Ana SayfaGüncel YazılarGÖRÜŞ: Demokrasinin Faşizm Problemi

GÖRÜŞ: Demokrasinin Faşizm Problemi

Demokratik çoğunluk faşizmi “seçerse” ne yapmalı ya da demokrasi özgürlüğün garantisi midir?

İnthesetimes internet medyasında 9 Mayıs 2016 tarihinde yayımlanan orijinalinden A. Ercüment Özkaya çevirdi.

Kimi zaman suratlar arkalarındaki adsız kuvvetlerin sembolü hâline gelir. Eurogroup Başkanı Jeroen Dijsselbloem’in aptal aptal gülümseyen suratı Avrupa Birliği’nin Yunanistan’a vahşi baskısının sembolü değil miydi? Son zamanlarda da Atlantik-Aşırı Ticaret & Yatırım Ortaklığı (Transatlantic Trade & Investment Partnership (TTIP) –Pasifik-Aşırı Ortaklık’ın (Trans-Pacific Partnership) Avrupalı kuzeni– yeni bir sembol edindi: TTIP’ye karşı kamuoyundaki muazzam muhalefeti “yetkimi Avrupa halkından almıyorum” şeklinde yanıtlayan AB Ticaret Komiseri Cecilia Malmström’ün soğuk suratı.

Şimdi böyle üçüncü bir sembol belirmiş bulunuyor: Anayasa Mahkemesini hükümetin yetkisi altına bağlayan bir yasa hazırladığı için 23 Aralık 2015’te Polonya Hükümetini azarlayan Avrupa Komisyonu birinci başkan yardımcısı Frans Timmermans. Timmermans, yanı sıra Polonya parlamentosuna resmî radyo ve televizyon kuruluşlarının bütün yöneticilerini görevden alma yetkisi tanıyan yasayı da kınadı. Brüksel’i “egemen ve demokratik bir devletin hükümetine ve parlamentosuna öğüt verir ve temenni sunarken daha ölçülü davranmaya” çağıran Polonyalı milliyetçilerin karşı azarı gecikmedi.

Standart sol liberal bakış açısından bu üç adın aynı bağlamda anılması uygun değil: Dijsselbloem ile Malmström Brüksel bürokratlarının demokratik olarak seçilmiş hükümetler üzerindeki (demokratik meşruluktan yoksun) baskılarını temsil ederken, Timmermans temel demokratik kurumları (bağımsız yargı ve özgür basın) korumak için müdahale etmiş bulunuyor. Yunanistan’a yapılan vahşi neoliberal baskı ile Polonya’ya yöneltilen haklı eleştiriyi kıyaslamak ayıp etmekmiş gibi gözükebilir, ama Polonya Hükümetinin tepkisi de hedefi isabet ettirmedi mi? Timmermans, sahiden de egemen bir devletin demokratik olarak seçilmiş hükümetine baskı yapmıştı.

Bu yakınlarda, Süddeutsche Zeitung okurlarının sığınmacı kriziyle ilgili sorularını yanıtladığım sırada üzerinde en çok durulan sorun demokrasiyle ilgiliydi –ancak bir sağ popülist saptırmayla. Angela Merkel yüz binlerce sığınmacıyı Almanya’ya ünlü davetini yaptığında bu hakkı nereden almıştı? Bu soruyla kastım göçmen karşıtı popülistleri desteklemek değil, sadece demokratik meşruiyetin sınırlarına işaret etmek. Sınırların radikal biçimde açılmasını savunanlar için de aynısı geçerli: Bunu savunanlar, demokrasilerimiz ulus-devlet demokrasileri olduğu için taleplerinin demokrasinin askıya alınmasıyla aynı şey, bir başka deyişle, demokratik danışma olmaksızın izin verilmesini gerektirecek devasa bir değişim olduğunun farkında mı?

Şu eski ikilem ile karşı karşıyayız: Çoğunluk ırkçı ya da cinsiyetçi yasalara eğilim gösterirse demokrasiye ne olur? Çok daha katılımcı vatandaşlıklarla çoğunluğunu göçmen-karşıtı popülist partilerce kurulmuş hükümetlerin oluşturduğu demokratikleştirilmiş bir Avrupa’yı [bunun nasıl bir şey olacağını -ç.n.] tahayyül etmek kolaydır. Özgürleştirici politikanın önsel olarak biçimsel-demokratik meşrulaştırma prosedürleriyle bağlı olmaması gerektiği sonucunu çıkarmaktan korkmuyorum.

Elbette, insanlar için en iyisinin ne olacağını yaradılışı gereği bilen ve (Stalinist Komünist Partinin yaptığı gibi) kararlarını kendi iradelerine rağmen insanlara dayatma hakkına sahip olan ayrıcalıklı bir eyleyici yoktur. Ne var ki, çoğunluğun iradesi temel özgürleştirici serbestiyetleri açıkça ihlal ettiğinde, bu çoğunluğa karşı çıkmak yalnızca bir hak değil aynı zamanda bir görev olur. Bunu demek, demokratik seçimleri hor görmeye gerekçe oluşturmaz, –sadece, bu seçimlerin tek başına Hakikat’in bir göstergesi olmadığında ısrar etmektir. Bir kural olarak, seçimler, hâkim ideoloji tarafından belirlenen alışıldık bilgeliği yansıtır.

Bu yüzden, Avrupa Birliği’ni soldan eleştirenler kendilerini bir açmazın içinde buluyor. Avrupa Birliğinin “demokrasi açığı”ndan yakınıyorlar, ama demokratik olarak meşrulaştırılmış “faşist” eğilimlere baskı uyguladığında “demokratik olmayan” Brüksel idarecilerini destekliyorlar. Bu çelişkinin ardında yatan, Avrupa liberal Sol’unun Koca Kötü Kurt’udur: Göçmen karşıtı sağ kanat popülistlerde vücut bulan yeni faşizm tehdidi. Bu korkuluk, karşısında, (geriye ne kadar kaldıysa) Radikal Soldan (Timmermans gibi AB idareciklerini de içeren) ana akım liberal demokratlara kadar hepimizin birleşmemiz gereken baş düşman olarak algılanır. Avrupa, etnik-dinsel (çoğunlukla Müslüman) dış düşmana karşı duyulan paranoyak korku ve nefretten beslenen yeni bir Faşizme doğru gerileyen bir kıta şeklinde tasvir ediliyor. Bu yeni Faşizm (Macaristan, Polonya vb.) bazı post-Komünist Doğu Avrupa ülkelerinde baskın olsa da, Müslüman sığınmacı istilasının Avrupa uygarlığına tehdit uluşturduğu görüşündeki başka birçok AB üyesi ülkede de güçleniyor.

Ama bu gerçekten faşizm mi? Ayrıntılı tahlillerden kaçmak için bu terime çok sık başvuruluyor. Oyların beşte birini kazanması beklenirken seçimlere iki hafta kala 2002 Mayıs ayı başlarında öldürülen Hollandalı siyasetçi Pim Fortuyn, kişisel nitelikleri ve düşünceleri (çoğu yönüyle) neredeyse mükemmelen “siyaseten doğru” olan bir sağ kanat popülist olmaklığıyla paradoksal bir figürdü: Eşcinseldi, birçok göçmenle iyi kişisel ilişkileri vardı, doğuştan bir ironi duygusuna sahipti vb. –kısacası temel politik duruşu dışında her şeyiyle iyi, hoşgörülü bir liberal idi. Köktendinci göçmenlere; eşcinsellere, kadın haklarına, dinsel farklılıklara vb. saygı göstermeyişlerinden ötürü karşıydı. Böyle oluşuyla şahsında sağcı popülizm ile liberal siyaseten doğru(cu)luk arasında bir bileşimi temsil ediyordu. Belki de bu yüzden, sağ kanat popülizmi ile liberal hoşgörü arasındaki dikotominin yanlış bir dikotomi olduğunun –bu dikotomide aynı madalyonun iki yüzü ile karşı karşıya bulunduğumuzun– canlı kanıtını oluşturduğundan ölmesi gerekiyordu.

Jürgen Habermas gibi birçok solcu liberal, asla var olmamış bir “demokratik” Avrupa Birliği’ni idealleştiriyor. Son zamanların AB politikası, Avrupa’yı küresel kapitalizme uygun kılmak yönünde umutsuz bir çabadan fazla bir şey değildir. Avrupa Birliği’nin alışıldık Sol-liberal eleştirisi –aslında iyi de, bir de şu demokrasi açığı olmasa– Komünistleri destekleyen ama bir yandan da demokrasinin eksikliğinden dolayı ah-vah eden, eski komünist devletlerin bazı eleştirmenlerinin gösterdiği safdilliği açığa vuruyor. Her iki örnekte de demokrasi açığı/eksiği, yapının olmazsa olmaz bir parçasıdır.

Yunanistan’da Syriza’nın seçimleri kazanma ihtimalinin açıkça görüldüğü 2014 Aralık ayında Financial Times gazetesinde başlığı şu olan bir yorum yayımlandı: “Avro Kuşağının en zayıf halkası seçmenlerdir.” İdeal bir dünyada Avrupa bu “en zayıf halka”sını başından savar ve ekonomik önlemleri dayatma ve uygulatma gücü doğrudan doğruya uzmanlara bırakılır. İlle de seçimler olacaksa, seçimlerin işlevi uzmanların vardığı görüş birliğini onaylamak olur.

Bir Avrokrat ve İtalya’nın eski başbakanı olan Mario Monti’nin dediği gibi: “Yönetenler milletvekilleri (halk temsilcileri) tarafından tamamen kısıtlanmalarına izin vermemelidir.”

Küresel kapitalizmin “demokrasi eksiği”ne karşı koymanın tek yolu bir ulus(devlet)aşırı kuruluş yoluyla olurdu. Ne var ki ulus-devlet iki sebepten ötürü küresel kapitalizme karşı bir demokratik korunak işlevi göremez: Birincisi, ekonominin küresel bir kudret şeklinde işlediği bir zamanda [küre içinde tanımı gereği sınırlı bir düzlemde sözü geçer olmaklığıyla – ç.n.] önsel olarak zayıf bir konumdadır; ikincisi, ulus-devlet, ulus-devlet olacaksa ve öyle kalacaksa milliyetçi ideolojiyi seferber etmeye ve böylelikle kendisini sağ popülizme açık kılmaya mecburdur. Bugün, Macaristan ile Hollanda küreselleşmeye karşı koyan bu tür ulus-devletlerin ikisidir.

Bu da bizi küresel kapitalizmin baş çelişkisinin ne olduğuna getiriyor: Küresel kapitalist ekonomiye denk ve uygun politik düzen kurmanın yapısal imkânsızlığı… Ki bunun nedeni küresel seçimler düzenlemenin ya da küresel kurumlar oluşturmanın zor oluşu değil. Neden, küresel pazarın herkes için aynı kurallarla işleyen, evrensel bir makina olmayışından. Bu pazar, geniş istisnaları, kendi kurallarını çiğnemeyi, ekonomi-dışı (askerî) müdahaleleri ve benzer şeyleri zorunlu kılıyor. Böylece, ekonomimiz gitgide daha küreselleştikçe, adsız küresel ekonomiden”dışlananlar” da siyasete geri dönüyor: Arkaik saplantılar ve (etnik, dinsel, kültürel) kısmî kimlikler. Bugünkü açmazımızı bu gerilim tanımlıyor: Malların (metaların) serbest dolaşımı toplumsal ayrışmaların artmasıyla birlikte gidiyor. Mallar gitgide daha serbestçe dolaşırken insanlar (Batı Şeria’daki ya da ABD ile Meksika arasındaki gibi) fiziksel duvarlardan kışkırtılıp yeniden canlandırılan etnik ve dinsel kimliklere, yeni duvarlarla ayrı tutuluyor.

Peki, bütün bunlar Avrupa’nın demokratikleştirilmesi meselesini boşa kürek çekmek diye bir yana bırakmamız gerektiği anlamına mı geliyor? Hiç de değil; tam tersine, o kadar önemli olduğu içindir ki biz bu meseleye daha radikal bir yoldan yaklaşmalıyız.

Mesele daha önemli: Toplumsal hayatımızın temel koordinatlarını ekonomimizden kültürümüze doğru nasıl dönüştürmeliyiz ki, her yerdeki kararları meşru kılan, öylesine şeklî ve törensel olarak değil de gerçek anlamda demokrasi olsun?

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar