Ana SayfaArşivSayı 8Marx-Engels'in "İdeolojisi"

Marx-Engels’in “İdeolojisi”

‘Tanrı’nın varlığının kanıtı, ‘özne insan’dır.

  ‘Özne insan’ ın kabulü, ‘Tanrı’nın kabulüdür.

Yılmaz Sezer

I.

İdeoloji üzerine yapılan tartışmalar, birbirine taban tabana zıt iki farklı epistemolojik temelden hareketle yürütülüyor:

            İlki, ideolojiyi, bireye dışsal toplumsal nesnelliğin bireyin zihni ile olan ilişkisi çerçevesinde ele alıyor ve birey, toplumsal-tarihsel sürecin verili koşullarından biri oluyor.

                Tarih, özneli bir süreç olarak tanımlanıyor.

           İkincisinde ise, birey, toplumsal nesnelliğin dışsal bir öğesi değil, nesnel-ideolojik sürecin bir sonucu olarak ele alınıyor. Bir başka deyişle, bireyleşme olgusu burada ideolojik sürecin temel bir meselesi olarak anlaşılıyor.

Tarih, öznesiz bir süreç olarak tanımlanıyor.

            Birinci bakış açısı, verili bir özneyi, nesnele dışsal bir öğe olarak toplumsal tarihsel sürecin içine yerleştiriyor. İkincisinde ise, özne olmayan ‘özne’, yani, ideolojik ‘özne’den, ‘özne’leşmekten söz ediliyor. Verili bir özne anlayışı, düşünce-madde ilişkisi olarak tanımlanan felsefi bir ilkenin kabulüne, özne olmayan ‘özne’ anlayışı, sözkonusu felsefi ilkenin eleştirisine dayanıyor.

            Marx ve Engels, bu ideoloji tartışmalarının neresindedirler? Bu soruyu yanıtlamadan önce, Marx-Engels’in epistemolojisine ilişkin bazı belirlemelerde bulunma zorunluluğu vardır: Her şeyden evvel, Marx-Engels’in bilincinde epistemolojik düzey-ontolojik düzey, bilgi nesnesi-gerçek nesne ayrımının olmadığını söylemek gerekiyor. Bu durum, Marx-Engels’in (tarihsel bireyler olarak) tarihsel bilincinin (düşünce-madde ilişkisi olarak tanımlanan) geleneksel felsefi bilinçle sakatlanmış olmasından kaynaklanıyor. Bir başka deyişle, Marx-Engels’in ideoloji üzerine yürüttüğü tartışmalar, onların klasik felsefi sorunsal içinde, idealizm ve materyalizm arasında belirlemeye çalıştıkları sınır çizgileri ile ilgili oluyor.

            Althusser, Marx’ın gerçek nesne ile bilgi nesnesi arasındaki ayrımı savunduğunu yazıyor:

“Marx gerçek nesne (…) ile, kendisi içinde, bir düşünce somutu olarak, bir düşünce-tümlüğü olarak, eşd. bilgisi kesinlikle düşünce-somutu, düşünce-tümlüğü, vb. ile elde edilen gerçek-nesneden, gerçek somut’tan, gerçek tümlükten kesinlikle ayrı bir düşünce nesnesi olarak, kendini üreten düşüncenin ürünü bilgi nesnesi arasındaki ayrımı savunur.”[1]

Ve Marx’ın Grundrisse‘sinden, kanıt olarak şunları aktarıyor:

“Hegel gerçeği kendisini kendisi içinde özetleyen, kendisini kendisi içinde derinleştiren ve kendisini kendisi içinde devindiren düşüncenin sonucu olarak tasarlama yanılsamasına düştü: oysa, insanın soyuttan somuta çıkmasına izin veren yöntem yalnızca, somutu iyelenen ve onu bir tinsel somut olarak yeniden üreten düşünce kipidir.”[2]

            Marx, burada Hegel’i eleştiriyor. Ve insanın soyuttan somuta çıkmasına izin veren yöntemin, yani tümdengelimin ancak tümevarım yöntemiyle birlikte ele alındığı zaman geçerlilik kazanabileceğini söylüyor. Marx, ‘gerçek somut’un insan zihninde ‘düşüncede somut’ olarak yeniden üretildiğini ve doğal olarak, ‘düşüncede somut’ ile ‘gerçek somut’un özdeş olmadığını da belirtiyor. Düşüncede somut’tan kastedilen ‘bizim için şeyler’ oluyor.

            Marx’ın gerçek nesne ile bilgi nesnesi arasında kategorik bir ayrıma gittiğini ve burada epistemolojik düzey-ontolojik düzey ayrımını vurguladığını söyleyebilmek mümkün olmuyor. Bilgi nesnesi-gerçek nesne ayrımı, tümdengelim ve tümevarım yöntemlerini hem ayrı ayrı, hem de birlikte dışlıyor.

            Bu aşamada bazı saptamalar yapmak gerekiyor: Bir, Marksizm Marx’dan başka bir şeydir. Bir birey olan Marx ile Marksizmin ilişkisi tarihseldir. İki, Marx’ın Marksizmden ne anladığı sorunu ile Marksizmin ne olduğu sorunu inceleme alanları itibarıyla birbirinden farklıdır. Üç, Marksizmin yeniden üretiminde, Marksizm alanındaki Marx’ın Marksizmden ne anladığı, bir başka deyişle, Marx’ın tarih bilimi içindeki yerinin ne olduğu sorunu çözümlenmesi gereken bir sorundur. Dört, Marx’ın Marksizm içindeki yeri, onun yazdıklarının yeniden üretilmesi ile ilişkilidir. Beş, Marksizmin yeniden üretilmesi, Marx’ın ya da bir başka Marksistin Marksizme taşıdığı ‘metafizik öğeleri’ ayıklama ve Marksizmin bütünlüğünü yeniden kurma işlemidir.

            Althusser, belirtisel okuma yöntemiyle, Marx’ı yeniden üretiyor. Her yeniden üretimin üretildiği şeyden başka bir şey olduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Bu bir. İkincisi, Althusser, yeniden üretimin yanı sıra, Marksizm alanında yeni üretimlerde de bulunuyor. Bilgi nesnesi-gerçek nesne ayrımı, Althusser’in Marksizme bir katkısı olarak ortaya çıkıyor.

            Marx-Engels, tezlerini ampirizm sorunsalı içerisinde mücadele verirken geliştiriyor ve ampirizm sorunsalından, burjuva dünyasından kategorik olarak kopuyorlar. Sözü edilen ‘kopuş’, bir belirlemedir; Marx-Engels’in yeniden üretimiyle, onların tarih-öncesi ideolojik sorunsaldan epistemolojik kopuşu anlaşılır hale geliyor. Yoksa, Marx-Engels’in ‘kopuş’a ilişkin bir bilinçleri bulunmuyor. Bir başka deyişle, ‘kopuş’ Marx-Engels tarafından teorik bir edinime tabi tutulmuyor.

            Klasik felsefe geleneği, felsefenin temel sorununu düşünce-madde ilişkisi olarak tanımlıyor. Ve bu ilişkide ‘düşünce’nin öncelliği idealizm, ‘madde’nin öncelliği ise materyalizm anlamına geliyor. Tanım, ‘madde olmayan düşünce’ kategorisini içeriyor. Böylece ortada materyalizm diye bir şey kalmıyor; idealizm yüklü materyalizmin, ‘materyalizmi’ elimine oluyor.

            Marx-Engels ve Lenin, geleneksel felsefi sorunsalın temel tezini yineliyorlar. Özne-nesne, öz-biçim, altyapı-üstyapı v.b. karşıtlıklar buradan türetiliyor. Yineleme; geleneksel felsefi sorunsala ait ‘madde olmayan düşünce’ kategorisini aynı anda hem içeriyor, hem de dışlıyor. Bu durumun Hegelci diyalektiğin bir başarısı olduğunu itiraf etmek gerekiyor. Özne-nesne ilişkisi olarak ele alınan ‘praksis’, altyapı-üstyapı ilişkisi olarak kurulan ‘toplumsal bütünlük’ ve öz-biçim ilişkisi olarak tanımlanan ‘nedensellik’ kavramları, yukarıda sözü edilen felsefi ilkenin başka alanlarda yeniden üretilmesiyle, aynı epistemolojinin sonuçları olarak karşımıza çıkıyor.

            Burada önemli bir ayrımı vurgulamak gerekiyor: Özne-nesne, öz-biçim kategoryal, altyapı-üstyapı ise kavramsal karşıtlıklar oluyor. Marx-Engels oluşturdukları altyapı-üstyapı ilişkisini, geleneksel felsefi sorunsala ait öz/biçim ilişkisi olarak ele alıyorlar ve öylece üretiyorlar. Aynı şekilde, özne-nesne kategoryal karşıtlığını tarih biliminin içine taşıyorlar. İdealist felsefi kategorilerin bilime taşınması, ‘maddecilik’ vurgusu ile birlikte oluyor. Ne var ki, materyalizm, öz, özne v.b. idealist felsefi kategorilerle dumura uğratılıyor.

II.

Marx ve Engels, ‘insanların kendi tarihlerini kendilerinin yaptığı’nı yazıyorlar. Buradaki ‘insan’, somut yaşamın içinde olan ve onun tarafından belirlenen ‘özne’ oluyor. Tarihi yapan insan, tarih tarafından koşullandırılıyor. Bir başka deyişle, tarihi yapan insan, zorunlu olarak tarihi yapmak durumunda kalıyor.

            Marx’ın özne’si, bilinçli aktör, rolünü oynayan, kendisine verilmiş rolü yerine getiren, toplumsal nesnel sürecin sonucu olan bir ‘birey’dir. Kendine özgü iradesi olan, değiştiren, dönüştüren, sürecin kurucu bir öğesi anlamında gerçek bir ‘Özne’ değildir.

            Buraya kadar yazılanlardan anlaşılan şudur: Bir, Marx ve Engels ‘özne’yi kategorik olarak reddetmiyorlar. Hegel’in nesne kategorisini reddetmediği anlamında… İki, nesnel süreç ‘öznesiz’ bir süreç olarak algılanıyor. Tersine çevrilmiş Hegelcilik anlamında… Bilim-politika özdeşliği, (felsefi olarak anlaşılmış) bilimin pratiği olarak politikada ‘öznesizlik’ anlamında…

            Marx, Hegelci idealizmin yanı sıra, Hegelci eş özne-nesne kategorisini de eleştiriyor. Marksçı diyalektik gereği, nesnel sürecin bir sonucu olan ‘özne’, nesnel olana mutlak özdeş olmuyor. ‘Birey’leşmenin, ‘özne’leşmenin başladığı yer burasıdır; artık, öznel bir faaliyetten sözedilebilir. Bu durum, Gramsci tarafından ‘praksis felsefesi’ adı altında mükemmel bir şekilde şöyle dile getiriliyor:

“Tekbencillikten ve onunla birlikte düşünceyi alıcı ve düzenleyici bir etkinlik durumuna getiren görüşte örtük olarak içkin bulunan mekanik görüşlerden kurtulmak için, sorunu ‘tarihselci terimlerle’ ortaya koymak ve aynı zamanda felsefenin temeline de ‘istenci’, son çözümlemede, pratik yada politik etkinliği ama ussal, keyfe bağlı olmayan, nesnel zorunluluklara karşılık düştüğü ölçüde, yani derece derece gerçekleşme uğrağında, tümel tarihin de kendisi olduğu ölçüde gerçekleşen bir istenci yerleştirmek gerekir.”[3]

            Hegelci eş özne-nesne kategorisinin eleştirisi sonucu varılan noktayı belirleyelim: Bir, Marx ve Engels ‘özne’ yi kategorik olarak reddetmiyorlar. Fichte’nin nesne kategorisini reddetmediği anlamında… İki, nesnel süreç özneli bir süreç olarak algılanıyor. Tersine çevrilmiş Fichtecilik anlamında…Felsefe-politika özdeşliği, felsefi pratik olarak politikada ‘öznelilik’ anlamında…

            Kısacası; Marx’ın ‘özne’si nesnel olana hem özdeş, hem değildir. Özdeş olduğu ölçüde, tersinden Hegelcilik (çünkü madde belirleyicidir), özdeş olmadığı ölçüde tersinden Fichtecilik (çünkü madde belirleyicidir) sözkonusu oluyor. Özne’nin edilgin kılınması özne kategorisini reddetmek anlamına gelmiyor. Özne’nin etkin ya da edilgin kılınması arasında kateorik bir fark bulunmuyor.

III.

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı‘ya yazdığı Önsöz’de ‘ideoloji’den sözederken, altyapı-üstyapı metaforunu kullanıyor:

“Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir siyasal ve hukuksal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretimtarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırır. (…) İktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırtetmek gerekir.”[4]

            ‘İdeoloji’ kavramı, “içerisinde insanların (üretim ilişkileri ve güçleri arasındaki) bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri biçimlere” ilişkin oluyor. İnsanlar, burada çelişkilerin bilincine varıyorlar ve bilinçli bir mücadele içine giriyorlar.

            Altyapı-üstyapı ilişkisi, ‘hem özdeş hem de özdeş değilliği’ çerçevesinde ele alınıyor. Bir yandan üstyapısal (ideolojik) formlar ekonomik yapının bir yansıması, bir gölge olay olarak anlaşılıyor. Öte yandan, ideolojik formların kendine özgü, özgül, özerk belirlenimlerinden sözediliyor.

            Engels sözkonusu çelişkili durumu şöyle ifade ediyor:

“Gençlerin zaman zaman, işin iktisadi yanına gerektiğinden daha büyük ağırlık vermelerinin sorumluluğunu, kısmen Marx ve ben taşımak zorundayız. Hasımlarımızın karşısına onların yadsıdıkları ilkeyi, özellikle belirtmek, altını çizmek gerekiyordu, ve o zaman karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlere de kendi yerlerini verecek ne zamanı, ne yeri, ne fırsatı bulabiliyorduk. Ama bir tarih dilimi sunmak, yani pratik uygulamaya geçmek sözkonusu olur olmaz, iş değişiyordu, artık yanılgı olanağı yoktu.”[5]

            Fransa’nın bir dönemini ele alan ve onu   çözümleyen Marx, politik olanın dolaysızca egemen sınıfların egemenlik biçimlerini yansıtmayabileceğini; ekonomik düzeyde egemen olanla, politik ve ideolojik alanda belirleyici olan sınıfların farklı dünya görüşlerine sahip olabileceğini belirtiyor. Marx, Engels’in ‘öteki etkenler’ dediği, üstyapısal formların ‘etken’ ya da belirleyici olabileceğini gösteriyor.

            Engels, üstyapısal formların ekonomiden bağımsızlaşıp, özerk alanlar haline gelebileceği konusunda şunları yazıyor:

“Modern bir devlette hukukun, yalnız genel iktisadi duruma uygun düşmesi ve onun ifadesi olması gerekmez, aynı zamanda iç çelişkileri yüzünden kendi kendini yaralamayacak sistemli bir ifade de olması gerekir. Ve başarının bedeli şudur ki, iktisadi ilişkilerinin aslına uygunluğu gittikçe yok olur.”[6]

Engels basit bir yansıma kuramından farklı bir konuma geliyor. İktisadi ilişkilerinin yansısının aslına uygunluğunun gittikçe yok olması, yani görünüşün özden bağımsızlaşıp, farklılaşması sözkonusu oluyor.

            Altyapı-üstyapı ilişkisi olarak kurulan ‘toplumsal bütünlük’ün özünü altyapı, yani ekonomi, görünüşünü üstyapı, hukuksal, politik v.b. ideolojik formlar oluşturuyor. Üstyapısal (ideolojik) formlar, ekonomik yapının bir yansıması olarak, toplumsal bütünlüğün özü olan ekonomik yapıyı dilegetiriyorlar.

            Ekonomik yapı, toplumsal bütünlüğü belirliyor.

            Marksçı diyalektiğin, ‘hem özdeş, hem özdeş değildir’ formülasyonu altyapı-üstyapı ilişkisine uyarlandığında, ideolojik formlar (görünüş), ekonomik yapının (özün) salt doğal bir uzantısı olmaktan çıkıyor ve özerkleşiyor, bağımsızlaşıyor; kendine özgü işleyişi olan, kendi içinde üretim yapılabilen özerk alanlar haline geliyor. Bu durum, ‘ideoloji’nin de toplumsal bütünlüğün belirleyici bir öğesi olabileceğini gösteriyor.

            Toplumsal bütünlüğü belirleyenler çoğalınca; ekonomik yapı toplumsal bütünlüğü artık son tahlilde belirleyebiliyor. ‘Son tahlilde’, her zaman, hiçbir zaman anlamına gelen, teorik olmayan, boş bir niteleme oluyor. Çelişkili bir durumu başka türlü ifade etme olanağı bulunmuyor.

IV.

Marx, Alman İdeolojisi‘nde ‘Materyalist Tarih Anlayışının Özü’nü şöyle belirliyor:

“Şeylerin ele alınış biçimi öncüllerden yoksun değildir. Bu biçim, gerçek öncüllerden yola çıkar ve bir an olsun onları bırakamaz. Bu öncüller insanlardır, ama imgelemle herhangi bir şekilde tek tek alınmış ve hareketsizleştirilmiş insanlar değil, belirli koşullar içinde, gerçek gelişme süreçleri içinde, ampirik olarak görülebilir gelişme süreçleri içinde kavranan insanlardır. Bu dirimsel faaliyet süreci ortaya konur konmaz, tarih, ampiristlerde olduğu gibi kendileri de soyut olan cansız olayların bir dermesi olmaktan, ya da idealistlerde olduğu gibi hayali öznelerin hayali eylemi olmaktan çıkar. Demek ki, kurguculuğun bittiği yer burasıdır, gerçek, pozitif bilimin başladığı yer, pratik faaliyetin, insanların pratik gelişme süreçlerinin tasarımının başladığı yer, gerçek yaşamdadır.”[7]

            Gerçek yaşam, pozitif bilimin başladığı yer oluyor. Pozitif bilimin başladığı yer, ‘ideoloji’nin kaynağını da oluşturuyor:

“Bu dirimsel sürecin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların maddi yaşamlarının sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltmelerdir.”[8]

            Maddi yaşam, hem bilimsel bilginin, hem de ideolojik bilginin üretildiği tek alandır. Bilimsel bilgi, maddi yaşamın ‘özü’nün ortaya çıkarılmasıyla elde edilen doğru bilinç; ideolojik bilgi ise, maddi yaşamın görüngüsel biçimi olarak yanlış bilinç oluyor. İdeoloji gerçeğin ‘özü’nü örtüyor, onu olduğundan farklı gösteriyor, tersine çeviriyor .

            Marx, ‘camera obscura’ metaforu ile ideolojiyi gerçek yaşamın tersine çevrilmiş bilinci olarak şöyle ifade ediyor:

“Her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camera obscura’daymış gibi başaşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı, nesnelerin, gözün ağtabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir.” [9]

Marx’ın Kapital‘de ortaya koyduğu meta fetişizmi teorisi de bununla ilişkilidir. Marx, ‘meta fetişizmi’ ile insanlar arasındaki ilişkilerin, nasıl şeyler arasındaki ilişkiler gibi göründüğünü, daha doğrusu, görünmek zorunda kaldığını   çözümlüyor.

            ‘Öz’ün tersine çevrilmesi, esasen Hegelci diyalektiğe özgü bir özelliktir. Hegel’de maddi yaşam, Tin’in tersine çevrilmiş, yabancılaşmış halidir. Hegel’e göre maddi yaşamın bizzat kendisi yanılsamadır. Marx, burada Hegelci yöntemi, Hegel’i tersine çevirmek suretiyle kullanıyor; Hegelcilik tersyüz edilerek; tersine çevrilen, ‘maddi yaşamın özü’ oluyor.

            Marx’a göre ideolojik yanılsamaların kaynağı, gerçekliğin görüngüsel biçimidir. İnsan zihnine doğrudan yansıyan gerçeğin özü değil, gerçeğin özünü temsil ettiği iddiasında olan, onun görüngüsel biçimi oluyor. Bu durumda, ideolojik bilinç idealizm ile birleşmek durumunda kalıyor:

“Bilinç, mevcut pratiğin bilincinden başka bir şey olduğunu, gerçek bir şeyi temsil etmeksizin bir şeyi gerçek olarak temsil ettiğini gerçekten sanabilir. Bu andan itibaren, bilinç, dünyadan kurtulma ve salt teorinin, tanrıbilimin, felsefenin, ahlakın vb. oluşmasına geçme durumundadır.”[10]

‘İdeoloji’, insan bilinci ve insan eyleminin güdülerine ilişkin yanlış, idealist bir anlayışa ilişkin oluyor. Marx-Engels, öz-görünüş, özne-nesne kategoryal karşıtlığını kullanarak ampirizm sorunsalı içerisinde mücadele veriyor.



[1] L. Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yay., s.65

[2] A.g.e.

[3] A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev.: Kenan Somer, İstanbul 1986, Onur Yay., s.226.

[4] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara 1978, Sol Yay., s.26.

[5] Engels’ten Joseph Bloch’a (21.9.1890); Marx, Engels, Seçme Yazışmalar-2, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s. 238.

[6] Engels’ten Conrad Schmidt’e (27.10.1890); a.g.e., s. 242.

[7] Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1987, Sol Yay., s.46.

[8] A.g.e., s. 45.

[9] A.g.e., s. 44.

[10] A.g.e., s. 58.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar