Ana SayfaGüncel YazılarTarih Yazımı ve Silahlı Mücadele

Tarih Yazımı ve Silahlı Mücadele

Çeviri: Burak Obruk

 

Eski bir RAF üyesi olan Ron Augustin’in Haziran 2016’da Amsterdam Üniversitesi’nde yaptığı konuşma. (http://germanguerilla.com/2016/08/27/historiography-and-armed-struggle/)

Her çağda yapılması gereken, geleneği, onu alt etmek üzere olan konformizmin elinden bir kez daha kurtarmak için çaba harcamaktır.

Walter Benjamin

 

RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) geçmişi 30 yıllık bir zaman dilimine yayılır. RAF’ı ve bu süreci takdim etmenin birçok yolu var ve ilke olarak (yorum üzerinde otorite tesis etme mücadelesinde bilinçli bir şekilde, bir silah olarak tasarlanmadıkları sürece) hiçbirinin meşruiyetini sorgulamıyorum. Bununla birlikte, tüm bu aktarımların sonunda iki temel yaklaşımdan birine dayandırılabileceği düşüncesindeyim.

İlki, oldukça uzak bir ihtimal olarak, statükoyla özdeşleşme ve ona sadakat yemini etme anlamına gelir. Öyle ya da böyle konformizmi ciddi manada meşrulaştırmaya hizmet eder ve tümü asıl politik bağlamından soyutlanmış olan sansasyonalizm, sapkınlık, cinsellik, suç ve yüzeysellik ile kendini ayırt edici kılar.

Diğer yaklaşım öğrenme merakından kaynaklanır ve bir şekilde bağlam ve gerçeklikle ilgilidir. İlla bir özdeşleşme şeklinde olmasa da, sadece bireysel konumunu düşman olarak algılanana karşı savunmakla ilgilenmediği sürece, gerçekte başımızdan geçenlerden tamamen farklı bir tarihsel gelişmeyi yansıtsa bile, bir çeşit direniş noktasından, toplumsal değişime duyulan az ya da çok somut bir ilgiden ileri geldiğini söyleyebilirim.

Elbette ilk yaklaşım resmi tarih yazımına ve anaakım basına hakimdir. Fakat tarihimizin ele alınışındaki problemlerden biri, ikinci yaklaşımı temel alan anlatımların dahi sıklıkla anaakımdan alınma varsayımları içermesidir. Mücadele edilmedikçe, politik ve entelektüel gerileme yıllarında, anaakımın yorum üzerinde mutlak söz sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

Grup henüz kendisine bir isim vermemişken “Baader-Meinhof” olarak damgalandı. Silahlı mücadelenin bağlamı ve politik arka planıyla ilgisi olamayan bir mit inşa edilmeye başlandı ve mesele sadece grubun içinde yer alan bazı bireylere indirgendi. 1871 Paris Komünü’nden beri formül budur: bir depolitizasyon aracı olarak kişiselleştirme ve bireyleri ön plana çıkarma. Depolitizasyon bir şeyi bağlamından, yani içeriğinden ve ana fikrinden koparmak anlamına gelir.

Sürekli öne sürülen tablo, ortada, emir veren ve o emirleri takip eden insanlardan oluşan kadro partisi olarak örgütlenmiş bir grubun olduğudur ve bu iddia belirli bireylere ilişkin peri masallarıyla takviye edilmiştir. Genel kanı, Andreas Baader, Gudrun Ennslin ve Ulrike Meinhof arasındaki özel ilişki olmaksızın silahlı mücadelenin de olamayacağıdır.

Buna ek olarak politik arkaplan da çoğunlukla şiddet sarmalı tarafından yönlendirilen, gösterici ve polislerin karşılıklı olarak tansiyonu yükselttiği ve dahil olan bireylerin radikalizasyonuyla neticelenen bir öğrenci hareketi kronolojisiyle açıklanmıştır.

Böylece, sözde şiddet sarmalı ve bazı insanların ruh hali tarihin bu kesitini güya açıklama iddiasında olan bileşimi oluşturuyor. İlginç olan, bu iddiaların nadiren gerçeğe ya da gerçeği ortaya çıkarma çabalarına; buna karşılık büyük oranda abartı, tahrifat, uydurma ve alaycı gevezeliklere dayanıyor olmasıdır. Bu şekilde, tarihsel bir süreç bir (negatif) ikon’a dönüştürülür. Sonuç ise referansların gerçekliğe değil de herhangi bir gazetecinin kendi ürettiklerine ya da meslektaşlarından topladıklarına yapılan bir gönderme haline gelmesidir.

Yaklaşık elli yıl öncesine kadar, bir tarihçi olarak kabul edilmek isteyen herkes, akademik çevrelerde bir dizi eser sunmalı ve yayınlamalıydı. Bugün internet ya da medyada varlığını sürdüremeyen hiçbir tarihçi ilgi göremez. Bu durum belki akademik dünyanın dışa açılmasına ve demokratikleşmesine işaret edebilir fakat aynı zamanda kişinin kendisini piyasada (kitap piyasası, Wikipedia, genel olarak medya) tutmasının ve pazarlamasının gerekliliğini de açık eder.

Her halükarda, bu, “resmi” tarih yazımında akademik araştırma ve gazetecilik arasındaki ayrımı silikleştiriyor ve görüş oluşturma, üslup, atlatma haberler, pazar segmentasyonu, pazara sürüm süresi vs. üzerinden medyaya ve iletişim stratejilerine giderek artan bir bağımlılık anlamına geliyor.

Medyanın işleyişinin tipik bir örneği bir gazeteci tarafından ortaya atılan iddianın daha sonra yüzlerce gazeteci tarafından sorgulanmadan alınmasıdır. Kaynak gösterilen az sayıdaki örnekte gösterilen kaynak da bir önceki gazeteci olur. Bu şekilde, iddialar doğrulanmadan sürekli biçimde tekrarlanır.

Bu durumun RAF’ın tarihi açısından anlamı, birkaç otobiyografiyi hariç tutarsak, ortada grubun kökeni, gelişimi ve politikası hakkında etraflı bir açıklama bulunmamasıdır. RAF hakkında hepsi temel olarak polis ve istihbarat dosyalarının varsayımları, olumsuz imaları ve mitlerine dayanan yüzlerce belgesel var. Yeni bir şey ortaya çıkınca da aynı tarafgir rutini ve düpedüz uydurma iddiaları takip ediyor.(Bir istisna için bkz: André Moncourt, J. Smith, The Red Army Faction: A Documentary History, Kersplebedeb and PM Press. Vol. 1, 2009: 1970-1977. Vol. 2, 2013: 1977-1984. Vol. 3, 2017: 1984-1998.)

Daha yüzlerce örnek sayabilirim, fakat RAF’a ilişkin bu klişelerin nereden geldiğini ve resmi tarih yazımının kaynaklarının neler olduğunu anlamanın daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu noktada, üç ismi anmak gerekir: Stefan Aust, Wolfgang Kraushaar, Gerd Koenen.

İlki, en çok alıntılanan ve “RAF uzmanı” olarak görülen Stefan Aust. Aust’un meslektaşları arasında yeri, karanlık bilgi edinme yöntemleri nedeniyle tartışmalı görünüyor. İtibarı tamamen Ulrike Meinhof’u şahsen tanıdığı iddiasına dayanıyor. Yirmili yaşlarının başında Konkret’te çalıştığı doğrudur. O yıllarda dergi öğrenci hareketinin sesi olmaktan yumuşak porno dergisine dönüşmüştü ve Ulrike editörlük görevini ve işini bırakmak üzereydi. Ulrike’nin eski eşi Klaus Rainer-Röhl (o yıllarda Konkret dergisini çıkarıyordu) ile arkadaş oldu ve bugüne kadar kullanılan klişeler tam olarak buradan çıktı.

Ulrike illegal faaliyete başlar başlamaz bireylerin sözümona “psikopatolojisi”ne dayanan hikayeleri yayanlar da Röhl ve ekibidir. Daha sonra Federal Emniyet Teşkilatı’ndan (BKA) Alfred Klaus bu hikayeleri bir araya getirip, duruşmalarda ve medyada karşımıza çıkacak olan sözde “psikogram”ları oluşturdu. Bu yöntem psikolojik savaşın esaslı bir yönüdür ve Nazi Reich Güvenlik Baş Dairesi’nin Düşman Araştırma Departmanı’nın köklü geleneklerindendir.

Aust’un en önemli eseri Baader-Meinhof Komplex polisiye türünde yazılmış 800 sayfalık oldukça hacimli bir kitap. Kitap boyunca tek bir referans kaynak dahi yok. Bire bir aktarımlarda bile doğrulanabilir bir referans bulunmuyor. Aust çalışmasının başlığını da içeriğini de BKA’ya borçlu. BKA, RAF’ın izini sürmek için tüm dokümanlarını Baader-Meinhof Komplex adı altında topluyordu. BKA, Aust’un o zamanlar yalnızca mahkeme heyetinin erişimine açık olan 250 dosyaya (120.000 sayfa) yasadışı olarak ulaşmasına müsaade etti.

Taraflı iddiaları doğrulanabilir verilere değil büyük ölçüde fabrikasyona, tahrifata ve yalanlara dayanıyor. Bizi alıntıladığında alıntı sıklıkla bağlamından kopartılıp baş aşağı çevriliyor. Birçok örnekten yalnızca biri, Ulrike tarafından öğrenci hareketlerinin ne kadar cesaretlendirici olduğuna dair alınan bir notu tam tersi bir anlam elde etmek için “cesaretlendirici” kelimesini “cesaret kırıcı” olarak değiştirerek aktarmasıdır.

Bu kitap, kendisi tek bir kaynak göstermemesine rağmen, RAF tarihinin ciddi bir açıklaması olduğu gerekçesiyle kendisinden en çok alıntı yapılan kaynaktır da.

Wolfgang Kraushaar kendisini bir siyaset bilimci olarak adlandırıyor, fakat kroniklerden, analizden yoksun kronolojik bilgi derlemelerinden başka bir şey üretmediği için akademisyenler arasında uzun zamandır kötü bir şöhrete sahip. Ne şans ki, yalnızca sınırlı erişime açık olan Reemtsma Enstitüsü arşivlerinde asistanların ve öğrencilerin yardım ettiği bir çalışma yapma fırsatı buldu. O tarihten beri hem kişisel şöhreti hem de bir cadı avı için cilt cilt kitap yazdı. Polisi oynayan bir arşivci… Olayın, kronik işsizlik döneminde kişisel hayatta kalma stratejileriyle ilgisi biraz fazla görünüyor.

Gerd Koenen yılların Stalinist Maoistiydi ve bir süredir ortalıkta görünmüyordu. Şu günlerde ise 1960’larda solun kafayı yemiş olduğunu kanıtlama niyetiyle sinik hikayeler yazıp kendi tarihini alçaltarak geçimini sağlamakta. Bizimle ilgili söyleyecek çok şeyi yok, kendisi, bunun yerine RAF’ın tarih öncesini kişiselleştirmeye odaklanıyor. Pek çok diğer yazar gibi o da RAF ortaya çıkmadan önce olan şeylere atıfta bulunuyor ve söz konusu ettiği kişilerin ilerleyen dönemdeki gelişimlerini dikkate almıyor. Çarpıtmalarına bir örnek: Gudrun Ennslin bir mektupta “deli” kelimesini toplumsal olarak kabul edilemez olanı tanımlamak için kullanan bir gazete kupürüne ironik bir göndermede bulunuyor. Koenen ise alıntıyı kapitalizmle mücadelede “bir delilik unsuru”na dönüştürerek bunların Gudrun’un kendi sözleri olduğunu iddia ediyor. Sıradan ve aptalca, ancak burada önemli olan işe yarıyor olması.

Daha önce belirttiğim gibi, diğerleri de bu tip çalışmalara dayanıyor ve bir noktada hikayenin çıkış noktasını söylemek zorlaşıyor. Metod budur. Hemen hemen diğer tüm RAF tarihi yazarları, öne çıkmanın tabloid gazetelerde yayınlanıp yayınlanmamaya ya da “önemli” medya kuruluşlarına, yani otorite olarak kabul edilen gazete ve televizyon programlarına çıkıp çıkmamaya dayandığı homojen bir pazarda birbirlerine bağımlı durumdaki gazetecilerdir.

Eskimiş, mesnetsiz iddialara değil de gerçeklere dayandığı sürece eleştirilmekten yana bir problemimiz yok. Hapishane yazışmalarımızda üzerinde pek düşünmeden bir ya da iki kez bahsettiğimiz Brecht’in Tedbir’i ve Herman Melville’in Moby Dick’i, daha sonra hiçbirimiz tekrar değinmemiş olmamıza rağmen, hâlâ RAF’ı anlamakta anahtar rolünde. Öykü anlatmak için metafor olarak kullanılmalarını pek umursamıyorum. Bu bir bakış açısıdır. Fakat Aust’un yaptığı gibi Moby Dick‘in anti-kapitalist bir eleştiri olduğunu dahi fark etmeden kalıcı ve ciddi bir teori türetmeye kalkmak gülünç. İkinci olarak artık hiç kimse açıkça yeni bir bakış açısı ortaya koyamaz hale geliyor ve işe yaramaz bir yazarın ardından başka bir işe yaramaz yazarın aynı hikayeyi anlatması yalnızca sıkıcı oluyor.

Tarihimizin özgün bir anlatımının yarısı hâlâ eksik. Elbette bunda bizim de biraz sorumluluğumuz var. Stratejik belgeler, bildiriler ve tartışmalarımızın bir kısmı da dahil olmak üzere orijinal dokümanlar erişilebilir vaziyette (Almanca: socialhistoryportal.org/raf; İngilizce: germanguerilla.com) fakat bunlar zamanla eskidi. Bu yüzden tarihsel bağlamlarına oturtulmaları gerekiyor ve biz henüz bununla ilgili bir yazılı kayıt oluşturmayı bile başaramadık.

Tarih insanlarca yapılır. Bireysel inisiyatiflerin ve kişiliklerin tarihsel süreçlerde belirleyici olabileceğini inkâr etmiyorum. Ben RAF’ın basitçe süreçten çıkarım yapan şu ya da bu kişiden dolayı değil, o yıllarda kapitalist sistemdeki dönüşüm süreciyle diyalektik bir ilişki içerisinde anlaşılması gereken objektif dinamiklerin sonucu olarak ortaya çıktığını söylüyorum. Hemen hemen tüm kapitalist merkezlerde silahlı gruplar yaratan ve bu gruplar ile devlet mekanizmasının belirli anlarda belirli şekillerde birbirleriyle savaştıkları dinamikler…

Bana göre, RAF tarihinin gerçekçi bir değerlendirmesi, kapitalizmin geçen yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmesinin aynı ölçüde gerçekçi bir değerlendirmesi olmaksızın yapılamaz. Ve bu inceleme kapitalizmden bir çıkış yolunun nasıl bulunabileceğini ele almak zorunda kalacaktır. RAF’ın ve eyleminin yol gösterdiğini söylemiyorum. Şu an bahsettiğim şey tarihin nasıl yazıldığı. Vurgulamak istediğim, bağlamın ya da şeyler arasındaki karşılıklı bağın genellikle belirli bir olaydan daha önemli oluşudur.

RAF’ın ortaya çıkışı, yalnızca 1960’lı yıllardaki ayaklanmalar esnasındaki bir dizi olay ile açıklanamaz. Grubun zaman içindeki gelişimini 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki döneme, yani, o sırada kurulan uluslararası güç dengesi ile ortaya çıkan dönüşüm süreçlerinde kök salan dinamiklere yerleştiriyorum. Ana hatlarıyla değinmek gerekirse; dekolonizasyon yıllarında kurtuluş hareketlerinin gelişimi, bağlantısızlar hareketi, komünist partilerin yaşadığı bölünmeler, yeni örgütlenme biçimleri, emperyalist güçlerin nasıl bölüneceği ve kapitalist merkezlerde solun zayıflığının üstesinden nasıl gelineceği sorunu, üçüncü sanayi devrimi ve bunlara benzer diğer şeyler.

Bu güç dengesinde politik-askeri bir etmen olabileceğimizi ve bu şekilde kapitalist merkezlerde devrimci bilincin yeniden ayağa kalkmasına katkıda bulunabileceğimizi düşündük. Bu, bizim için aynı zamanda varoluşsal bir süreçti.

RAF’ın oluşumundan önce yıllarca, farklı yerlerde, farklı biçimlerde fakat benzer sonuçlara yol açan tartışmalar ve deneyimler oldu. Mesela benim için ortaya çıkışı belirli bir an değil de yıllara yayılan bir süreçtir.

Şiddet, bu gelişmede ikincil önemdeydi ve tek amacı devletin şiddet tekelini kırarak sistemin şiddetine karşı bir denge oluşturmaktı. Bizim için asıl önemli olan, öğrenci hareketinin özünü diri tutmak ve polis ya da ajanlar tarafından her hareketinizin ve yapmaya niyetlendiğiniz şeylerin izlenmemesinin bir önkoşulu olarak yeraltında pratik direnişi örgütlemeyi devam ettirmekti. Mesele, sisteme karşı sürekli ve etkili bir direniş için zemin yaratmaktı. Yeraltı, “özgürleştirilmiş bölge” olarak, mücadelenin gelişebileceği zorunlu araziydi. Böyle düşünen, organize olan, hareket özgürlüklerini ve eylem kapasitelerini daha büyük bir şeyin parçası olarak korumaya çalışan birçok insan vardı.

Dolayısıyla kitlesel bir taban değil inisiyatifin sürdürülmesi ve sol için yeni politik imkanlar yaratılması amaçlanmıştı. Elbette, hepsinden önce, geniş bir bakış açısıyla mesele somut durumun böyle bir ihtimale imkan vermesiydi. Henüz ortada devrimci bir durum yoktu ama koşullar sol için Sovyetler’in yıkılışından sonra neoliberalizm adıyla karşımıza dikilecek olan yeniden yapılanma çabalarına karşı koymak adına emperyalizmin ayaklarının altından bir parça toprağı koparabilme imkanını doğurmuştu. Bu belki kaçınılmazdı, fakat benim görüşüm solun şu ya da bu oranda daha kuvvetli bir karşı denge yaratabileceği yönündedir. RAF olarak biz de, diğerleri gibi, bunu gerçekleştirmeye çalışıyorduk.

Burada silahlı mücadele ve şehir gerillası deneysel aşamanın ötesine geçemedi. Hatalar da yaptık ama bence şehir gerillası girişimi pratik bir zorunluluktu. RAF kolektivite, gizlilik, devrimci öznellik, devrimci sınıf gibi kavramları yeniden tanımladı. Bunu, gelecek için bir kılavuz olarak olmasa bile belki de insanların bir noktada tekrar sahiplenme ihtimalinin olduğu ya da tekrar sahiplenebileceği izler bırakarak yaptı.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar