Ana SayfaArşivSayı 68-69Marksizm, Laiklik ve Din Sempozyumlarının Ardından

Marksizm, Laiklik ve Din Sempozyumlarının Ardından

 
Marksizm, Laiklik ve
Din Sempozyumlarının Ardından

Mehmet Polat

Teori ve Politika geçtiğimiz aylarda Ankara ve İzmir’de “Marksizm, Laiklik ve Din” sempozyumları düzenledi. Bu, teori bakımından çöl sayılabilecek bu topraklarda devrimci bir fikir akımı yaratmak için 20 yıldır iğneyle kuyu kazan derginin -kimi zaman yaptığı gibi- çalışmalarını kısa süreliğine de olsa kamuoyunun gözü önüne çıkarışının bir örneğiydi. Haber değerini çoktan yitirmesine rağmen, bu yüzden üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bu yazıda kısaca sempozyumlarla ilgili teknik bilgi verilecek. Henüz katılımcılar tarafından onaylanmış sempozyum kitabı çıkmadığından, konuşmalar değerlendirilmeyecek. (Korkut Boratav’ın internette yayınlanan konuşma metnine bir konuda değinilecek.) Sol medyanın sempozyuma nasıl yer verdiği ve konuşmaların bazı ortak özellikleriyle ilgili genel bir değerlendirme yapılacak.

***

İlk sempozyum 11 Nisan 2015 Cumartesi Günü Ankara Barosu Eğitim ve Kültür Merkezinde yapıldı. Korkut Boratav’ın açış konuşmasından sonra sırasıyla söz alan konuşmacılar ve konu başlıkları şunlardı: Ertuğrul Kürkçü: “İki kere laiklik”, Merdan Yanardağ: “Laiklik, sol ve post-modern gericilik”, Tanıl Bora: “Sosyalist gelenek ve din”, Seydi Fırat: “Ortadoğu zemininde sıkışan laiklik ve Kürt Hareketi”, Metin Kayaoğlu: “Laiklik Marksizmin savunacağı bir ilke olamaz”.

Konuşmaların ardından izleyiciler sorularını sordular ve katkı yaptılar. Sorular yanıtlandı ve sabah oturumu sona erdi.

Öğleden sonraki ilk konuşmacı Taner Timur, mazereti nedeniyle sempozyuma katılamadı. Ancak yazılı olarak gönderdiği ”Kutsallık, din ve toplumsal sınıflar” başlıklı metin okundu. Sırasıyla Aydın Çubukçu: “Demokrasi, resmi ideoloji, laisizm ve laikçilik”, Ferda Koç: “Burjuvazinin laikliği nerede biter, proletaryanın laikliği nerede başlar”, Foti Benlisoy: “Cennetin eleştirisinden yeryüzünün eleştirisine: Kendimize ait bir politika”, Özgür Şen: “Gerçek laiklik, gerçek İslam, gerçek kapitalizm: Siyasette ‘gerçeklik’ sorunu” başlıklarıyla ilgili konuştular.

Sorular ve katkıların ardından sempozyum bitti. 250 kişilik salonda gün boyu genellikle çok az boş yer vardı. Bazen ayakta kalanlar için aralara sandalye konuldu.

İkinci sempozyum 24 Mayıs 2015 Pazar Günü İzmir MMO Tepekule Kongre, Sergi ve İş Merkezi Akdeniz Salonunda düzenlendi. Toplantı, 18 Mayıs 1973’de katledilen devrimci önder İbrahim Kaypakkaya’ya adanmıştı. Ertuğrul Kürkçü’nün uzun sayılabilecek açış konuşmasının ardından sempozyum başladı. Sabah oturumunda Haluk Yurtsever: “Dünden bugüne laiklik mücadelesi”, Metin Kayaoğlu: “Din ve laiklik afyonu”, Selçuk Kozağaçlı: “Tanrıya verilmiş bir dilekçe: Adalet talebi” konuları üzerine konuştular. Sorular ve katkılarla sabah oturumu bitti.

Öğleden sonraki oturuma, sağlık sorunları nedeniyle mazeret bildiren Aydın Çubukçu katılamadı. Roni Marguiles: “Marksizm ve din: Ezilenlerin iç çekişi”, Jale Karakaş: “Devlet, din ve laikliği Marksizmin tenceresinde kaynatmak”, Murat Utkucu: “Sol ve ilahiyat: Hayal ve hakikat” başlıklarıyla ilgili konuştular. Soru ve katkılarla sempozyum tamamlandı. 200 kişilik salonda izleyici sayısı en kalabalıkken 70 kişi kadardı.

İki sempozyum da kaydedildi ve internette canlı yayınlandı. Salonların duvarlarında, Marx, Lenin, Kaypakkaya, Çayan, Kıvılcımlı gibi devrimcilerin din, laiklik, Aydınlanmayla ilgili sözlerinin yer aldığı panolar asılıydı. İzleyiciler; soru, açıklama ve küçük tartışmalarla; toplantıları foruma dönüştürme eğilimi gösterdiler. Gelecek toplantılarda bu göz önünde tutularak, konuşmacı sayısını azaltıp izleyici katkısına daha çok yer verilmesi düşünülebilir.

Medya sempozyumu nasıl gördü?

İzmir için aynı şey söylenemezse de Ankara sempozyumunun duyurusu sol medyada yaygın olarak yer aldı. Bunun toplantıya verilen önem kadar, haber merkezlerine kolayca kullanabilecekleri bir duyuru metni ulaşmasıyla da ilgili olduğunu düşünüyoruz. Çünkü aynı medya sempozyumun yapıldığı haberine, benzer duyarlılığı göstermedi. Belki bunun da haberi hazırlanıp ulaştırılsa, yayınlanabilirdi. Birkaç küçük haber dışında, sempozyuma yalnızca Evrensel gazetesi ve Odatv. internet sitesi geniş yer verdi.

Evrensel gazetesi sempozyum haberini verirken, konuşmacılar arasında yer alan ve aynı zamanda “Evrensel Kültür Genel Yayın Yönetmeni” olan Aydın Çubukçu’nun “Asıl mesele politikanın dinsiz hale getirilmesidir” cümlesini başlık yapmıştı. [1] Haberde toplantıya gösterilen ilgiden bahsediliyor, açılışı yapan Korkut Boratav ve diğer bazı konuşmacılardan cümleler aktarılıyor ama kimi konuşmacılardan hiç bahsedilmiyordu. Örneğin, Özgür Şen ve Foti Benlisoy sanki salona hiç gelmemiş gibiydiler. Yanı sıra, haberde toplantıyı Teori ve Politika’nın düzenlediğinden söz edilmediği gibi, hem bu derginin yayın yönetmeni hem de konuşmacı olan Metin Kayaoğlu’nun adı dahi geçmiyordu.

Oysa Evrensel’in “Türkiye’de ‘Cumhuriyet kazanımı’ olarak zikredilen laikliğin aslında hiçbir zaman gerçek bir laiklik olmadığı” üzerinde ortaklaşıldığını söylediği sempozyumda, yalnızca Kayaoğlu bu görüşe karşı bir görüş ifade etmişti. Haberi hazırlayan kişi söylenenleri anlamasa bile, en azından konuşma başlığına bakarak durumu farkedebilir ve habercilik ilkeleri bakımından böyle bir ayrıntının üstünden atlamazdı. Evrensel, iktidar yanlısı medyanın taraflı habercilik ve gerçekleri çarpıtmasından şikâyet ederken, aynısını kendisi yapıyordu. Ne gerekçeyle olursa olsun konuşmacıların bir kısmından bahsetmeyip yakın gördüklerini öne çıkarmak, ayrımcılıktı.

Odatv’de ise Ahmet Yıldız imzalı ve “Anti-Marksist laiklik toplantısı” başlıklı bir haber-yorum yayınlandı. [2] Yıldız daha yazısının ilk cümlesinde sempozyuma notunu veriyordu: “Ankara’da Teori ve Politika dergisinin düzenlediği ‘Marksizm, Laiklik ve Din Sempozyumu’ tumturaklı adı ve katılanların tanınmışlığına karşın başarısız geçti.” Yıldız, Evrensel gibi yapmayıp en azından sempozyumu kimin düzenlediğinden bahsetmiş ama sıra dinleyicilerin en çok soru yönelttiği ve alıntı yaptığı konuşmacı olan Metin Kayaoğlu’ndan sözetmeye geldiğinde, Evrensel gibi davranarak başını diğer tarafa çevirmişti. Bu haberde de Foti Benlisoy ve Özgür Şen yoktular. Ancak Evrensel’i taklit bu kadarla kalmıyordu. Nasıl Evrensel kendi yayın yönetmeni Aydın Çubukçu’yu öne çıkarıyorsa, Yıldız da “düzgün, doğru, derli toplu düşüncelere sahip” diye nitelendirdiği Yurt Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ı öne çıkarıyordu. Yıldız’a göre Yanardağ “kafası karışık bunca insanın düzenlediği böyle bir toplantıda meseleyi anlatmak için kendini paralamak zorunda kalmıştı.”

Yıldız, toplantıyı düzenleyenleri azarladığını söylediği Boratav dışında herkesi azarlıyordu. Öyle ya, nasıl olsa Hoca yolu açmışken “cemaat” de boş duracak değildi! Aydın Çubukçu’nun konuşması “bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olanların tipik örneğiydi”… Ferda Koç “konuşmasının yüzde 80’ini bir dönem Fransasındaki hükümet başkanları ve anayasaları saymaya” ayırmıştı… Tanıl Bora’nın “ne demek istediğini kimse anlamamıştı”… Taner Timur “kendi gelmemiş bildirisini göndermişti”… Yıldız nedense Ertuğrul Kürkçü’yü – belki yaşına hürmetle- bu azardan muaf tutmuş ama yazısını “Türk devrimi ve laikliği out, “Kobane laikliği(!)” “in!” diye bitirerek, sonunda ona da bir pay vermekten geri durmamıştı.

Elbette Yıldız’ın “Türk laikliği” sandığı şey Ankara’nın kıraç topraklarında değil, Paris’in göbeğinde yetiştirilmiş ve Fransız bayrağıyla paketlenmiş olarak dünyanın dört bir yanına ihraç edilmişti. Bu yüzden Yıldız için üç kez: Kobane laikliği “out”, Paris laikliği “in”!

Aydınlanmacı, laikçi, “Anadolu devrimi” taraftarı Yıldız en azından Evrensel gibi yapıp konuyu yuvarlaklaştırmıyor, toplantının anlamını seziyor, hatta anlamayı başarıyordu. Sempozyumun, laikliğin “devrimcilik” adına olumlandığı ve dinin “gerici” diye damgalandığı benzerlerinden farklı olduğu çok açıktı. Geleneksel olarak laikliği savunan konuşmacılar bile toplantının (aslında zamanın) ruhundan etkilenip, Marx’ın ünlü “din afyondur” ifadesini “ama aynı zamanda halkın acılı iç çekişidir” diye uzun uzadıya açıklamışlar ve adeta bir savunma refleksi içinde halkın inançlarına saygılı olduklarını dile getirmişlerdi. Ancak dine gösterilen bu acemice yakınlık bile Yıldız’ı rahatsız etmeye yetmişti. Buradan beslenen ama neyle uğraştığından da çok habersiz olmayan çekingen bir dille, yazısının başlığında “anti-Marksist” sıfatını kullanma cesaretini gösterebilmişti.

İnsanın bir şeye “Marksist/anti-Marksist” diyebilmesi için, elinde az çok kabul edilir bir ölçüt bulunması gerekir. [3] Eskiden Sovyet, Çin, Arnavutluk, Küba Marksizmleri bu tür ölçütler arasındaydı. Bazıları hâlâ Troçki’yi, kimileri de III. Enternasyonal’in bir bölümünü benzer değerlendirmelere dayanak alıyor. Teori ve Politika için bu ölçüt, “Hanif Marksizm”dir. Peki Yıldız için nedir? “Biraz mürekkep yalamış biri” olmak dışında Sayın Yıldız’ın elinde neyin Marksist neyin değil olduğunu söyleyebileceği nesi var? Anı defterine dilediğini yazıp çekmecesine koyabilir. Ama kamuoyuna açık eleştirilerini nesnel ölçüler içinde yapmalıdır. Yıldız hangi bilgi, emek ve kanıtlarla böyle diyor?

Öte yandan Yıldız, sırça sarayda otururken başkasının camını taşlamaması gerektiğini de bilmiyor. Şöyle ki; sempozyumun kimi katılımcıları için “dergilerinde, partilerinde siyasal İslamı, başörtüsünü savundular, İslamcıları ‘aydın!’ düzeyine yükseltip ortalığa saldılar” diye yazarken, solcuların İslamcılarla yakınlık kurmasını kabahat gibi gösteriyor. [4] Peki, yazısının yayınlandığı Odatv’nin imtiyaz sahibi Soner Yalçın hakkında ne düşünüyor? Çünkü benzer bir “kabahati” Yalçın da fazlasıyla işliyor!

Soner Yalçın, Tayyip Erdoğan’ın yükselişini anlattığı son kitabı “Kayıp Sicil”de şöyle diyor: “Ne alakası var demeyin; ‘İslamiyet solculukla bağdaşabilir mi?’ gibi sorulara yanıt arayanlar ya da ‘bu izdivaç olmaz, sol İslam ile bağdaşmaz’ diyenler, bu toprakların büyük insanlarını tanımak/bilmek zorundalar.” [5]

“Büyük insanlar” nitelendirmesine dikkat; çünkü Yalçın, Yıldız gibi davranıp İslamiyetle yakınlık kuran solcuları aşağılamıyor, karalamıyor. En azından nesnel ve tarafsız bir dil kullanıyor. Kitabının 68 ile 72. sayfaları arasında, Osmanlı ve cumhuriyet dönemindeki kimi solcuların İslamla yakınlaşmasının örneklerini verip, bunların araştırılması ve üzerlerine düşünülmesi gerektiğini belirtiyor. Bunu, sağcıların solu karalamak için din düşmanı gibi sunmalarının gerçeği yansıtmadığını ve birçok ünlü solcunun İslamiyete ne kadar yakın durduğunu göstermek amacıyla yapıyor. Bu durumda Yıldız, acaba Soner Yalçın’a da “kafası karışık”, “anti-Marksist”, “Graham Fuller’ın Türkiye’deki din ve laiklikle ilgili düşüncelerini tekrarlıyor”, “Anadolu devrimini” ya da “Aydınlanmayı reddediyor” demeyi düşünüyor mu? Yoksa aynı olgulara burada “armut”, başka yerde “elma” mı diyor?

Neden Marksizm?

Korkut Boratav kısa açış konuşmasında Müslümanlık ve laiklik tanımları verdikten sonra, sempozyumun Marksizmi neden konu edindiğini sordu:

“Bu toplantıda ‘Marx ve din’ konusu da yer alıyor. Biraz yadırgadım. Niçin ‘sosyalist mücadelelerde veya sosyalizmde din’ değil de Marx?” [6]

Marksizm ve sosyalizm, kimi zaman birbiri yerine kullanılır. [7] Bu, politika alanında ve sınırlı bir konuda olabilir ama ucu bucağı belirsiz bir alanda yapıldığında işin içinden çıkılamaz. [8] Marksizm; bilim, felsefe, politikadan oluşan bir teori-pratik bütünlüğüdür. Marx’ın ifadesiyle sosyalizm bir akım olmak yanında, “kapitalizmden komünizme proletarya diktatörlüğü altında uzun bir geçiş sürecinin” adıdır. Aralarındaki fark açıktır. Sosyalizmin özneleri doğal olarak miras aldıkları koşullar içinde iş görürken bir yandan hiç birinin yaptığı ötekine benzemez, diğer yandan kapitalizmin hegemonyası altında çalıştıkları için kimi alanlarda ne yapacakları zaten baştan bellidir. (Örneğin ABD’nin dünyanın dört bir yanına müdahale ettiği koşullarda, soyut bir demokrasi uğruna “proletarya diktatörlüğünden” vazgeçilmeyeceği gibi.)

Oysa bu sempozyumda Teori ve Politika’nın eğildiği sorun ‘genel olarak sosyalizm pratiği içinde dinin nasıl ele alınması gerektiği’ değildir, kendi içinde sorunları olan Marksizmin ve İslamiyetin, birbirleri karşısındaki somut durumlarıdır. Bu; tarih, felsefe, politikayla bağlantılı ve konjonktürü gözönünde tutarak yürütülecek bir tartışmadır. Bunu “sosyalizm” alanına çektiğimizde; bir yandan geçmiş ve güncel sosyalizm uygulamaları üzerinden kısır bir tartışmanın içine düşerek konjonktürden uzaklaşırız, diğer yandan her sosyalizm uygulamasının kendi konjonktüründe geçerli olması nedeniyle yukarıda saydığımız teorik tasnifi yapamaz hale geliriz. Sorunlu bir Marksizm, hangi sosyalizm hakkında ve bunun hangi uygulamasını, nasıl konuşabilir? Ayrıca unutmamak gerekir; kendisiyle tutarlı kalabilmek için her Marksist sosyalist olmak zorundadır ama tersi doğru değildir.

Ele alınan sorunun bir yanında Türkiye’de devrimciliğin gerilemiş olduğu gerçeği dururken, diğer yanında (henüz Türkiye’de örneği görülmese de) dünyada pek çok direnişin Müslümanlık etkisi altında yürütülüyor oluşu vardır. Öte yandan bu alanın bir yanında (Teori ve Politika’nın da paylaştığı bir görüş olarak) Marksizmin krizi, diğer yanında yıllardır kapitalizmle uzlaşan yerleşik Müslümanlıkların silahlı selefi hareketler ve Şii direnişleri karşısında içine düştüğü açmazlar yatmaktadır. Ezilenlerin elinde bayrak olması gereken Marksizm, bu niteliğini sergileyememektedir. Mazlumları gözettiği iddiasındaki İslamiyet ise, egemenlerin bayrağı durumundadır. Dolayısıyla konu edindiğimiz sorun salt politik pratik değil, aynı zamanda teoriktir. Bu alan; Marksizme aittir. Sosyalizm tartışmalarıyla –istenilse bile- sınırlandırılamaz. Bu yüzden “sosyalizm” değil, “Marksizm” denmiştir. Boratav Hoca’nın bunu yadırgamaması için Teori ve Politika hakkında azıcık bilgilenmesi yeterliydi.

Marksizmi Marx’ın yazdıklarına eşitleme örneği

Toplantının dikkate değer bir özelliği de, katılımcıların neredeyse tümünün Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’ya Giriş”indeki dinle ilgili ünlü anlatımına gönderme yapmasıydı. Bazı konuşmacılar ve İzmir’de açış konuşması yapan Ertuğrul Kürkçü, bu bölümün birkaç sayfasını okudular. (Sıkıcıydı.) Bu tutumun üstünde durmak gerekiyor.

Bilindiği üzere Marx anlatımına, “Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı yapan din değil, dini yapan insandır” [9] diye başlıyor ve edebî bir felsefe diliyle sürdürerek, dinin hem burjuvazi tarafından kitleleri uyutmak için kullanıldığını, hem de “ezilen insanın içli ezgisi” olduğunu belirtiyor. Peki, yazılışının üstünden 170 küsur yıl geçtikten sonra, en azından bu ülke ölçeğinde “aydın” sıfatını hak eden insanlar, Marksizm ve dinle ilgili bir toplantıda bu metni neden uzun uzadıya tekrarlıyorlar? Somut sorunlar hakkında bilgi edinmeyi umarak salona gelen izleyicileri, neden beklemedikleri bir “eğitim çalışmasına” alıyorlar? Yoksa, konu hakkında söyleyecek başka sözleri mi yok?

Konuşmacıların tutumu, bu toplantıya has bir talihsizlik örneği gibi görülmemeli; birkaç istisna dışında ülke solu aynı durumda benzer davranışı göstermeye oldukça yatkındır. (Belirtmek gereksiz, Teori ve Politika bu değerlendirmenin dışında. Konuşan arkadaşlar Marx’ın ifadesine itibar etmediler. Ancak panolar arasında metinden kısa bir alıntı vardı.)

Vurgulayalım: Benzer sempozyumlarla karşılaştırarak, Marx’ın sözünü ettiğimiz metnine bu kadar çok ve üstünde durarak başvurulmasının, bu sempozyuma özgü bir yanı yok değil. [10] Bu elbette Marksizme bakışla ilgili olduğu kadar, genel olarak somut sorunlar karşısında gösterilen davranış çerçevesinde dine bakışla da ilgilidir.

Bu sempozyum, solun her konuda genel ve geleneksel başvuru kaynağı gibi gördüğü Marksizmi, aynı zamanda konjonktürel bir olgu olan din bağlamında, somut bir sorun olarak karşısına getirmiştir. Sol, Marksizmi nasıl görüyor ve anlıyorsa, bunun yardımıyla baktığı şeyleri de benzer biçimde görüp anlamaktadır. Ancak din herhangi bir şey değildir, birçok bakımından Marksizme benzemektedir. Dolayısıyla Marksizmin krizi sürecinde ikisinin yan yana getirilmesi, zihinlerde güçlükle oluşturulmuş iğreti soyut-somut arası ilişkilerin dağılmasına yol açmıştır. Çünkü bir Marksist din hakkında konuşurken, ister istemez kendi Marksizm anlayışını da sorgular duruma düşmektedir. Örneğin Marksizme karşı inanç mı beslemeli, yoksa yalnızca bilmekle mi yetinmelidir? Din “dogmaysa”, Marksizmin bazı tezleri nedir? Cennetle komünizm arasında bağlantı var mıdır? Sol örgütlerle dini cemaatler birbirine benziyor mu?

Hazır olmayan, karışıklığa düşer. Durumu toparlama gereksinimi duyanlar, Marx’ın sözlerini tek kurtuluş çaresi -ya da ‘zaten yeterli çare’- olarak görmüşlerdir. Böylece hem Marksizmi Marx’ın sözlerine indirgeme alışkanlıklarını sürdürmüş, hem de nasıl olsa fazla içli dışlı olamayacakları din fenomeninden Marx’ın yardımıyla kurtulmuşlardır. “Marksizm bu, din de işte şu ileride duran şey” misali…

Şunu net olarak belirtelim: Marx’ın bu alıntıdaki ifadeleri ve genel olarak dinle ilgili söyledikleri, bir hakikatin değişmez ifadeleri gibi ele alınamaz. Yasin Durak’ın da belirttiği üzere Marx’ın din hakkındaki görüşleri “açık uçlu” anlatımlardır. [11] Marksizm içinde tutucu bir eğilimin payandası yapılmaları da, devrimci bir eğilimin yol göstericisi olmaları da mümkündür. Elbette bunu belirleyecek olan yazılanların anlamı değil, okuyanların eylemi ve bunun toplumsal pratikle ilişkisidir.

***

Söz konusu metin, dini kategorize ederek adeta kendinde bir olguya dönüştürüyor ve tıpkı dinin kendisi gibi, yerden ve zamandan bağımsız olarak dine karşı kullanılabilecek bir eleştiri olanağı sunuyor. Dolayısıyla genel olarak “Marksist” birinin, genel olarak “din” konusunda ne söylemesi gerektiğini, söylüyor. Metne yoğun ilginin altında yatan budur. “Hap” işlevinden yararlanıp, lâzım oldukça kullanmak.

Marx’ın bu metinde gösterdiği materyalist tutum ve kullandığı ifadeler, Feuerbach’a aittir. Cümlelerin neredeyse tümünü “Hıristiyanlığın Özü” kitabında serpiştirilmiş halde bulmak mümkündür. Feuerbach’ın materyalizmi ise çok basittir: Hegel’deki özneyle yüklemin yerlerini değiştirir. Çünkü Hegel’in “varlık” dediği başlangıç, soyut düşüncedir ve felsefî bağlantılarla, buradan somuta geçilmektedir. Bu durumda düşünce, işi yapan özne konumundadır. Herhangi bir maddi gerçek (ve bu arada insan), öznenin ortaya çıkarışı, yani yüklemdir. Feuerbach gerçek öznenin insan, düşüncenin onun yüklemi olduğunu saptayarak; Hegel’in felsefesini ters çevirip ünlü “ayakları üstüne oturtma” işlemini yapar. Marx bu materyalizmi alır, Hegel’i eleştirmekte kullanır. Ancak henüz, kendi kavramlarını geliştirmeye doğru ilerleyişinin başlangıcındadır. Bu yüzden materyalizmi bakımından Feuerbach’ı aşsa bile, tümüyle kopmamıştır. Hâlâ soyut “insan” kavramı kullanmakta ve çok sonraları “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz”de toplumsal yaşamda “ikincil” önemde olduklarını söyleyeceği hukuk, felsefe gibi alanlarda çalışmaktadır.

Bu nedenle, Marx’ın dinle ilgili anlatımı bir eleştiri değil, Almanya’da sona erdiğini söylediği böyle bir eleştirinin toparlanmış özetidir. Marx’ın burada din eleştirisinin eleştirisini yaptığı söylenebilir. [12] Marx, Giriş’e şöyle başlıyor:

“Almanya konusunda dinin eleştirisi özsel olarak sona erdi ve dinin eleştirisi de tüm eleştirinin hazırlık koşulunu oluşturuyor.” [13]

Ülkemiz Marksistleri bu ifadeyi çoğu zaman “önce din eleştirilmeli, diğer alanlara daha sonra geçilmeli” diye anlıyorlar. Oysa Marx’ın söylediklerinin anlamı açıktır ve ardından gelen dinle ilgili anlatımı da buna bağlı olarak ele alınmalıdır. Marx, din eleştirisinin “özsel olarak” sona ermesine rağmen sürdürülmesinden rahatsızdır. Çünkü bu bağlamda yapılan spekülatif tartışmaların Alman siyasi bilincinin gelişmesine yarar sağlamadığının farkındadır. (Nitekim bu farkındalığı, Bruno Bauer’i eleştirdiği “Yahudi Sorunu”nda da ortaya koyar.) Bu yüzden Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü” kitabından sonra hâlâ din tartışmaları yapılmasının anlamsızlığını vurgulamakta ve bir an önce başka konulara geçilmesi için çabalamaktadır. [14] Kendisi de buna örnek olarak, Hegel’in hukuk felsefesini eleştirmeye girişmiştir. İşte bu sırada dinle ilgili söyledikleri, artık bu konuya geri dönülmesinin ne kadar gereksiz olduğunu göstermek için Feuerbach’ın kitabını özetleyerek, tartışmayı bitirme girişimidir. Çünkü Feuerbach bir yandan kendi materyalizmini ortaya koyarak Hegel’in felsefesini yıkarken, diğer yandan kitabında yeni bir sevgi dini gibi, teolojiden arınmış bir Hıristiyanlığı savunmaya çalışmakta ve böylece din tartışmalarını yeniden körüklemektedir. Marx ise, Feuerbach’ın bu tutumuyla yarıda kestiği materyalizmi keşfini sürdürerek, tartışmalara teorik bir müdahaleyle yönünü toplum eleştirisine doğru çevirmeye çalışmaktadır. Bu yüzden Marx’ın anlatımını kapitalizm koşullarında yapılan bir din eleştirisi gibi ele almak, birincisi konuyu anlamamak, ikincisi Marx’ın düşüncelerini çarpıtmak anlamlarına gelir. Marx’ın toplum eleştirisini (ve dönüştürülmesini) öne çıkardığını görmeyerek sanki din eleştirisine önem veriyormuş ve toplumsal sürecin hiç olmazsa bir döneminde mutlaka din tartışmaları yapılması gerekiyormuş gibi konuşmak, liberal solculuğun işine gelmektedir. Oysa Marx burada yalnızca yaşanan durumu ifade etmekte ve yapılması gerekenin başka bir şey olduğuna işaret etmektedir. O şey de devrimdir.

***

Marksizm adına yapılanları açıklamak için değil, anlamamıza yardımı olacağını düşünerek, Marx’ın Hegel’i eleştirisinden iki örnek veriyorum:

“Hep aynı kategoriler bazan şu alan için, bazan bu alan için ruh sağlıyor. Önemli olan tek şey tikel somut belirlenimlere karşılık düşen soyut belirlenimleri bulup ortaya koymak.” [15]

“Düşüncesi nesneye göre gelişmiyor ama tersine nesne hazır ve soyut Mantık alanında tamamlanmış bir düşünceye göre gelişiyor.” [16]

Eğer Marksizm Marx’ın yazdıklarına eşitlenirse, Hegel de böyle bir Marksizmin tepesine dikilecek bir Marx heykelinde yeniden dünyaya gelir. Yaşayan Marksistler arası görev dağılımı da, böyle bir Marksizmin hatim ve hazmediliş oranına göre belirlenir. “İdealist” ve “gerici” bir dine karşı, “materyalist” ve “ileri” bir “Marksizm”…

Ezilenlerin, herhangi bir düşünce kadar Marksizme de derin bir inançla bağlanmasında hiçbir sakınca yok. Ancak Marksizmin egemen bir dine dönüştürülmesi kabul edilemez. Ve elbette böyle bir Marksizmin en büyük düşmanı da yine başka bir egemen din olur. İki din arası tartışmada, herkes diğerinin kutsalını istediği gibi çiğner. O sırada karşı karşıya gelenler gerçek insanlar değilmiş ve tartışma kimi somut değişimlere yol açamaz ya da bunlardan etkilenmiyormuş gibi, herkes ötekinin söyleminden işine geleni alarak eleştirir. [17] Bu yaptığıyla hangi yöne savrulduğunu düşünmeden…

Örneğin, böyle bir tartışmada İslamı eleştiren kimi solcu ya da Marksistler Kuran’dan ve hadislerden rastgele alıntıların karşısına, felsefî/bilimsel önermelerle çıkmayı marifet sanırlar. Antikapitalist Müslümanların “Mülk Allah’ındır” pankartını, özel mülkiyete karşı olmadığı gerekçesiyle ve büyük bir ciddiyetle eleştirirler. [18]

Din’in materyalist eleştirisi Feuerbch’la bitmiştir. Özü ve özeti, “din insanları değil, insanlar dini yapar”dır. Bunu tekrarlayıp durmanın “dünyayı yorumlamak” dışında bir anlamı yoktur. Artık gerekli olan, dini yapan “insan” üzerine yoğunlaşmaktır. Bu da liberal (ve soyut) bir kavram olan “insan” yerine, toplumsallığı ve tarihselliği içindeki somut insanla uğraşmayı gerektirir. Marx ilk dönemlerinden beri bunu vurgulamıştır. “Yahudi Sorunu” makalesinde soyut kavramlara dayalı düşünceler geliştiren Bauer’e şöyle der: “Biz edimsel dünyadaki yahudiye bakalım, Bauer gibi Sebt yahudisine değil, gündelik yaşam içindeki yahudiye bakalım.” [19]

Bilindiği üzere “Sebt günü” Yahudilerin inançları gereği çalışmadıkları ve yalnızca inanç sahibi biri olarak yaşadıkları cumartesi günüdür. Bu nedenle “Sebt yahudisi”, Bauer’in gerçek niteliklerinden kopararak salt inançlı biri haline getirdiği soyut Yahudisi gibidir. Marx burada din bağlamında da olsa insanı somut gerçekliği içinde ele almakta ve belirleyiciliği bu insanın düşüncelerine değil, bu düşüncelerin de taşıyıcısı olan maddi niteliklerine vermektedir. Bu, Marx’ın “tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu” fikrine doğru ilerleyişinin bir adımıdır. Buradan ileri doğru mu, yoksa geri dönerek “insanlık, hak, eşitlik, adalet, özgürlük” kavramları üzerinden liberalizmle kucaklaşma noktasına doğru mu yürüyeceğiz?

Öte yandan kutsal kitapların (ve hadislerin) eleştirisinin nasıl yapılacağı da Spinoza tarafından “Teolojik-Politik İnceleme”de yeterince ortaya konmuştur. İki ölçü vardır: Birincisi metnin dilbilimsel açıdan çözümlenmesi, ikincisi sözün hangi tarihsel koşullarda sarfedildiğinin belirlenmesi. Böylece inanç kendi başına değil, inananlarla birlikte ele alınır ve inananlar yalnızca inançlarına bakılarak değil, tarihsel/toplumsal koşullarına göre değerlendirilirler. Bu da konjonktürdeki farklı inançlar arası ilişkileri anlamayı, bunlara teorik müdahaleyi ve uygun konum almayı/geliştirmeyi kolaylaştırır. Ezbercilik, sürekli değişen koşullarda deniz feneri gibi değişmez bir konum elde edilebileceğini sanmaktır. Oysa böyle sabit ve sağlam bir konum için sürekli hareketli olmak gerekir.

***

Son olarak, Marx’ın adı geçen metnine önem verilmesinin zıt iki nedeninden daha bahsedelim ve bölümü bitirelim. Birincisi laik, ikincisi daha az laik ya da liberal solculuktan kaynaklıdır.

Laikler, Marx’ı kendilerine tanık göstermek için bu alıntıya başvuruyor. Şöyle ki; “toplumsal eleştiri ancak din eleştirisinden sonra geldiğine göre, Türkiye’de de bu sıra gözetilmeli” misali. Bu anlayış dini “baş düşman” gibi görmekle ilintilidir. Bu tür bir Marksizm, 1925 Türkiye’sindeki gibi “kara gericiliğe” karşı “ilerici burjuvaziyle”, türbana karşı Kemalistlerle, Charlie Hebdo saldırısına karşı liberalizmle, IŞİD’e karşı uygarlığın temsilcisi batılı emperyalistlerle kol kola girer. Marx da buna tanık gösterilir.

Liberal solcu ya da “light” laikler ise, bu alıntıyı “halkımızın inançlarına saygılıyız”ın kanıtı olarak kullanırlar. Bilindiği üzere Marx yoksulların dine inanmasının haklı gerekçeleri olduğunu ve bunun aynı zamanda kapitalizme karşı örtülü bir protesto anlamı taşıdığını ifade etmektedir. Türkiye’de Marksizmin militan din karşıtı olduğu kanaatini yıkmak için, bu alıntı öne çıkarılıyor. Bu savunmacı bir anlayıştır. Biraz da, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” misali, halka şirin görünmeye çalışma amacı taşır.

Bu anlayışlar liberalizmdir. Elbette Marksizm ateistlik ya da militan din karşıtlığı değildir. Ancak dine ilgisiz de değildir. Oysa Marx’ın sözlerini savunmacı bir anlayışla tekrarlamak, bu anlama gelir. Buradan giderek ya her türlü din ve inanca sıcak bakılır, ya da hepsine eşit uzaklıkta durularak ilgisiz davranılır. Oysa bugün gereksinim duyduğumuz şey din karşısında böyle pasif bir tutum takınmak değil, her türlü dini ve inancı ezenler ve ezilenler ekseninde sorgulamaktır. Ve inançlarıyla birlikte ezenlerin karşısında dururken, yine inançlarıyla birlikte ezilenlerden yana olmaktır. Elbette dini böyle bir somutluk içinde ele alabilmek için, Marksizmi de benzer somutlukta edinmek gerekir.

Hangi Marksizm?

Marksizmi anlama ve benimseme biçimimiz, bu bilinçle ele aldığımız konuları kavrayış biçimimizi de belirliyor. Eğer Marksizmi tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış bir devrimcilikle sınırlıyorsak, andaki devrimciliği de bunun devamı olarak görüyor, karşılaştığımız olguları böyle bir tarihselci bakış açısına göre değerlendiriyor ve buna uygun davranabileceğimiz alanlara yöneliyoruz. Ya da Marksizmi “işçi sınıfı bilimi” gibi ele aldığımızda, her olguya emek/sınıf bağı açısından bakıyor, ağırlıklı olarak bunun varlığını saptadığımız eylem ve toplum kesimleriyle ilişkiye geçiyoruz. Marksizmi herhangi bir biçimde kalıplaşmış düşünceler gibi görmek ise, somut sorunları kendi gerçekliği içinde kavramayı engelliyor. Somut olguları önce soyut/evrensel kategorilere dönüştürerek teori kapsamında ele alınabilir hale getiriyor ve ardından eldeki şablonlar içinde kapladıkları yere göre anlamlandırıyor ve yine şablondaki çözüm önerileriyle bağlantılandırıyoruz. Örneğin Kürt sorununu “ulusal sorun” kategorisine,  İslamiyeti genel bir “din” tanımına yükselterek konjonktürün dışına çıkartıyor ve epistemolojik düzeyde “feodalizme karşı burjuva demokratik devrimi” bilgisi tezgâhında işleyerek, ontolojiye politika önerecek hale geliyoruz.

Örnekler çoğaltılabilir. Bunlar, her şeye rağmen hâlâ kapitalizmin en yetkin eleştirisi olan Marksizmin, düzenin mağdurlarıyla buluşamamasının nedenleridir. Ancak ezilenler mücadele etmek için Marksizme muhtaç değillerdir. En doğru Marksizmin gelip kendilerini bulmasını beklemekle zaman (hayat) yitirmeyecek, milliyetçilik ya da din, artık ellerinde ne varsa ondan yararlanarak mücadele edeceklerdir. Marksizmin sorunlarını çözmek ve ezilenlerin bayrağı haline getirmek, Marksist devrimci olma iddiasındakilerin işidir. Sempozyumlar; konjonktürün belirleyenlerinden olan din ve laikliği Marksizmle ilişkiye sokarak, bu tür sorunların bir kez daha açıkça görülmesini sağlamıştır.

Sempozyum boyunca liberallerin dine yaklaşımı sağdan ya da soldan, “inanç özgürlüğü” bağlamında olmuştur. Bu çerçevede dini ya toptan hoşgörüyle karşılayarak laikliği reddetmişler, ya da nasıl olsa “şeriat” tehlikesi içerdiği savıyla laikliği savunmuşlardır. “Az”, “çok”, “iki kere” ya da “bir kere” laiklik farketmez; bu bakış açısı devletin demokratikleşmesi ve inancın kişisel bir sorun olarak tanımlanmasıyla sınırlıdır. İşin ilginç yanı Marx’ta bir din eleştirisi yoktur ama “Yahudi Sorunu”nda bu tür bir laiklik ve liberalizm eleştirisi vardır!

Sempozyumda da örnekleri görüldüğü üzere Kürt özgürlük hareketi ve solda devrimciliğini eylemli olarak sürdürenler, pratikte liberal bakış açısının dışında yeralmışlardır. Devlet, doğrudan bir baskı aracı olarak örgütleyip kullanmadığı sürece din eleştirisine girmemeye ve bu durumda bile dini tek bir kategori altında toplamayarak ezenler ve ezilenler ekseninde ayrıştırmaya özen göstermişlerdir. Bu çerçevede ezilenlerin inançlarıyla ezenlerinki arasında ya da aynı inancı ezen ve ezilenlerin paylaşmasına göre ayrımlar gütmüşlerdir. “Sivil Cuma’lar” bunun en bilinen örneğidir. Din önde gelenleriyle toplantılar yapılması, devrim şehitleri için mevlit okutmak gibi benzeri sayısız örnek sayılabilir. Bütün bunlar, politika pratiğinin gerektirdiği, önyargısız tavır alışlardır.

Yalnızca sempozyumda değil, ülkede Marksizmin dinle ilişkisini Aydınlanmacı olmayan, ezilenden yana, teorik tanım çerçevesinde Teori ve Politika dışında ifade edebilen kimse yoktur. Bu anlayışa, Aydınlanmacı ve Aydınlanmacılık karşıtı düşünceleri bir arada barındıran bir Marksizm içinde, “laik, ateist, modernist, pozitivist, Aydınlanmacı, ilerlemeci olmayan” bir Marksizmin izi sürülerek ulaşılmıştır. [20]

‘Hanif Marksizm’in izinde, yürüyüş sürüyor.

15 Ağustos 2015

 



[1] http://www.baroturk.com/asil-mesele-politikanin-dinsiz-hale-getirilmesidir-7351h.htm

Evrensel’in internet sitesinde haber yer almıyor, Baro’nun sitesinden ulaşılabiliyor.

[3] Süleyman Yılmaz Bulduruç, Marksizmi akademik, doktriner, keyfî diyebileceğimiz çerçevelere sıkıştırarak devrimciliğinden koparmamak amacıyla, “Marksizmin Sürekli Gerçekleşmek Zorunluluğu” başlıklı makalesinde şöyle diyor: “Öyleyse ‘Marksist olmayan’ belirlemesinin yapılabilmesinin yegâne yolu, bir Marksist pozisyon inşa etmek, onun merkezileşmesini, yoğunlaşmasını sağlamak ve onun dolaysız kategorik önermeleriyle etkinlikte bulunmaktır.” Teori ve Politika, Sayı 61, s.30.

[4] Çünkü konuşmasının başlığında “Laiklik Marksizmin savunacağı bir ilke olamaz” gibi açık bir ifade yer alan Metin Kayaoğlu’na ya da din konusunda tümüyle solun dışında duran Teori ve Politika’ya karşı doğrudan ifadeler kullanmaya cesareti yok. Bunun yerine, henüz laiklikten kopamayan konuşmacılara yöneliyor.

[5] Soner Yalçın, Kayıp Sicil: Erdoğan’ın Çalınan Dosyası, Kırmızı Kedi Yayınevi, s. 68

[6] Boratav’ın açış konuşması, “Laiklik üzerine bir konuşma” başlığı altında, Birgün Gazetesinde ve sanal ortamda yayınlandı. Değerlendirmelerimizde bu metni temel alıyoruz: http://didimyol.org/2015/04/laiklik-uzerine-bir-konusma-korkut-boratav/

[7] Örneğin Lenin, 1909’da yayınlanan “İşçi partisinin din karşısında tutumu” makalesinde; “Sosyal-demokrasi, tüm dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani Marksizm temeline dayandırır” derken yanlış yapıyor.

[8] Metin Kayaoğlu kısa süre önce Birikim’de çıkan “Teo-loji ve homo-lojinin ötesinde” başlıklı yazısında, çeşitli sosyalizm deneyimleri bağlamında şöyle diyor: “Marksizm’in hegemonyasından sonra, sosyalizm ile Marksizm arasında genel bir örtüşme olduğu yaygın kanaatinden ayrı olarak, bu çalışmanın önkabulü, bu ikisi arasında, örtüşmeden çok aykırılık ve birçok meselede karşıtlık olduğu şeklindedir.” Birikim, sayı 314-315, s.100

[9] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, s.191.

[10] Emek ve Adalet Platformu, İstanbul’da 24 Nisan 2011’de “Ortadoğu’da ve Türkiye’de Emek ve Adalet Mücadelesi” adıyla bir sempozyum düzenledi. Burada sol ve İslami kesimden konuşmacılar bir araya geldiler. Konuşma metinlerine şu linkten ulaşılabilir:

http://www.emekveadalet.org/faaliyetler/emek-ve-adalet-mucadelesi-sempozyumu-butun-konusmalar/

6 Nisan 2013’te Ankara ve 13 Nisan’da da İstanbul’da düzenlenen “Din: Teorisi/pratiği, dünü, bugünü” sempozyumu konuşmaları ise, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı tarafından, Sibel Özbudun ve Mahmut Konuk editörlüğünde, Ütopya Yayınevi tarafından basıldı.

[11] Yasin Durak şöyle diyor: “Marx’ın özel olarak din sorunsalını tartışmış olduğu söylenemeyeceği gibi, onun din hakkındaki tüm yazdıkları toplandığında dahi ortaya tam anlamıyla açık uçlu bir metin çıkar. Bu durumda, kuvvetle muhtemel ortaya konulacak sava göre bir ‘Marx seçkisi’ belirlenecek ve buna dayanılarak savunulan ‘Marx aslında böyle dedi, demek istedi vb.’ cümleleri ortaya çıkacaktır.” Din: Teorisi Pratiği, Dünü Bugünü, Ütopya Yayınevi, s.215. Durak’ın bu sözlerine katılıyoruz.

[12] Xezal Nizam Karaağar bu metinle ilintili olarak, “Aydınlanma’nın yazgısı” makalesinde şöyle diyor: “Dogmatik Marksistlerin tüm iddialarının aksine, Marx’ın bir din eleştirisi yoktur. Marx, din eleştirisinin eleştirisini yapar ve din eleştirisinin devlet eleştirisine dönüşmediği oranda beyhudeliğinden yakınır.” Birikim, sayı 314-315, s.172.

[13] A.g.e., s.191

[14] Engels o dönemi şöyle anlatıyor: ”1830 – 1840 yıllarının sonlarına doğru, Hegelci okuldaki bölünme, gitgide daha belirgin olarak kendini gösterdi. Sol kanat, yani ‘genç Hegelciler’ denilenler, Pietist tarikatından kuralcı Protestanlara ve feodal gericilere karşı savaşımlarında, o zamana değin öğretilerine devletin hoşgörü ve hatta koruyuculuğunu sağlamış olan, günlük olayların nazik sorunları karşısında aynı zamanda hem felsefi hem de kibarca ölçülülüğü yavaş yavaş bıraktılar; ve 1840’ta, Friedrich – Wilhelm IV ile birlikte kuralcı sofuluk ve mutlakiyetçi feodal gericilik tahta çıktığı zaman, açıkça yan tutmamak artık olanaksız oldu. Savaşım gene felsefi silahlarla yürütülmeye devam edildi, ama artık bu kez soyut felsefi amaçlar uğruna değil; şimdi doğrudan geleneksel dinin ve mevcut devletin yıkılması söz konusu idi.” F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, 2. baskı, s. 20 – 21

[15] A.g.e., s.19

[16] A.g.e., s.24

[17] Bu örnekler için Din: Teorisi Pratiği, Dünü Bugünü kitabından şu yazılara bakılabilir: Alaattin Şenel, “Dinsel Kültür ve Dinsel İdeoloji: Neye Yarar?”; Temel Demirer, “Postmodern Çağda Din (ve İslam); Ergin Yıldızoğlu, “Zor Dönemin Tatsız Bir Konusu”.

[18] Ergin Yıldızoğlu, “Zor Dönemin Tatsız Bir Konusu”, a.g.e., s.436

[19] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, s.39

[20] Metin Kayaoğlu, “Emek ve Adalet Sempozyumu”nda Aydınlanmacı bir Marksizme karşı şöyle sesleniyor: “Ama başka bir Marksizm var! Bu tarih katarına binmeyen bir başka türden Marksizm daha var. Kimsenin görmezden gelemeyeceği bir Marksizm. Laik, ateist, modernist, pozitivist, Aydınlanmacı, ilerlemeci olmayan bir Marksizm var olageldi aynı yüz elli yıl boyunca dünyada.” http://www.emekveadalet.org/wp-content/uploads/EmekveAdaletSempozyum.pdf

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar