Ana SayfaKürsü‘Sarı Yelekliler’ Hareketi’nin Dersleri

‘Sarı Yelekliler’ Hareketi’nin Dersleri

 

Çeviri: Büşra Özcan

Sarı yelekliler hareketi ile ehemmiyetsiz Cumhurbaşkanı Macron’un önderlik ettiği devlet yetkilileri arasındaki şiddetli ve bitip tükenmeyen karşıtlık hakkında ne düşünmeliyiz?

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin son turunda, parlamenter aşırı-sağın önderi Marine Le Pen’i de, sözde-reformist bir biçimde, büyük sermayenin hizmetindeki bir ‘demokratik darbe’ye girişen Macron’u da asla desteklemeyeceğimi açık bir biçimde ifade etmiştim.

Bugün Macron’a ilişkin değerlendirmemde değiştirmek isteyeceğim hiçbir husus yok: Macron’u açıkça küçümsüyorum. Ancak sarı yelekliler hareketini ortaya çıkaran nedir? İtiraf etmeliyim ki hareket geçen yıl ortaya çıktığında bileşimi, iddiası ve pratikleri bakımından onda siyasal olarak yaratıcı ya da ilerici hiçbir özellik bulamadım.

Bu isyanın ortaya çıkması için pek çok nedenin bulunduğunu ve bu nedenden ötürü hareketin meşruluğunu tereddütsüz bir biçimde kabul ediyorum. Kırsal alanların insansızlaştırılmasının, küçük ve orta-ölçekli şehirlerin terk edilmiş sokaklarındaki hazin sessizliğin, sağlık merkezleri, hastaneler, okullar, postaneler, tren istasyonları ve telefonlar gibi günbegün özelleşen kamu hizmetlerinin bitimsizce ortadan kaldırılmasının farkındayım. Başlangıçta yavaş ilerleyen ve gittikçe hızlanan yoksullaştırmanın, toplumun, kırk yıl önce neredeyse sürekli olarak artan alım gücünün keyfini süren kesimlerini etkilediğini biliyorum. Maddi yaşamın tüm aileler, özellikle de sarı yelekliler hareketinde oldukça aktif olarak bulunan kadınlar için baş ağrısına dönüşmekte olduğunun da bütünüyle ayırdındayım. 

Kısacası, Fransa’da orta sınıfın emekçi kesimi olarak adlandırabileceğimiz, esas olarak büyük şehirlerin dışında yaşayan ve düşük gelire sahip olan bölüğü ciddi bir hoşnutsuzluk içerisindedir. Sarı yelekliler hareketi bu hoşnutsuzluğun aktif ve şiddetli isyan formunda bir temsilidir. 

Duymak isteyene, bu ayaklanmanın tarihsel-ekonomik nedenleri son derece açıktır. Dahası, sarı yeleklilerin neden sorunlarının başlangıcı olarak kırk yıl öncesine, yani baştan aşağı liberalken, hatalı bir biçimde ‘neo-liberal’ olarak adlandırılan ve on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin vahşiliğine dönüş anlamına gelen uzun süren kapitalist-oligarşik karşı-devrimin başladığı 1980’lere işaret ettiklerini de açıklarlar. Bu karşı-devrim kabaca 1965-75 arasındaki, Fransa’daki merkez üssü Mayıs ‘68 ve dünyadaki merkez üssü Çin’deki Kültür Devrimi olan ‘kızıl yıllar’a verilmiş bir yanıttır. Ancak karşı-devrim komünizmin küresel girişiminin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve ardından Çin’de gerçekleşen çöküşü ile birlikte –artık kapitalizme ve onun fırsatçılarına, özellikle de güçlerini sınırsızca kullanan milyarderlerin ulus-aşırı oligarşisine dünya ölçeğinde karşı çıkan hiçbir şeyin olmadığı koşullarda– ciddi biçimde ivme kazanmıştır.

Elbette Fransız burjuvazisi karşı-devrim hareketini takip etmiş; hatta, komünist İdea’nın gerçekleştirilmeye çalışıldığı her yerde hatalı olmakla kalmayıp suçlu da olduğundan emin olan ‘yeni felsefeciler’in maskaralıklarıyla, onun siyasal ve entelektüel merkezi olmuştur. Mayıs ‘68’den ve Maoizmden kaçan sayısız entelektüel, ‘özgürlük’, ‘demokrasi’ ya da ‘bizim cumhuriyetimiz’ gibi fetişistik ve tehlikesiz normların yönetimi altında, burjuva ve liberal karşı-devrimin vazifeşinas bekçi köpekleri olmuşlardır.

Bu esnada, 1980’lerden bugüne Fransa’nın durumu giderek kötüleşmiştir. Bu ülke artık savaş sonrası yeniden inşa dönemindeki şanlı otuz yılın Fransa’sı değildir. Fransa artık dayanıklı bir dünya gücü, fetheden bir imparatorluk değildir. Fransa bugün çoğunlukla İtalya ve hatta Yunanistan ile karşılaştırılıyor. Rekabet her alanda geriye düşmesine neden oluyor; sahip olduğu sömürge rantı son demlerini yaşıyor ve Afrika’da sürdürmesi masraflı ve sonucu belirsiz sayısız askeri operasyonu gerektiriyor. İlaveten, geniş fabrikalar da peyderpey yurtdışına, Asya gibi, işçi sınıfının emek gücünün çok daha ucuz olduğu yerlere taşındı. Bu geniş ölçekli sanayisizleşme, Lorraine’in çelik fabrikalarını, Kuzey’in tekstil fabrikalarını ve maden ocaklarını kapsayan çevre bölgelerden; harap olmuş endüstrilerin arkalarında bıraktığı sayısız arazi üzerindeki emlak spekülasyonuna terk edilmiş Paris banliyölerine kadar yayılan bir tür toplumsal çürümeyi beraberinde getiriyor.

Tüm bunların sonucu, Fransız burjuvazisinin –egemen oligarşisinin, CAC 40’ın hissedarlarının– geçmişte, özellikle de 2008 krizinden önce olduğu gibi siyasal olarak köle ruhlu bir orta sınıfın varlığını muhafaza edememesidir. Bu orta sınıf hemen her zaman çeşitli sağcıların seçim üstünlüğünün sadık tarihsel destekleyicisi oldu – devasa endüstriyel yığınakların 1920’lerden 1980 ve 90’lara kadar komünizm tarafından cezbedilmiş örgütlü işçilerine karşı sahneye konmuş bir üstünlük. Dolayısıyla orta sınıfın terk edilmiş hisseden geniş bölüklerinin, yerel kapitalist ‘modernleşme’nin temsilcisi olan Macron’a karşı süren mevcut ayaklanmasının anlamı her yerde vidanın sıkılması, tasarruf ve kemer sıkma politikalarının uygulanması, otuz yıl önce egemen sisteme rızaları karşılığında sunulmuş orta sınıf konforunun hiçbir karşılık teklif edilmeksizin özelleştirilmesidir. 

Sarı yelekliler oldukça sahici olan yoksullaşmalarını gerekçe göstererek bu rıza için kendilerine yeniden yüklü bir meblağın ödenmesini istiyorlar. Ancak bu absürttür, çünkü Makronizm oligarşinin, komünizm tehdidi ortadan kaybolduğu için orta sınıf desteğine olan ihtiyacının –finans sektörüne pahalıya patlayarak– azalması ve artık yerel bir seçim için aynı miktarda ödeme yapacak kaynaklardan yoksun olması sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle ‘zorunlu reformlar’ kılığına girerek otoriteryan bir siyasete yönünü çevirmek zorundadır: Devlet iktidarının yeni bir biçimi işsizler ve orta sınıfın alt tabakalarına uzanan kesimler üzerinde uygulanacak kârlı ‘kemer sıkma’ya arka çıkmak için hizmet verecektir. Ve bu durum bu dünyanın gerçek sahiplerinin –endüstri, ticaret, ham maddeler, taşımacılık ve iletişim alanlarındaki büyük grupların başlıca hissedarlarının– yararınadır.

1848’de yazılan Komünist Manifesto’da Marx bu türden bir konjonktürü incelemiş ve özü itibarıyla isabetli bir biçimde bugünün sarı yeleklilerinin ne olduklarına değinmişti: “Orta kesimler, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatçı, köylü, hepsi orta kesim olarak varlığını çöküşe karşı güvenceye almak için mücadele eder burjuvaziyle. Demek ki bunlar devrimci değil tutucudurlar. Dahası, gericidirler, tarihin çarkını geriye doğru döndürmeye uğraşıyorlar.”

Bugün çok daha amansız bir çaba içerisindeler, çünkü Fransız burjuvazisi küresel kapitalizmin aldığı yol göz önünde bulundurulduğunda, değil onların alım gücünü arttırmak, mevcut güçlerini muhafaza etmelerini sağlayacak durumda bile değildir. Marx’ın belirttiği gibi sarı yelekliler ‘burjuvaziye karşı savaşıyorlar’. Ancak miadını doldurmuş bir düzeni eski haline getirmek için yapıyorlar bunu; adı on dokuzuncu yüzyıldan itibaren ‘sosyalizm’, her şeyden önce de ‘komünizm’ olan yeni bir toplumsal ve siyasal düzen yaratmak için değil. Yaklaşık iki yüzyıldır, devrimci bir yönelim doğrultusunda olmayan her şey öyle ya da böyle kapitalist gericiliğe aittir. Politikada yalnızca iki ana yol vardır. Bu kanıya kesinlikle geri dönmemiz gerekmektedir: politikadaki iki yola, ancak kesinlikle kendini ‘liberal’ ilan eden oligarşinin liderliği altındaki sözde-eğilimlerin ‘demokratik’ bir biçimde tozunun alınması yoluna değil.

Bu genel değerlendirmeler sarı yelekliler hareketinin somut niteliklerini tersine çevirmeyi mümkün kılıyor. Hareketin kendiliğinden –ayaklanmanın ana hattına dışsal müdahalelere dayandırılabilir olmayan– özelliklerini ele alalım; bunlar Marx tarafından ifade edildiği gibi gerçekte ‘gerici’ özelliklerdir, ancak daha modern bir biçimde. Hareketin öznelliğini bugün Sermaye diktatörlüğü tarafından dayatılan yeni esaret biçimleri aracılığıyla kişisel öfkenin harekete geçirildiği yaygın bir bireyselcilik olarak adlandırabiliriz. 

Bu nedenle, kimilerinin yaptığı gibi sarı yelekliler hareketinin özünde faşist olduğunu dile getirmek hatalıdır. Hayır, faşizm her durumda kimlikçi, ulusal ya da ırkçı konuları son derece disiplinli, hatta askerileşmiş bir biçimde teşkilatlandırır. Mevcut ayaklanma –tıpkı kentli orta sınıfın her zaman olduğu gibi– örgütsüzdür ve bundan dolayı bireyselcidir. Bu ayaklanmada her türden ve meslekten, çoğu zaman kendilerini içten bir biçimde demokrat olarak niteleyen, Cumhuriyet’in yasalarına –ki bu yasalar bugünün Fransa’sında bir hiçtir– seslenen insanlar bulunmaktadır. Gerçekte bu insanların büyük çoğunluğunun bilhassa da siyasal kanıları istikrarsızdır. Ancak hareketi nadir bulunan kolektif yönleri, sloganları, tekrarlanan ifadeleri temelinde ele aldığımda da bana seslenen, ilgimi çeken, beni hareketlendiren hiçbir özellik bulamıyorum onda. Açıklamaları, çok tehlikeli olan örgütsüzlükleri, harekete geçme biçimleri, ortak düşünüş ve stratejik öngörüden istemli bir biçimde yoksun oluşları… Tüm bunlar siyasal yaratıcılığı imkânsız kılmaktadır. Cisimleşmiş herhangi bir liderliğe, merkezileşmeye, birleşmiş kolektiflere obsesifçe duydukları korku –ki günümüzde tüm gericilerin yaptığı gibi demokrasi ile bireyselciliği birbirine karıştırır– elbette benim dostluğumu kazanmıyor. Bunların aşağılık ve tek kelimeyle nefret uyandıran Macron’a karşı yarışta ilerici, yaratıcı ve uzun vadede muzaffer olabilecek bir güç olabilmeleri olası değildir.

Hareketin sağcı karşıtlarının, bunların arasından özellikle de dönek entelektüellerin ve oligarşi ve devlet liberal zırvalıkları için zemin sunduğunda polis güçlerinin müdafine dönüşen eski devrimcilerin ‘sarı yelek’ ayaklanmasını anti-Semitist ve homofobik ya da ‘Cumhuriyetimize bir saldırı’ olmakla suçladıklarını biliyorum. Ve eğer tüm bunların işaretleri harekette mevcutsa da, bunların ortak kanaatleri yansıtmadığını; hareket örgütsüzlüğü sebebiyle her türden manipülasyon karşısında savunmasız kaldığı ve aşırı sağ içine sızarak varlık gösterebildiği için böyle olduğunu da biliyorum. Sonuç olarak, kafalarımızı kuma gömmeyelim; çeşitli göstergeler, özellikle de kısa vadeli milliyetçiliğin açık işaretleri, entelektüellere dönük örtük düşmanlık, ‘halka karşı elitler’ ifadesinin kripto-faşist üslubundaki demagojik ‘demokratizm’, ve söylemsel kafa karışıklığı herkesi bugün gerçekleşenin ne olduğuna ilişkin gereğinden fazla genel değerlendirmeler konusunda tedbirli olmaya itmeli. Kabul edelim ki ‘sosyal iletişim ağı’ ile birlikte, pek çok sarı yelekli için dedikodu, objektif bilginin yerini alıyor ve sonuç olarak aptalca komple teorileri hareket içerisinde dolaşıma giriyor.

Eski bir deyiş ‘hareket eden her şeyin kızıl olmadığını’ söylüyordu. Pekâlâ hareket halinde olan sarı yelekliler hareketinde de şimdilik kızıl olan hiçbir işaret yok. Sarı dışında yalnızca üç renkli bayrak görüyorum ki bu bende her zaman için şüphe uyandırmıştır.

Açık ki aşırı-solcular, antifaşistler, Gece Ayakta’nın henüz uyanmış uykucuları ve her zaman için dişlerini geçirecekleri bir ‘hareket’in arayışında olanlar, ‘yaklaşan isyan’ hakkında yüksekten atanlar demokratik (ki gerçekte kısa-süreli ve bireyselci olan) açıklamaları kutluyor, merkezsizleşmiş meclis kültünü piyasaya sürüyor ve yakın zamanda Bastille baskınını yeniden gerçekleştirmeyi hayal ediyorlar. Ama bu sevimli karnaval beni etkilemiyor. Yaklaşık on yıldır ya da daha uzun süredir bu tutum pek çok insanın her yerde karşılığında ciddi bedeller ödediği korkunç yenilgilere sürükledi. Aslına bakılırsa yakın zamandaki tarihsel kesitte meydana gelen ‘hareketler’ –Mısır ve ‘Arap Baharı’ndan Wall Street’i İşgal Et’e, bu hareketten Türkiye’deki büyük meydanlara, Türkiye’den Yunanistan’daki isyanlara, Yunanistan’dan her türden indignados’a, indignados’tan Gece Ayakta’ya, Gece Ayakta’dan Sarı Yelekliler’e ve daha nicelerine– gerçekler ve bugünün dünyasını yöneten amansız kurallardan oldukça bihaber duruyorlar. Sarhoş edici hareketler, yürüyüşler ve her türden işgal sona erdiğinde karşılaşmanın zorluğu, her zaman yenilgiye uğramaları ve rakiplerinin bu süre içerisinde güçlenmesi karşısında hayrete düşüyorlar. Ancak gerçekte olan bu hareketlerin çağdaş kapitalizme karşı sahici bir antagonizmayı, evrensel ölçekte bambaşka bir yolun başlangıcını temsil bile etmemiş olmalarıdır.

Şu an için hiçbir şey bu ‘hareketler’ silsilesinin –sarı yelekliler de dahil olmak üzere– derslerini akılda tutmaktan daha önemli değildir. Bu dersler tek bir ilke ile özetlenebilir: 

Emsalsizliği kesin surette negatif olan bir hareket ya ortaya çıktığı andaki koşullardan genellikle daha kötü koşullar ortaya çıkararak yenilgiye uğramak ya da mevcut düzene karşı sahici biçimde antagonistik olan ve disiplinli bir örgüt(lenme) tarafından desteklenen olumlayıcı bir siyasal önerinin yaratıcı hücumu temelinde ikiye bölünmek durumundadır. 

Son yıllardaki tüm hareketler, bulundukları yer ve süreleri ne olursa olsun hemen hemen aynı –doğrusunu söylemek gerekirse– katastrofik güzergahı izlediler:

  • Birlik, mevcut hükümete karşı sıkı örgütlü bir biçimde başladı. Bunu ‘Mübarek defol’dan ‘Macron’la mücadele et’e kadar uzanan ‘istifacı’ an olarak adlandırabiliriz.
  • Birlik, süreklilik kitle hareketini zorlamaya başladığında, anarşik bir tartışma sürecini takip eden, münhasıran negatif olan bir destekleyici sloganla –‘Kahrolsun baskı!’ ya da ‘Kahrolsun polis şiddeti!’ benzeri bir slogan– sürdürüldü. Siyasal bir muhtevanın yokluğunda hareket kendisini yalnızca aldığı hasarlarla tanımlıyor.
  • Birlik, hareketin bir kısmının katılmak istediği, bir kısmının katılmak istemediği, pozitif ya da negatif bir tutumu desteklemenin herhangi bir siyasal muhtevasının olmadığı seçim süreçleri sonucunda çözüldü. Belirttiğim gibi seçim tahminleri Macron’un sarı yelekliler öncesindeki oy oranına ulaştığını söylüyor ve sağ ile aşırı sağın toplam oy oranını %60 olarak ortaya koyuyor. Ölü durumdaki solun tek umudu olan Boyun Eğmeyen Fransa’nın (France Insoumise) oy oranının %7 olduğunu ifade ediyor.
  • Nitekim seçimlerle iktidara geliş, öncekinden daha kötü bir durum. Ya mevcut koalisyon onları ezici bir üstünlükle yeniyor (Mayıs 68’de Fransa’da olan buydu); ya harekete yabancı ve arzulanır olmaktan çok uzak yeni bir ‘formül’ muzaffer oluyor (Mısır’da Müslüman Kardeşler ve sonrasında ordu ile birlikte el-Sisi, Türkiye’de Erdoğan); ya lafzi solcular seçiliyor ancak önemli konularda derhal silah bırakıyor (Yunanistan’da Syriza); ya aşırı-sağ kendi başına muzaffer oluyor (Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Trump vakası); ya da hareketin içinden çıkan bir grup hükümet pastasından pay alabilmek için aşırı-sağa katılıyor (İtalya örneğinde olduğu gibi Beş Yıldız Hareketi ile hemen hemen faşist olan Kuzey Ligi arasındaki ittifak). Fransa’da ‘sarı yelekliler’den çıkan bir grubun Marine Le Pen’in seçim hizbinde çalışmasıyla sonuçlanacak bir ittifakın bu son senaryoyu Fransa’da mümkün kılabileceğini belirtebiliriz.

Tüm bunların nedeni negatif birliğin siyasal bir öneri yapamaması ve bu nedenle en nihayetinde katıldığı savaşlarda hezimete uğramasıdır. Olumsuzlamanın ötesine geçen bir öneride bulunmak için düşmanı tespit etmeli ve ondan gerçekten mutlak bir biçimde farklı bir şey yapmanın ne anlama geldiğini bilmeliyiz. Bu, küresel çağdaş kapitalizme, Fransa’nın çağdaş kapitalizm içinde çökmekte olan konumuna, mülkiyet, aile (miras) ve devlet konularının komünist bir biçime sahip çözümlerine, bu çözümleri hayata geçirecek dolaysız araçlara ve tarihsel bir bilanço tablosundan çıkarsanan bir ittifaka ve bu gerekliliklere olanak açan örgütlenme biçimlerine ilişkin asgari düzeyde bilgiye sahip olmayı gerektirir. 

Tüm bunları üstlenebilmek için, yenik orta sınıfların bir kesimini gelecekte kazanabilmek, ancak yepyeni temellerden oluşan bir örgütlenmeyle mümkün olacaktır. Ancak böylelikle, Marx’ın belirttiği gibi, orta sınıflar “[e]ğer devrimci iseler, proletaryaya geçiş önlerinde durduğu içindir bu ve o zaman şimdiki çıkarlarını değil gelecekteki çıkarlarını savunurlar, proletaryanın bakış konumuna geçmek üzere kendi konumlarını terk ederler.”

Bu noktada kilit bir hususa ilişkin kısmen olumlu bir sonuca izin veren kıymetli bir göstergeye sahibiz. Hiç kuşku yok ki sarı yelekliler hareketinde –kendi davalarını şimdide değil, gelecekte görmenin zorunluluğunu fark eden ve gelecek adına, satın alım gücü, vergiler ya da parlamenter anayasanın yeniden düzenlenmesi benzeri statik taleplerden başka talepler etrafında bir araya gelen aktivistlerden oluşan– potansiyel bir sol, sahiden ilginç bir azınlık bulunmaktadır.

Bu azınlığın hakiki halkın –istikrarlı bir siyasal fikrin taşıyıcısı olan, liberal karşı-devrim ile gerçekten antagonistik karşıtlık içerisinde olan bir yolu bünyesinde barındıran halkın– bir bölümünü oluşturabileceğini söyleyebiliriz.

Elbette yeni proleterlerin kitlesel katılımı olmaksızın sarı yelekliler bu biçimiyle ‘halkı’ temsil edemez. Bu, ‘halk’ı, orta sınıfın sosyal haklardan en yoksun bölüğünün yıkılan sosyal statülerine dönük nostaljisine indirgemek demek olurdu. Bugün harekete geçen kitle, politikada ‘halk’ olabilmek için, banliyölerimizdeki göçebe proletaryanın iradeli ve önde gelen bir kesimini –Afrika’dan, Asya’dan, Doğu Avrupa’dan ve Latin Amerika’dan proleterleri– içermeli, mevcut düzenden kopuşun açık işaretlerini sergilemelidir: İlk olarak görünür işaretler yoluyla; üç renkli bayrak yerine kızıl bayrak gibi. Sonrasında, broşür ve pankartlarda, mevcut düzenle antagonistik çelişki içerisinde olan iddia ve yargılarla. Devamında ise geliştirmek zorunda olduğu asgari taleplerle; örneğin, özelleştirilmelere mutlak biçimde son verilmesi ve 1980’lerin ortasından itibaren gerçekleştirilmiş tüm özelleştirilmelerin iptali. Buradaki esas fikir tüm üretim araçlarının, tüm bankacılık aygıtlarının ve tüm kamu hizmetlerinin (sağlık, eğitim, ulaşım, vb.) kolektif kontrolü olmalı. Kısacası, siyasal halk var olabilmek için birkaç yüz hoşnutsuzluğu bir araya getirmekle –inanıyorum ki bunlar yüz binlercedir– ve bir devletten –açıkça ve olması gerektiği gibi tiksindirici olan bir devletten– kendisini ‘göz önünde bulundurma’sı, referandumlar düzenlemesi (neye ilişkin?), yerel hizmetleri sürdürmesi ve vergilerini azaltırken alım gücünü bir dereceye kadar arttırması alçakgönüllülüğünü talep etmekle yetinemez. 

Mübalağa ve yaygara sona erdiğinde, sarı yelekliler hareketi Marx’ın ifade ettiği gibi gelecekte, geleceğin görüş açısından son derece faydalı olabilir: hareketin içerisinde azınlıkta olan, örgütlenme, harekete geçme ve konuşma aracılığıyla talihsizliklerinin –yani, liberal karşı-devrimin– esas kaynağına ilişkin küresel ve ulusal genel bir bakışa sahip olmaları gerektiğini anlayan ve dolayısıyla yeni bir tür gücün inşasındaki adımlara katılan ve gelecekte duracakları noktayı temel alarak düşünen aktivistler şüphesiz ki siyasal halkın varlığına katkı sunacaktır. Bu nedenle onlara seslenmeli ve kabul etmeleri durumunda onlarla ilk ilkenin, açık olmak adına, komünizm, evet, yeni bir komünizm olarak belirlendiği toplantılar düzenlemeliyiz – bu sözcük son otuz yılda lanetlenmiş ve belirsizleşmişse olsa bile. Bu sözcüğün reddinin, tam da son yıllardaki ‘hareketler’in tümünün –‘sarı yelekliler’ içerisinde yeni bir dünya umuduna sahip olan aktivistlerin de– bütünüyle farkında olmaksızın isyan ettiği eşi benzeri görülmemiş bir siyasal gerilemeye işaret ettiğini deneyimler ortaya koymaktadır. 

Bu yeni aktivistler yola koyulmak için kaçınılmaz olduğunu düşündüğüm bir şeyi destekleyeceklerdir: geniş banliyölerden nüfussuzlaştırılmış küçük şehirlere kadar, Sermayenin yasalarının ve ondan bütünüyle farklı bir siyasal yönelim adına ona karşı mücadele etmenin ne anlama geldiğinin açıkça öğretildiği ve tartışıldığı okullar kurmak. Eğer ‘sarı yelekliler beyaz Macron’a karşı’ bölümünün ötesine geçilirse, fakat bu bölümdeki en iyi unsurlar geleceğe taşınırsa, bu türden bir kızıl siyasal okullar ağı doğabilir ve hareket, dolaylı harekete geçirme gücü ile gerçekten önemli olduğunu ispatlayabilir. 

 

Kaynak: https://www.versobooks.com/blogs/4327-alain-badiou-lessons-of-the-yellow-vests-movement?fbclid=IwAR2-p12SAbfKIlPPi4wnl_-Xqj-N-9PHCzncPApCbHPUPf-1cPGJ6Wu8wAs

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar