınacak, Sovyetlere karşı millet ve ordunun dikkati dağılmayacak, uygun bir zamanda da, rejimin oturmuşluğundan kaynaklanan bir temel eğilim olarak demokrasiye geçilecekti. Darbeyi, yurtseverliğini saygı ve takdirle karşıladıkları genelkurmay başkanı orgeneral Kenan Evren’in başında bulunduğu emir-komuta zinciri bozulmamış TSK yapmıştı ve kendilerinin korkacak bir şeyi yoktu; darbeden, MHP ve sol maskeli teröristler korksundu. (12 Eylül’e TKP de başta hayırhah bir tutum aldı; kargaşa ve kaos ortamı bitebilecekti nihayet. Moskova Radyosu, TİKP’lilerin tutuklanışını övgüyle duyurdu.[45] Bunu Perinçek, “Avrupa demokrasi güçlerinin kaygıyla karşıladığı” tutuklanmalarına ilişkin ve 12 Eylülcülerin yanıldıklarına kanıt olarak “Sorgu”sunda zikrediyor: Sosyal emperyalistler sevindiyse bu kötü bir şeydir!)

Yayınları kapatılan, partilerinin faaliyeti durdurulan Aydınlıkçılar, atak yapılarına uygun olarak, kendilerini ifade etmenin aracını hemen yarattılar. 22 Aralık 1980’de yayına başlayan Ufuklar adlı bir dergi 6 Nisan 1981’e kadar 16 sayı çıktı.

Bu dönemde Aydınlıkçılara ait yazılı metin, bekleneceği üzere pek azdır. Ufuklar dergisine ek olarak tarihsel bir öneme sahip yazılı kaynak, Perinçek’in mahkemeye verdiği Haziran 1981 tarihli “Sorgu”dur.

Perinçek’in “Sorgu”su ile Ufuklar dergisi, Aydınlıkçılığın ‘sıkı zamanlar’daki birer vesikasıdır. Perinçek “Sorgu”sunda, MHP’lilerin argümanını kullanır ve terörle mücadelede devlete yardım ettiklerini, kanıtlarıyla anlatır. Bu iki kaynakta dile getirilen görüşleri Aydınlıkçılar pek anmak istemez.

Aydınlıkçılar, 1981’den itibaren değişim yaşamaya başlamalarına rağmen, 12 Eylül öncesi politikalarını savunmayı 1983’e kadar sürdürürler. Bu tarihten itibaren, Aydınlık, devletten yavaş bir uzaklaşma sürecine nihayet girer.

12 Eylül darbesi ve döneminin Aydınlıkçılar tarafından sonraki yıllardaki değerlendirilmesi, Türkiye soluyla Aydınlıkçığın, temel hususlar itibarıyla buluştuğu, aynı dili konuştuğu epeyce az momentlerden biridir. Solun Aydınlıkçılıkla ideo-politik mücadelesinde, 12 Eylül darbesi, hayırlı bir iş görmüştür! 1990’lara doğru, artık Aydınlıkçılar için de 12 Eylül “ABD’ci bir askeri darbe”dir ve Aydınlıkçılar, henüz yeni bir ‘dönem analizi’ne girmemişlerdir. El çabuk tutulmalı ve ilerleme kaydedilmelidir!

12 Eylül yılları, Aydınlıkçıların ideolojik ve politik bir çözülme yaşamasına yol açar. Bu dönemde, Aydınlık’ın önderliğinde bulunan Gün Zileli, Oral Çalışlar, Halil Berktay, İlkay Demir, Necmi Demir gibi isimlerin aralarında bulunduğu bir kesim, liberal etkilenmelerle karışık bir ‘solculaşma’ sürecine girer. Muhalefet hareketi, çelişkili eğilimleriyle 1980’li yılların sonlarına kadar Aydınlık’ta kalır ve Sosyalist Birlik adlı bir dergi çıkararak Aydınlık’tan ayrılır. Sosyalist Birlik, kısa bir süre sonra, gerçek bir parçalanma yaşar ve yok olur. Bu gruptan, tek tek çeşitli yerlerde politik faaliyet yürüten kişiler kalır.

Sosyalist Birlik, daha önceki bir grup ve İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğinde gerçekleşenden sonra, yani ‘konsolide olması’ndan sonra Aydınlık’tan bir ideo-politik kimlikle gerçekleşen yegane ayrılıktır. Kaypakkaya, birçok yönüyle, hiçbir zaman has bir Aydınlıkçı olmadı, ama Sosyalist Birlik’i oluşturanlar, Aydınlık’ın tarihsel önderler ekibinde baştan beri yer alıyordu. Aydınlık, oğul vermeyen bir gelenektir.

1984-89 / 12 Eylül’den çıkış: Sola yönelim

12 Mart’ta olduğu gibi, 12 Eylül’de de yenilgiden en az etkilenen kesimler, havanın ılımanlaşmasını ilk hissedenler oldu ve sivil toplumcu liberaller yanında, 12 Eylül öncesi politik kesimlerde kıpırdanmalar başladı. Aydınlıkçılar, Şubat 1984’te aylık Saçak dergisini yayın yaşamına soktular. Saçak, Aralık 1989’a kadar 70 sayı düzenli bir şekilde çıktı. Neo-solcu liberallerin Yeni Gündem’i de popüler bir yayın olarak yayınlanmaya başladı. TİP çevrelerine mensup gençlerin çıkardığı Yarın ile (aralarında Aydınlıkçıların da olduğu fakat esas olarak sivil toplumcu eğilimli gençler tarafından 1984’te yayınlanmaya başlayan Yeni Olgu ve) Aydınlıkçıların 1986’da çıkarmaya başladığı Gökyüzü adlı dergi, gençliğin hareketlenmesinin yansıması ve kanalı olmaya soyundu. Ancak, bu gençlik dergilerinin tümü, gençlik hareketinde devrimci dinamiğin ortaya çıkmasıyla güneş görmüş kar gibi çok kısa sürede eridiler. 1987’de gençlik hareketine artık devrimci kesimler net olarak egemendi. Gökyüzü dergisi, tam da gençlik hareketinde devrimci dalganın yükseldiği 14 Nisan 1987’de yayınına son verdi.

Aydınlıkçıların, 1980’li yılların sonlarına doğru açığa çıkan yeni yöneliminin ilk ipuçları, Perinçek’in 1986’da Saçak’a gönderdiği bir mektupta yakalanabilir. Saçak dergisinin çizgisini eleştirirken Perinçek, Saçak’taki “liberal rüzgar”ın belirtilerinden ikisinin “Kemalizmle aradaki sınırları kaldıran tutumlar” ve “Doğu sorununda devletle özdeşleşen tavırlar” olduğunu yazıyordu.[46] Perinçek şahsında Aydınlıkçıların, Kürt hareketine olumlu yaklaşacağı ve çubuğu sola bükeceği belliydi.

Aydınlıkçılar, Türkiye’de rejimin legal Marksist partiler kurmaya uygun olduğunu öteden beri savunuyor ve bunu, Perinçek’in Anayasa ve Partiler Rejimi başlıklı çalışmasında temellendiriyorlardı. Aydınlıkçılara göre, Kemalist devrim Türkiye’de bir burjuva çoğulculuğuna imkan vermiştir ve bu ortam, devrimci partilerin legal örgütlenmesine alan açmaktadır. Perinçek, 1986’dan itibaren, verili hukuki çerçevede parti kurulabileceği görüşünü ısrarla işledi ve bunun için çeşitli sol çevreleri yokladı. Bu görüş, Aydınlık’ın en kararlı ve istikrarlı olduğu hususlardan biridir, ve onun köklü ve pekişmiş bir reformcu olduğunu da kanıtlamaktadır.

1986-87’de Aydınlıkçılar, çeşitli kesimlerle birlikte sosyalist parti kurmak için girişimlerde bulundular, ancak hiçbir sol öbeklenme Aydınlıkçılarla birlikte hareket etmeye yanaşmadı. Nihayet Aydınlıkçılar 1 Şubat 1988’de Sosyalist Parti’nin (SP) kuruluşunu ilan ettiler. SP, 12 Eylül’den sonra kurulan ilk sol partiydi. Legal parti kurma çalışmalarını yürüten diğer sol kesimler ise ‘Kuruçeşme toplantıları’ sürecine yöneldiler. Bu süreç sonucu beliren yaklaşımların sonuçları bugün ÖDP ve SİP’te yaşıyor.

1989-1992 / ‘En solcu’ Aydınlık: 2000’e Doğru dönemi

Aydınlıkçıların 12 Eylül sonrası yıllarda yaşadıkları geçiş döneminden sonra girdikleri konsolidasyon döneminin başlangıcı ve onları bir dönem karakterize eden husus, kurdukları politik partide değil, bir başka yerde aranmalıdır: 2000’e Doğru dergisi.

Bu dönem, Aydınlıkçıların bir dizi temel nitelikteki tarihsel ve politik konuda aldıkları tutumla öne çıkmalarıyla kayda değer. Aydınlık bu dönemde, içten ve -Gorbaçov aracılığıyla- dıştan esen liberal rüzgara kapılmadı. Doğu Avrupa ve Çin’deki kitle hareketlerine önce olumlu yaklaştı ve onların revizyonist yönetimlere karşı haklı tepkiler olduğunu yazdı, ama kendini kısa sürede ‘toparladı’. Çin yönetiminin niteliğine ilişkin görüşlerini geri çekerek Çin’in sosyalist bir ülke olduğunu savunmaya başladı; Doğu Avrupa ülkelerindeki ve Sovyetler Birliği’ndeki devlet iktidarlarını, -yönetimlerinin karşı-devrimci olduğu ve bu ülkelerde devrim gerektiği görüşünü hasıraltı ederek, patlayan kitle hareketlerinin kapitalizmi talep eden Batı kaynaklı komploların eseri olduğu gerekçesiyle- destekledi. “Sosyal emperyalizmin uşağı” Küba’yı bayraklaştırdı. Romanya’da Çavuşesku iktidarına karşı girişilen ‘başkaldırı’nın Batılı emperyalist bağlantılarını ilk farkeden iki akımdan biri oldu[47] ve net bir tutumla Çavuşesku’yu savundu. Aydınlık’ın bu konudaki seriliğinde, Çavuşesku’nun öteden beri “sosyal-emperyalizme mesafeli” oluşunun etkisi olmuştur.

1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan Körfez krizi ve ardından savaşta Irak’ı Türkiye solunda net ve tok bir tutumla -bazı Troçkistler dışında- sadece iki kesim savundu: Devrimci Sol ve Aydınlık. Doğu Perinçek, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, emperyalist ordular henüz müdahalede bulunmamışken, “Arapların Prusyası Nerede?” başlığını taşıyan bir yazıyla, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalini Arap birliğinin başlatılması yolunda önemli bir adım olarak selamladı.[48] Perinçek, bir politik olaya ilişkin anında tutum almakla kalmamış, bu tutumun dayanak bulacağı ‘teorik analiz’i de hemen yayınlamıştı. Bu sırada, sol hareket, Devrimci Sol dışında, tereddütleriyle didişmekle meşguldü. Ancak, Körfez Krizi Aydınlıkçıların yeni bir döneme gireceklerinin ilk işaretlerini de veren bir tarihsel olaydı. Perinçek, daha sonra alacağı birçok politik tutumu, bu olayın başlattığı dönemin önceliklerine bağlar.

Turan Dursun, bu yıllarda, Aydınlıkçıların hanesine yazılacak başlı başına bir olgudur. Turan Dursun’un katkıları Aydınlıkçılar dışında bu ölçüde çarpıcı değerlendirilemezdi.

2000’e Doğru, 4 Ocak 1987’de haftalık periyotla yayına başladı ve politikada gerçek etkinin nasıl olacağını dosta düşmana gösterdi. Bu derginin “MİT Raporu” gibi önemli yankılar uyandıran yayınları oldu. “Mehmet Eymür, Perinçek’in yönettiği örgütün 1987’de MİT’i çökerttiğini söyledi.”[49] Fakat bu dergide yürütülen politika, asıl ve vurucu etkisini Kürt hareketine yaptığı katkıda gösterdi. ‘2000’e Doğru dönemi’nin, gününü etkileme ve tarihine iz bırakma anlamında asıl ve zirve tutumu Kürt hareketine ilişkin olandı. Bu yüzden, ‘2000’e Doğru dönemi’, bu derginin çıktığı tarihten değil, Kürt hareketine ilişkin politikasının belirginlik kazandığı tarihten itibaren başlatılmaktadır. 1992-3’te bittiği kabul edilebilecek olan bu dönemde, Aydınlık net bir şekilde pratik-politik sola yerleşti ve önemli radikal atılımlar gerçekleştirdi. 2000’e Doğru döneminde Aydınlıkçılar, ulusal harekete Batı’da ses ve nefes oldular.

Bu arada, Saçak dergisinin yerine Ocak 1990’da Teori (ve ayrıca Eylem) dergisi yayına başladı. Teori, halen aylık olarak yayınlanıyor. Teori’de simgesel bir ‘değişiklik’ dikkat çekti. 1970’lerde yayınlanan Halkın Sesi’nin ve Aydınlık’ın lejantında “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar; birleşin!” yazıyordu. Yıllar sonra, bir başka politik dönemde, Aydınlıkçıların Teori dergisinin lejantında bu şiar revize edilmişti: “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen uluslar; birleşin!” Bunda, görülecektir, bir yandan yükselen Kürt hareketine verilen bir kredi vardı (bu, ‘politik dönem analizi’ne dayanıyordu), öte yandan (teorik olarak önemli olan buydu) Lenin’in formüle ettiği bir şiar üzerinde bile ‘dönem’e göre oynama hakkını kendinde gören bir özne söz konusuydu. Söz konusu şiarın, önümüzdeki günlerde Aydınlıkçılar tarafından yeniden değiştirilmesi gündeme gelmelidir: Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen devletler; birleşin!

Bu dönemde Kürt hareketine katkı, Yalçın Küçük’ün basitçe kendine biçtiği payeden farklı olarak, harekete gerçek bir politik katkı idi.[50] Kürt hareketinin Türk kamuoyunun gündemine ‘demokratik’ bir izlenim olarak gelmesi, önemli oranda Aydınlıkçıların sayesinde oldu.

Aydınlıkçılar bu dönemde, ta yirmi yıl öncesinin TİİKP döneminden sonra ilk kez, solun devrimci kesimleriyle aynı (dar anlamda) mekanları paylaştılar. “1989 Temmuz-Ağustos aylarında Cezaevlerinde yükselen mücadele dalgasıyla omuz omuza olduk. Eskişehir Cezaevinde süren açlık grevinin gerçek taleplerini ve iktidarın komplosunu kamuoyuna açıkladık. Partimizin Eskişehir, Diyarbakır, Aydın, Bolu, Sakarya, Gaziantep, Antalya, Erzincan, Malatya, Sivas İl Merkezlerinde Cezaevleriyle dayanışma amacıyla açlık grevi gerçekleşti. (…) Partimizin bu mücadelesi cezaevlerindeki devrimcilerle ve parti dışındaki çevrelerle birliğimizi güçlendirdi.”[51]

Aydınlık’ın pratik-politik sola kaymasının temel nedeni, Kürt hareketinin Cumhuriyetin ilk ve tek devrimci muhalefeti olarak tarih sahnesinde yerini almasıydı.

Perinçek, “Türkiye’de sol farkında değildir ama, Güneydoğu’da bir sosyal devrim başlamıştır” diyordu. Perinçek’e göre, Türkiye’de burjuva devriminin yarım bıraktığı ya da yapmadığı görevleri Kürt ulusal hareketi yerine getirmekteydi. “Türkiye’de sol farkında değildir ama, bugün Güneydoğu Anadolu’da anti-feodal devrim başlamıştır ve Türkiye devrim sürecine girmiştir. Toprak ağalığı, aşiret reisliği ve şeyhlik paramparça olmakta, dağılmaktadır. (…) Bir sosyal devrim ve köklü değişiklik başlamış oralarda. (…) Cumhuriyet Devrimi köylü devrimiyle tamamlanmadı, toprak reformu yapamadı ve Kemalist Devrim ağalığı ve şeyhliği kaldırmadı. Kaldıramadığı için de özgür köylü yaratılamamıştır ve buralarda Cumhuriyet oluşturulamamıştır. Şimdi ise köylülerin eliyle Cumhuriyete dönüşüyor oralar.”[52]

Aydınlık, 1989-90’da Türkiye’de devrimci bir sürece girildiğini savundu. “Türkiye devrimi, bir hesaplaşma ve çözüm süreci içine ilk kez giriyor. (…) Bu devrimci sürecin 1989 yılında başladığı saptanabilir. 1990’ların eşiğinde devrimin işçi ve Kürt dinamikleri kitleselleştiler.(…) 1990 başında Ege bölgesindeki kendiliğinden köylü patlamaları, devrimin üçüncü dinamiğinin, köylü dinamiğinin haberini verdi. 1990 sonunda başlayan maden işçisi hareketi, (…) Ankara yürüyüşüyle işçi sınıfının iktidar iddiasını ortaya koydu. (…) İşçi hareketi, 1989 baharında hızlı bir siyasallaşma sürecine girdi, iktidar isteği kitleselleşmeye başladı.”[53]

Aydınlık, devrimci süreçten uzak duramazdı, bu yüzden, Cumhuriyete yönelik eleştirilerin en yoğun olduğu dönem de bu dönemdir: “1923’te bir burjuva cumhuriyeti kuruldu. Bu cumhuriyet bugün iflas noktasına gelmiştir.”[54] “Devlet bugün illegal olmuştur.”[55]

1990 yılının devrimci süreci, Aydınlıkçıların tarih yorumunu da değiştirdi. Aydınlıkçılar, Türkiye’de devletin 1930’dan itibaren devrimin esas hedefi haline geldiğini söylediler: “… Cumhuriyet burjuvazisinin devrimci barutu kısa zamanda tükendi, 1930’lara gelindiği zaman bu sınıf esas olarak geçmişle hesaplaşmaya son verdi, üzerine oturduğu statükoyu korumaya yöneldi, sınıfsal ve ulusal baskıyı ağırlaştırdı, zaman zaman katliamlara vardırdı, emperyalizmle uzlaştı ve demokratik halk devriminin önündeki esas engel haline geldi.”[56]

Gerçeklikle ilişkinin Aydınlık’a özgü olduğu söylenebilecek türü, bu dönemde de devredeydi. Sosyalist Parti’nin 1989’da başlayan işçi hareketiyle birleştiği ve bu partinin işçi sınıfının fiilen öncü partisi olduğu iddia edildi: “İşçi hareketiyle SP’nin birleşme süreci bugün artık somut gerçekliktir. (…) İşçi nasıl SP’yi yakalıyorsa, SP de işçiyi daha çok kavrıyor. Evet, işçi hareketinin yeni aşamasında artık daha çok SP damgası olacaktır. Sosyalist Parti açısından ideolojik-politik öncülükten, aynı zamanda fiili öncülüğe.”[57]

Ulusal hareketin gücü marifetiyle Doğu Perinçek, Abdullah Öcalan’ı Nisan 1991’de Lübnan’daki Bekaa Vadisinde ziyaret etti.[58] Perinçek, on yıl kadar önce Aydınlık’ta teşhir ettiği ve “Doğu’nun MHP’si” dediği örgütün lideriyle bir araya geldi ve onun sosyalist ve enternasyonalist bir örgüt olduğunu savundu.

Aydınlıkçılar, Ekim 1991’de yapılan genel seçimler öncesinde, Kürt sorununa ilişkin bir program ilan ettiler. Zamanın Olağanüstü hal bölge valisi, söz konusu metne tepkisini, “Adam neredeyse bir anayasa hazırlamış” diyerek gösteriyordu. Doğu Perinçek, seçimler öncesi çıktığı bir televizyon programında, “Kürde sıkacak iki merminiz varsa birini bana ayırın” diyordu. Perinçek, parti politikasıyla ilgili şunları söylüyordu: “Kürt meselesi: Bu noktada gümbür gümbür olmamız gerekir. Hiçbir şeyden korkmayacağız. (…) Kürtlere ne istiyorsunuz diye soracağız. Birleşmek isterlerse başımızın gözümüzün üstünde yerleri var. Yok ayrılmak isterlerse iradelerine saygı duyacağız. Biz referandum yapacağız. Kürt halkına soracağız. Sadece Kürt halkına değil, bir coğrafyaya soracağız (…). ‘Bu topraklarda ayrı bir devlet kurmak istiyor musun? Evet mi, hayır mı?”[59]

Aydınlıkçıların Ekim 1991 seçimleri propaganda dönemindeki performansı, Türkiye solunu derinden etkiledi. 2000’e Doğru’nun 19 Ekim 1991 tarihli sayısında oyunu Sosyalist Parti’ye vereceğini açıklayan ve politik ve teorik olarak Aydınlık’tan epeyce mesafeli yerlerden gelen pek çok önde gelen sosyalist, oylarını Sosyalist Partiye vereceklerini açıkladı.[60]

Sosyalist Parti, 1991 seçimlerinde 110 bin oy aldı. Bu, o günlerde hem Aydınlıkçılar hem de genel olarak sol hareket tarafından önemli bir başarı olarak kabul gördü.

Devrim sürecinde olunduğu düşüncesinde olan Perinçek, örgütünü bu sürecin gereklerini karşılama konusunda yetersizlikle eleştirdi. “Partimizde bir parlamentarizm, reformizm tehlikesi vardır ve bu esas tehlikedir.”[61]

Aydınlıkçılar, 1992’nin sonlarından itibaren, ulusal hareketin sınırlarına dayandığını, inisiyatifin devlete geçtiğini gördüler ve Körfez kriziyle “Ortadoğu”nun yeni bir döneme girdiği saptaması yaptılar. Aydınlık’a göre, Kürt ulusal hareketi de, geleceğini, ABD’nin bölgedeki hesaplarında görmeye başlama belirtileri göstermeye başlamıştı.

1993-95: Geçiş dönemi

Bu dönemden itibaren Aydınlıkçıların dilinde, “milli çelişki”ye vurgu belirgin bir şekilde artmaya başladı. Perinçek’in izleyen on yıl boyunca bütün politik yönelimlerine hakim olan unsurun Körfez Kriziyle şekillenen yeni ilişkiler ortamına ilişkin “analizi” olduğu söylenebilir. Nasıl, 1974’te ‘üç dünya teorisi’ bir dünya analizi olarak politik programatik karşılığını bulmak için olgunlaştırılmaya bırakıldıysa, ‘yeni dünya düzeni’ ve ‘ABD’nin tek kutuplu dünya yaratma projesi’ de bir analiz olarak, gelecek birkaç yılda ortaya konacak politik programatik karşılığını bulmak için olgunlaştırılıyordu. Ancak, bu, elbette, kısa sürede ‘rijitlik’ kazanmadı. ‘Eski dönem’le ‘yeni dönem’in unsurları bir süre boyunca birlikte var oldular. Perinçek, tıpkı, 1974-77 yılları gibi, yeni yönelimi öncesinde solda birtakım temas noktaları kurmaya ve imkanlar yaratmaya uğraştığı bir geçiş dönemi yaşadı. Söz konusu geçiş dönemi, bir (1984-89) ve iki (1974-77) öncekindeki gibi başarısız oldu. Aydınlık’ın yeni ‘politika dönemi’ne geçiş aşamasının başarısızlığı, günlük Aydınlık gazetesi deneyiminde simgelenebilir.

Geçiş döneminin gereği olarak Aydınlık, ulusal hareketle ve Türkiye sol hareketiyle köprüleri 1993 yılında da atmamıştı: “Parti Kongrelerimizde, ciddi hatalarına karşın Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve Mazlum Doğan gibi devrimcilerin resimlerini asıyoruz.

“Şefik Hüsnü’lerin TKP’sinin 1950’lere kadar süren mücadelesi, Vatan Partisi, 1960’larda Türkiye İşçi Partisi, Fikir Kulüpleri Federasyonu, DEV-GENÇ, DİSK, 1971 döneminde sosyalizm uğruna hayatlarını veren Deniz Gezmiş, Bora Gözen, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, 1980’lerde Mazlum Doğan nasıl bütün sosyalist hareketin ortak mirasının değerleri(…)dir.”[62]

Günlük Aydınlık, 1993 Mayısı ile sonraki yılın aynı dönemleri arasında bir yıl kadar yayınlanabildi, ve etkisiz ve sola açılımı simgelemesi anlamında başarısız bir girişim olarak akamete uğradı.

1995’den bugüne / Sosyalist-Kemalist İttifakı

1995/Yeni program hazırlanmak üzere

1995 içinde Aydınlıkçılar, artık Kürt hareketiyle bütün bağlarını koparmış, Türkiye devrimci hareketini yeniden sol maskeli provokatör listesine kaydetmiştir.

Aydınlık’ın 1995’ten itibaren girdiği dönem, 1978-80 dönemiyle neredeyse aynı modelde bir dünya ve aktörler manzumesiyle tanınabilir.

Bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin yerini ABD almıştır. Devlet ve ordu aynı kimlikli öznelerdir: Mustafa Kemal’in ordusu ve Cumhuriyetin devleti. ABD’nin, ülke içinde nifak sokmak üzere kullandığı kontrgerilla (bunun SüperNATO örgütlenmesi olduğu kısa sürede “deşifre edilecektir”) ile şeriatçılar ve sol maskeli terör örgütleri vardır. Kürt hareketi bu saflaşmada ABD’nin yanında yer almıştır; tıpkı ‘eskiden’ Sovyetlerin yanında yer aldığı gibi… Ayrılıkçılığı ABD desteklemektedir, eskiden Sovyetlerin yaptığı gibi. Türkiye’de yapılması gereken, devlet ve ordu egemenliğindeki statükoyu korumak, kaos çıkmaması için devleti ve orduyu rahatsız edecek her türlü davranıştan uzak durmaktır. ABD’nin Türkiye’ye askeri müdahale planları yaptığı bir dönemde, devlete karşı mücadele etmek, başıbozuk ve piyon sol maskeli provokatörlerin ve şeriatçıların işidir.

ABD emperyalizmi Körfez Savaşıyla birlikte, dünya çapında saldırıya geçmiştir. Savunma cephesi genişletilmelidir. Bu, Aydınlık’ın “devrimin savunma mevzilerine çekilmesi” dönemi saptamasıdır. Bu tarihten sonra, politik geriye çekilişin Aydınlık için sınırı yoktur. (2001’de halen 12 Eylül gibi fiziki bir darbeyle karşılaşmadığı için Aydınlık’ın, kendine verdiği hızla gideceği öngörülebilir.)

Aydınlık’ın sol harekete ve işçi ve kitle hareketlerine bakışını artık bu kerteriz belirlemektedir. Sol hareket artık Aydınlık için politik bir özne ya da özneler olarak kabul edilemez; bunlar, SüperNATO’nun kontrolüne girmiştir. Esasen bu kaçınılmazdır Aydınlıkçı mantığa göre, zira illegal örgütlenmeler istihbarat örgütlerinin hakimiyeti altına girmekten kurtulamaz. Üstelik, bu politik dönemde devlete karşı mücadele etmek emperyalizmin yanında yer almanın ta kendisidir. 1995 Martında İstanbul Gazi Mahallesine yapılan saldırı ve ardından patlayan kitle hareketleri, 1996 1 Mayısında çıkan çatışma, 1996 ölüm orucu eylemi, 1999’da Ulucanlar’da politik tutsakların direnişe geçmesi, Burdur ve Buca hapishanelerinde tutsakların direnişi, ve en son 2000 Ekiminde başlayan ölüm oruçları, tamamen ABD tarafından Türkiye’yi zayıf düşürmek için tezgahlanan birer tertibin sonucudur.

Gazi Mahallesi eylemleri günlerinde çıkan Aydınlık, günü ve olayları şöyle değerlendirdi: “ABD, Genelkurmay’a eskisi gibi kumanda edemiyor. Türkiye’nin dış politikası da CIA uzmanlarının belirttiği gibi, ABD güdümlü çizgiden uzaklaşıyor. Ve müdahalenin koşullarını yaratmak için harekete geçilmiştir. Artık bombaların patlamasının ötesinde, Alevi-Sünni savaşının kışkırtılmasına geçilmiştir. CIA, bu provokasyonlarda taşeron kullanıyor. İBDA-C gibi şeriatçı örgtüler ve dünya uyuşturucu mafyası aracılığıyla CIA’nın kontrolündeki bazı sol kisveli örgütler, ABD’nin pis işlerini üstlenmiş bulunuyorlar. (…) Son iki aydır aynı sol kisveli provokatör grupların İşçi Partisi’ne karşı saldırı yürütmesi de bu tabloda yerine oturuyor.”[63]

1999 Ekiminde, Başbakan Ecevit’in ABD’ye gideceği günün gecesi askeri birlikler Ulucanlar Hapishanesinde direniş yürüten politik tutsaklara saldırdı. Bu saldırıda 10 devrimci tutuklu öldürüldü. Aydınlık’ın bu konudaki zihniyetini, katliam yapılmadan önceki günlerde, ‘Kemalist-sosyalist ittifakı’ tezini varlığında somutlaştıran mümtaz bir şahsiyet, Emin Gürses, şöyle dillendiriyor: “Ecevit’in ABD gezisi başlarken cezaevlerinde çatışma çıkması tesadüf değildir. Ecevit’e, ‘Senin ülkende hiçbir şey doğru değil’i göstermektedirler. Ve tabii, Batı’nın ‘insan hakları’ dayatması için uygun bir harekettir. Cezaevlerini AGİT’te de koz olarak kullanacaklar.”[64] Ulucanlar katliamı, Aydınlık’ın sayfalarında böyle değerlendiriliyor ve modelini şöyle tamamlıyor: “Şeriatçı basından cezaevlerindeki ‘isyana’ destek. Şeriatçı basın, Ankara’da Ulucanlar Cezaevinde, hükümlülerin, 26 Eylül’de başlattığı eylemlere tam destek verdi.”[65] Ecevit’in ABD gezisi öncesi devletin birtakım vaziyet alışlar gerçekleştirdiği doğrudur. Mesela, o günlerde cezaevinde olan İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal, ABD karşısında sıkışılmaması için serbest bırakılmıştır, ama bir gün sonra Ulucanlar’daki katliam gerçekleştirilmiştir. Bunların ikisi de ABD’ye bizzat MGK marifetiyle yapılan jestlerdir: İstediğin gibi serbest bırakıyoruz, istediğin gibi eziyoruz! Öte yandan, ne o zaman AGİT toplantısında, ne 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen operasyondan sonra, Türkiye herhangi bir uluslararası platformda kendisine karşı kullanılan bir kozla karşılaşmıştır.

ABD ile Avrupalı emperyalistleri, onların güdümünde hareket eden şeriatçıları ve yine onların tezgahının piyonu durumunda olan sol maskeli grupları, Batıcı liberalleri de dahil ederek bağlantı içinde koyan Aydınlık için modelin karşı tarafı kurulmuştur. Modelin oluşturucu beri yanında kimler ve neler vardır? Aydınlık’a bakılırsa; Milli Güvenlik Konseyi, Genelkurmay Başkanlığı, CHP ve DSP, ‘sivilci’ olmayan ama ‘sivil’ Kemalistler, hükümet ve diğer cüzler… Buna nesnel yer olarak MHP’yi de katmakta hiçbir sakınca olmaması gerek. MHP, zaman geçtikçe daha da belirginleşen bir eğilimle, “emperyalizme direniş” bahsinde Aydınlık’ın “millici güçler” arasında saydıklarının birçoğuyla rahatlıkla yarışabilecek durumdadır. MHP ve Aydınlık, PKK’ye saldırıda ve onun ezilmesi gerektiğinde, Türkiye devrimci hareketinin hapishanelerde ve dışarıda tasfiye edilmesi gerektiğinde ve bunun için yürütülen operasyonda, “Ülkenin IMF’ye teslimine direniş”te, hep aynı görüşleri savundular.[66]

1996 / Tarihsel program: Sosyalist-Kemalist güçbirliği

Sosyalist-Kemalist güçbirliği, Aydınlıkçıların 1996’da formüle ettiği bir ittifakın adıdır. Perinçek’e göre, 1996 başından itibaren “halk güçleri, saldırı değil savunma durumundadır. Emperyalizm Cumhuriyet devriminin mevzilerine saldırıyor, başta işçi sınıfı ve halk da o mevzileri savunuyor.”[67] “Yeni Dünya Düzeni’ni göğüsleyecek ve demokratik halk devrimini başaracak güç, emperyalizme ve gericiliğe karşı bütün halk güçlerinin birliğindedir.”[68] Bu dil, 1976-77’dekine benziyor. Henüz devleti, ordusu ve “işbirlikçi de olsa hakim sınıflarıyla” oluşturulacak “ulusal cephe” fikri gündeme getirilmiyor: İşçi sınıfı ve halk güçleri…

Aydınlık, 1996 sonbaharında “Cumhuriyet Kanunları uygulansın!” kampanyası başlattı[69] ve 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulunda alınan kararın bu kampanyanın bir sonucu olduğunu ileri sürdü. Nihayet “Ordu kılıcını atmıştı” ve Aydınlık’ın savunduğu politikalara en yüksek katlardan yanıt veriliyordu. Bu arada, İslamcı gelişmeye karşı ortaya çıkan toplumsal tepki ortamından Aydınlıkçılar da paylarını aldı. İşçi Partisi kayıtlı üye sayısını 1996 sonlarından ’98 sonbaharına kadar yaklaşık dört katına çıkardı. Ancak ordunun devreye girmesiyle toplumsal hava duruldu ve Aydınlıkçılar, fazla içli-dışlı oldukları hakim klikler arası çekişmede bir ara darbesi aldılar. “24 Eylül 1998’de Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in talimatıyla, İşçi Partisi’nin toplam 540 örgütüne 15 bin polis seferber edilerek baskınlar düzenlendi.”[70] Doğu Perinçek ve M. Bedri Gültekin tutuklandı. Perinçek yaklaşık bir yıl sonra yeniden partisinin başına geçti.

İşçi Partisi, 18 Nisan 1999’da yapılan genel seçimlere, “DSP, CHP ve İP’in Altı Ok programı temelinde oluşturacağı Sol Güçbirliği” önerisinin[71] kabul görmemesi ortamında girdi. Sonuç başarısızlık oldu. Hem “sosyalist-Kemalist güçbirliği” önerisi muhataplarından olumlu karşılık alamamıştı, hem de Aydınlıkçıların kendi başlarına sonuç alıcı bir yol izlemelerinin imkanı olmadığı görülmüştü.

CHP ve DSP madem bir güçbirliği önerisine yanaşmıyordu, o halde bu partiler Kemalist değil sosyal-demokrattı. Perinçek, “Altı Ok’un katili sosyal-demokrasidir” başlığıyla kaleme aldığı başyazıda CHP’ye veryansın ediyordu: “CHP’nin 1940’lardan başlayan kireçlenme ve taşlaşma süreci, 1960’lar ve 1970’lerde yaşanan başkalaşımla sonuçlanmıştır. Atatürk’ün Altı Ok programlı devrimci CHP’si, sosyal-demokrat bir partiye dönüşmüştür. Atatürk’ün CHP’si Ezilen Millet devrimciliği çizgisindeydi. Dünya devrim kampında yer alıyordu.”[72]

1999 / Devrimin temel gücü: TSK

Perinçek, 17 Ağustos 1999’da meydana gelen depremde orduya karşı açılan yıpratma kampanyasının Türkiye’deki iktidar savaşını kızıştırdığını saptar. CHP ve DSP’nin “Altı Ok temelinde” bir politikaya yönelmelerinin olanaksız olduğunu görür ve “Sosyalist-Kemalist ittifakı”nın yeni muhatabını açıkça işaret eder: Ordu. Ekim 1999’da artık bir “ulusal cephe”ye ihtiyaç olduğunu savunan Perinçek[73], Türkiye’de artık iki devletin olduğunu[74] iddia eder ve “Cumhuriyet Devrimi İktidarı Projesi”ni şöyle anlatır: “Bugün Türkiye, Kurtuluş Savaşı yıllarına benzeyen bir ikili iktidar durumuna girmiştir. (…) Ankara’yı işgal eden yönetim ve parlamento, Küçük Amerika iktidarının denetimindedir. Cumhuriyet Devrimi ise, Ordu eksenlidir. Bu iki iktidar arasındaki rekabet, özellikle son deprem felaketinden sonra bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. (…) Altı Ok, bir program demetidir. Oklardan birinden vazgeçildi mi, diğerlerinden de vazgeçilir. (…) Türkiye’de Altı Ok programını uygulamak için, Kemalist-Sosyalist ittifakı zorunlu ve kaçınılmazdır. Kemalizm düşmanlığı yapan ‘sosyalist’, sosyalist değildir. Sosyalizm düşmanlığı yapan ‘Atatürkçü’ ise, devrimciliğe karşı savaştığı için, gericilik tarafından alkışlanır ve gerçek anlamda Atatürkçü olamaz. (…) Merkezi sorun, ulusal kuvvetleri iç hat durumuna sokan mafya-tarikat ortaklığının iktidarına son vermek ve Cumhuriyet Devrimini gerçekleştirmektir.(…) Bugün Cumhuriyet Devriminin yalnız Ordusu vardır, diğer üç ayağın inşa edilmesi önümüzdeki acil görevdir.”[75]

2001 / Devrimci durum!

“Dünya ve ülke koşullarının devrim için elverişli hale gelmesi iradelerimizden bağımsızdır. Nesnel ve öznel koşulların uygunluğu bir devrimcinin bütün hayatı boyunca gerçekleşmeyebilir de. İşte şimdi Türkiye’de bu durum gerçekleşmiştir.”[76] Bu sözler, Türkiye’nin hangi ‘şimdi’sinde söyleniyor? Nisan 2001’in Türkiyesinde, İşçi Partisi Genel Sekreteri M. Bedri Gültekin, ‘devrim’ terimine küfrediyor!

“Avrasya merkezli devrim dalgası geliyor. (…) Türkiye, Avrasya Devrimini bastıran değil, ateşleyen bir rol oynayacaktır.”[77] Bu sözler, Nisan 2000’in Avrasyası ve Türkiyesinde söyleniyor. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, ‘devrim’ terimine küfrediyor!

Aydınlıkçının ‘devrim’den anladığı nedir? “28 Şubat’la başlayan Cumhuriyet Devrimi atılımı”dır… “Türkiye’nin ufkunda, Atatürk’le başlayan devrimin kesin zaferi gözüküyor”daki, “Türkiye Kemalist Devrim’i tamamlama rotasına girecektir”deki devrimdir Aydınlıkçının devrimi…[78] Devletlunun devrimi!

Eskiden devrimler kitleler tarafından devlete karşı yapılırdı; şimdiki devrimler devlet tarafından (kitlelere karşı?) yapılıyor!

Başka konularda olduğu gibi, devrime ilişkin de budalaca sözler edilir[79] ve “Anlamsızlığa düşünce biçimi versin diye insana bir dil verilmiştir.”[80]

Devrim böyle olursa, Aydınlıkçının devrimci olması da anlaşılır. Türkiye’de bugün devrimci durum varsa, Aydınlık elbette en büyük devrimcidir. Bugün Putin’in Rusya’da iktidara geçmesi, Çin’in Tayvan’a askeri güç kullanma kararlılığı, Irak’a ambargonun delinmesi, Hindistan’ın ulusal ekonomisini geliştirmesi, Japonya’nın Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki kurma kararı, Seattle’daki kitlesel direniş, Avrupa Birliğinin ABD’den ayrı bir inisiyatif geliştirme çabaları ve tabii 28 Şubat’la başlayan atılım “Avrasya’nın büyük devrimci atağı için gerekli kuvvet ilişkilerinin oluşması” olarak değerlendirilebilirse[81], bu dünyada devrimci olmak Aydınlık’a kalsın!

Aydınlıkçıların ‘devletlu devrimci durum’undan korkmaya gerek yok. Onların devrimci durum eşikleri, meşreplerine pek uygun. M. Bedri Gültekin, umudunu yazıyor: “Kasım 2000’den itibaren yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. (…) Şimdi 20 binlerden yüz binlere sıçramanın koşulları vardır.”[82] Aydınlıkçılar, son dönemde başından beri politik ve programatik olarak içinde oldukları ‘Cumhuriyet Devrimi’ sürecinde kurumsal olarak da yer almak için koşulların oluşmasını sabırsızlıkla bekliyor. Yüz binleri örgütleyecek İşçi Partisi, Cumhuriyet Devrimi iktidarının oluşturacağı ittifakın ‘küçük ortağı’ olmaya doğru ilerliyor.[83] Kurulacak bir hükümette ‘küçük ortak’ olarak yer almak, Aydınlıkçıların devrimi ilerletmesi, hatta tamamlaması için yetecektir.

Ama Aydınlıkçılar, ‘devlete karşı bir devrimci durum’ olasılığından korkuyor. Aydınlık, patlayan kitle eylemlerine düşmanca yaklaşıyor ve baştan mahkum ediyor: SüperNATO kışkırtması! Aydınlık, ‘sivil itaatsizlik’ denilen pek iddiasız kitle eylemlerini bile yasaklıyor. Aydınlık’a göre, Türkiye devrimi emir-komuta zinciri içinde nizami bir tarzda ilerliyor; tamamlanacaktır! Bu gidişe aykırı her hareket, ABD tarafından kotarılmaktadır. Bugün Türkiye’de herhangi bir nedenle ortaya çıkacak kargaşa, süren devrime değil, devrimi boğmak isteyen ABD’ye hizmet eder. Oysa Perinçek’in, yıllar boyu, sola yöneldiği her zaman yinelediği bir Rus sözü vardı: Kargaşalıkta Tanrı fakirden yanadır.

Aydınlıkçılar, kitlelerin devrimci patlamasına karşı, devletlunun kurumsal devrimini yeğliyor: Politik-toplumsal devrime karşı tarihsel devrim.

Ek: Sayılarla Aydınlık

Aydınlık’ın bütün tarihi boyunca, hiçbir zaman önemli kitlesel gücü olmadı. Aydınlıkçıların etkili politik faaliyetleri, insan örgütlemekten çok, politik güç ve taraflar arasındaki ilişkiler ve çelişkiler ortamında varoldu ve sonra kaybolup gitti. Aydınlık’ın, devrimci hareketler benzeri bir aktivist türüne ihtiyacı olup olmadığı tartışılabilir. Fakat her ne olursa olsun, bir politik hareketin gücü kesin olarak örgütlerinin gücüne, bu da faaliyete soktuğu insan unsuruna dayanır. Politikaya canlı taşıyıcılar lazımdır ve bu konuda yoksunluğu, Aydınlık’ın büyük tarihsel çabasının, bu zamana kadar tarihin yarıklarında kaybolup gitmesine yol açmıştır. Politikasının oy ya da başka bir tür ‘gerçek’ sonuca tahvil edilememesi, Aydınlıkçı politikanın dramıdır.

Aydınlık’ın ortaya koyduğu bu kadar enerjinin ÖDP gibi bir partinin dörtte biri ve ancak, SİP gibi henüz yeni ya da EMEP gibi önemli politik dönüşümler yaşamış ve yeni bir zeminde politika yapmaya yönelen partilerle başa baş bir oya dönüşmesi, Perinçek gibi bir figürün, kesinlikle, trajedisidir.

Aydınlık’ın, bütün aksi görünümüne rağmen, özgülleşemeyen bir politik akım olması, genel bir ‘kamuoyu’nu veri alarak politika yapıyor oluşu, politik yerinin toplumsal karşılığının verili panoramada bulunamaması veya ‘toplumsal karşılığın’ başka politik öznelerle örtüşmesi, onu sonu gelmez bir boşa çabanın inatçı sürdürücüsü haline getiriyor. Aydınlık, büyük politikanın dişlileri arasında kaybolup gidiyor; ‘küçük politika’nın alanı da bulunduğu mevkiye uzak düşüyor. Çünkü Aydınlık, hiçbir ‘gerçek’ karşılık bakımından büyük değil: Aydınlık, ülke birimi bakımından politik bir güç değil; politik etkisinin büyüklüğü, öznesini politik güç olmaktan alıkoyuyor bile olabilir.

28 Şubat’a kadar Türkiye’de İslami gelişmeye karşı bir kitlesel kıpırdanış vardı ve bunun her geçen gün büyüdüğü izlenebiliyordu. Aydınlık, bu süreçte 28 Şubat şampiyonluğuna soyundu. Ancak, ‘şeriatçılığa’ karşı kitlesel tepkiler Ordunun devreye girmesiyle dramatik bir şekilde zayıfladı. Aydınlık orducu bir kitle aramaya kalkıştı, ama ordu varken ‘şeriat’a tepkili topluluklar rahat köşelerine çekilmeyi ve konformist bir tarz edinmiş modernist yaşamlarına devam etmeyi tercih ettiler. Türkiye’de ‘şeriat’a tepki tipik olarak bir modern orta sınıf davranışıdır.

Aydınlık, 1990-91 döneminde Kürt ulusal hareketine rakip olacağını sandı. Aydınlık’ın Kürt sorunu politikası, esaslı etkiler yaptı, ama ‘kazanmak’ bakımından ulusal hareketin öznesine yeni güç alanları açmaktan başka bir işlevi olmadı. Bir dönem bölgede açtığı örgütlere Kürtler üye oldu, ama tıpkı ANAP’a, DYP’ye, CHP’ye üye olmaları gibi… ANAP’lı, DYP’li, CHP’li PKK sempatizanlarına Aydınlıkçı PKK sempatizanları eklendi. Nitekim, Aydınlık’ın ulusal hareketten devlete doğru yönelmesiyle birlikte partilerinin örgütleri birer-ikişer kapanmaya ya da hızla üye kaybetmeye başladı.

Aynı yıllarda Aydınlık, Sosyalist Partinin işçi sınıfıyla birleşiyor olduğunu, artık işçi sınıfına fiilen öncülük eden bir parti durumuna geldiğini iddia ediyordu.”[84]

1994 Mart ve 1995 Aralık ayında yapılan seçimler, Aydınlıkçıların başarısız bir dönem yaşadığını teyit etti. 1994’deki seçimde, Aydınlıkçıların yeni partisi İşçi Partisi ancak 80 bin oy alabildi. (İP, 24 Aralık 1995 seçimlerinde de ancak yüzde 0.22 oranında oy alabildi.[85]) O dönemin ön-ÖDP’si sayılabilecek Sosyalistlerin Birlik Partisi’nin (SBP) aldığı oylar gösterecektir, Aydınlıkçı İP, solculardan oy alamadığı gibi, kitlesel kaynaklara da ulaşamamıştı. Perinçek, bu sonuca haklı olarak isyan ediyordu: “İP, Mart 1994 seçimlerinde 80 bin oy aldı. Örgüt oy toplar deniyor. SBP’nin hiçbir örgütü yok, bizim kadar oy topladı. Militanlık oy toplar deniyor. SBP’nin hiçbir militanlığı yok, bizim kadar oy topladı. Bire bir çalışma, nokta operasyonları oy toplar. SBP’nin böyle bir çalışması yok, oy topladı. Propaganda, kamuoyu yaratma, TV ve basına gitme oy toplar. SBP hiçbir şekilde TV’ye giremedi, kamuoyu yaratmadı, ama oy topladı.”[86] Ancak, Aydınlıkçılara özgü abartılı ve manipülatif politika tarzı bu seçim döneminde de kendini gösterdi ve İP’nin yüzde 8-10 oranında oy alacağı yazıldı. “Arkadaşlar eleştiriyorlar; neden yüzde 8, yüzde 10 gibi oranlar yazıldı diye. Bu araştırmaları biz yapmadık. Mersin’de dört radyonun yaptığı araştırmaların sonucu yüzde 8 çıkıyor.”[87] Bu tür abartılar, Aydınlıkçılığın gerçek algısına ilişkin ciddi şüphelerin ne kadar haklı ve meşru olduğunun adeta birer kanıtıydı.

18 Nisan 1999’da yapılan genel seçimler de Aydınlıkçılar için azim sınama anlamına geliyordu. Seçimlerden sonra Hasan Yalçın, durumu şöyle ‘analiz’ ediyordu: “Kamuoyu araştırmalarına göre İşçi Partisi yüzde 0,98 oy alacaktı; seçimlerde yüzde 0,19 oy aldı. Çünkü seçimlere bileklerinde kelepçeyle girmek zorunda bırakılmıştı. Akıl almaz bir olaydır, İP’nin Genel Başkanı PKK’ye silah ve para yardımı yapmakla suçlandı.”[88] Bu seçimlerde İşçi Partisi’nin oyları azaldı ve 70 bin civarında oy aldı. Solun diğer partilerinin, -Aydınlıkçılarla karşılaştırıldığında, bütün bir süreçte pek az politik enerji ve ataklık sergileyen bu partilerin- oyları toplam 350 bin civarındaydı. (SİP: 40 bin, EMEP: 50 bin, ÖDP: 250 bin.)

Aydınlıkçılar, emsalleriyle kıyaslandığında, hep görece küçük bir örgütsel zemin üzerine oturdular. 12 Eylül’de faaliyetinin durdurulduğu sırada TİKP’nin 10 bin civarında üyesi olduğu belirtiliyor.[89] TİKP Merkez Komitesinin 12 Eylül koşullarında aldığı illegal çalışma kararı çerçevesinde, illegal çalışmaya katılabilecek üye sayısının 1500-2000 civarında olduğu saptanıyor.[90] İşçi Partisinin 1999’da ‘gerçek’ üye sayısı 5 bin civarında seyrediyor. Bu yılda, İP’nin kayıtlı üye sayısı 25 bin, ancak gerçekten üyelik yapan aktiflerin sayısı 5200.[91] Üstelik İP üye sayısını 1997 ile ’99 arasında 4-5 misli artırmış bulunuyordu.[92] İP, 1995 yılında yaptığı bir toplantıda, 350 civarında olan profesyonel sayısını 1000’e çıkarmayı hedefledi.[93] M. Bedri Gültekin, üyelik bakımından İşçi Partisinin seyrini şöyle anlatıyor: “1996 Kasımında Partimizin üye sayısı 6500 idi. (…) 1998 ilkbaharı ile birlikte Mersin’den başlayarak kurulan Ulusal Güçler Meclisleri, hızla Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. (…) Bütün bunların sonucunda Parti, üye sayısını büyük ölçüde artırdı. 1996 Kasımı ile 1998 Eylülü arasında geçen 21 aylık dönemde İP’nin üye sayısı 6500’den 22 binin üzerine çıktı.(…) 1998 sonbaharı ile 2000 sonbaharına kadar (…) mevzileri savunduğumuz bir dönemdir. (…) ADD’deki Mason darbesi, Ulusal Güçler Meclislerinin baltalanması, CHP’de Altı Okçu muhalefetin etkisiz hale getirilmesi, Partimizin gençlik teşkilatı içine yerleştirilmeye çalışılan provokasyon hücresi gibi birçok başka olguyu da karşı cephenin saldırıları arasında sayabiliriz. (…) Dolayısıyla bu dönemde üye sayımız artmadı. [94]

Aydınlık gazetesi, 1978-80 arası günlük yayınında, en yüksek satış rakamına “Bilinmeyen ‘Sol'” dizisinin yayını sırasında ulaştı ve bu günlerde 35 bin civarında sattı.[95] 1993 Mayısı ile sonraki yılın aynı dönemleri arasında bir yıl kadar yayınlanabilen günlük Aydınlık gazetesi, ancak beş-altı binlik bir satış sayısında kaldı.[96]Aydınlık dergisi üç-beş bin, Teori ise 1999 itibarıyla ancak toplam 2 bin kadar satılıyor. Bu derginin bayi satışı 450 gibi oldukça düşük bir sayı, elden yani partili satışı ise ancak 1300 kadar.[97]

Aydınlık son dönemde, bu kısır döngüden kurtulmayı iyice aklına koymuş ve bu konuda umutlanmış bir görünüm sunuyor. Aydınlıkçılar, artık “Yüz bin üyeli İşçi Partisi”nden söz ediyor.[98]

Perinçek, köy gezileri sonrasında, İP’nin köylerdeki tek parti olduğunu yazabildi: “Bilinçlerdeki bu altüst oluş, 21 Şubat 2001 krizinden sonra başladı. (…) Bugün özellikle köylük alanlarda, çözüm olarak bir tek İşçi Partisi konuşulmaktadır. Köylü kitleleri, (…) İşçi Partisinin hükümet olması gibi devrimci çözümleri benimsemektedir. (…) Bu büyük uyanış, herhangi bir bölgeye özgü değildir; bütün Türkiye’nin köylük bölgelerinde yaşanıyor. (…) Bugün köylerde İşçi Partisi, tek seçenek durumuna gelmektedir.”[99] Bu ifadeler elbette ciddiye alınmıyor, fakat bu ifadeler, Aydınlıkçıların umutlarının arttığı ve gelişmek için kararlı oldukları yeni bir enerji harcama dönemine girdikleri anlamına geliyor.

  1. 3. Tarihsel sola kaçış

Tarihsel solun yükselişi

Gazeteci Mehmet Barlas, Aydınlık çevresinde süren dalgalanmayı farkediyor: “Önümüzdeki ilk genel seçimlerde, Doğu Perinçek’in İşçi Partisinin, Türkiye’deki bir kısım eski solcuların, eski CHP’lilerin, derin devletçilerin, anti-emperyalistlerin, militaristlerin ve benzer kesimlerin oylarını alarak, gücünü artıracağı mutlaktır…

“Çünkü görüldüğü kadarıyla, özelleştirmeye, globalleşmeye, modernleşmeye, sivil demokrasiye, ‘Kopenhag Kriterleri’ne, Batılılaşmaya, sivilliğe karşı olan tüm kesimler ‘Aydınlık’ üslubuna girdi…”[100]

Barlas, “Aydınlık üslubu”na ‘sağ’dan girenleri sayıyor. Oysa, aynı üsluba Aydınlık’ın solundan da girenler oldu. Aydınlık, ilk işaretlerini 1991’deki Körfez krizi günlerinde verdiği, ancak belirginleşmesi için, Türkiye’deki iç gelişmelerle birlikte birkaç yıl geçmesi gereken bir yönelimin, Türkiye solundaki öncüsü olmuştur. Kimilerinin “68 ruhunun canlanışı”, başka bazılarının “Kemalizmin restorasyonu”, bizzat Aydınlık’ın “Cumhuriyet devrimleri mevzilerini savunmaya soyunan güçlerin tarih sahnesine çıkışı” olarak nitelediği ve kendi algılayışları çerçevesinde, emperyalizme karşı olmakla İslami hareket ve Kürt ulusal hareketine karşı olmayı birleştiren ve bu noktada başlıca öznesini Türk Silahlı Kuvvetlerinde bulan, giderek genişleyen bir eğilimden söz ediyoruz.

1990’ların ortalarına doğru Türkiye sol hareketinin ekseninde oynamalar görüldü. Türkiye sol hareketi, Kürt hareketi sayesinde Türk toplumunda ortaya çıkan ‘ulusal canlanış’tan payına düşeni aldı. Kürt hareketini kontrol altına alma ve püskürtmede ordunun oynadığı başrol, politik konum ve nitelik yanında tarihsel referansların da etkisiyle, şovenizmin ‘Kemalist biçimler’ altında beliren bir kanadının, sol hareketin bazı üyeleri tarafından etkileşim alanı olarak görülmesine yol açtı.

Dağlarda gerillayla çarpışarak varlığının farkına varan ordu, açığa çıkan enerjisini bu kez, geriye, ‘Batı’ya çevirdi ve ‘tarihsel solcular’ tarafından anlaşıldığı şekliyle, bir ‘devrim süreci’ni başlattı. Tıpkı, geçen yüzyılın başlarında Balkan dağlarında Sırp, Bulgar, Makedon ulusal devrimcileriyle savaşan Jön-Türk subaylarının enerjilerini içeriye, bir burjuva devrimi sürecini başlatmak üzere teksif etmelerinde olduğu gibi!..

Bu dönemde, üç aşağı beş yukarı eşzamanlı ortaya çıktığı söylenebilecek dinamikler şunlardı: Kürt hareketinin geriletilmesiyle varlığını belli eden muzaffer bir ordu, İslamcı hareketin iktidardan daha fazla pay talep eden gelişmesi ve buna karşı klasik Kemalist ve ‘modernist’ diye nitelenen bir tepki, emperyalizmin bağımlı ve yarı-sömürge ülkelerle girdiği ilişki tarzında meydana geldiği söylenen değişmeler ve Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri.

Sosyalist bir edayla, ‘burjuva devrimi sürecinin yeniden başlaması’, adıyla sanıyla ‘Kemalist devrimciliğin canlanışı’ olarak ifade edilen bu sürecin, kuşku yok, öncüsü ve formülatörü Aydınlık’tır. Bu süreç, ‘tarihsel solun yükselişi’ ya da ‘tarihsel sola kaçış’ olarak dile getirilecektir.

Sol hareketin bazı akımlarının tarihsel solculuğa yönelmesi, bir yandan nesnel bir dalganın üzerine oturmak gibi pozitif bir içeriğe, ve/ancak diğer yandan ‘tarihsel devrim güçleri’nin gazabından kurtulacak bir yere, ‘tarihsel devrim güçleri’nin eteklerinin altına sığınma işlevine sahiptir. Böylece, ‘tarihsel devrim güçleri’ndeki devrimi görmeyen pratik-politik solcuların özellikle devrimci kesimlerine dönük süpürme operasyonunun uzağında kalınarak tasfiyeden kurtulanacak, ve ‘tarihsel devrim güçleri’yle birlikte, onların düzlediği alan üzerinde politika yapılacaktır.

Sol’u bir tür kategorilere ayırmak, ele alınan politik akımların niteliği konusunda bir bilinç ve kanaat bulanıklığı yaratmamalıdır. Günümüzde Türkiye solunda, sol hareketi “ulusal sol”, “küresel sol”, “liberal sol” türünden terimlerle anmanın gerçek bir ayrımı kolayca anlamak bakımından daha pratik olduğu açıktır. Ancak, burada, örneğin Aydınlık’ın “ulusal sol” değil, “devlet solu” nitelemesine daha uygun olduğu savunulmaktadır. “Ulusal sol” teriminin, DHKP-C’nin son beş-altı yıldır güttüğü politik yönelimi açıklamaya yetmeyeceği görülebilir. Türkiye devrimci hareketinin omurgası niteliğindeki bu hareketin, “vatan”, “milliyetçilik” gibi terimleri devrimci bir yeniden-edinim sürecine sokmak istediği ortadayken, onun Aydınlık’la ayrımını bulanıklaştıran ya da onu görmeye tenezzül bile etmeyen bir bakış açısı elbette ‘liberal sol’a aittir ve kesin olarak reddedilmelidir.

Tarihsel solculuğun sol hareket saflarında yükselişini gören Aydınlık’ın tarihsel önderlerinden Hasan Yalçın, yetinmiyor, daha ileri adımlar atılması gerektiğini söylüyor. Tarihsel solun serdümeni haykırıyor: “‘Bağımsızlık’ demek yetmez.” Ve tarihsel solun serdümeni, ‘ilerle!’ diyor:

“On sene, hatta iki sene önce böyle miydi? Sol’un belli kesimlerindeki bağımsızlık karşıtlığı akıl almaz boyutlardaydı. Deniz Gezmiş’in anma toplantılarında bile ‘bağımsızlık’ sözcüğünü telaffuz etmemek için bin dereden su getiren konuşmacılar olurdu. Ortak eylemlerde slogan belirlenirken, en çok dirençle karşılaşan kavram bağımsızlıktı. (…)

“Şimdi durum değişti, herkes ‘bağımsızlıkçı’ oldu. Solun büyük kesiminde bağımsızlık, artık itilip kakılan bir kavram değil. (…) Sadece o kadar değil, Sol’un bütünü özelleştirmeye karşı; Küreselleşmeyi eleştiriyor, önemlice bir kesim Avrupa Birliği’ne tavır alıyor; ‘ulusal’ sözcüğü kimsenin tüylerini diken diken etmiyor; ulusal devleti, ulusal egemenliği savunanların sayısında hızlı bir artış var.

“Değişikliği gözler önüne sermemizin sebebi, ‘Biz demiştik’ hatırlatması yapmak değil. (…)

“Sadece bağımsızlıktan söz etmek yetmez, bağımsızlık mücadelesi için gerekli gücün kaynakları konusundaki yaklaşımın düzgün olması çok daha önemlidir. Şimdi her fırsatta emperyalizme veryansın etmeye başlayanların asıl tartması gereken terazi işte budur. Yani, 28 Şubat’a karşı tavrın ne? Cumhuriyet Devrimi çizgisindeki Ordu’ya nasıl bakıyorsun? İşçi Partisi’ne karşı bugüne kadar sürdürülen düşmanlıkta bir zayıflama var mı? Sol Güçbirliği için adım atıyor musun? Bu soruların yanıtı ne yazık ki, olumlu değildir.”[101]

‘Tarihsel sol’un tanımına doğru

Tarihsel solculuk, kendi atasını feodalizmi alteden sınıf ve güçlerde, yani burjuvazi ve onun politik aygıtlarında bulur. Tarihsel solcu için Marksizm, burjuvazinin devrimci rolünü devralan proletaryanın temsilcisidir. Sosyalistler feodalizme ve diğer geriliklere karşı kapitalizmin evrensel temsilcileriyle ittifak halindedir. Tarihsel solcu, feodalizme özgü ideolojiler (mesela din), kapitalizme özgü ideolojiler (mesela milliyetçilik) kabul eder ve ilerilik-gerilik ikiliğini bunlara da aynen uygular. Tarihsel solcu için Türkiye’de önce dinsel ideolojisiyle Osmanlı ve ortaçağ; sonra Kemalist ideolojisiyle Cumhuriyet ve kapitalizm; daha sonra sosyalist ideolojisiyle proletarya gelir. Son ikisi, tarihsel solcuya göre, ilki halen varlığını koruduğu ve kendini yeniden-üretme mekanizmaları bulduğu için, doğal tarihsel müttefiklerdir. Türkiye sosyalizmi ilerici Kemalizmin çocuğudur. Tarihsel solcu, bu önermesinde, bir temel kategori bakımından haklıdır da. Türkiye solunda tarihsel damar 1970’e kadar egemendir, ancak bu tarihten sonra da tükenmemiştir. Tarihsel solcu, laik bir gerici hareket ile ilerici bir dinsel hareketi, gerici bir modernleşmeci ile ilerici bir feodali terminolojik olarak kabul edemez.

Tarihsel solcu, tarihin içinde olunan aşamasında yapılması aksamış birtakım görevler olduğunu kabul eder. Tarihsel solcu için temel görev, devreye tümden kendisinin girmesini sağlamak üzere, tarihin kendinden önceki misyon sahibinin işlevini yerine getirmesine yardımcı olmaktır. Kapitalizmin tarihsel temsilcilerinin ‘eski’ ekonomik, toplumsal, ideolojik, politik güçlerle tarihin yüklediği mücadelesi tamamlanmadan sosyalist tarihsel solcu kendi asli tarihsel misyonunu yerine getiremeyecektir. Tarihsel solculuğa göre, “ilericilik, insanlık kültürünün gelişkin birikimini sahiplenen bir modernizmin konulması sürecidir”.[102] Tarihsel solculuk, politikayı, politik iktidara karşı bir faaliyet olarak değil, tarihin çağdaş aşamasına direnenlere karşı bir faaliyet olarak tanımlar.

Politikayı pratik-politik tarzda anlayan sol ise, tarihin, verili politik iktidara karşı eylemli mücadelede düğümlendiği anlayışındadır.

Pratik-politik solculuk, kendi atasını, Roma’ya karşı mücadele bayrağı açan Spartaküs’te, Osmanlı’nın huzurunu bozan Bedrettin hareketinde, Fransız burjuvazisinin ‘erken’ muhalifi Babeuf’ta, Che Guevara’da, Türkiye devleti için, 1971 ve sonrası devrimci hareketinde bulur. Tarihsel solcular, politik solcuları, erken hareketler ve sürekli yenilgiler yüzünden, “iktidar perspektifinden yoksun olmak”, yani iktidara gelinemeyecek dönemlerde politik faaliyet yürütmekle eleştirirler. Eleştiri yerindedir. Politik sol, genel olarak ezilenler hareketiyle toplumsal bir ilişki içindedir ve bu, ezilmesini garanti etmektedir. Politik soldan, ‘toplumsal sol’ yanında tarihsel sola doğru da bir kanal açılmalı, yaratılmalı, kurulmalıdır.[103]

Tarihsel solcu için düşman, tarihsel misyon ve konumuna; politik solcu için, halihazırdaki politik iktidarla ilgili konumuna göre belirlenir. Politik solcu için gericiliğin gerçek odağı, bugünün gerçeği, bugünün iktidarıdır. Politik solcunun düşmanı çok güçlüdür, çünkü gerçek ve işleyen bir güçtür; devlettir. Tarihsel solcu, ‘düşene vuran’dır. Politik solcu için somut ve karşıdaki politik aygıta, devlete karşı savaşılmadan, kapitalizme, emperyalizme, feodalizme karşı da savaşılamaz. Pratik-politik solcu için kapitalizm devlettir; gericilik devlettir. Tarihsel solcu için, politik solcu ampiriktir; gerçek düşmanı göremeyen bir bilinç yoksunudur. Politik solcu için tarihsel solcu şematiktir, an’ın gerçeğini atlayarak, tarihin hakikatiyle uğraşabileceğini sanmaktadır.

Tarihsel olarak ileri, politik olarak geri

Tarihsel solculuğun izini, Bismark Almanyasında Lasalle, Stolipin Rusyasında (Lenin’in deyimiyle) “Stolipin işçi partisi”, Çin’de Guomindang’la ittifak yapan (Mao’nun liderliği öncesi) Çin Komünist Partisi, tek parti Türkiyesinde TKP örneklerinde sürebiliriz. İkinciler (solcular), her örnekte, bir tür devrim gerçekleştirdikleri/gerçekleştiriyor oldukları için birincilere, devrimin nihai yürüyüşü adına kredi açıyorlar.

Lenin, 1905 devriminden sonra Rusya’da başbakanlık yapan ve bu görevden 1911’de bir suikast sonucu düşen Stolipin’in dönemini, “toplumsal olarak geri, ama tarihsel olarak ileri” olarak değerlendirir. Lenin, “Stolipin Anayasası ve Stolipin’in tarımsal siyaseti, yıkılmaya yüz tutmuş eski, yarı-ataerkil ve yarı-feodal Çarlık sistemi için, bu sistemi orta sınıf monarşisine dönüştürmek isteyen yeni bir çığırdır.(…) Eğer uzunca bir süre devam ederse (…) tarımsal program diye, bize savunacak hiçbir şey kalmayacak” der. Lenin, Stolipin reformları ortamının azgın politik gericiliği eşliğindeki tarihsel ileriliğini politik olarak desteklemek gerektiğini savunanları, Stolipinci olarak niteler. Tarihsel ilerilik çemberine Rusya’da genel olarak sol hareketin ana gövdesi girmedi. Politik iktidara karşı mücadele ekseninde bir pratik-politik devrimci hareket her zaman güçlü oldu.

Almanya’da burjuva devrimini “Prusya tarzı”yla gerçekleştiren Bismark da, gericiliği kuşku götürmez politik varoluşuna rağmen, tarihsel olarak ileri bir adım atar ve sol hareketin, Lasalle’ın başını çektiği kesimi Bismark’ın ‘reform’larını politik olarak destekler. Almanya’da, devrimci bir pratik-politik dinamik yaratılamadı; esasen pratik-politik bir soldan, tedricen toplumsal bir sola doğru dönüşüm yaşandı. İleride, Birinci Paylaşım Savaşı ortamında, bu dönüşüm, kendini yeniden tarihsel eksende saptadı. Bu, İkinci Enternasyonal’in liderliğini yürüten partinin tarihsel devrimci misyonunun da noktalanmasıydı.

Çin’de Sun Yat-Sen önderliğinde gerçekleşen burjuva devriminin partisi Guomindang’ın politik olarak gericileştiği ve politik mücadelenin başlıca hedefleri arasına girdiği dönemde bile birtakım tarihsel reformlar yaptığı genel olarak kabul edilir. 1920’lerin ortalarından sonlarına kadar olan sürede, ÇKP’nin egemen çizgisi, Komintern’in de katkısıyla, Sun Yat-Sen’in devrimci mirasının üzerine oturan bu partiyle ortak, hatta onun önderliğinde örgütlenmelere girer. Sonuç, komünistlere dönük ağır bir katliamdır. Çin’de, Mao’nun öncülüğünde yürütülen pratik-politik devrimcilik anlayışı, politik iktidara karşı mücadelede solun ağırlığını teşkil etti ve Çin Devriminin zaferine bu yoldan ulaşıldı.

Kemalist Türkiye’de TKP, Komintern’in talimatları gereği, tarihsel devrimci kabul ettiği iktidarı destekledi. TKP, 1920’lerin sonundan itibaren, Kemalist iktidarın bütün gerici uygulamalarını, onun tarihsel “inkılapları” hatırına destekledi. TKP’nin, bu dönemde (1930’dan itibaren), pratik-politik devrimci olmak bir yana, pratik-politik solda oluşu bile tartışmaya ihtiyaç gösterir. Esasen o dönemde, işçilerin ve Kürtlerin daha çok ‘toplumsal’ nitelikli sayılabilecek hareketleri dışında pratik-politik alanda hiçbir politik odak yoktu. O dönemde pratik-politik alanda temayüz etmiş, politik konjonktürde iktidara karşı mücadeleyi eksen almış bir sol yapılanma ne yapmalıydı? İşte, 1971 pratik-politik devrimciliği ortamının kuvvetli etkisinde kalmış bir yanıt: “Biz, Kemalist diktatörlüğün işçi ve köylüleri ezen burjuva karakterini açıkça ortaya koyar ve onunla mücadele ederiz. Biz Kemalist diktatörlük tarafından demokrasi isteği ve teşkilatlanması zorbalıkla bastırılan işçi sınıfının ve bütün Türkiye halkının, kurşunlanan işçilerin, insafsızca sömürülen köylülerin, defalarca katledilen Kürt milliyetinden halkın temsilcileriyiz. Bütün bunları uygulayan burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün başındaki Atatürk’e karşıyız. Çünkü biz, tarihin en ilerici sınıfı olan ve kendisiyle birlikte bütün halkı kurtaracak olan işçi sınıfının ihtilalcileriyiz.”[104] Bu sözler, 12 Mart mahkemelerindeki Aydınlıkçılara aittir. Aydınlıkçılar artık, 1971’deki (ya da 1990’daki) gibi düşünmüyor. Aydınlıkçıların son politik dönemi, tarihsel devrimcilikten başkasını aramayan bir nitelik arzediyor. Tarihsel solculuğun ya da tarihsel devrimciliğin toplumsal ve politik solculuğa karşı çıkışı Yalçın Küçük’e ait şu sözlerde temel bir gerekçesini bulur: “Eylemli olarak halkçı bir yönetimde halkçı bir muhalefet olamaz.”[105] Bunun anlamı, tarihsel devrim ortamında pratik-politik devrimciliğin olmayacağıdır. Yani, Kemalist iktidar ve 28 Şubat döneminde devrimci bir hareket geliştirilemez!

Tek bir özne açısından, tarihsel devrimcilikle pratik-politik devrimciliğin karşı karşıya geldiği momentler olabilir mi? Olursa öncelik hangisine verilmelidir? Bu, yanıtlanması zor bir sorudur.

Kritik momentlerde tayin edici olanın, bazı tarihsel örnekler göz önüne alınarak, pratik-politik devrimcilik olduğu görülüyor. Lenin’in, bir avuç Marksistle birlikte Birinci Paylaşım Savaşı çıktığında aldığı tutum, hiç kuşkusuz tarihsel devrimciliği değil, politik devrimciliği önde olan bir nitelik gösteriyordu. Mao’nun Komintern’in direktiflerine karşı çıkarak Çin devrimini ilerletişi, tarihsel devrimciliğe karşı politik devrimciliğin öne çıkarılması sayesinde olmuştur. Mao’nun Çin devriminin zaferine ilişkin ünlü sözünü şöyle değiştirebiliriz: Politik Çin devrimi, Stalin’in tarihsel devrimci iradesine rağmen gerçekleşti. Keza 1960’larda, ÇKP’nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne karşı dünya devrimini savunan tutumu da aynı niteliktedir.

Türkiye’de tarihsel devrim ve tarihsel solun

hizaya geçişi

28 Şubat’a ilişkin olumlu bir değerlendirme Türkiye’de burjuva devriminin tarihine belirli bir tür bakışı dayatıyor ya da böyle bir bakış 28 Şubat’ı olumlu görmeyi gerektiriyor. Türk burjuva devriminde süreklilik kazanmış bir Jakoben, eşanlamda devrimci damar var mı? Böyle bir damarın olduğu görüşünde olanlar, 28 Şubat’ı devrimci bir burjuva atılımı olarak görüyor. Son halkası 28 Şubat 1997’den bugüne olmak üzere, Jakoben Türk devrimciliğinin tarihinin izleri geriye doğru sürülüyor. 27 Mayıs, geriye doğru işlemin kesin bir halkası olarak değerlendiriliyor. Tek parti dönemi, çeşitli alt-ayrımlar çerçevesinde İnönü ve Atatürk dönemine ayrılabiliyor. Atatürk döneminin Jakoben niteliği konusunda genel bir uzlaşma söz konusu. ‘Cumhuriyet devrimleri’ olarak nitelenen dönem, gericiliğin üzerine en kararlı bir şekilde gidildiği ve devrimci burjuva cumhuriyetinin kurumlarının oluşturulduğu, yani devrimin Kurtuluş Savaşı dönemindeki yıkmaktan yapmaya yöneldiği ve Cumhuriyet Türkiyesinin modern temellerinin kurulduğu bir dönem olarak değerlendiriliyor.

Perinçek’e göre “Türkiye’nin milli demokratik devrimi”nin önemli halkaları şu tarihlerdir: “1876’da Yeni-Osmanlıların önderliğinde I. Meşrutiyet, 1908’de Jön-Türklerin önderliğinde II. Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı (1915-22), Cumhuriyet Devrimi (1920-38), 27 Mayıs 1960 Devrimi, 1989 bahar eylemleri (günümüzde özelleştirmeye mücadele ekseninde devam ediyor), 28 Şubat 1997’de MGK kararlarıyla ateşlenen, irticaya, mafyaya ve yeni Sevr tertiplerine karşı 28 Şubat süreci.”[106]

Perinçek, 1990’da gerçekleştiğini söylediği “Güneydoğu’daki sosyal devrim”i unutuyor mu? Böyle bir şeyin olmadığı kesin. Perinçek ve diğer 28 Şubat solcuları için zorunlu olan, ulusal hareketi modellerine dahil etmemektir. Ulusal hareketi ‘burjuva devrimi tarihi’nin bir bileşeni olarak değerlendirmek, bütün modeli dinamitleyecek bir niteliğe sahip. Eğer onu, tutarlı bir şekilde karşı tarafa, gericilik ve karşı-devrim safına atamıyorsanız -bunu yapmak ‘Jakoben model’in doğal gereğidir aslında- görmezden gelir, Türkiye politik biriminin karşılaştığı tek devrimci alternatifi unutursunuz. Semptomatik bir unutuş! Onun yerine, işçi sınıfının politik bir nitelik arzetmeyen 1989 bahar eylemleri geçirilir.

28 Şubatçı tarihsel devrimci modelin zayıf halkası ve bu modelin anakronik (ve sözde tarihsel) devrimci ve politik karşı-devrimci özünü açığa çıkaran Kürt hareketidir.

Kürt hareketinin son yirmi yılı tarihsel modelin bileşenleri arasında sayılmazsa, tek parti diktatörlüğü dönemindeki Kürt isyanları da daha rahatlıkla emperyalizmin kucağına itilebiliyor. 28 Şubatçı tarihsel sol modelde, Kürtler sadece, “Türk-Kürt birliği”nin örnek modeli Kurtuluş Savaşı yıllarında modele dahil ediliyor. Kurtuluş Savaşında Türk-Kürt birliğinin sağlandığı iddiası, alçakça bir iftira olmasının yanında şovenisttir, devletçidir; ve evet, Jön-Türkçüdür, Kemalisttir. Aydınlık bu modele politik bir akım olarak varolduğu andan itibaren bel bağlar; fakat Aydınlık’ın bu modeli son yıllardan sonra öne çıkardığı bir başka dönem vardır: 1978-80 yılları. Kurtuluş Savaşındaki birlik modeli, İngiliz örf ve adet hukukundaki evlilik birliğine benzemektedir; Türk ve Kürt birdir ve bu bir Türktür.[107] Türk Kurtuluş Savaşındaki ve tabii kategorik aykırılık içermeyen sonraki Türk-Kürt birliği, bir ekmekle onu yiyen insanın birleşmesi gibi de algılanabilir.

Perinçek’e göre, aynı yüz elli yıl içinde karşı-devrimin atakları da şunlardır: “Abdülhamit’in Anayasayı yürürlükten kaldırmasıyla başlayan dönem (1877-1908) ve 31 Mart gerici isyanı (1909). 1950’de Bayar-Menderes’lerin Kemalist Devrimi yıkma süreci (1950-60). 12 Mart 1971 Amerikancı askeri darbesi (1971-73), 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesiyle başlayan ve 28 Şubat’a kadar devam eden Evren-Özal-Çiller-Erbakan’ların mafya-gladyo-tarikat rejimi (1980-97)”[108]

Perinçek’in devrimler ve karşı-devrimler tarihinde, -aralarında Yalçın Küçük’ün de bulunduğu bazı yazarların önemsediği- II. Selim ve II. Mahmut reformları ile Tanzimat yer almıyor. Perinçek’in tarihsel devrimci modeli kaçak veriyor. Tanzimat’ı “karşı-devrim”e atamıyor Perinçek, ancak “devrimler tarihi”ne de dahil etmeye eli varmıyor. II. Selim, II. Mahmut, Tanzimat dönemleri ve belki Perinçek’in “karşı-devrimler” arasında saydığı bazı tarihsel dönemler[109], bir bütün olarak, ayrışması devrimciliğe kadar ilerleme konusunda zayıf kalan Türk burjuva devriminin momentleri arasında sayılabilir. Türk burjuva devrimi, bir bütün olarak, Jakoben ya da liberal görünümler alan Bismarkçılığın egemen olduğu bir süreçtir. Bu sürecin bazı aşamalarında Jakoben Bismarkçılık öne çıkmıştır; ancak 28 Şubat’ın önderliğini Jakoben görmek için Türkiye tarihinde net bir politik yer tayin etmiş olmak gerekir.[110] Bu politik yer, Türkiye devrimci hareketini reddeden, Kürt ulusal hareketinin meşruiyetini mahkum eden, Türkiye’de ezilen sınıflar ve topluluklara dayalı bir aşağıdan devrim imkanını görmeyen, devrim öncülüğünü hala burjuvazinin kendinden menkul devrimcilik atfedilen birtakım tarihsel temsilcilerine atfeden bir orta sınıf solculuğudur. 28 Şubat solculuğu, Türkiye’nin 1970’in başında girdiği söylenebilecek devrimsel sürecini reddetmek, bu tarihten önceki egemen sol devrim anlayışına geri dönmektir. 28 Şubat solculuğu, Türkiye sol hareketinin büyük geri çekilişinin, Türkiye sol hareketinin sonuçları gelecekte belli olacak derin ayrışmasının kesinlik kazanışının somut ifadesidir.

Konjonktürel şekillenişini 28 Şubat solculuğu ifadesinde bulan tarihsel solculuk, 28 Şubat’ın devrimci meşruiyetini tesis etmek için Kemalizmi, Kurtuluş Savaşı pratiğinden çok Kurtuluş Savaşı sonrası “Cumhuriyet Devrimleri” pratiğini esas alarak benimsemek eğilimindedir.

Perinçek’e göre, Kurtuluş Savaşını çok önemsememek gerekiyor; bu savaşı Osmanlı paşaları da yapacaktı zaten; asıl önemli olan Kurtuluş Savaşı sonrasıdır: “Türkiye’de burjuva demokratik atılımları sayarken, 1919-1923 tarihi yanlış veya eksik oluyor. 1919’da başlayan devrim kanımca 1920’lerin sonlarına kadar sürdü. 1919-23 olarak çizmek sınırlarını, onu bir Kurtuluş Savaşından ibaret görme hatasını güçlendirir. (…) Türk Devrimi esas olarak 1922’den sonraki gelişmesiyle dikkat çekici. O zamana kadar daha çok, bir Milli Kurtuluş Savaşıydı ve o kadarını Karabekir gibi Osmanlı Paşaları da yapmak istiyordu ve katıldılar da. Ama Cumhuriyet ve daha sonrası, solcuların ‘üstyapı devrimleri’ diye küçümsemelerine rağmen, çok önemli ve hiç de küçümsenecek bir olay değil.”[111]

Perinçek, Kıvılcımlı’dan aktardığı “Altı Ok Programı”yla Kemalizmin taçlandığı yıllar olarak 1930’ları alıyor.[112] Perinçek’e göre, “Türkiye’de sosyalist partilerin yaptıkları bütün asgari programlar, istenirse Altı Ok formülüyle ifade edilebilir.”[113]

Altı Ok, Kemalist Cumhuriyetin en gerici döneminin ürünü ve özetidir. Korporatist/faşizan bir niteliği vardır ve kesinlikle devrimci değildir. Kaypakkaya’nın da Kemalizmi Kurtuluş Savaşı sonrası dönemi esas alarak değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Ancak o, böyle bir Kemalizm kabulünü, onu reddetmenin gerekçesi yapıyor, hatta Kemalizmin Kurtuluş Savaşı dönemini de bu tırpanlamaya kurban etmekte tereddüt etmiyor.

Türkiye solu, Kemalist Türkiye’nin tarihsel misyonu yükünü ancak 1971 devrimciliğiyle sırtından atabildi. Ve, tarihsel devrimcilik anlayışına sahip olsalar da eyleyişleriyle pratik-politik bir devrimcilikte varlık bulan Türkiye devrimci hareketinin ilk iki örgütü THKO ve THKP-C, pratik-politik devrimciliğin başlatıcısı olarak, -kısa bir süre için bile olsa- Türkiye’nin o güne kadar tanıdığı ‘en ileri’ politik özneleri oluşturdular.

Kaypakkaya, Kemalizmin Kurtuluş Savaşı dönemi dışında tarihsel devrimci bir nitelik taşıdığını net bir dille reddediyor. Burada izlenecek yol da, temel ayrımlar itibarıyla Kaypakkaya’nınkidir. Ama sorun, sol hareketin Kemalist dönemi, Şefik Hüsnü TKP’sinden[114] başlayarak, Sovyetler Birliği ile güya dostluğu, laikliği, dinsel ideolojiye karşı oluşu, çeşitli ‘inkılapları’ gibi birtakım ‘burjuva’ niteliklerine bakarak, politik olarak ilerici hatta devrimci görmesinde yatıyor. Bu, Kemalist dönemde ona karşı politik faaliyetin meşru olmadığı anlamına gelecektir.

Kemalizm, Kurtuluş Savaşının kısa ama önemli dönemi dışında devrimci nitelikler barındırmayan ve esas olarak Bismarkizm kategorisinde sayılması gereken bir akımdır. Yani Kemalizm, tarihsel olarak ‘ileri’dir. İbrahim Kaypakkaya, Aydınlıkçıların Mustafa Kemal’i Çin demokratik devriminin önderi (ve Lenin’in bir Rus Narodniğine benzettiği) Sun Yat-Sen’e benzetmelerine karşı çıkar. Ona göre, Mustafa Kemal, olsa olsa Türkiye’nin Çan Kay-Şek’idir.[115] Bu suretle Kaypakkaya, Kemalizme, bir tür Jakobenizm yakıştırılmasını da reddeder.

Bugün, 28 Şubatçılık olarak beliren tarihsel solculuğa karşı mücadelenin liberalizme kapılmadan sürdürülmesi tarihsel ayağını İbrahim Kaypakkaya’nın eserinde buluyor. İbrahim Kaypakkaya, bu yönüyle, öne çıkarılma ihtiyacındadır. Ulusal hareketin tarihi ve varlığı, liberal ideolojik rüzgara açıktır -bu, ulusal harekete dönük bir eleştiri değildir-, bu yüzden devrimci pratik-politikaya ilişkin teorik mevzi politik temelini Kaypakkaya’nın platformunda berkitmelidir.

Tarihsel solun hizaya geçişi

“Bir muhasebe ihtiyacındayız, ülkemiz, bir bütün olarak, 1918 yılındadır, Türkiye aydını ve solu 1958’dedir; eğer bu değerlendirmemiz doğruysa, Kemalistler ile sosyalistlerin ittifakı, asıl tılsımlı formül olmaktadır; bugünümüzü kurtaracak ve geleceğimizi kuracak bir çözüm olarak görüyoruz.”[116] ‘İttifak’ hukuken ve usulen eşit özneler arasında olur. Kemalistler ile sosyalistler arasında ittifakmış! Yalçın Küçük, tarihsel solun yükseliş yıllarında Perinçek’in entellektüel bir karikatürü oluyor. Perinçek’te rasyonel olan Küçük’te irrasyonel ve saçma oluyor. Perinçek’in zayıf yanlarını rahatsız edici çıplaklığıyla görmek isteyen Yalçın Küçük’e bakmalıdır. Bunda, Küçük’ün sanata özgü/teatral dilinin etkisi olsa gerektir. Kemalistleri hangi fiziksel, politik, kurumsal güçler temsil ediyor? Bunun yanıtını Perinçek veriyor: Ordu. Bunun, yeterli bir cevap olmadığını ileri sürebilecek babayiğit var mıdır! Peki, sosyalistleri hangi fiziksel, politik, kurumsal güçler temsil ediyor? Bu soru yanlıştır; zira önceki özneyle eşit bir özneyi varsaymaktadır. Soru, öznesine göre düzenlenmelidir; ve ‘bu özne’ye ilişkin doğru soru şudur? Sosyalistler fiziksel, politik, kurumsal bir güç müdür? (Bu soruyu yanıtlamaya değer mi?)

Kemalist-sosyalist ittifakı önerisi, Kemalizmin tarih sahnesine duhul edişinden beri hep var. Bu önerinin sahipleri nedense hep ‘sosyalistler’! Tarihte kendilerine yer edinmek isteyen, hiç olmazsa tarihyazımının nesneleri arasına karışmayı uman kalbi kırık ama hevesi tam sönmemiş devletlular, Kemalizm nezdinde koyu karanlığın ortasındaki halk kitlelerinden ve onların arasında barınan gericilikten sıyrılmış, bu anlamda sosyolojik bakımdan ‘evlad-ı Kemalist’ olan TKP önderleri dahil, Kaypakkaya’nın deyişiyle “50 yıllık revizyonizm” hep Kemalist-sosyalist ittifakı hayaliyle avundu.

Türkiye tarihinde, kısmi ve zayıf 1908 İkinci Meşrutiyeti ve Kurtuluş Savaşı dışında tarihsel devrimci dönem olmamıştır. Gerçekte, İkinci Meşrutiyetin bu niteliği bile hep tartışmalı statüde bırakılmalıdır. Kurtuluş Savaşındaki Kemalist devrimden sonra Türkiye tarihinde, tarihsel ya da politik devrim ya da karşı-devrim yaşanmamıştır, tarihsel devrimci ya da özel olarak karşı-devrimci bir dönem de yaşanmamıştır. (1980’lerin ikinci yarısında başlayan, zirvesini 1990-92’de bulan ve halen süren Kürt devrimi süreci, elbette Aydınlık’ın ‘tarihsel devrimci’ güçlerinin marifeti değildir. Hatta, Kürt devrimi süreci, Aydınlık’ın Türkiye tarihsel devrim/karşı-devrim tarihi modeline çomak sokan niteliğiyle görmezden gelinir.) Ne 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, ne 12 Mart 1971’deki askeri darbe, ne de 12 Eylül 1980’de başlayan ve aynı onyıl boyu süren dönem tarihsel karşı-devrim süreçleridir. Öte yandan, ne ‘Cumhuriyet inkılapları’, ne 27 Mayıs 1960’daki askeri darbe ve ne de 28 Şubat 1997’deki ‘askeri müdahale’ tarihsel devrim momentleridir. Türkiye yavaş, sancılı, terörist önlemler eşliğinde yürüyen bir burjuva devrimi süreci içinde. Fakat, bu, gericiliği sürekli artan, liberal uçvermeleri bile şiddetle bastırmaya hazır bir ‘devrim’ sürecidir. Süreç, -bir an Wallerstein’ın ayrımına uyarak burjuva düşüncesini liberal ve muhafazakar olarak ikiye ayırırsak- gerici liberallikle gerici muhafazakarlık arasında, egemen çizgi ikincisi olmak üzere, işliyor. Yavaşlığından farkedilmeyen, görece hızlandığında ise terörist önlemleri dizginsizce uygulamaya sokan bir ‘devrim’. (Politik) karşı-devrim olarak (tarihsel) devrim![117]

Dolayısıyla, Türkiye tarihindeki tek ve sınırlı ‘aktif’ tarihsel devrim olan Kurtuluş Savaşına sürekli ve bıkmaksızın gönderme yapan, bu savaşı yapan orduyu, üzerinden geçen ‘yetmiş beş yıl’ın yıpratıcılığını göz önüne almadan tarihsel devrimin temel gücü gören bir politik bakışın solda kalma imkanı yoktur. Hiçbir solculuk türü, ‘yetmiş beş yıl’lık bir sınıf diktatörlüğünün silahlı kuvvetini devrimci kabul etme hakkını kendinde bulamaz. ‘Yetmiş beş yıl’ iktidarda kalmış bir gücün kendi iktidarını devrimci tarzda restore etme imkanı olamaz. Bunun, temel Marksist argümanlar çerçevesinde savunulmasının mümkün olmadığı ‘domuz gibi’ bilindiği için, işin başında, “Devrimci harekette, ‘ordu egemen sınıfların baskı aracıdır’ sözünden başka bir şey bilmeyenler, tarihteki birçok devrimci sıçramanın nasıl gerçekleştiğini hala kavrayamayanlardır. Bu kavrayışsızlığın arkasında ‘iktidar perspektifi’nden nasibini almamak yatar” diyerek gard almaya çalışılır.

Türkiye’de ordu merkezli bir tarihsel devrimi politik devrimin karşısına çıkarmak politik gericiliktir; bu, eğer eylemli bir hal alırsa karşı-devrimciliktir.

Türkiye Cumhuriyetinin ‘yetmiş beş yılı’, Kürt hareketinin yarattığı devrimci anafor dışında devrimsiz, sakin bir uzun dönemdir. Yetmiş beş yıl boyunca ne karşı-devrim olmuştur, ne devrim…

Kemalist-sosyalist ittifakı tezi, anakronik bir tarih ve ütopik bir politika anlaşıyına dayanır. Perinçek, Irak’ın Kuveyt’i işgali sırasında tarihsel bir yazı yazmış ve ona tarihsel hatıraları çağrıştıran çarpıcı bir başlık koymuştu: “Arapların Prusyası Nerede?” Perinçek, Türk Silahlı Kuvvetleri önderliği nezdinde Türklerin Bismark’ını arıyor. Türkiyeli devrimcilerin Türklerin Lasalle’ını, Türklerin “Stolipin’in işçi partisi”ni göstermeleri gerekiyor.

Ek: Kıvılcımlı’nın ikinci tür tarihsel devrimi

Tarihsel solun, kendine bulduğu özgün teori hiç kuşku yok, Kıvılcımlı’nın kendi tarih tezinin bir temel önermesini, modern Türkiye tarihine uygulamasıdır. Kıvılcımlı, tarihsel devrimleri iki alt-türe ayırır. Bunlardan biri tamamen yeni bir medeniyet doğuran; diğeri, verili medeniyette rönesans yaratan tarihsel devrimlerdir. İkinci tür tarihsel devrimleri Kıvılcımlı şöyle anlatır: “İhtiyarlıktan çökmüş eski medeniyet canlanır, ölümden sonra dirilime uğrar. Daha ileri ve orijinal bir medeniyet doğmazsa da, eski orijinal medeniyet bir rönesansa uğramış olur.”[118] Kıvılcımlı, kapitalizmin esasen sosyal devrimler çağı olduğunu söyler. Ancak Kıvılcımlı, bu iki tür tarihsel devrim görüşünü, modern tarihteki bazı ‘devrim’lere de uygular. Kıvılcımlı, Kurtuluş Savaşını, Kemalist inkılapları, 27 Mayıs’ı ikinci tür tarihsel devrim saymak eğilimindedir. (O, Cumhuriyetin toplumsal bir devrim sayılamayacağını söyler: “Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı sosyal münasebetlerini ürkütmeksizin, sırf siyasi yüzeydeki reformların tutunabileceğine inanmış ‘zafer’ yiğitlerince kuruldu.”[119] Kıvılcımlı, Yol’u yazdığı sıralarda Cumhuriyetin kadrolarını ‘tarih devrimcisi’ sayar.[120] Kıvılcımlı’nın yeni bir uygarlık kurmayan ama çökmüş bir uygarlığın değerlerini kurtarıp barbar aşısı yaparak diriltmek[121] olarak nitelediği ikinci tür tarihsel devrim, Kurtuluş Savaşında aşıyı yapacak barbar misyonunu üstlenen ordu eliyle gerçekleşmiştir. 27 Mayıs’ta olan da benzer bir gelişmedir. Tarihsel devrim, insanlığın ulaştığı çağın gereklerinden koşulunu, çağın gereklerine ulaşmaya gebe bir tarih-toplumsal formasyon ve bunu harekete geçirebilecek güçlerde de nedenini bulur.[122] Aydınlıkçıların orduya atfettiği tarihsel misyon tamı tamına budur.

Kıvılcımlı, Türkiye’nin “Osmanlı Tarihinin içinden bir türlü çıkamadığını” söyler. Eğer bu önerme doğruysa, burjuva devrimciliğinin söz konusu tarihten çıkacak mecalinin kalmış olması mümkün değildir. Dolayısıyla, burjuvazinin birtakım güçlerinin tarihsel devrimci pozlarını takınmasının gerçek bir değeri yoktur. Eğer bu önerme yanlışsa, yani Osmanlı Tarihinden çıkılmışsa (esas olarak bile…), bu çıkışın tarihleneceği tek dönem Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet inkılaplarıdır. Öyleyse (esasen) çıkılmıştır ve burjuva devrimciliğiyle birlikte yürünecek yol kalmamıştır. Evet, her halükarda birtakım görevler kalmıştır ve bunu, artık o bilinen ifadeyle, burjuvazinin temsilcilerinin zorlamasıyla da olsa -devrimci tarzda- yapma potansiyelleri kesinlikle kalmamıştır. Kürt sorunu çözülebilir, ama gerici tarzda; toprak sorunu neredeyse çözülmüştür, ama gerici tarzda.

  1. 4. Aydınlıkçılık: Mantıksal rasyonalizm

Aydınlıkçılığın önde gelen özelliklerinden biri, otuz yılı aşkın politik tarihinde politik tutumunda görülen değişmeler[123] ve her seferinde görüşlerini dikkat çeken bir ‘katılıkla’ savunmasıdır. Esneklik ve katılık bir arada mı? Aydınlık, gerçekten söylendiği gibi, politik dönemler değiştiği için mi politik değişimler yaşıyor?

“Olgular, maddi gerçek değiştiği zaman siyaset de değişecektir. Biz materyalistiz. Marksistiz.

Çok iyi kavranan politika, yerinde duramaz.”[124] Bu sözleri, Hasan Yalçın, Aydınlık’ın 1991’den sonra ulusal hareketle arasına mesafe koymasıyle ilgili eleştiriler üzerine sarf ediyor.

Burada, Aydınlık’ın iddia ettiğinin tersine, olgular değiştiği zaman değişmediği, en azından, olgularda görülen değişmeye ve olgularla politika arasında ‘ampirik olarak izlenen’ aykırılığa Aydınlık’ın ‘rijit’ bir şekilde direndiği, özel bir şekilde duyarsız kaldığı çok sayıda örneğin olduğu savunulacaktır. Fakat, Aydınlık yine de, bazı dönemlerde değişimler yaşıyor. Bunu açıklamak gerekiyor. Ayrımı, ‘dönem politikası’yla ‘konjonktür politikası’ arasında yapılacak ayrımlar üzerinden izlemeye çalışmak mümkün görünüyor. Aydınlık, tarihsel solcu niteliğine uygun olarak, an’ın çelişkileri ve gerilimleriyle -an’ın içinde- ilgilenmez. Onun dikkate aldığı gerçeklik, tarihsel dizilişin gerçekliğidir. Tarihsel dizilişin en küçük birimi de an değil, dönem’dir. Dönem, tarih sürecinin yansıdığı ve bu yansımayı tanımak, özgülleştirmek için Aydınlıkçının çaba sarf ettiği, kendi deyimiyle “analiz işlemi” yaptığı ve tarih sürecinin bölünebilen en küçük birimi olarak anlaşılabilecek bir ‘aralık’tır. Politik dönem, Aydınlık’ın tarihinden izlenirse, üç-dört yıldan sekiz-on yıla kadar uzayabiliyor. Aydınlık, sol hareketinin birçok üyesinin yaptığından farklı olarak, politik dönemleri gerçek ayrımlarıyla kendi özgül politik gerçeğine ediniyor. Her bir dönemde farklı, hatta aykırı Aydınlıklar görülmesi bu yüzden mümkün oluyor. Sol hareketin, bir yandan sadece bütün bir tarihi veri alan doktriner dili, öte yandan konjonktürü deyim yerindeyse, dilsiz ve sözsüz olarak -çoğunlukla kendi de farkında olmayarak ama ‘hakkıyla’- yaşaması ortamında Aydınlık’ın, gayet farkında, dili ve sözüyle, ve bir boyutuyla hakkıyla yaşadığı politik dönemlerdeki değişmeleri çok göze çarpıyor.

Aydınlık, dönem biriminden ‘an’a inmek’te Türkiye devrimci hareketinden daha başarısız bir görünüm sunuyor. Aydınlık, süreçle dönem arasında bağlantıyı görece özgül bir şekilde kuruyor. Fakat, onun için günlük politik yaşamda karşılaşılan tek tek olgular ve durumlar bileşkesi, temel dinamikleriyle bir kez saptamış olduğu dönem’in basit dile gelmeleridir. Aydınlıkçı burada da bir işlem yapmaktadır, fakat kabul edilmeli, epeyce ezbere bir işlemdir bu. Aydınlıkçı, dönemden an’a bir indirgemede bulunmaktadır, bir özgülleştirmede değil. Aydınlık dönemi an’a -teknik anlamıyla- uygular. Aydınlık’ın politikası bu anlamda, konjonktürün içine girmeyen, dönem esasında yaratılmış bir öznenin dışsal müdahalesi oluyor. Bu, Aydınlık’ın Türkiye solundaki genel algısından farklı olarak, dogmatik bir Aydınlık çıkarıyor. Aydınlık’ın tarihsel solcu zemininin konjonktürün gerçek gerçekliğinde, dönem anlayışı ile içinde bulunulan an arasındaki ilişkide ‘mantıksal rasyonalizm’ olarak ifade edilecek bir karşılığı söz konusudur.

Aydınlık’ın gerçek gerçekle ilişkisi yöntemsel olarak bir momentte kurulmaktadır. Bu momentin, Aydınlık’ın yeni bir politik döneme öngelen geçiş aşaması olduğu söylenebilir. Aydınlık, bu momentte, kendi kapalı ve tutarlı bütünlüğünü teşkil etmek için yöntemsel olarak kendini gerçeğe açar; Aydınlıkçı zihniyet, bunun dışında gerçek gerçeğe, yöntemsel olarak kapalıdır. Aydınlıkçı bütünsel dönem analizinin gerçeklik gücü geçiş momentinde yapılan işlemin gücünden gelmektedir. Bu sırada, yeni dönemi temsil edici mahiyette ne kadar çok gerçek öğesi soyutlanabilirse, kural olarak Aydınlıkçı bütün, kapalı bile olsa, gerçekliği o kadar çok karşıladığı izlenimi verecektir -ya da hakikaten karşılayacaktır.

Mantıksal rasyonalizm olarak ifade edilebilecek Aydınlıkçı zihniyet, ancak devrimci olmayan bir öznede varolabilirdi. Aydınlık devrimci bir hareket olsaydı, aşağıda çeşitli boyutlarda dile getirilmeye çalışılacak mantıksal rasyonalizmini bu kadar uzun bir süre boyunca koruyamazdı.

Aşağıda, genel özellikleriyle Aydınlıkçılığın yapısı, yer yer örtüşen, -bu yüzden belki tekrar olacak- boyutlarıyla irdelenmeye çalışılıyor.

Jakoben ruh hali: Vatan tehlikede!

Aydınlıkçılığın politik tarihinde, acil önlemler alınmazsa tepemize binecek bir düşman her zaman olmuştur. Bunun, Fransız Devriminin Jakobenleriyle biçimsel bir benzerliğinin olduğu söylenebilir. Jakobenler, dört bir yandan kuşatılmış devrimci burjuva diktatörlüğünü savunmak için “Vatan tehlikede” şiarıyla bütün toplumun enerjisini sonuna kadar değerlendirmek gereğini vurguladılar.

“Vatan tehlikede” kuramıyla Aydınlık değme Jakobene taş çıkartır. Her zaman, tarihsel sol dönemlerinde daha belirgin olarak, kapıya dayanmış bir düşman oldu Aydınlık’ın politik kariyerinin tarihinde. Karşıda tek bir özne, beri tarafta ise hemen, acilen tekleşmesi gereken iki özne (biri kendisi, diğeri de ordu ya da CHP; biri kendisi, diğeri PKK). Bu, pür rasyonalist dünya modelinde, gerçeğin öğelerinin çatışkıları, çelişkileri, gidiş-gelişleri, ikililikleri … yoktur, ya da pürizmi yoğunlaştırarak, ancak bu yolla safların netleşebileceği, tarafların ayrıştırılabileceği varsayılır.

Tehlike büyüktür, fazla zaman kalmamıştır. Gerçeği görenlerin, tartışacak ya da oyunbozanlara ayıracak vakitleri yoktur. Birtakım meseleleri tartışmaya ne gerek vardır. Gerçek bütün boyutlarıyla açıklanmıştır; diğerleri buna ayak uydurmalıdır.

Aydınlıkçı zihniyet, 1978’den itibaren Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye her an saldırabileceğini, bir dünya savaşının eli kulağında olduğunu ısrarla savundu. Bütün politik duruşunu, bu temel görüş çerçevesinde açıklamak mümkündür Aydınlık’ın. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmediği gibi, Aydınlıkçılar, hizmet etmekten gurur duydukları ordu tarafından kulaklarından tutulup hapse atıldılar.

Tutarlılık

“Günümüz düşüncesi kuramsal açıdan öylesine zayıf ki, gerçek ve ‘sahici’ bir düşüncenin gerektirdiği en basit özelliklerin -belginlik (rigueur), tutarlılık, açık-seçiklik- yalnızca hatırlatılması bile sırası gelince zamanın geçer-akçe havası içinde kuvvetle sırıtacaktır.”[125]

Aydınlıkçı zihniyet, sol hareketin ezici eksikliğine inat, pek tutarlıdır. Aydınlıkçı, kendi dışındaki solun karmakarışık bir kafa yapısıyla ortalarda dolaşmasını, derin bir kendinden hoşnutlukla, tutarlığını mantıksal sınırlarına götürmenin adeta vesilesi yapar. Aydınlıkçının mantığının izlediği yol keskin bir şekilde yukarıdan aşağıya doğrudur. Karşısına çıkan ve üçüncü şahıslar üzerinde çok güçlü etkiler yaratan olguları, düzmece diyerek elinin tersiyle geri çevirir. O, bunlara aldanmayacak kadar aklı başındadır. Aydınlıkçının tutarlı analizi bir kez ortaya kondu mu, o artık dışarıdan doğrulamaya ihtiyaç duymaz, analiz kendini kanıtlayacak şekilde kurulmuştur.

Aydınlıkçı, gerçeği tümel olarak ön-bilir; çünkü bütünsel ön-analizini dönemin başında yapmıştır. Geriye kalan iş, artık her bir olgunun bütünsel gerçeğin belirtisi ve kanıtı olduğunu ‘araştırmak’ ve yerine koymaktan ibarettir. Aydınlıkçı, ‘gerçeği olgularda arama’yı, ve ‘her yeni olay ve olguda, gerçeğin nasıl net bir şekilde tecelli ettiğini gösterme’yi hiç ihmal etmez. Bu konuda azımsanmayacak bir enerji harcar. Sık sık organizasyon şemaları hazırlar. Gerçek, bilmeyenlere, her yeni olguda yeniden deşifre edilmelidir!

Hiçbir olay kendiliğinden oluşmaz. ‘Kazara’ kendiliğinden oluşmuş görünen olaylar, her an birilerinin suikastına kurban gitme riski altındadır; nitekim her bir olayda bu kanıtlanır. Olgu ya da olaylar, ya kendi mantık bütünlüğüne bire bir uygundur, ya da hemen bir işlemle uydurulmalıdır. Dünya üzerinde olan çok küçük olaylar bile tümel gerçeğin dışavurumları, yeniden-üretimleridir.

Aydınlıkçılığın ‘sorunu’, gayet tutarlı ve cüretkar olabilmesidir; Aydınlıkçılık kendine inanır ve kendinden emindir. Aydınlıkçıyı bağnazlaştıran; Perinçek’in şaşırtıcı bir tutarlılıkla ortaya koyduğu bütünlüktür. Bu bütünlük zihinde bir kez kuruldu mu; artık olay ve olguların bunun ‘karşısında’ olma şansı kalamaz. Aydınlıkçı, ‘ideolojinin özneyi yarattığı’nı en mükemmel şekilde kanıtlayarak, gözü ile değil zihni ile görür.

28 Şubat’ı sadece Aydınlık değil, solun genel olarak tarihsel alana yakın liberallerinden ideolojik alanın doktriner soluna kadar, reformist alanın liberaller dışında kalan ağırlıklı kesimi destekledi. Özneler arasında SİP sayılabilir. Fakat, solda sadece Aydınlık, görüşlerinin politik karşılıklarını yaratma, izleme, bulma, yakalama dirayetini gösterdi. Bu, paradoksal ve aynı zamanda doğrusal olarak, Aydınlık’ın yer yer devlet güçleriyle aynılaşmasına yol açtı; ama bir görüşün ‘samimi’ savunusu böyle olur.

Öte yandan, SİP’in kararsızlığı, ürkekliği, onu politik olarak ‘uygun’ bir yere, solun devrimci kesimleriyle etkileşiminin kesilmediği bir yere gönderiyor, bir yerde tutuyor, ya da ‘politik sol duyu’, SİP’i tutarsız yapıyor. SİP, utangaç tarihsel solcu ve mızmız politik solcu iken Aydınlık, tok bir tarihsel solcu, ve (gerektiğinde kılı kıpırdamadan devrimcilere de düşman) tok bir politik ‘uzantı’ olabilir.

Benzer bir şekilde, ÖDP de tutarsızlığıyla ve onun sayesinde politik sol ile ilişkilerini kesme konusunda ivecen olamamıştır. CHP ile DSP örneğinde de benzer paralelliği kurmak mümkündür.

Su sızmaz bütünlük

Su sızdırmaz bir bütünlük devrimci olamaz; bu bütünlük, materyalist de olamaz.

Su sızmaz bütünlük, olasılıkları, eğilimleri görmez. Tek yönlü bir gerçeklik anlayışına sahiptir. Bu ölçüde tutarlı ve kapalı bir bütünün, tarihselliğin çelişkili dinamikleriyle, tutarsız ve açık uçlu dinamikleriyle örtüşmesi, tarihsel olarak çok zordur. Gerçekliğin kendisine ‘uygun’ bir “kanatlı gerçekçilik” lazımdır. Aydınlıkçının diyalektiksiz ufku, Türkiye’yi kendi içinde antagonist çelişkilere sahip bir birim olarak almaya kifayet etmiyor. Bu ufuk, çelişkili ve çatışkılı bütünlüklere asla tahammül edemez. Bütünlüğünün bir yanını açık bırakmaya katlanamaz. ‘Açık uçlu bütünlük’ gibi bir ifade, Perinçek mantığının yanına bile yaklaşamaz.

Aydınlıkçı zihniyet için, gerçeğin çelişkili öğeleri görmezden gelinir. Mantıksal bütünlüğü çerçevesinde sadece doğrulayıcı kanıtlar bulunacağı için sonucun değişmeyeceği önceden bellidir. Mantıksal politik programı destekler mahiyette olan en küçük işaretler bile değerlendirilir. Bu konuda hiçbir sınır tanınmaz. Genel olarak aynı ‘tarafta’ görülen ancak farklı düşünen özneler ya hor görülür ya da düşman. Sunduğu tablo, önemli oranda gerçek öğelerden oluşur. Aydınlıkçı, gerçek yığınının akıl ve mantığa uygun bir dizilimini yaratır. Ortaya koyuş, Perinçek nezdinde gerçekten karşı çıkılamaz bir mantığın ifadesidir.

Aydınlıkçının bütünü gerçek bir bütündür; dışa kapalı bir yapı. Aydınlıkçı için, epistemolojisini ‘ucu açık bir bütünlük’ şeklinde kurmak mümkün değildir. Aydınlıkçı, ‘açık uç’un getireceği belirsizliğe dayanamaz, ‘açık uç’dan mutlaka irrasyonel öğeler sızacaktır ve acilen kapatılmalıdır! Aydınlıkçı hiçbir zaman “Olayların kendileri ruhlarımızı tedavi edecek” diye yazmaz.[126]

Aydınlıkçı özneldir ve kibirlidir. Olsa olsa, olayları o düzene sokar. İbrahim Kaypakkaya’nın, Aydınlıkçılığın henüz belirdiği yıllarda, Aydınlık önderlerinin bir özelliğine dair söyledikleri yabana atılamaz: “Bu burjuva baylar, oturdukları sıcak köşelerinde, dünya politikasına kendilerinin yön verdiğini sanacak kadar da aptal ve gururluydular.”[127]

Politikanın dışındaki akılsızlar

Bilgisiz politika olmaz. Aydınlık en iyiyi bilir. Aydınlık en iyi politikayı yapar.

Bunlar Aydınlıkçıların önermeleridir.

Bilmeyenler bilenlere tabi olur. Aydınlık bilendir. O halde Aydınlık’a tabi olmayanlar, serseri ve başıbozuktur ve karşı-özne tarafından kullanılmaya çok elverişlidir.

Aydınlıkçı zihniyete göre, bilmeyen politika yapamaz. Aydınlık, her zaman en iyisini bilir. Bu yüzden politikanın odağı Aydınlık’tır. Gerçek hareket, büyük öznelerin iradesiyle meydana gelir. Aydınlıkçı için, kendiliğindenliğin kendi bulunduğu yere yönelmek kaydıyla imkanı vardır. Ancak kendiliğinden hareket, kendinden uzaklaşıyor, hele kendinin modeline aykırı, onu geçersizleştirmek üzere hareket ediyorsa, o andan itibaren karşı-öznenin denetimine geçmiş demektir.

Aydınlık’a göre, bütün dünya iki kutba bölünmüştür. Karşı kutupta her zaman komplolar, provokasyonlar peşinde olan bir büyük özne vardır. Çünkü tarihin çarkına aykırı hareket etmektedir ve çarka, komplolar aracılığıyla müdahale etmeye çalışmaktadır. Ama bütün çabası boştur. Bu dünyada Aydınlık’ın misyonu, büyük özneye karşı cepheyi oluşturmaktır. Ancak cephenin yegane ‘tam öznesi’ Aydınlık’tır. Beri tarafta, Aydınlık’ın çözümlemelerine uygun hareket etmekten başka seçeneği olmayan ve genellikle fiziksel bir güce dayanan bir ‘öznemsi’ vardır. Aydınlık, misyonu çerçevesinde ‘öznemsi’yi kendi aydınlattığı gerçekler etrafında birleşmeye çağırır. Bu, 12 Mart dönemi öncesi “Devrimciler Güçbirliği” ve “Sosyalist Kurultay”; 1974-77’de “Proleter devrimcilerin birliği”; 1978-80’de önce CHP’yle birlik, sonra, “Milli Birlik Hükümeti”; 1986-89’da “Sosyalistlerin birliği”; 1990-92’de PKK’yle birlik; 1996-99’da “Sol Güçbirliği”; 1999’dan bugüne “Ulusal Güçbirliği” adı altında orduyla birlik arayışı olmuştur. Son zamanlarda Aydınlık, kendinin bileşenlerinden olduğu bir koalisyondan söz etmektedir.

Bu örnek, Aydınlıkçı mantıkla etkileşime girmek için bir vesile olabilir. Aydınlık’ın ‘öznemsi’lerle birlik girişimlerinin tamamı, anlamlı bir gelişme bile gösteremeden başarısız olmuştur. Ama Aydınlık, tarihi, “Tarih bizi doğruladı” olarak değerlendirmekten hiç vazgeçmedi.

Gerçek apaçıktır, her şey bellidir; karşı cephe ve saflar ayan beyan ortadadır. Beri cephenin dizilişini de kendisi zaten canla-başla anlatmakta, açıklamaktadır. Hal böyleyken, itiraz edenler ve kendinden farklı düşünenler ya aptal, (eşdeyişle, bilmeyen, özne-olmayan)dır, ya da karşı-cephenin piyonudur. Her iki halde de, farklı duruş, politika dışı olmaya mahkumdur. Bu yüzden, provokatörler, ajanlar, başıbozuklar çevreden eksik olmaz.

Hiçbir zaman rehavete kapılmaz, her an hazırdır. Politik refleksleri muhataplarının birçoğuna göre mükemmel gelişmiştir. Her yeni olayı, sektirmeden, tümel gerçeği doğrultusunda açıklayabilir. Güneşin altında olup da bilmediği bir şey olması olanaksızdır. Ve bunun doğrusal ve zorunlu sonucu olarak politik tutumunu belirler.

Bilgi onun için denetimi sağlama aracıdır. İçinde yaşadığı dünyayı her an elinin altında tutmak vazgeçilmezdir. Çelişkili davranmak, beklemektense ‘ölümü’ yeğler.

Eğer gerçek gerçeğin bombardımanı dayanamayacağı bir düzeye gelmişse, çoğu örnekte geç kalmış olarak, kendi dönemsel gerçeğini terketmeyi bilir. Bu kez, tazelenmiş bir enerjiyle aynı mantıksallık sürecini oluşturur ve uygular. Bu, kesinlikle bir döngüdür.

Yaratılan gerçek, gerçek gerçeğin önemli ve temel öğelerinden bazılarını genellikle içerir. Bu ona müthiş bir güç verir.

Anahtar ellerinde olduktan sonra, -tarih bunu hep kanıtlamıştır!- tarihsel doğrultular ve politik tarafların akıbeti tam olarak tahmin edilebilir. Gerçekte belirsizlik diye bir şey yoktur. Aydınlıkçının materyalizmi bu kadardır: Maddi gerçek özneye şeffaftır.

Aydınlıkçının kafasındaki dünya gayet tutarlı, nereden geldiği ve nereye gittiği belli bir dünyadır. Bu dünyada her şey bilinçlerin savaşı olarak cereyan eder. Tarih, nesnel ve özneler yaratan karışık olaylar dizisi değildir; tarih, başında özneleriyle birtakım nesnel güçlerin savaşıdır.

Düşünüyorum, öyleyse var!

Bu, Aydınlıkçılığın epistemolojisinin vulgarize temel ilkesidir.

Aydınlık’ın politikasına temel teşkil eden epistemolojisi materyalizme kategorik itiraz üzerinden yükselir: Ona göre, gerçeklik bilen özneye tabidir.

Althusser, “kendine masal anlatmayı bırakma”nın, “materyalizmin tuttuğu tek tanımı” olduğunu söyler.[128] Althusser’in bir mecazla tanıttığı materyalist, Aydınlıkçı için aptalın, başıbozuğun tekinden başka bir şey olamaz:

“İdealist, trenin hem hangi istasyondan kalktığını hem de nereye gittiğini önceden bilen adamdır ve trene bindiği zaman nereye gideceğini de bilmektedir, çünkü onu götüren trendir. Materyalist ise aksine, nereden gelip nereye gittiğini bilmediği trene hareket halindeyken binen adamdır.”[129] Althusser, öznesiz ve ereksiz süreç anlayışını iğretilemeyle formüle ediyor.

Bu, aynı zamanda, Aydınlıkçı politika anlayışının dayandığı temeli de ortaya koyuyor. Burada soru şudur: Politik eylem için her şeyin bilgisi zorunlu mu? Aydınlıkçı bu soruya verdiği cevap çerçevesinde, felsefede idealist, politikada rasyonalisttir. Aydınlıkçının cevabının, koca bir “Elbette, aksi mümkün mü?” olacağını tahmin etmek zor değildir. Aydınlıkçı, materyalizmi gerçeğe aklın egemen olabilmesi şeklinde anlar; onun için devrimci politika da bundan çok farklı olmayan bir süreçtir: Politikanın (doğru devrimci politikanın) öznesi -onu yapan özneden söz ediliyor, onun sonucu olan özneden değil- gerçeği bilendir. Gerçek, bir özne tarafından bilinebilir ve bilen özne amacını gerçeğe uygular: Bu, politikadır.

Aydınlıkçı literatürde, materyalizm terimi sıkça kullanılır. Bu terimi, Aydınlıkçının zihninde, materyalist felsefe değil de materyalist dünya görüşü olarak anlamak isabetli olur. Materyalizm, Aydınlıkçının özellikle, politik dönem değişikliklerinde başvurduğu bir terimdir: Gerçeklik değişmiştir; Aydınlıkçının politikası da gerçeklere paralel bir şekilde değişmiştir. Çünkü Aydınlıkçı materyalisttir!

Mantıksal eğilimin rasyonel sonucu

Aydınlıkçının zihniyetini anlamada en uygun görünen alan mantıktır. Aydınlıkçı için, mantıksal-olan aynı zamanda politik-olan’dır da… Politik-olan, mantıksal-olana uydurulur; onun modelinde kurgulanır. Mantıksal-olan ile politik-olanın epistemolojisinin farklı olduğunu düşünmez bile Aydınlıkçı. Mantıksal-olanın temel tanıtıcı niteliklerinden biri tutarlı ve kapalı olmasıdır; oysa politik-olan, öznenin, zihninde tam ya da ‘tama yakın’ resmini çıkardığında kopacağı, dolaysız ilişki kurduğunda soyutlayamayacağı bir niteliğe sahiptir. Politik-olan, tanındığında bir gerçek olmaktan çıkmıştır; bir gerçek olduğunda tanınamaz. Ama Aydınlıkçı bunu tanımaz! Onun, güneşin altında bilemeyeceği bir şey yoktur.

Bütün bunların sonucu, politikayla ilişkiler bağlamında, Aydınlıkçının rasyonalizmin geleneksel sorunlarıyla karşılaşmasıdır: “Şematik ve soyut olmak; nesnelerle yakın ve özsel temastan yoksunluk.”[130] Bu, iki şekilde belirir Aydınlık’ın tarihinde: Aydınlık, kitle hareketiyle hiçbir zaman canlı temas kuramamış, kitle hareketinin içinde Aydınlıkçılara hiçbir zaman etkin özneler olarak rastlanmamıştır. Devrimci hareketler, önemli bir canlılıkla, nerede somut bir sorun varsa orada olabilmiştir. Öte yandan, bu, Aydınlık’ın hiçbir özgül sorunu kendi özgülünde tanımaması şeklinde tecelli etmiştir. Aydınlık için, her sorun, dolaysızca dönemin baş sorununa bağlıdır.[131] Ancak Aydınlıkçı, rasyonalizmin geleneksel avantajlarına da sahiptir: Rasyonal bilgi, “uygulama ve eylem için” büyük önem taşır. Ancak bu bilgi, “nesnelerle kurulan doğrudan ve aracısız temas yoluyla kazanılan bilginin temel özelliği olan (…) tamlığa sahip (değildir).” [132]  An’ın içindeki öznenin anın nesnesiyle ilişkisi parçalı değil tamdır; bunun başka türlüsü mümkün değildir; tamlığın sınırı öznenin politik güç ve etkisine bağlıdır. Eğer bir mecaz mümkünse, an’ın içindeki öznenin, dönemin ya da sürecin nesnesiyle ilişkisidir parçalı olan. Ama bunun da aksi, yani an’dan sürece tamlık ilişkisi mümkün değildir. An’ın dışındaki rasyonal öznenin anın nesnesiyle ilişkisi, sanılanın aksine tam ve gerçek değil, eksikli ve şematiktir.

Aydınlıkçı, “Genelin önde gelen çözümünü bulmadan, parça parça sorunları ele almak mümkün değildir” (Lenin) diye ısrar edecektir; ancak, genelin pratik-politiği olmaz; ‘parça(sı)’nın pratik-politiği olur.

Kavranılacak halka

Aydınlıkçı politikanın temel düsturunun Lenin’in şu sözlerinde yattığı yaygın kanaattir: “Siyaset sanatının tamamı, elimizden koparılıp alınması en güç olan halkayı, belirli bir anda en önemli olan halkayı, onu elinde tutana bütün zincire sahip olmayı en çok güvence veren halkayı bulmaktan ve ona olabildiğince sıkı bir biçimde sarılmaktan ibarettir.”[133] Bu, temel ve başlıca bir yanılgıdır. Aydınlıkçı politika, genellikle sanılanın aksine bir konjonktür politikası değil, bir ‘dönem’ politikası güder. Dönem politikasının bir an’ı yoktur; dönem politikası, çok sayıda şeffaf ya da dönem-öznesince basit bir işlem sonucu şeffaflaşacak anları içerir, ancak dönem hiçbir zaman anlar adı altında toplanacak bir oluşturucu öğeye sahip değildir. Dönemin öznesi, ona dışsaldır. Dönemle ilişkisi esasen tek yönlü işleyen bir uygulama ilişkisidir. Bu, tipik rasyonalist öğedir.

Perinçek’in rasyonalizmi, onu konjonktür politikasından ‘dönem politikası’na itiyor. Rasyonalizmi, gerçeğe hakim olam eğilimi, onu, konjonktürün belirsiz ve çapraşık ilişkilerinden uzak tutuyor. Bu rasyonal politikanın mekansal/uzamsal sınırı da oldukça, alabildiğine geniş: Dünyanın tümü. Perinçek, tutarlı mantıksal rasyonalizmi sayesinde, dünyanın herhangi bir köşesindeki herhangi bir politik olayı ‘kolayca’ açıklayabiliyor. Sorunla karşılaştığında ise, senaryo üretmekten hiç çekinmiyor. Onun için teori, jeo-politik/jeo-strateji, politika jeo-politiktir. Onda bu anlamda, teori ile politika özdeştir. Lenin’i nasıl ifade edebiliriz bu konuda? Lenin tam bir konjonktür politikacısıdır. O, beşer-onar yıllık aralarla değil, günlük, haftalık, aylık aralarla ‘değişiyor’.

Konjonktürü göremeyen ‘politik’ Perinçek, büyük iddiacılığıyla, birçok konjonktürde ve sayısız olguda, fena halde yanıldı.

Rasyonel politika

İki uç eğilimini, konjonktürü görmeyen dogmatizmle konjonktürde özne olmayan kendiliğindencilikte bulan politika anlayışı karşısında Aydınlıkçının her anı gözetir görünen politik duyusu çok önde görünür. Ancak, bu yanıltıcıdır. Aydınlıkçının rasyonel dizilimi, onun, ayrımını ve tanınmasını belirsizlikte bulan konjonktüre ‘inmesi’ne izin vermez. Aydınlıkçı, bilmediği sularda kulaç atmaz. Bu yüzden, Aydınlıkçının politik refleksleri de orijinal ve biricik refleksler değil, rasyonel bir analizin önceden tahmin edebileceği türden tepki tarzlarıdır. Bir dönemin dinamiklerini oluşturan çatışan özneler saptanır. Öznelerin güç ilişkileri ortamında alternatif hareket tarzları belirlenir ve bunlardan biriyle karşılaşan Aydınlıkçı, sanki hazırmış gibi, önceden biliyormuş gibi politik taktik tutumunu belirler.

Konjonktür, elbette, sürece ilişkin birtakım unsurlar ihtiva eder.[134] Aydınlıkçı işte bunları rasyonel işleme tabi tutulabilmektedir. Fakat, konjonktürel olan, bilginin (: bilimsel bilgi) mümkün olmadığı bir ‘nesne türü’dür. Aydınlıkçı esasen bunu kabul edemez. Nitekim o bu bilgi açığını, sistematiğinin izin verdiği bir başka yolla ikame eder: Yarının gerçeğini bugünden planlayan başka bir özne mutlaka vardır; zaten su uyur düşman uyumaz! Bu durumda yapılacak olan, genellikle karşı tarafta yer alan öznenin -bir Büyük Özne de (SüperNATO türünden) hep vardır zaten- planları hakkında istihbarat ve masabaşı zihin işlemi yapmaktır. Aydınlıkçı, dönem analizi gereği, biraz düşünürse, olayların ne yönde seyredeceğini bilir, ya da olay çıktıktan sonra, nasıl çıktığına ilişkin istihbari ampirik bilgilerle bezenmiş analizini yapar. Aydınlık’ın bu analizleri gerçekte yanlışlanamaz niteliktedir. Analizlere ve tahminlerin akıbetine ilişkin itirazların Aydınlıkçı nezdinde ‘teorik’ bir anlamı yoktur, çünkü Aydınlıkçının kendini kanıtlayan analizi sadece kabul edilerek, yani o kapalı dünyaya girerek eleştirilme imkanına sahiptir; bu durumda da iş işten geçmiş, Aydınlıkçı öncüllerle düşünmeye başlamışsınızdır. Aydınlıkçının, “Bütün filler uçar” önermesini, içeriden eleştiremez, çürütemezsiniz; tek yol, dışarıya çıkmaktır, ama bu durumda da işlem (teorik) eleştiri olmaktan çıkar.

Pratiğin ölçütü

Aydınlıkçının su sızdırmaz fıçısının kendisi tarafından da kabul edilmiş bir çatlama zamanı vardır: 12 Eylül’e öngelen dönem ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi. Rasyonalist, andaki sorunu da, tüm diğer dönem sorunlarını da ilke olarak çoktan çözmüştür; ama tam da bu nedenle, rasyonalist an’ın içinden çıkar ve ilkesel çözüm’ün öznesi, anın sorununun fiilen çözümüne imkan vermeyecek bir uzaklığa yerleşir.[135] Rasyonalist ilkeler manzumesi, etkin olmaya çalıştığı gerçekliğin bütün yönelimlerini kapsayamaz, göremez; ayrıca yeni dinamiklere doğal tepkiler verme refleksini de yitirmiştir. Bu yüzden, rasyonalist, yeni bir kurallar kitabı oluşturmadan hareket edemez; ya da eski kurallar kitabıyla ‘yeni dönem’de anakronik bir şekilde boşa kürek çeker. 12 Eylül darbesinden sonra Aydınlıkçılar tam bu duruma düştüler. Başta 12 Eylül yönetimine destek verdiler, hatta terörün başını ezeceğini söyleyen Evren’i kutlama kervanına onlar da katıldı. Fakat, tutuklamalar ve işkenceler kendilerine de reddemeyecekleri, görmezden gelemeyecekleri, tolere edemeyecekleri bir noktaya gelince, derin derin düşünmeye başladılar. Bu arada birkaç yıl geçmişti. Bugün Aydınlıkçılar, 12 Eylül’de kendilerinin ABD’ci güçlerin bir nolu hedefi olduklarını övünerek yazabiliyor.[136]

Aydınlıkçının kapalı, kendini doğrulayan analizine ilişkin son bir örnek, Ankara’da 11 Nisan’da meydana gelen esnaf eylemidir. Aydınlık, “Esnaf eyleminde SüperNATO tertibi” kapak spotuyla olaya yaklaşımını duyurdu ve olaydan önce bir istihbarat elemanıyla yapıldığı söylenen bir konuşmayı yayınladı. İstihbaratçının konuşması ve esnaf eylemine ilişkin Aydınlık’ın yaptığı haber, korkunç bir komplo ortamında yaşandığı ve Aydınlık’ın dediği yapılmazsa, büyük öznelerin insanı ‘ham’ yapacağı bir dünyada yaşandığıydı:

“ABD, Ordu’ya karşı Haziran darbesinin sokak çarpışmalarını başlattı. Esnafın 11 Nisan’da Ankara’da yaptığı eylem provokasyonla noktalandı. Provokasyon örgütlü ve planlıydı. (…) Eylemlerde SüperNATO’nun kullandığı ‘sağ ve sol’ provokasyon grupları kullanıldı.”[137] Aydınlık, senaryosuna bir de dayanak uyduruyor ve bir muhabirinin, Ankara’daki esnaf eyleminden bir gün önce bir istihbaratçıyla görüştüğünü yazıyor. Bu görüşmenin kayıtları da şöyle aktarılıyor Aydınlık sayfalarına: “Yarın çok büyük olaylar olacak. Kitlesel eylemler. Esnaf bütün Türkiye’de trafiği kilitleyecek. Ortalık karışacak. [Aydınlık muhabiri kimin yaptığını soruyor.] Birileri yapıyor. Sizin CIA dediğiniz yer de olabilir. Çok büyük olaylar olacak. Dolar çok yüksek boyutlara çıkacak. Kemal Derviş, bazı olaylardan dolayı istifa edecek. Cumhurbaşkanı, MGK’yi ekonomik kriz nedeniyle olağanüstü toplantıya çağıracak. Olağanüstü hal ilan edilecek. Bakanlar Kurulu feshedilecek. Meclis feshedilmeyecek. Teknokratlar hükümeti kurulacak. Kemal Derviş, ekonomiyle ilgili tüm yetkileri elinde toplayacak. (…) Yarınki olaylar çok önemli. Yarından sonra ne olacağı iyice açığa çıkar.”[138] Bu görüş, aynı sayıda Perinçek’in başyazısında da yineleniyor: “Ankara’daki esnaf mitinginin önderliğini SüperNATO timleri ele geçirmiştir.”[139] Bu yazının üzerinden aylar geçti! Ama Aydınlıkçı zihniyet yılmaz; muhakkak CIA’nın oyununu bozan bir şeyler olmuş, ulusal güçler karşı-atağa geçmiştir!

Akıntıya karşı Aydınlık

Aydınlıkçıda, gerçek ve sağduyuya direnme cesareti gösteren bir öznenin tutumunun söz konusu olduğu kesindir. Aydınlık’ın zaten neredeyse bütün tarihi, sol hareketin bütünüyle ayrı durmakla, sol hareketin genel anlayışlarına karşı anlayışlar oluşturmakla geçmiştir. Ancak, Aydınlık, karşı duruşunu salt sol harekete karşı değil, topluma karşı da gösterebilmiştir. 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgaline sol harekette öne çıkarak tok bir tutumla karşı duran Aydınlık, halkta yükselen şovenist dalgayı göğüslemeye cüret etmiştir. Aydınlık, dünya ve bölge analizi gereği, bütün Türkiye kamuoyunu derinden etkileyen Bosna-Hersek savaşında Boşnaklara karşı Sırpların tarafını savunmuştur. Aydınlık, kendi meşrebine uygun yola, bildiği tarzda girmenin birçok örneğini vermiştir.

Ampirik karşılık

Aydınlıkçı zihniyet, politik analiz ve nesne ile ampirik gerçeği karıştırır. Ona göre, bir politik gerçeğin birey öznelere varıncaya değin bilişsel karşılığı illa olacaktır. 12 Eylül darbesini yapanlara ABD’liler “bizim çocuklar” demeseydi de, Aydınlıkçılar illa bu türden bir ‘kanıt’ bulurlardı. Onlara göre, ABD’ye bağımlılık, ampirik olarak CIA’ya bağlı ve resmi kayıtlı bir ajan olarak çalışmaktır. Aydınlıkçı zihniyete göre, örneğin, ABD’ye bilişsel olarak ‘düşman’ birinin ABD’ci olması açıklanamaz. Bu, sadece “sahte sol” örgütlerdeki kandırılmış militanlar için söz konusu olabilir. Aydınlıkçı zihniyete göre, politik gerçeğin ampirik karşılığı muhakkak vardır; eğer onu göremiyorsa Aydınlıkçı, oturur masasının başına ve ampirik karşılıkları engin ‘analiz’ gücüyle ‘yaratır’. Bu, çoğu zaman bir şemayla gözler önüne serilir. Okurda, aslında Aydınlıkçının kendisinde de, şemadaki ilişkilerin ampirik olduğu kanısı değil, görüşü hakim kılınır.

Realizm

Dışsal maddi gerçekliği reddeden, ona tabi olmaya tahammül bile edemeyen bir rasyonalist. Bu, şu demek oluyor: Kendini konjonktüre nesne olarak bırakan bir özne düşüncesi bile Aydınlıkçı için zordur. Bu anlamda Aydınlıkçı, gerçekçi midir? Aydınlık, rasyonalizmi yüzünden, gerçeğe kendini bırakamayışı yüzünden, teoriyi de tanımaz; onun yerine stratejiyi geçirir. O, taktik yerine de (basitçe) uygulamayı geçiriyordu. Yani, her özgül anı değerlendiren tutum ve hareket değil, her özgül anı dönemin basit yansıması, doğrusal yansıması olarak gören ve taktiği bir özgül yeniden-kuruluş olarak değil, döneme şeffaf bir (neredeyse teknik) uygulama olarak ele alan bir yaklaşımdır.

Aydınlık’ın kapalı bütününü, bir Aydınlıkzede’nin şu serzenişinde semptomatik olarak yakalamak mümkündür: “Bu eleştirinin problemi, istenileni yapmadıkça aksini ispatlamanın mümkün olmamasıdır.”[140] Aydınlık’ın su sızmaz mantıksal kalıbı, Aydınlıkçıdaki dinamik yoksunluğunu, birörnekliği, yeknesaklığı, her bir Aydınlıkçının bir Perinçek ya da Hasan Yalçın gibi yazıp konuşmasını açıklayıcı niteliktedir. ‘Kürt’ bir Aydınlıkçı, ‘işçi’ bir Aydınlıkçı, ‘köylü’ bir Aydınlıkçı, ‘öğrenci’ bir Aydınlıkçı, ‘kadın’ bir Aydınlıkçı, …. yoktur; bir üst-Aydınlıkçı kimlik vardır. Peki diğer kimlikler ikincil midir? Hayır! Tek ve yegane, uniform bir Aydınlıkçılık vardır, başka bir tür, biçim, … yoktur. Bunun, özneler yaratmada ne kadar başarılı bir hareket olması bakımından övgüyle karşılanması söz konusudur. Aydınlık merkezinin, her anlamda ‘aşırı’ bir merkez olduğu açık ve kesindir; fakat bu kadar başarılı bir merkez olmak politik bakımdan ‘hayırlı’ değildir. Aydınlık, dönemsel ölçekte kimseyi kendisiyle yarıştıramayacak denli esnektir; ancak bu hareket, konjonktürel planda kaskatı bir görünüm arzeder: Hem dikey hem yatay olarak kaskatı.

Mutlak bir mantık her şeye egemendir. Mantıksal rasyonalizm. Mantıksal rasyonalizm aslında görece daha bildik bir terimle anılmayı hak ediyor: Metafiziksel rasyonalizm.

Her dönemin, bir “baş çelişkisi” vardır. Bu çelişkinin karşı tarafı baş düşmandır. “Merkezi görev”, bu temelde belirlenir. “Günün görevi”, bu bakımdan dönem politikası mantığına ters bir doğaya sahiptir. Mesela Aydınlık, 12 Eylül 1980’e birkaç ay kala, “Günün görevinin MHP’ye karşı mücadele olduğunu” saptamıştır. Bu, onun “baş düşman” ve “merkezi görev” saptamasını boşlukta bırakıyordu.

Her ilgili dönemdeki her olgu, olay, eğilim türünden “parçalar”, baş-önceliğe bağlıdır, onun dolaysız bir yansımasıdır; ya da ona dolaysızca uzatılabilir, teşmil edilebilir. Aydınlıkçı için, kendi önceliklerine göre dizilemeyecek hiçbir gerçeklik öğesi olamaz.

Ucun açıldığı momentler

Aydınlıkçı için kopuştan söz edilebilecek yegane moment, bir dönemin bittiğinin yenisinin başladığının ön-düşüncelerinin bir şekilde oluşmaya başladığı metafizik zaman dilimidir. Bu genellikle, Aydınlık’ın tarihi öyle gösteriyor, diğer emsal öznelerle karşılaştırıldığında ‘geç’ olduğu söylenebilecek bir fiziksel etkidir: 12 Eylül darbesinin Aydınlıkçıları kulaklarından tutup cezaevine tıkması, Kürt hareketinin Türkiye Cumhuriyeti karşısındaki ilk gerçek muhalefet hareketi olarak ortaya çıkışı, Körfez Savaşı, İslamcı harekette ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde görülen kıpırdanışlar… Bu fiziksel etkiler, Aydınlıkçıları diğer sıradan fanilerle birleştiren birer ‘ortak duyu’ mahiyetindedir.

Aydınlıkçı, nesnesiz bir analizin yürütücüsüdür. Onun bütün tahminleri gerçekleşir; çünkü o, aksi gibi görünen bütün öğeleri tereddütsüzce bir yana iter. Örneğin Aydınlıkçı, partisinin oy patlaması yapacağını tahmin etmiştir. Sonuçların Aydınlıkçıyı zor duruma sokacağını düşünen sıradan faniler, onun tahminin nasıl gerçekleştiğini okurlar: Gerçekte şu kadar milyon oy gönülden verilmiş fakat sandığa atılmamıştır. Patlama gerçekleşmiştir, zira bu tür şeyler sayısal değil siyasal olarak algılanmalıdır. Önümüzdeki günlerde bunun siyasal sonuçları, bugünden onu görmeyenlere görecekleri şekilde yansıyacaktır; bundan kimse kuşku duymamalıdır!

Aydınlıkçı için, gerçeklik mekanik bir dizilime tabidir. Biraz karmaşık bir makina ama yine de kuşkusuz makina… Aydınlıkçı için, gerçek dünyanın bütün ilişkileri birbiriyle ilişkilidir. Bu, elbette ‘diyalektik’ bir önermedir! Bir ve aynı mekanizma, baş motorun hangi aksamının çalıştığına bağlı olarak nitelik değiştirir. Yanlış anlaşılmalalıdır; mekanizma her şeyiyle aynı olabilir; bu önemli değildir. Hatta sıradan bilinçleri genellikle bu yanıltmaktadır. Örneğin IMF dün iyi bir kuruluştur. Ama bugün artık şerrin baş aracıdır. IMF dün de emperyalist ülkelerin bir kuruluşudur, bugün de… Bugünün gerçeğinin argümanı şudur: IMF, falan yılında ezilen ülkeleri sömürmek için kurulmuş bir oluşumdur, onun emperyalistlerin çıkarından başka bir çıkarı savunmasını beklemek aptallık değilse hainliktir. Emperyalist ülkeler dün, ezilen devletlerle eşit ve ulusal haklara saygı temelinde ilişki kurabilir, ama bugün değişen şartlarla birlikte, bu mümkün olamaz. Bugünün gerçeğinin argümanı şudur: Emperyalizmle eşit ilişki beklentisi bir aptallık değilse hainliktir!

  1. 5. Su Sızmaz Bütünlüğün Kaçak Yerleri: Örnekler

Teoride kaçak

Perinçek, bir yazısında, aydının diğer insanlardan farkını anlatıyor: “Aydın, deyim yerindeyse, ideolojik insandır. (…)

“Aydın, her zaman kendisi içindir (für sich); başka deyişle bilinçlidir. Aydın, sınıfsal konumlanmadaki nesnel yerini, kendi öznel seçişiyle, ideolojik tavrıyla saptar. Elbette, bu öznel seçiş, bu bireysel irade, belli toplumsal ilişkiler ve deneyimler zemininde ortaya çıkar, ancak yine de bireysel bir seçiştir, bireysel bir iradedir. Bireysel seçişin kendisi, nesnel-sınıfsal koşullar ve pratiklerle kuşatılmıştır ve nesnel bir toplum sahnesinde gerçekleşir. Bu anlamda nesnellikten bağımsız, toplumdan bağımsız bir seçiş yok elbette. Bu, ayrı bir konu.”[141]

“Bu, ayrı bir konu” cümleciği Perinçek’i aydını açıklayamadığının kanıtı oluyor. ‘Sıradan insan bireyleri’ne materyalist olan Perinçek, ‘aydın’a idealist epistemolojiyi uyguluyor. Ama bunu hemen geri alıyor. Aslında geri aldığı yazıdaki bütün tezidir.

Her teorik ve politik görüşler manzumesi, ne kadar iyi kurulmuş ve tutarlı bir şekilde oluşturulmuş olursa olsun, birtakım açıklara, tutarsızlıklara, sapaklara mutlaka sahiptir. Aydınlıkçıların, emsalleriyle kıyaslandığında kapalı ve içten tutarlı bütünlerinin de sapakları olacaktır. Aydınlıkçı fıçı da su sızdıracaktır. Aşağıda, birkaç örnek üzerinden Aydınlıkçıların görüşlerindeki ‘açık yanlar’, ‘tutarsızlıklar’ ortaya konulacak.

12 Eylül

Aydınlıkçı mantığın yakalanabildiği, kapalı bütünün içine girme imkanı bulunabildiği tarihsel bir olgu 12 Eylül’dür. 12 Eylül, Aydınlıkçılarla diğer sol kesimlerin değerlendirilmesi hususunda ortaklaştığı temel noktalardan biridir. Aydınlıkçıları, 12 Eylül örneğinde, solun genelinin minderinde dövüşe çekmek mümkün oluyor. Bu, Aydınlıkçı zihniyetle ‘uğraşmak’ için vazgeçilmez önemdedir. Zira, ‘gerçek’ ya da ‘doğru’, ontolojik düzlemde konvansiyonalist bir temele sahiptir. Ve Aydınlıkçılarla, 12 Eylül’ün değerlendirilmesinde konvansiyon sağlanabilmektedir. Bu alanda sağlanan mutabakatın verdiği imkanla, artık Aydınlık’ın mantıksal olarak iyi teşkil edilmiş bütünseline girmek mümkün olabilecektir: Madem 12 Eylül şu niteliklere sahip, o halde….

Çok yakın tarihli bir Aydınlıkçı kaynakta, 12 Eylülcülerin bir numaralı hedefinin Aydınlıkçılar olduğu yazıldı. “12 Eylül döneminde Amerikancı güçlerin bir nolu hedefi” ara başlığı altında şunlar yazıldı: “CIA İstasyon Şefi Paul Henze’nin ‘bizim çocuklar’ dediği 12 Eylül cuntasının iktidara el koyduğu gün kapattığı ilk gazete Aydınlık’tır. 12 Eylül rejimi, soldaki siyasal partiler arasında öncelikle Doğu Perinçek’in genel başkanı olduğu Türkiye İşçi Köylü Partisine karşı bir tutuklama kampanyası başlatmış, TİKP’yi solda MHP’yi dengeleyen örgüt olarak değerlendirmiştir. Nedeni, TİKP ve Aydınlık’ın Kontrgerilla kampanyalarıyla ABD güdümlü karanlık güçlere indirdiği ağır darbelerdir.”[142]

Aydınlıkçıların, 1978-81 yıllarına ilişkin özeleştirileri biliniyor. Fakat, bugünden bütün bir tarihi bu ölçüde farklı, hatta karşıt yazmak, ortada hiçbir zemin bırakmaya izin vermeyecek ölçüde keyfidir. Hiçbir politik özne, tarihi bu ölçüde keyfi yorumlayamaz. Aydınlıkçıların 12 Eylül’e öngelen dönemde bilerek ve isteyerek, devlete ve orduya hizmet ettiklerini, biliyoruz. ABD’yi sosyal-emperyalizme karşı müttefik gördüklerini, hatta ABD’yle ülkenini ilişkilerinin bozulmaması için kendi ölçülerinde epeyi çaba sarf ettiklerini de biliyoruz. Tarihine saygısı olan bir özne, hiç değilse, bu dönemi bu kez tersten öne çıkarmamalı. 12 Eylül’de bir numaralı hedefmiş Aydınlık! Yani, Aydınlık, bilincine rağmen, hizmet ettiğini sanırken meğer ABD’ci devlete ve ABD’ye en büyük darbeyi indiriyormuş! Bu modelin karşı özneleri akli bakımdan şöyle ifade edilebilir: ‘Aptal’ Aydınlık, ‘akıllı’ ABD. Aydınlık’ın, bugün de aynı ‘aptallığı’ yapmadığını Allah bilir!

MHP ve faşizm

1970’ler ve ‘90’larda MHP’nin ve devrimcilerin varlığı, Aydınlık’ın emperyalizm eksenli dünya ve Türkiye anlayışına aykırıydı.

Aydınlıkçıların, MHP’nin 70’lerdeki ve bugünlerdeki rolünü ve karakterini açıklamaları tutarsızdır. Aydınlık, 12 Eylül öncesi iki yılda, MHP’nin sıkıyönetimi desteklemesini açıklayamadı ve bu yüzden dualar etti; ‘aman, yarınki oylamada sıkıyönetime red oyu versin’ diye. Aydınlık bugün, MHP’nin IMF’ye ve kısmen de özelleştirmelere karşı mücadelesini açıklayamıyor. MHP, özelleştirme politikalarına, IMF’ye ve Avrupa Birliğine TSK’dan daha mesafeli bir görünüm arzediyor. Bu yüzden, Perinçek, Ankara Polatlı köylerinde partisinin politikalarını anlatırken MHP’den ne farkları olduğunu soran köylüye, bu partinin 1970’lerde işlediği cinayetleri hatırlatıyor. Bu tür bellek tazelemelerin Perinçek’e hiç yakışmadığını hatırlatmaya gerek var mı! Bu yüzden MHP’ye karşı enerjik kampanyalar örgütledi.

Aydınlık’ın “faşizm”e ilişkin bir görüş ve anlayışı bulunmuyor. Yazılarına bakılırsa, Türkiye’de MHP’yi faşist görüyorlar. Bazen 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini de faşist olarak niteledikleri oluyor. Ancak, yine açıklamalarına göre, faşizm emperyalistlerle en sıkı ilişki içinde olan kesimlerin politik eğilimi şeklinde tarif edilmesine rağmen, Aydınlık’ın literatüründe MHP, emperyalizmle sürekli bir şekilde çelişen ve esas olarak milliyetçi bir politik oluşum olarak beliriyor.

1977’den itibaren MHP’ye ilişkin Aydınlık görüşleri bunu ortaya çıkarmada bir başlangıç olsun:

“Bugün MHP, ‘Kahrolsun Amerikan ve Rus emperyalizmi, kahrolsun IMF’ sloganı atıyor. Bu tutumu yalnız, ‘göz boyamak’ veya ‘halkı aldatmak’ olarak açıklayabilir miyiz? Hayır. Çünkü MHP’nin Yunan düşmanlığı politikasıyla ABD’nin Kıbrıs ve Ege’de barışçı bir çözüm isteyen politikası çelişme halindedir.”[143]

Perinçek, bir dizi halinde yayınladığı aynı yazının, birkaç gün sonraki bölümünde, MHP’nin Kontrgerillayla birlikte, Türk-Yunan dostluğunu baltalamak, Ecevit hükümetinin Batının desteğini almasını engellemek ve kendi önderliklerinde bir darbenin yolunu açmak istediğini belirtiyor. Aynı ortamda, ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin politikası ise Türk-Yunan barışının sağlanması, Kıbrıs’ta bir an önce barışçı çözüme ulaşılması şeklinde anlatılıyor. “Çoğu zaman Sovyetler Birliği’nin, bazen de Kontrgerilla ile MHP faşistlerinin aleti olan” “sahte solcu” maceracıların da MHP ile paralel bir şekilde Türk-Yunan savaşını kışkırtmak, Ecevit hükümetini düşürmek gibi bir işlevleri oluyor.[144]

Aynı dönemde, Aydınlık’a göre, MHP’nin sıkıyönetim ilanından da hoşnut olmadığı[145], çünkü ordunun, MHP terörüne de yönelmekte olduğu “teşhis ediliyor”. Aydınlık gazetesi, sıkıyönetim ilanından itibaren, MHP’nin sıkıyönetime karşı olduğu, Meclis’te sıkıyönetimin uzatılmasıyla ilgili oylamada MHP’nin red oyu vermesinin beklendiğini sürekli bir şekilde yazdı: “Manşet: Sıkıyönetimin iki ay daha uzatılması bugün TBMM’de görüşülüyor. MHP’nin red oyu vermesi bekleniyor.”[146] Ama MHP her seferinde sıkıyönetime olumlu oy verdi. Aydınlık’ın oylamadan sonra çıkan sayısında bu durum “MHP son anda sıkıyönetime olumlu oy verdi” diye duyuruldu: “(Manşet:) MHP son anda tutum değiştirdi ve sıkıyönetime ‘evet’ dedi. AP uzatılmasına karşı çıktı. CHP, Milli Birlik Grubu, … ile MHP lehte oy kullanırken…”[147] İki ay sonra, aynı senaryo tekrarlanıyor: “(Manşet:) AP, MSP ve MHP sıkıyönetime olumsuz oy verecek. MHP’li Okuyan: ‘Tüm Türkiye’de sıkıyönetim ilan edilirse olumlu oy verebiliriz.”[148] Ve oylama sonucu, yine hüsran: “(Manşet:) Sıkıyönetim 19 ile çıkarıldı. CHP, CGP, DP, MHP, … kabul, AP ve MSP red oyu verdi.”[149] Nihayet: “AP, MSP ve MHP sıkıyönetimin uzatılmasına karşı çıktı.”[150] MHP sadece bir oylamada sıkıyönetime hayır oyu vermişti. Ancak bu da Aydınlık’ın işine gelmeyecek bir şekilde cereyan etmiş, çünkü Adalet Partisi ile Milli Selamet Partisi de hayır oyu vermişlerdi.

MHP bütün bu dönemde, emperyalizmden ve hakim sınıflardan bağımsız bir faşist güç olarak görülüyor. Örneğin, Aydınlık şu tür manşetler kullanıyor: “TİKP, Rusya ve MHP’nin kışkırttığı gerici iç savaşa karşı birlik istedi.”[151] Bu açıklamadaki “Rusya”nın hiç değilse şematik ve mantıksal olarak[152] bir problem taşımadığı söylenebilir, ama Aydınlıkçıların da hiçbir zaman reddetmediği “teori”ye bakılırsa, emperyalistlerin en gerici işbirlikçisi olması gereken faşistler, bu açıklamalara göre, emperyalistlere en sıkı bağlı olmak bir yana, onlara kafa tutan bir odak durumunda. Bereket Aydınlık, işi, “sahte solcular” örneğinde olduğu gibi, MHP’nin sosyal-emperyalistlerle işbirliği aşamasına kadar götürmeme sağduyusu gösteriyor. Ama bu sağduyu ona pahalıya mal oluyor: Tutarsızlık! Bu, bir Aydınlıkçının tahammül edeceği bir şey değil.

Perinçek, MHP’ye ilişkin yaklaşımlarındaki tutarsızlığı telafi etmeye uğraşıyor ve her zamanki “dönem değişti” bahanesini ileri sürüyor: “Dünyadaki, bölgedeki ve ülkemizdeki değişiklikleri dikkate alarak 1974 yılından sonra Türkiye’nin meselelerinin dış meselelerde düğümlendiğini tespit ettik. Başka bir deyişle 1974 yılından sonra Türkiye’nin milli çelişmesi ön plana çıkmıştır. Bugün Türk devletini ve ordusunu yıkmak isteyen, Sovyet sosyal-emperyalistleridir. (…) MHP’nin varoluş nedeni ABD emperyalistlerine bekçilikti. Bugün oynadığı esas rol ise, Rusya karşısında Türkiye’yi zayıf düşürmektir.”[153] Dönem değişince faşizme ilişkin ‘teori’ de değişiyor. Zaten, teori ve politikanın salt faşizme ilişkin kısmı değil dönem değişince değişen. Biliniyor; dönem değişince, bir aygıt olarak devlet, onun egemen sınıflarla ilişkisi çerçevesinde tanımı, devletin kurumlarından ordu ve diğer birçok konuya ilişkin teorik ve politik görüşler dönem değişimine duyarlı. Ancak bir küçük problem varlığını duyuruyor değişimler sırasında: Aydınlık’ın ‘pratik-politik solculuk’ yönünün belirginleştiği politik dönemlerde (bu durumda, 1971-74 ile 1989-92 yılları öne çıkıyor) devlet, ordu, faşizm, sınıflar, emperyalizm gibi başlıklarla ifade edilebilecek konular, Marksizmin genel teori ve politikalarına hiçbir aykırılık taşımazken, ‘tarihsel solculuğun’ öne çıktığı dönemlerde Marksist teorik ve politik yaklaşımlar çerçevesinde bir açıklama çabası ‘dogmatizm’e havale ediliyor.

Aydınlık, bu tutarsızlığı sineye çekmek durumunda kalıyor, çünkü MHP’ye bağlanmayı yakıştıramadığı ABD’ye ‘bağlanmak’ olmasa da ‘yakınlaşma’yı, Aydınlıkçının aklındaki asıl niyetle, ‘ittifak’ı kendisi istiyor: “Doğu Perinçek şahsında Amerika, Türkiye’de çok güvenilir bir ‘solcu’ müttefik bulmuş oluyor.” Bu sözler, 1970’li yılların etkili Yankı dergisine ait.[154]

Aydınlıkçılar, 1986-95 yıllarında MHP’yi solun çoğunluğu gibi algıladı ve ifade ettiler. Faşist MHP, devletin vurucu gücüydü, devlet de emperyalist ülkelere bağlı güçlerin politik-kurumsal odağıydı. Aydınlık, “ikinci cumhuriyet” tartışmalarının alevlendiği dönemde, MHP’yi bu kez, “İkinci Cumhuriyetin ayağı” olarak niteledi. Anlaşılan MHP, emperyalizmin en sıkı işbirlikçisi olma payesini tekrar hak etmişti.

Doğu Perinçek, Ekim 1994 tarihli “Faşizmin Tırmanışı” başlığını taşıyan yazısıyla, İşçi Partisinin 3. Genel Kurulu öncesi Aydınlıkçıları, “Ezilen Dünya” ülkelerinin sömürgeleşme sürecinde faşizmin tırmanışına ve Türkiye’de MHP’nin tırmanışına” karşı uyarıyor: “Ezilen Dünya ülkelerinde faşizm tehdidi, her zaman emperyalizme bağımlılığın ağırlaşmasıyla birlikte yükselir. Dünyanın ezilen kutbunda faşizm, emperyalizmle en sıkı bütünleşmiş güçlerin, emekçi halk yanında sermayenin geniş kesimlerini de baskı altına alan dikta rejimidir. Bu açıdan sömürgeleşme süreci, bir yönüyle faşizmin tırmanışı sürecidir. İç pazarın vahşice daraltılması, emperyalizme siyasal bağımlılığın artması, Kürt halkına uygulanan şiddetin yaygınlaşması ve dinci-milliyetçi ideolojinin yükselişi, faşizmin tırmanışı sürecinin başlıca unsurlarıdır.”[155]

Perinçek, faşizm analizini şu değerlendirmelerle derinleştiriyor: “Hakim sınıflar içinde, MHP’yi güçlendirmenin ötesinde iktidara ortak etmek yönündeki eğilimin hızla geliştiği görülüyor. Hatta bugün MHP’nin DYP-SHP iktidarının üçüncü ortağı olduğu saptaması bile yapılmaktadır. İşin gerçeği de budur.(…)

“MHP’yi yeniden piyasaya sürenlerin, emperyalizme en bağımlı güçler olduğu gözüküyor. (…) ‘Liberalizm’ şampiyonluğu yapan dünya piyasasının güçleri ile MHP arasında sıkıfıkı ilişkiler var.

“Bu bağlantıyı yalnız ülke düzleminde değil, uluslararası alanda da görüyoruz. MHP’nin ABD ile ve özellikle İsrail ile çok yakın işbirliği içinde olduğunu gösteren olgular yoğunlaşıyor. (…) MHP’nin ABD ve İsrail ile işbirliği, bu ülkelerin gizli servislerine yardımcı olmak düzeyindedir.

“Faşizmin politik alandaki tırmanışı olayını, yalnız MHP’nin güçlenmesinde görmüyoruz. Genel olarak hakim sınıflar içinde eski ülkücüler önemli konumlara gelmişlerdir. Mesut Yılmaz SBF’nin eski ülkücülerindendir. Cem Boyner eski ülkücüdür. ANAP ve DYP kurmayları içinde eski MHP’liler bulunuyor.”[156]

“Hakim sınıflara karşı mücadelede öncelikle hangi kesimleri hedef alacağımızı, emperyalizme yakınlıklarına göre belirleyeceğiz. Faşizm tehdidi de, hakim sınıfların emperyalizmle en sıkı işbirliği yapan kesimlerinden gelmektedir. 1980 sonrasında hakim sınıfların emperyalizme en bağımlı kesimini, politika düzleminde Kenan Evren-Turgut Özal-Tansu Çiller çizgisi temsil etti. Bu çizgi tutarlı ifadesini ‘İkinci Cumhuriyet’ projesiyle açıklamış bulunuyor. MHP, bu çizginin terörcü kanadını oluşturmaktadır. Bugün hakim sınıflar içinde esas hedef alınacak kesim, Çiller-Türkeş işbirliğidir. Bu ortaklık, politika alanında, emperyalizme en bağımlı, şoven ve terörcü kesimleri temsil etmektedir. Kuşkusuz Cem Boyner’lerin Yeni Demokrasi Hareketi, aynı programı en tutarlı haliyle savunuyor. (…) Refah Partisi ise, ABD’nin ‘Ilımlı İslam’ projesinin bir ayağını oluşturma eğilimi içine girmekle birlikte, henüz hakim sınıfların emperyalizme en bağımlı kesimlerinin temsilcisi niteliğini kazanmış değil. (…) RP ve MHP’nin emekçi halka karşı mevzilenmesinde, terörü örgütleme açısından farklar bulunduğu gözönüne alınmalıdır. MHP, Refah Partisi tehdidinden yararlanarak kendisini gizlemekte ve toplumun günlük hayatında, mahallelerde ve okullarda gerici terörün esas temsilcisi olarak belirmektedir.”[157]

Bir an, Aydınlıkçıların, mantıksal olarak “doğru” “Bütün filler kuştur” önermesini unutalım ve “Filler kuş değildir, o halde uçamaz” önermesiyle ilerleyelim. Aydınlıkçı mantığın, genel olarak Marksist yazının, faşizmin emperyalizme en bağlı, en şoven, en gerici kesimlerinin ideoloji ve politikası olduğu görüşünü paylaştığını, en azından, emperyalizme bağımlı ülkelerde faşizmin politik tanımında dönemlere göre değişen bir anlayışı olmadığı görülüyor. Bu konuda, aynı “mantık”a sahibiz.

Yakalanan bu ortak mantık momentinden ilerlemek mümkün olabilir mi? MHP, bütün siyasal ömrü boyunca faşist bir partidir. Tarihsel olarak bu nitelik nasıl somutlaşıyor Aydınlıkçı yaklaşımda?

İlk döneminde (1974’e kadar) MHP, ABD emperyalistlerinin bekçisidir. Dönem sonu değerlendirmesi: Filler kuş değildir ve uçamaz!

İkinci dönemde (1974-80) MHP, faşist niteliğini korumasına rağmen, ABD’ye ve Avrupa emperyalistlerine karşı çıkıyor. MHP’nin “Kahrolsun ABD ve IMF” sloganları atması bir aldatmaca değildir. MHP, ABD ve IMF’ye gerçekten karşıdır. Faşist MHP’nin, diğer emperyalist güç Sovyetler Birliği ile nesnel bir ortaklığı bulunmasına rağmen, onun başka işbirlikçileri vardır. Dolayısıyla bu dönemde faşizm, birinci nitelik olarak emperyalizmle en sıkı işbirliği yapmamakta, bilakis ona karşı çıkmaktadır. Faşist MHP’nin kime hizmet ettiği ve onun kimi temsil ettiği belli değildir. Dönem sonu değerlendirmesi: Bütün filler kuştur!

Üçüncü dönemde (1980’li yıllar ve yazının yazıldığı 1994’e kadar), hakim sınıfların emperyalizme en bağımlı politik kesimini Kenan Evren, Turgut Özal ve Tansu Çiller ile MHP çizgisi temsil etmektedir. İşbölümünde MHP’ye emperyalizmin en terörcü işbirlikçisi olmak düşmüştür. Özellikle 1994 tarihi itibarıyla Çiller-Türkeş ortaklığı, emperyalizme en bağımlı, en şoven ve en terörcü kesimleri, yani faşistleri temsil etmektedir. Ancak bu dönemde İslamcı hareketin gelişmesi bizi aldatmamalıdır; emperyalizme en bağlı faşist MHP, biz İslamcı gelişme ile oyalanırken kendine alan açmaktadır. Dönem sonu değerlendirmesi: Filler kuş değildir!

Dördüncü ve son dönemde (1996’dan günümüze) işler yine karışacaktır. Faşist programın en tutarlı savunucusu “liberal” YDH dahil liberal cephe gerileyecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat 1997’den itibaren birinci tehdidi şeriatçılık olarak belirleyecek, TSK emperyalizme karşı yurtsever güçlerin merkez karargahı olacaktır. TSK’nın yeni stratejisine göre, “iç tehdit öne geçmiştir ve tehdidin adı şeriattır”[158]. TSK’nın, emperyalizmin önceki dönemdeki en sıkı işbirlikçisi Evren-Özal-Çiller-Türkeş kliğine karşı anti-emperyalist bir program çıkarması söz konusu olmuştur. Ancak, taraflarda ‘küçük’ bir değişiklik cereyan etmiştir. Faşist MHP bu cepheleşmede laik, yurtsever ve anti-emperyalist TSK ile hareket etmiş, İslamcılar liberallerin oluşturduğu emperyalizme en bağlı kesim statüsüne geçmişlerdir. Emperyalizmin özelleştirmeci, IMF’ci politikasına karşı TSK’nın mücadelesi hem faşist MHP, hem Aydınlıkçılar tarafından desteklenmektedir. Faşist MHP, özellikle 1999’da kurulan üçlü koalisyon hükümetinde emperyalizmin en sıkı işbirlikçisi konumundan taviz vermeye yanaşmayan ANAP ve bu konuda tam da 1970’lerin son yıllarında olduğu gibi tereddütler yaşayan Ecevit DSP’sinin IMF’ci, ABD yanlısı politikalarına karşı TSK’nın görüşlerinin bir anlamda hükümet içindeki temsilcisi olmuştur. ‘Millici’ görüşleri nedeniyle MHP, emperyalizme en sıkı bağlı büyük medyanın alay konusu bile olmuştur. (Henüz sürmesine rağmen) dönem sonu değerlendirmesi: Bütün filler kuştur!

Ancak, 28 Şubat süreci ve Aydınlık’ın orduya ilişkin  son manevrası gündeme geldiğinde işler yine karıştı. Çünkü Aydınlık, bu dönemde bütün kriterlerinin merkezine orduyu oturtmuştu. “Orduya hakim olan Kemalist güçler” emperyalizmin Türkiye üzerindeki oyunlarına karşı cephenin sınırını varlıklarıyla çiziyordu. Bu andan sonra, Aydınlık’ın MHP’ye ilişkin “teorisiz”, “programsız” saldırıları iyice sırıtmaya başladı. Çünkü, MHP, başta ABD emperyalistleri olmak üzere emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki oyunlarına karşı çıkan ordu ile birlikte davranmakta Aydınlıkçılarla yarışır hale gelmişti. Üstelik MHP’nin bu konudaki avantajı gözardı edilemezdi. Aydınlık bu kez de, Milli Güvenlik Kurulundan çıkan “ülkücü mafya”ya karşı tedbirlere sarıldı. İşte MGK MHP’ye karşı çıkıyordu! Fakat, bütün bir tedbirler dizisi içinde, “milli çelişme” hususunda MHP’nin başta özelleştirme konularında olmak üzere, ordudan bile “sol”da olduğu gözler önündeydi. Emperyalistlerin tayin ettiği Kemal Derviş’e, Aydınlıkçılarla aynı dili kullanarak karşı çıkan MHP, Aydınlık’ın MHP analizlerini bir kez daha gizlemesine yol açtı.

Son aylarda Aydınlık, bu konuda kendine hiç yakışmayan “analizsiz”liği MHP içinde gelişen “Kuvayi Milliye Hareketi”nin tezlerini sayfalarına yansıtmakla iyice göstermiş oldu.[159]

PKK

Aydınlık, 1977’den itabaren PKK’nin eylemlerine tavır almanın şampiyonu oldu. Hatta bu konuda devlet güçlerinin zayıf kalmasını eleştirdi. Bu yıllarda PKK, Türkiye ve Kürdistan solunun birçok akımıyla kanlı çatışmalar yaşadı ve “karşı-devrimci çete” olarak nitelendi. Fakat Aydınlıkçılar, birçok yöneticisini öldüren ve bu gazeteyi etkili olduğu yerlere sokmama şeklinde başarılı bir kampanya yürüten PKK’nin “Doğu’nun MHP’si” olduğunu savundu. PKK hakkındaki bütün bilgilerini devlet güçlerine dosyalar halinde verdi; Aydınlık gazetesini bu konuda bir kürsü olarak kullandı. Çok sayıda PKK’linin adını ve fotoğrafını yayınladı. Aydınlık’a göre, “Doğu bölgemizdeki ayrılıkçılığı Sovyet sosyal-emperyalistleri kışkırtıyor”du ve ayrılıkçılık da zaten “bilimsel sosyalizm”e aykırıydı.

1986’larda Perinçek, Aydınlıkçılar tarafından yayınlanan Saçak dergisinde liberal etkiler olduğunu, bunlardan birinin “ulusal hareket konusunda devletle özdeşleşmek” şeklinde belirdiğini yazıyordu. Aydınlık, 1990’lar civarında artık Kürt hareketinin Batıdaki sesi ve nefesi olma konumuna gelmişti. Perinçek, büyük bir cesaretle “Kürde sıkacağınız iki merminin birini bana ayırın” diyordu.

Ancak 1991’deki Körfez Savaşıyla birlikte Perinçek, dönemin değiştiğine ilişkin saptamalar yapmaya başladı ve PKK’yi bu olaydaki tutumundan dolayı eleştirdi. Eleştiri giderek belirginlik kazandı. 1997’de artık Aydınlık, ayrılıkçılığın “bilimsel sosyalizm”e aykırılığı ve emperyalizmin maşası olduğunu açık ve net bir şekilde savunur olmuştu. Ancak, Abdullah Öcalan’ın bir ABD-Türkiye ortak manevrasıyla Suriye’den çıkarılması, Avrupa’nın bu konuda ABD-Türkiye-İsrail mihverine başarısız direnişi ve Öcalan’ın, sırasında ve sonrasında ABD’nin doğrudan iradesiyle Türkiye’ye teslim edilmesi sürecindeki olgu yoğunluğunu açıklamakta açıkça başarısız kaldı. ABD emperyalizminin bölgedeki çıkarlarını savunmaya teşne olmuş PKK’nin, ABD emperyalizminin bölgedeki emellerine yurtseverce direnen TSK’ya bizzat ABD emperyalizmi irade ve maharetiyle teslim edilmesi, Aydınlık’ın dönem analizini kırıyordu. Ancak, Öcalan’ın İmralı Savunması, Aydınlık’ın dönem analizini paramparça etmeye yetti. Aydınlık, bir süre bocaladı. Çünkü Öcalan, Aydınlık’ın olduğu kadar diğer reformcu solun ve hele hele MHP’nin ve TSK’nın bile argümanlarını ellerinden alıyordu. Aydınlık, Öcalan’ın savunmasında ABD’nin adının bile geçmediğini yazdıktan sonra, sonunda Öcalan’ın anti-emperyalist bir Kürt programı savunduğunu, PKK’deki diğer unsurların bu konuda Öcalan’a direndiğini ileri sürmeye başladı.

Devlet

Perinçek, 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbeyle, bilişsel olarak gerçekten gafil avlandı. Kısa sürede tutuklandı. Perinçek, Kenan Evren’e övgüler düzerken, bu general tarafından tutuklandı, işkence Aydınlıkçılara da uygulandı ve Perinçek haklı olarak isyan etti. Perinçek, 1981’de Sıkıyönetim Mahkemesine verdiği sorgusunda, “terörün kökünü kazıma” gibi haklı ve meşru bir amacı olan “12 Eylül Harekatı”nı bu amacından saptırmak isteyenler olduğunu, bu güçlerin onu, amacına aykırı olarak “solun (elbette Aydınlıkçılardan başka ‘sol’ yoktu o zaman!) ve demokrasinin kökünü kazıma” mecrasına sokmak istediğini belirtiyordu. Perinçek’e göre Aydınlıkçılar hakkında soruşturma açılmasını, “devleti yanıltan” bu güçler tezgahlamışlardır.[160] Perinçek, “Devleti nasıl yanıltmışlardır?” diye saf saf soruyor ve bunun cevabını vermeye çabalıyor. “Devletin ve Milli Güvenlik Konseyinin gerçek dışı raporlarla yanıltıldığı apaçık ortadadır.”[161] Şikayet ediyor Perinçek: “Basına, bizi terör örgütleriyle ilişkiliymiş gibi gösteren şemalar verilmiş ve yayınlatılmıştır.”[162] Perinçek, sonunda, devletluyu akla uygun davranmaya çağırıyor: “Milli Güvenlik Konseyinin duruma seyirci kalmamasını, idare ve yargı üzerindeki hukuk dışı müdahaleleri önlemesini talep ediyoruz.”[163] Saf Perinçek, zavallı Perinçek, büyük teorisyen ve analizci Perinçek!!!

Devleti kandırıyorlarmış! Buna o zamanlarda işkence gören devrimci ortaokul öğrencileri bile gülerdi. Onların teorik düzeyi bile Perinçek’inkinden üstündü bu konuda.

Devleti yanıltıyorlarmış! Bunda, teori, görüş, ufuk yok. Bunda olsa olsa, Anadolu halkında eskiden beri gelen bir görüş çarpıklığı var. Halk, padişahın iyi olduğunu ama çevresindeki kötülerin onu yanılttığını söyleyerek zulme katlanır.

Devleti yanıltıyorlarmış! O halde, en azından bazı momentlerde doğru görüş için, teorik birikim, donanım, eğitim değil, basitçe politik konum yeterlidir. Uygun politik konumdaki lise öğrencisi, şaşkın Kamu Hukuku Doktorundan daha bilinçlidir bu momentlerde.

Perinçek, bu zihniyetten hiç vazgeçmedi. Daha geçen yıllarda, uyduruk bir belgeyi gerekçe göstererek kendisini gözaltına aldıran DGM Savcısını, bu olaydan birkaç hafta önce çıkan Aydınlık’ta “Cumhuriyet güçlerinin içinde” olduğu için yere-göğe sığdıramıyorlardı. Ancak nasıl yanıltıldıysa, Cumhuriyetin Savcısı, büyük bir komplonun aleti oldu ve Perinçek’in derdest edilmesine cevaz verdi.

Su sızmaz bütünlükler kuracağını sanan fanilerin bu türden “yanılgılara” düşmeleri kaçınılmazdır.

  1. 6. Sonuç

Tarihsel olarak genellikle, ana akımdan uzakta olan akımların başarılı ve çığır açıcı olduğu görülür. Ana akım, genel bir ortalamayı verir, ama sapaklarda yer alan ve genellikle düzenin zayıf yerini teşkil eden imkanları göremez. PKK, baştan beri aykırı bir akımdı. Aydınlık dahil sol hareketin birçok grubuyla kanlı çatışmalara girmişti ve karşı-devrimci çete olarak niteleniyordu. Ancak, bu politik örgüt, kırlarda yürütülecek bir mücadelenin başarısına dudak büküldüğü bir zamanda, başlattığı hareketle, birçok yöneticisini devlet güçlerine ihbar eden Aydınlık başta olmak üzere sol hareketin, onu bir devrimin öznesi olarak görmesini sağladı.

1970’lerin sonunda Aydınlık da sol hareket açısından benzer bir konumdaydı. PKK, Türkiye ve Kürdistan soluyla ateş dönemini görece kısa sürede geride bıraktı. Aydınlık, kendi varlığını biraz da sol hareketin genelinden ne kadar farklı olduğu üzerine kuruyor. Onlar yetersiz, biz teçhizatlıyız. Onlar görmüyor, biz görüyoruz. Onlar kendi çevrelerinde küçük politikayla uğraşıyor, biz baştan beri büyük güçlerle büyük oyunlar oynuyoruz.

Biraz uzağa çekilip bakıldığında, dördüncü onyılını süren tarihinin, Aydınlık’a, çizgisinde dönülmez ısrar için gerekli argümanları veremediği görülüyor.

Aydınlık, sol hareket için bakir alanlarda manevra yapıyor. Her zaman, arkasında sürüklediği, yörüngesine soktuğu birileri de olmuştur. Ancak, dördüncü onyılını süren Aydınlık’ın -kendi ilan ettiği öncelikler açısından da- başarılı bir mazisi olduğunu söylemek mümkün olamıyor. Her zaman, cürmünden fazla yer yakan bir hareket oluşuyla Aydınlık, (TİİKP dönemini bir yana koyarsak) kendi selametini kendi yordamıyla arama pratiğini üç kezdir uyguluyor. Bunun tarihsel bir sınırı olmalı.

1970’lerin sonunda sol hareketle bağlantılarını tümden ve belki geri dönülmezcesine kesme aşamasındayken, ‘tarih’ Aydınlık’a yardım etti ve onu (tarihsel) yerine iade etti. Tarih, bugün de Aydınlık’a yardım ediyor; sol hareketin birçok unsuru, nesnel olarak Aydınlık’ın temsil ettiği ‘tarihsel sol’a koşuşuyor, sığınıyor. Bu, devletin kahredici saldırısının uzağında bir alan. Ayrıca, solun neredeyse yüz elli yıllık kabul edilmiş mirasını sahiplenme ihtimalini de güçlü olarak içeren bir eğilim söz konusudur.

Tarihsel solun güçlenişi, günümüzün politik gerçeği; pratik-politik devrimci sol ise, geriliyor. Devrimci solun gücü, tarihsel solu solun tarihsel alanından itmeye yetmiyor; tarihsel sol, bu çalışmada tanımlanmaya çalışılan pratik-politik solun tarihsel alanına doğru yayılma eğilimi gösteriyor.

Eğer bazı kehanetler gerçekleşir ve Aydınlık onu kısırlığa iten tarihsel çemberini kırabilirse, tarihsel solun alanı diğer sol aleyhine daha da genişleyecektir. Aydınlık’ın kendi soluna dönük ‘rijit’ halinin, PKK örneğinde olduğu gibi, gevşemesi ihtimali ancak bu sayede doğacaktır. 1991 seçim kampanyasında tanık olunduğu üzere, Aydınlık’ın solun toplum nezdindeki açılımını sağlamasıyla, sol hareketin devrimci üyelerinin dışındakilerin cezbedilmesi çok mümkün olacaktır.

Bu çalışmanın temel kabul ettiği önermelerden biri, tarihsel devrimciliğin Türkiye özgülünde pratik-politik devrimciliği de ardına takabilecek lokomotif devrimcilik olamayacağıdır. Aydınlık, her zaman tarihsel devrimcilik iddiası ve arayışında olmuş ve bu amaçla, büyük güçlerle ve asıl vahimi devletluyla aşık atmıştır. Aydınlık, bu role üstelik hiçbir şekilde politik bir güç mertebesine erişmeden soyunmuştur.

Devletluyla yol arkadaşlığı tehlikeli bir maceradır. Aydınlık bu maceranın dersini 12 Eylül döneminden sonra almadığını, açıkladığı özeleştiriye rağmen bugünkü pratiğiyle gösteriyor; tarihsel devrimcilik atfedilen güçler, Aydınlık’ın sandığından daha köklü ve yerleşiktir. Aydınlık bu kez de yanılacaktır. Ancak, bu kez de, Aydınlık dışında da yanılanlar olacaktır; fakat bir farkla: Bu kez bütün yanılacaklar Aydınlık’ın nesnel çevresinde hizaya girmiş bulunuyor. Karşılarında, tarihsel devrimcilik atfettikleri ordunun temsilcileri bulunuyor.

Ordu -bu basit ama temel tezi tekrar edeceğiz-, toplumsal formasyonda bağımsız bir güç değildir; devletin, asker ve sivil bürokrasiden oluşan iki temel kurumundan biridir. Ancak Aydınlıkçıların ve diğer tarihsel solcuların, Marksist devlet teorisini tarihsel devrimciliğin cezbediciliği karşısında bir yana bıraktığını sanmak yanlış olacaktır; Marksist devlet teorisi bir yana bırakılıyor; çünkü gerçek devletin gazabı çekilmek istenmiyor.[164]

Ancak, devletluya fazla yaklaşan yanar.[165]

[1] ‘Ulusal sol’ ile ‘devlet solu’ ayrılmalıdır. Bunların bazı örtüşme alanları vardır, ama bugün devrimci hareketin hedefini ‘devlet solu’nda bulması doğrudur. Bu ayrıştırma yapılmazsa, ‘toplumsal’ boyutlarıyla ulusal sol, ‘ülkücü’ harekete kadar uzanabilir.

[2] Hikmet Kıvılcımlı, Oportünizm Nedir? Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, İstanbul 1978, Derleniş Yay., s. 291. Kıvılcımlı, başka bir yerde andığı “enyeni sosyalistler” arasında Doğu Perinçek’in adını yineler, ama diğer adı değiştirir: s. 328

[3] Doğu Perinçek, “Yürüyün Benim Güzel Jön-Türklerim”, Aydınlık, 20 Mayıs 2001

[4] Ertuğrul Kürkçü’den aktaran: Hasan Yalçın, “Birlik Sürecinde Yeni Dönem ve Sosyalist Parti”, Teori, Sayı: 24, Aralık 1991, s. 55

[5] “İşçi Partisine Karşı Psikolojik Savaş”, Teori, Sayı: 137, Haziran 2001, s. 67

[6] Rafet Ballı, “Haftanın Konuğu: Doğu Perinçek”, Aydınlık, Sayı: 639, 17 Ekim 1999, s. 16

[7] “İşçi Partisine Karşı Psikolojik Savaş”, Teori, S. 137, Haziran 2001, s. 68-9

[8] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, s. 2189

[9] A.g.e., s. 2189)

[10] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, İstanbul 1992, Umut Yay., s. 276

[11] A.g.e., s. 276

[12] “TİKP Bilançosu”, Teori, Sayı: 8, Şubat 1993, s. 6

[13] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.ge., s. 283

[14] Mahir Çayan, 1971’de şunları yazar: “1950, Türkiye’de karşı devrimdi. (…) 1960, 7 Mayıs harekatı bir devrimdi. Türkiye’de devlet 1970’e kadar burjuvazinin hiçbir zümresinin kesin hakimiyeti altına girmemiştir.” (Mahir Çayan, “Notlar”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C. 7 – Ek, s. 509)

[15] Bu, örneğin Kürt “halk”ı mı, “millet”i mi, gibi çok önemli ayrımları da içeren bir kategorik işlemdi. Kaypakkaya, daha o yıllarda, -bugün tekrar revaçta olmaya başlayan- “Kürt halkı” ibaresinin, ulusal soruna yan çizmenin bir yolu olduğunu Aydınlıkçılar nezdinde ortaya koyuyordu.

[16] TİİKP Savunmasynı imzalayan 141 kişiden bugün Aydınlık saflarında faaliyet yürüten şu isimler sayılabilir: Doğu Perinçek, Hasan Yalçın, Ferit Ilsever, M. Bedri Gültekin, Feyza Perinçek, Ali Karşılayan, Bayram Yurtçiçek, Hüseyin Karanlık.

[17] “(1970’te) Revizyonistler, legal bir partinin sayısız yararlar sağlayacağını söylüyordu! (…) Revizyonizmin başı olan bay A. Z., o günlerde bir tartışmada aynen şöyle demişti: ‘Eğer legal bir parti kurmazsak, bir ay sonra Işçi-Köylü’yü çıkaramayız.’ “ (Kaypakkaya, a.g.e., s. 280)

[18] A.g.e., s. 273-4

[19] Bu süreci, H. Fırat hakbilir bir şekilde ortaya koydu. (Bak.: H. Fırat, Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, İstanbul 1990, Eksen Yay., “Devralynan Miras” başlıklı birinci bölüm.

[20] Aydınlıkçılar yararlanamadıkları bu ortamı şu sözlerle anlatır: “Parti, revizyonizme karşı bir konuma giren yeni devrimci güçler yarattı, fakat bu güçlerin önemli bir kesimini, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu gibi iki süper devlete tavır alan dergi çevreleri örgütledi.” (“TİKP Bilançosu”, Teori, Sayı: 38, Şubat 1993, s. 15)

[21] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ans., s. 2272

[22] Aydınlık Gazetesi, Halkın Yolu önderlerinin tek tek bireyler olarak TİKP’ye katıldığını kamuoyuna duyurdu. (Aydınlık, 1 Mayıs 1978) Bu kişiler, devrimci mücadeleye kattıkları genç devrimcileri Aydınlık’ın reformcu ortamına sürükleyemedi. Halkın Yolu olarak anılan THKP-C/ML, devrimci mücadelesini devrimcilikten yüzgeri eden önderlerinin yokluğunda sürdürdü.

[23] Bu kongre sırasında TİİKP’nin yaş ortalaması 24’tür. (“TİKP Bilançosu”, Teori, Sayı: 38, Şubat 1993, s. 16)

[24] TİİKP I. Kongre Belgelerinden aktaran: Oral Çalışlar, “TİİKP”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ans., s. 2195

[25] Halkın Sesi, parti kurucularının Anıtkabir’de çekilmiş fotoğraflarını kapakta yayınladı. (Sayı: 147, 7 Şubat 1978)

[26] Perinçek’in Mahkeme Sorgusunun bir bölümünün başlığı şöyleydi: “TİKP ile TİİKP’nin strateji ve siyasetleri tamamen farklıdır.” (Perinçek, “Sorgu”, Türkiye İşçi Köylü Partisi İddianame ve Sorgu, Avukat Hüseyin Gökçearslan’ın kendi yayını, Ankara 1981, s. 114) Bu eser, bundan böyle İddianame ve Sorgu adıyla anılacak.

[27] “Başyazı: Yolumuz Aydınlıktır, Gelecek Aydınlık”, Aydınlık, 20 Mart 1978

[28] Aktaran: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C. 7-Ek, s. 529

[29] Perinçek, “Başyazı”, Aydınlık, 16 Şubat 1979

[30] Perinçek, Aydınlık, 4 Nisan 1978

[31] Aydınlık, 26 Mart 1979

[32] Aydınlık, 16 Nisan 1979

[33] Perinçek, “Başyazı”, Aydınlık, 26 Nisan 1979

[34] Yirmiyi aşkın yıl sonra, bunun hatırlatılması gerekli. Öte yandan, Aydınlık, iddia ettiğinin aksine, sadece kendine saldıranları ihbar etmedi. Aydınlık, kelimenin tam anlamıyla ne biliyorsa, kimi biliyorsa, yayınladı. Bu konuda bir hatası söz konusu da değildi. O, samimi bir şekilde düşman güçlerle savaşıyor ve onları dost güçlerin eline vermeye çalışıyordu.

[35] Aktaran: Aydınlık, 14 Ocak 1979, s. 1

[36] “Manşet: Ecevit 6’ların Isteklerini Kabul Etti”, Aydınlık, 18 Nisan 1979

[37] “TİKP Merkez Komitesi Raporu”, Türkiye Gerçeği, Sayı: 5, Temmuz 1979, s. 5’ten aktaran: Perinçek, “Sorgu”, İddianame ve Sorgu, a.g.e., s. 129

[38] Perinçek, “Başyazı”, Aydınlık, 3 Mart 1979

[39] 9 Nisan 1978 tarihli Aydınlık’ın manşeti: “Evren’in Kara Kuvvetleri Komutanı İken Yayınladığı Genelgeyi Açıklıyoruz. ‘Gayriresmi faaliyetler içinde bulunulamayacağı hususunu bütün subaylar bilmeli.’ Genelkurmay Başkanı Evren’in genelgesi Özel Harp Dairesi ve Seferberlik Tetkik Kurulu ile ilgili açıklamalar hakkında…”

[40] Aydınlık, 27 Ocak 1980

[41] Türkiye Gerçeği, Sayı: 17, Temmuz 1980’den aktaran: Perinçek, “Sorgu”, İddianame ve Sorgu, a.g.e., s. 180

[42] Türkiye Gerçeği, Sayı: 17, Temmuz 1980’den aktaran: A.g.e., s. 180

[43] 12 Eylül’den önceki yıllarda, Türkiye ve Kürdistan solunun birçok öznesi nazarında PKK, karşı-devrimci bir çeteydi. PKK’ye göre ise bunların topu, TC’nin ajan örgütlenmesiydi. Tarihin devrimci süreci bu sorunu da halletti.

[44] “TİKP Muhasebesi”, Saçak, Sayı: 65, Temmuz 1989, s. 10

[45] Perinçek, “Sorgu”, İddianame ve Sorgu, a.g.e., s. 203

[46] Perinçek, “Artık Her Proleter Devrimcinin Bir Tavır Belirlemesi Gereken Tezler (1986)”, Teori, Sayı: 38, Şubat 1993, s. 61

[47] Çavuşesku’ya karşı ‘darbe’nin emperyalistlerle bağlantılı olduğunu anında farkeden diğer hareket o tarihteki adıyla Devrimci Sol’du. Devrimci Sol’un İstanbul’un birçok yerinde Çavuşesku’yu destekleyen korsan mitingler düzenlemesi üzerine, yeni sol liberalizmin şampiyonu Murat Belge, Yunanlı bir arkadaşının, Türkiye’de Çavuşesku’yu destekleyen gruplar varmış diye hayretle kendisini aradığını ve bu durumdan utandığını yazdı.

[48] Teori, Sayı: 9, Eylül 1990

[49] Aktaran: “İşçi Partisine Karşı Psikolojik Savaş”, Teori, Sayı: 137, Haziran 2001, s. 67

[50] Yalçın Küçük, Aydınlıkçıların günümüzde izlediği politikayı şu sözlerle değerlendiriyor: “Doğu Perinçek’in liderliğindeki İP ve Aydınlık hareketinin, bizden on yıl sonra, başka bir alanda, Kemalist cephede, yaptıklarında, bizim Kürt Rönesansındaki yaptıklarımızla benzerlikler görüyoruz.” (Yalçın Küçük, “Herkese Masalımız Var”, Hepileri, Sayı: 15, Temmuz-Ağustos 1998, s. 36) Yalçın Küçük’ün hamuruyla Perinçek’inki kategorik olarak farklıdır. Yalçın Küçük mütevazı olmalıdır; o, olsa olsa bir aydındır; aydınlar ve aydınların alıcıları üzerinde etkiye sahip olabilecek bir kuruluşu vardır. Perinçek, en baştan beri, yüzünü her zaman ülke politik atmosferine dönmüştür.

[51] “Sosyalist Parti Merkez Karar Kurulunun Parti Kongrelerinin Tartışmasına Sunduğu Rapor Taslağı”, Teori, Sayı: 17-18, Mayıs-Haziran 1991, s. 41-2

[52] Perinçek, “Türkiye Büyük Olaylara Gebe”, Teori, Sayı: 7, Temmuz 1990, s. 9

[53] “Sosyalist Parti Merkez Karar Kurulunun Parti Kongrelerinin Tartışmasına Sunduğu Rapor Taslağı”, Teori, Sayı: 17-18, Mayıs-Haziran 1991, s. 14-5

[54] Perinçek, “Seçimlerde ‘Ayağa Kalk’ Harekatı”, Teori, Sayı: 21, Eylül 1991, s. 3

[55] A.g.e., s. 10

[56] “Sosyalist Parti Merkez Karar Kurulunun Parti Kongrelerinin Tartışmasına Sunduğu Rapor Taslağı”, Teori, Sayı: 17-18, Mayıs-Haziran 1991, s. 14

[57] “Sosyalist Parti İkinci Büyük Kongresinin Temel Sloganı: Devrim İçin Öncü Parti”, Teori, Sayı: 19, Temmuz 1991, s. 4-5

[58] 14 Nisan 1991 tarihli 2000’e Doğru‘nun kapağında kullanılan ve Doğu Perinçek ile Abdullah Öcalan’ı kırmızı bir çiçeği birlikte tutarken gösteren fotoğraf sonraları Perinçek’in başına işler açtı.

[59] Doğu Perinçek, “Seçimlerde ‘Ayağa Kalk’ Harekatı”, Teori, Sayı: 21, Eylül 1991, s. 9

[60] Söz konusu isimlerden bazıları şöyle: Yavuz Alogan, Zihni Anadol, Fikret Başkaya, Cenan Bıçakçı, Metin Çulhaoğlu, Şerafettin Elçi, Haluk Gerger, Işıtan Gündüz, Nail Satlıgan, Yücel Sayman, Aslan Sonat, Kemal Sülker (2000’e Doğru, 19 Ekim 1991

[61] Doğu Perinçek, “Sosyalist Parti’nin Seçim Bilançosu”, Teori, Sayı: 24, Aralık 1991, s. 3

[62] Turhan Özlü, “Niçin Aydınlık?”, Teori, Sayı: 39, Mart 1993, s. 19-20

[63] “Provokasyonun Kaynağı ABD”, Aydınlık, Sayı: 404, 18 Mart 1995, s. 6

[64] Uğur Yıldırım’ın söyleşisi, Aydınlık, Sayı: 637, 3 Ekim 1999, s. 11

[65] Aydınlık, Sayı: 637, 3 Ekim 1999, s. 13

[66] Aydınlık, muhtemelen atılan iftira üzerine, ‘Ülkücü mafya babası’ namıyla anılan Sedat Peker’in gönderdiği ironi gibi bir açıklamayı yayınladı. Sedat Peker açıklamasının bir yerinde şöyle diyordu: “Bu ülkeyi bu hale getirenleri, IMF’nin mandası durumuna sokanları zaten herkes biliyor.” (“Sedat Peker’in Açıklaması”, Aydınlık, Sayı: 31/730, 15 Temmuz 2001, s. 9)

[67] Doğu Perinçek, “Sosyalist-Kemalist Güçbirliği”, Aydınlık, Sayı: 451, 10 Şubat 1996

[68] Doğu Perinçek, a.g.e.

[69] Doğu Perinçek, ÖDP’nin Kimliği, İstanbul 1998, 2. basym, Kaynak Yay., s. 118

[70] Aydınlık, Sayı: 639, 17 Ekim 1999, s. 4

[71] “İşçi Partisi’nin çözümü: (…) DSP, CHP ve İP, Altı Ok programı temelinde Sol Güçbirliği’ni gerçekleştirmeli.” (Aydınlık, Sayı: 595, 13 Aralık 1998)

[72] Doğu Perinçek, “Başyazı: Altı Ok’un Katili Sosyaldemokrasidir”, Aydınlık, Sayı: 617, 16 Mayıs 1999

[73] “Doğu Perinçek: ‘Seçime giderken ihtiyaç ve talep, Sol Güçbirliği’ydi. Bugün, bir ulusal cephe ihtiyacı var.” (Rafet Ballı’nın söyleşisi, Aydınlık, Sayı: 639, 17 Ekim 1999, s. 17)

[74] Rafet Ballı’nın söyleşisi, a.g.e., s. 17

[75] Perinçek, “Cumhuriyet Devrimi Projesi”, Aydınlık, Sayı: , 17 Ekim 1999, s. 5

[76] M. Bedri Gültekin, “İşçi Partisi’nin Büyük Atılımı Başladı”, Teori, Sayı: 135, Nisan 2001, s. 8

[77] Doğu Perinçek, “Devrim Coğrafyası: Avrasya”, Teori, Sayı: 123, Nisan 2000, s. 9 ve 11

[78] Perinçek, a.g.e., s. 9 ve 11

[79] Lenin, Engels’in bir sözünü anar: “Kuramsal açıdan başka zamanlarda olduğu gibi devrim sırasında da budalaca işler yapılır.” (Lenin, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, Çev.: Seçkin Selvi Cılızoğlu, İstanbul 1990, Ekim Yay., s. 221)

[80] Aktaran Lenin, ‘Halkın Dostları’ Kimlerdir?, Çev.: Vahap Erdoğdu, Ankara 1979, Sol Yay., s. 26

[81] Perinçek, “Devrim Coğrafyası: Avrasya”, Teori, Sayı: 123, Nisan 2000, s. 9-10

[82] M. Bedri Gültekin, “İşçi Partisinin Büyük Atılımı”, Teori, Sayı: 135, Nisan 2001, s. 4-5

[83] “Doğu Perinçek: ‘Türkiye’de ilk defa, bilimsel sosyalist bir akım, önümüzdeki 6-7 yıl içinde iktidarın küçük ortağı olacak noktaya gelmiştir.’ ” (Rafet Ballı’nın söyleşisi, Aydınlık, Sayı: 639, 17 Ekim 1999, s. 17)

[84] “Sosyalist Parti İkinci Büyük Kongresinin Temel Sloganı: Devrim İçin Öncü Parti”, Teori, Sayı: 19, Temmuz 1991, s. 4-5

[85] Bedri Baykam, “İşçi Partisi ve 24 Aralık Seçimleri”, Aydınlık, Sayı: 451, 10 Şubat 1996, s. 16

[86] Perinçek, “Sınıf Mücadelesinin Başına!”, Teori, Sayı: 53, Mayıs 1994, s. 40-41

[87] Perinçek, a.g.e., s. 40-41

[88] Hasan Yalçın, “Çiviyazısı: Öncü Partinin Önemi”, Aydınlık, Sayı: 620, 6 Haziran 1999, s. 5

[89] “TİKP Bilançosu”, Teori, Sayı: 38, Şubat 1993, s. 20

[90] “TİKP Bilançosu”, a.g.e., s. 28

[91] Arslan Kılıç, “Devrimci Eylem İçin Devrimci Teori“, Teori, 117, Ekim 1999, s. 42

[92] Arslan Kılıç, a.g.e., s. 68

[93] “İP Parti Meclisi Toplandı: ‘Sol Güçbirliğinin Anahtarı: İşçi Partisini Güçlendirmek’ “, Teori, Sayı: 67, Temmuz 1995, s. 11

[94] M. Bedri Gültekin, “İşçi Partisinin Büyük Atılımı”, Teori, Sayı: 135, Nisan 2001, s. 4-5

[95] “Halkımıza Rapor”, Aydınlık, 12 Mart 1979

[96] Hasan Yalçın, “Bağımsızlık Mücadelesinin Ekseniyiz”, Teori, Sayı: 67, Temmuz 1995, s. 21

[97] Arslan Kılıç, “Devrimci Eylem İçin Devrimci Teori”, Teori, Sayı: 117, Ekim 1999, s. 42

[98] Hasan Yalçın, “Çiviyazısı: Yüz Bin Üyeli İşçi Partisi”, Aydınlık, Sayı: , 22 Temmuz 2001, s. 7

[99] Doğu Perinçek, “Başyazı: Köylerdeki Tek Parti”, Aydınlık, Sayı: 22/721, 13 Mayıs 2001, s. 3

[100] Mehmet Barlas, Yeni Şafak, 4 Şubat 2001’den aktaran Aydınlık, 11 Şubat 2001, s. 30

[101] Hasan Yalçın, “Çiviyazısı: ‘Bağımsızlık’ Demek Yetmez”, Aydınlık, Sayı: 673, 11 Haziran 2000, s. 5

[102] Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizmi”, Gelenek, Sayı: 57, Haziran 1998, s. 15-6

[103] Burada, deneme kabilinden bir ayrımlaştırmaya gidilebilir. Örneğin, politik solda yer alan tarihsel soldan farklı olarak, ‘toplumsal’ nitelikte bir sol’dan söz edilebilir. Bu anlamda toplumsal solculuğun örnekleri, pasif ya da bazen aktif direniş gösteren köleler kitlesinin hareketidir, “sosyal eşkıyalar”dır, Celalilerdir, Patrona Halil’lerdir, Köroğlu ve Dadaloğlu’dur, aç ve yoksul ama sabırla ortak mücadele yürüten köylülerdir, sendikalarda örgütlenen, yardım sandıkları kuran işçilerdir, politik-olmayan şekilde örgütlenen kadınlardır, devlet güçleriyle cüretkar bir çatışmaya giren esnaf-işçi topluluklarıdır, sivil itaatsizlik gösteren geniş topluluklardır; Direniş Sanatları kitabında (J. C. Scott, Çev.: Alev Türker, İstanbul 1995, Ayrıntı Yay.) anlatılanların kahramanlarıdır.

[104] TİİKP Davası: Savunma, Aydınlık Yay., s. 177-8

[105] Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler, C. 2, İstanbul 1985, Tekin Yay., s. 326

[106] Doğu Perinçek, “Altı Ok”, Aydınlık-Ek, Sayı: 617, 16 Mayıs 1999, s. 1

[107] “‘Karı ve koca birdir ve bu bir kocadır’ şeklinde ifade edilen İngiliz hukuku, ‘evlilikte karı ve kocanın kanun önünde bir kişi olduğunu kabul eder: yani kadınların mevcudiyeti ya da yasal varlığı evlilikte askıya alınır, ya da en azından kocanınkine dahil edilir ve onunkiyle birleştirilir.” (Aktaran: Heidi Hartman, “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği”, Çev.: Aytül Kantarcı, Teori ve Politika, Sayı: 12, Güz 1998, s. 106

[108] Doğu Perinçek, “Altı Ok”, Aydınlık-Ek, Sayı: 617, 16 Mayıs 1999, s. 1. Perinçek, daha birkaç yıl önce, gerici rejimde İslamcı hareketi ilgili blokta saymıyordu.

[109] Bir çalışmasında Yalçın Küçük, II. Abdülhamit’i Mustafa Kemal’e bağlar.

[110] Aydın Giritli’ye göre, Kemalizmden 27 Mayıs’a ve 28 Şubat’a gelen manzaranın belirleyici yanı Jakobenizmdir.(Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizmi”, Gelenek, Sayı: 57, Haziran 1998, s. 13)

[111] Perinçek, “Liberal Akımın Saçak’taki İzleri-1”, Saçak, Sayı: 55, Ağustos 1988, s. 6-7. Görülüyor, Perinçek, 1980’li yıllarda Kurtuluş Savaşının başladığı tarih olarak hala 1919’u kabul ediyor. Ancak o, politik dönemine göre, tarihle oynama karakteri sonucu, artık Kurtuluş Savaşının başladığı tarihi 1915’e çekti.

[112] “Altı Ok, son haline 1931 Cumhuriyet Halk Fırkası programıyla kavuştu. 1937 yılında Anayasa’nın ikinci maddesine yazıldı.” (Doğu Perinçek, “Altı Ok”, Aydınlık-Ek, Sayı: 617, 16 Mayıs 1999, s. 1)

[113] Doğu Perinçek, a.g.e., s. 10

[114] Burada tarihsel bir gerçeği hatırlatmak gerekiyor. TKP’nin Şefik Hüsnü öncesi tarihi ‘gerçek’ değildir; ‘Mustafa Suphi TKP’si’ ifadesi, daha çok, tarihte bir ayrışmayı belirleyen bir sembol mahiyetindedir. Suphi TKP’si, tarihsel süreçteki yol değil, bir tutum olarak anlaşılmalıdır.

[115] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 191

[116] Yalçın Küçük, “Eski Aydın İhanetleri”, Aydınlık, Sayı: 20/719, 29 Nisan 2001, s. 20

[117] Burada ‘karşı-devrim’ terimi, ulusal harekete ‘karşı’ olmak dışında daha çok mecazi ve politik teşhir maksatlı bir kullanıma ilişkindir.

[118] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, İstanbul 1974, Tarih ve Devrim Yay., İkinci basım, s. 53

[119] Kıvılcımlı, Tarih Tezi, a.g.e., s. 69

[120] Kıvılcımlı, Yol 2, İstanbul 1992, Bibliotek Yay., s. 317

[121] Kıvılcımlı, Tarih Tezi, a.g.e., s. 26

[122] A.g.e., s. 25

[123] Aydınlık, sık sık görüş değiştirmesini dönemin değişmesine bağlar ve bunu gayet doğal bir şey olarak savunur. Fakat, aynı işlemi başkasında gördüğünde teşhir konusu yapar: “İGD’liler 1 Mayıs 1978’de Castro’nun resimleriyle birlikte Deniz Gezmiş’lerin resimlerini taşırken: 1971’de ‘ajan-provokatör’ dedikleri kimseleri şimdi ‘yurtsever’ ilan ettiler.” (“Bilinmeyen Sol Dizisi”, Aydınlık, 8 Mart 1979)

[124] Hasan Yalçın, “Kürt Sorunu, İttifaklar, Subjektivizm ve Aydınlık” Teori, 59, Kasım 1994, s. 29, 31

[125] Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Çev.: İsmet Birkan, İstanbul 1996, Can Yay., s. 240

[126] Lenin’in 4 Şubat 1905 tarihli mektubundan aktaran: B. D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, Çev.: Yunus Murat, İstanbul 1989, BFS Yay., s. 342

[127] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 275

[128] Althusser, Gelecek Uzun Sürer, a.g.e., s. 181

[129] Althusser, a.g.e., s. 232

[130] K. Ajdukiewicz, Temel Kavramlar ve Kuramlar, Çev.: Ahmet Cevizci, Gündoğan Yay., Ankara 1994, s. 54

[131] Bu eğilim, karikatürize edilebilecek birtakım tutumlara yol açmıştır. Örneğin, Perinçek, 1979 1 Mayısı için, “1 Mayısı kutlamak Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı mücadele etmektir” diye yazıyordu. Bir panelde konuşan Hasan Yalçın’ın, meseleyi emperyalizme bağlamasının eleştirilmesi üzerine, “Ben her şeyi emperyalizmle ilişkilendiririm” dediği anlatılır. Aydınlıkçı İlknur Kalan’ın, 8 Mart’ta katıldığı bir panelde, kadın meselesine hiç değinmediği ve İşçi Partisinin o günlerdeki kampanyasını anlattığı söylenir.

[132] K. Ajdukiewicz, Temel Kavramlar ve Kuramlar, a.g.e., s. 54

[133] Lenin, Ne Yapmalı?, Ankara 1990, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., s. 174

[134] Konjonktürdeki unsurların süreçteki birtakım unsurların ta kendisi olduğunu ampirik bilinç ısrarla yineleyecektir. Gerçek teorik karşılığıyla, konjonktür, sürece ilişkin hiçbir unsur ihtiva etmez. Fakat, Aydınlıkçılıkla bu alanda karşılaşmaya gerek görülmedi.

[135] Lenin, Ne Yapmalı?, Ankara 1990, Sol Yay., s. 172’deki ifadeye atfen: Ama bize gerekli olan, sorunun ilek olarak çözümü değil, fiilen çözümüdür.”

[136] “İşçi Partisine Karşı Psikolojik Savaş”, Teori, Sayı: 137

[137] Aydınlık, Sayı: 18/717, 15 Nisan 2001, s. 4-5

[138] Aydınlık, Sayı: 18/717, 15 Nisan 2001, s. 5

[139] Perinçek, “Kurmay! Kurmay! Kurmay!”, Aydınlık, Sayı: 18/717, 15 Nisan 2001, s. 3

[140] Halil Berktay, “SP Kuruluş Toplantısına Mektup”, Saçak, Sayı: 60, Şubat 1989, s. 21

[141] Doğu Perinçek, “Aydın Kavramı”, Papirüs, S. 34, Aralık 1999, s. 3

[142] “İşçi Partisine Karşı Psikolojik Savaş”, Teori, Sayı: 137, Haziran 2001, s. 67

[143] Perinçek, “Başyazı: Anarşinin Kaynağı ve Devrimci Siyaset”, Aydınlık, 3 Nisan 1978

[144] Perinçek, “Başyazı: Anarşinin Kaynağı ve Devrimci Siyaset-6”, Aydınlık, 8 Nisan 1978

[145] Manşet: “MHP sıkıyönetimden memnun değil”, Aydınlık, 2 Ocak 1979

[146] Aydınlık, 25 Şubat 1979

[147] Aydınlık, 26 Şubat 1979

[148] Aydınlık, 22 Nisan 1979

[149] Aydınlık, 26 Nisan 1979

[150] Aydınlık, 21 Haziran 1979

[151] Aydınlık, 15 Ocak 1979

[152] “Bütün filler kuştur.” “Bütün kuşlar uçar.” “O halde bütün filler uçar.” (A. Arslan, Felsefeye Giriş, Ankara 1994, Vadi Yay., s. 24)

[153] Perinçek, “Başyazı: Devlet ve Ordu”, Aydınlık, 3 Ağustos 1979

[154] Yankı’dan aktaran: Perinçek, “Başyazı: Anarşinin Kaynağı ve Devrimci Siyaset”, Aydınlık, 4 Nisan 1979

[155] Doğu Perinçek, “Faşizmin Tırmanışı”, Teori, Sayı: 58, Ekim 1994, s. 3

[156] Doğu Perinçek, a.g.e., s. 4

[157] Doğu Perinçek, a.g.e., s. 5

[158] “Ordu ve Militarizm”, Teori, Sayı: 135, Nisan 2001, s. 75

[159] Sinan Onuş, “MHP Muhalefeti Harekete Geçti”, Aydınlık, 1 Temmuz 2001, Sayı: 29/728, s. 14. Muhalefet, IMF’yle ilişkiler gibi konularda teslimiyetçi davrandığı için MHP Merkezini eleştiriyor.

[160] “12 Eylül Harekatını ‘terörün kökünü kazıma’ amacından saptırarak, ‘solun ve demokrasinin kökünü kazıma’ mecrasına sokmak isteyen güçler, devleti yanıltarak bu soruşturmanın açılmasını sağlamışlardır.” (Perinçek, “Sorgu”, İddianame ve Sorgu, a.g.e., s. 195-6)

[161] Perinçek, İddianame ve Sorgu, s. 197

[162] Perinçek, İddianame ve Sorgu, s. 197. Perinçek’in en azından bundan şikayet etmemesi gerekir. Kendin masabaşında imal ettiğin şemaları ve suçları yazacaksın. Yirmi yıl sonra hala da yazmaya devam edeceksin, bir de bunlardan şikayet etmeye kalkacaksın!)

[163] Perinçek, İddianame ve Sorgu, s. 200

[164] Devletin saldırısına karşı güvenceli alanlara çekilmeyi öngören bir politik niteliğe, İslamcı harekete ilişkin konumlanmanın orta-sınıfa özgü sosyo-kültürel temellere sahip olduğu da eklenmelidir.

[165] “Kurb-i sultan, ateş-i suzan.” (Sultanlara fazla yaklaşan yanar.) Osmanlı uleması, devletluyla düşüp kalkmanın hayırlı bir iş olmadığını bilirdi. 28 Şubat ulemasının bunu dikkate alması gerekir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar