Ana SayfaArşivSayı 63Kaypakkaya’yı Anlamak

Kaypakkaya’yı Anlamak

Kaypakkaya’yı Anlamak

Nereden başlamalı?

R. Reşat Çetinbaş

Biz şimdi herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekiyoruz.” İbrahim Kaypakkaya

Teori ve Politika’nın 61. Sayısında, Ferhat Şirin imzasıyla “Kaypakkayacılar Kaypakkaya’yı neden savunamıyor” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazı, Kaypakkaya bahsinde dikkatle üzerinde durulması gereken bir ideolojik kavrayışa sahip olmakla birlikte, durduğu yer ve farklılığını oluşturan temel özellikler bakımından, söz konusu Kaypakkaya olunca, tartışmaya dahil olma gereği ortaya çıktı. Öncelikle belirtmek gerekli; bu yazıda amaçlanan ne yazar ile polemiğe girmek, ne de Kaypakkayacı politik özneleri savunmak ya da eleştirmektir. Kaypakkayacı politik özneleri bu sayfalardan eleştirmek hem yakışıksız, hem de gereksiz olur. Ferhat Şirin’in yazısında ifade ettiği temel kaygılara ve ulaştığı sonuçlara büyük ölçüde katıldığımı belirtmeliyim. Bu nedenle, aksini ispat etmeye yönelik bir polemiğe girmem, doğal olarak, düşünülemez. Bu yazıyla amaçlanan, yazarın, hem yöntem, hem de kullandığı temel argüman bakımından, zihinlerde bıraktığı büyük boşluğa dikkat çekmek ve tartışmaya, bu boşluktan dahil olarak, mümkün olduğunca katkı sunmaktır.

Ferhat Şirin, Kaypakkaya’nın politik platformunu kurarken geleneksel Aydınlanmacı/modernist Marksizmin dışında bir yol izlediğini isabetli olarak tespit ediyor, ancak, Kaypakkaya’nın bunu yaparken ayağını bastığı ideo-politik zemine ve izlediği yola değinmeyerek, teori alanında büyük bir boşluk bırakıyor. Bu boşluk yüzünden yazı, Kaypakkaya’yı politik Marksizme sadece sezgisel olarak ulaşmış bir devrimci düzeyine indirgemekle kalmıyor, aynı zamanda, Aydınlanmacı “Marksistler”e, rahatça hareket edebildikleri, Kaypakkaya’yı ehlileştirmek için her türlü oyunu oynayabildikleri geniş bir alan bırakıyor. Oysa Kaypakkaya’nın, modernizmle arasına kesin sınırlar koyarken ayağını bastığı sağlam bir ideo-politik zemin mevcuttur. Bu zemin, Avrupalı Aydınlanmacı “Marksizm”e karşı, Mao Zedung’un önderliğinde uzun süre devam eden mücadeleler içerisinde oluşturulan “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin (BPKD) teorisi ve pratiğidir. Kaypakkaya, Aydınlanmacılıktan, Mao’nun ve BPKD’nin izini sürerek kopabilmiştir. Kaypakkaya’nın, “hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür” sözünü böyle okumak gerekir.

Yazar şunları söylüyor: “Türkiye’deki bütün Marksist/komünist oluşumlar gibi Kaypakkayacı politik özneler de Aydınlanmacı/modernist çizgiye açıkça karşı çıkmamış ve modernizmin bakış açısı ile politika yapmıştır.” Yazar bu düşüncesini Kemalizm üzerinden açıklıyor ve Kaypakkayacıların Kemalizmi doğru kavramadığını, aslında, Kemalist iktidarın (cumhuriyet) kendinden önceki döneme (Osmanlı) göre daha ileriyi temsil ettiğini, açık bir tarihbilimsel gerçek olan bu durumun ezilenler cephesinden bir anlamı olmadığını, çünkü bu ileriliğin sadece kavramsal olduğunu, ezilen yığınlar nezdinde bir kazanım teşkil etmediğini, söz konusu “ilerleme”nin onlar için baskı ve katliam demek olduğunu, Kaypakkaya’nın, ileriyi temsil ettiğini pekâlâ bildiği halde Kemalizmi bu nedenle reddettiğini, ezilenler açısından baskı ve katliam demek olan bu rejimin savunulmasını kabul etmediğini vurguluyor. Dahası, Ferhat Şirin, Kapakkayacıların Kaypakkaya’yı savunmak adına Kemalizmin kendinden önceki döneme göre daha ileri bir toplumsal biçimi temsil ettiği “gerçeğini” reddederek bilimsel açıdan tutarsız bir noktaya düştüğü sonucuna varıyor.

Kaypakkaya’nın ardılı olduğunu iddia eden politik öznelerin Aydınlanmacılığa karşı epistemolojik bir karşı çıkışı olmadığı doğrudur. Ancak sadece bu durum onları bir çırpıda Aydınlanmacı olarak nitelemek için yeterli değildir. Böyle bir epistemolojik karşı çıkış Kaypakkaya’nın kendisinde de yoktur. Ancak biz yine de onun bu topraklarda Aydınlanmacı çizginin dışında kalan en önemli –belki de tek– devrimci figür olduğunu iddia ederiz. Bunu yaparken dayanağımız, onun eserine içerilmiş görüşler ve politik tutumdur. Yazar Kaypakkaya’daki anti-modernist özü bulurken bu yöntemi kullanıyor, ancak bunu Kaypakkaya’nın ardıllarını değerlendirirken kullanmıyor ve onları Aydınlanmacılığa açıkça tavır almadıkları gerekçesiyle, kolayca, Aydınlanmacı çizgiden kopmamakla eleştiriyor. Oysa böyle bir hüküm vermek için, Kaypakkayacıların ne dediklerinden daha çok ne yaptıklarına bakmalıydı. Burada, elbette Kaypakkayacıların modernizmin etkilerinden tamamen azade olduğunu söylemek istemiyorum. Modernist etkilenmenin varlığı, tabii ki, şu veya bu düzeyde bir gerçektir. Ancak bir ölçüde etkilenmekle modernist olmak aynı şey değildir. Modernizmin bütün etkilerinden kurtulmak için sağlam bir ideolojik mücadele yürütmek Kaypakkayacı politik öznelerin önünde, kaçınamayacakları bir görev olarak durmakla beraber, onları bütünüyle modernist olarak nitelemek için daha fazla kanıt gerekir.1 Ancak böyle bir tartışma bu yazının sınırları dışındadır.

Hiç kuşkusuz, Kaypakkaya’nın devamcısı olduğunu iddia eden politik özneler, yaptıkları ve yapamadıklarıyla esaslı eleştirileri hak ediyorlar. Bu eleştirilerin belki de ilk sırasına Kaypakkaya’yı gereği gibi savunamamalarını koymak gereklidir. Bu savunamama durumu gerilik, yetersizlik, tutulan yolun zorluğu vb. nedenlere bağlanabilirse de, kabul etmek gerekir ki, modernizmle epistemolojik düzeyde bir hesaplaşma yapamamış olmaları da ciddi ölçüde etkili olmuştur. Ancak Türkiye politik Marksist hareketinin tarihsel koşulları içerisinde bu etkileşimin kaçınılmaz olduğu da anlaşılabilir bir durumdur. Pek çokları gibi Ferhat Şirin’in de ifade ettiği üzere, Türkiye komünist hareketi, ortaya çıkış koşulları ve gelişim seyri bakımından neredeyse tamamıyla modernisttir. Ancak bundan daha önemlisi, geleneksel Marksizmin üzerindeki modernist etkiyi, bu topraklarla sınırlı olmayan evrensel bir olgu olarak görmek gerekir. Batı Avrupa merkezli bir “yapı” olarak Marksizmin belirli devrimsel dönemler dışında –ki bunların tarihsel karşılığı Sovyet devrimi, Çin devrimi ve Çin kültür devrimidir– hep Aydınlanmacı çizgiyi izlediğini ileri sürmek pek de yanlış olmayacaktır.

Aydınlanmacı çizgiye karşı Marksizmin ileri atılımı: ‘Politik devrimler’

Devrimsel dönemler oluşturduğu ifade edilen bu üç büyük devrimin, sadece eski düzeni yıkmakla kalmayıp, aynı zamanda Marksizmin o güne kadarki paradigmalarını da yıkarak gerçekleştiği bilinir. Aslında bu paradigmaları kuran da, yıkılmaması için var gücüyle direnen de modernizmin ta kendisidir. Hatırlamakta yarar var; Kautsky ile temsil edilen İkinci Enternasyonal, tarih biliminin “şaşmaz doğruları”ndan hareketle, sosyalist devrimin ancak kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerde gerçekleşebileceği sonucuna varmıştı. O dönemde, bu ana akım Marksizm üzerinde, Avrupa’yı dünyanın merkezine koyan modernist bakış açısı öylesine güçlüydü ki, Batı Avrupa dışındaki ülkelerde –buna Rusya da dahildi– olabilecek devrimler peşinen reddediliyordu. Marksizm adına ilerlemeciliğin izini süren Kautsky, üretici güçlerin uygun gelişme aşamasında kapitalizmin zorunlu olarak sosyalizme evrileceği tezinden hareketle, işi, kapitalizmin fiilen desteklenmesi anlamına gelen boyutlara vardırmaktan çekinmedi. Marksizm adına savunulan bu yaklaşım, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında, herkesin kendi devletini desteklemesi olarak anlaşılması gereken “anayurdun savunulması” politikası ile içindeki burjuva özü açığa çıkardı. Bu momenti, Aydınlanmacı-modernist Marksizmin tarihteki zirve noktalarından biri olarak kabul etmek gerekir.

Lenin önderliğindeki Sovyet devrimi, Marksistler açısından utanç verici olan bu dönemin sonunu getirdi. Lenin’in, ilerlemeci “Marksistleri” daha önceden şiddetle mahkûm ettiği bilinmesine rağmen, Sovyet devrimi ile “devletli” olan Marksizmin içerisindeki modernizm virüsü, Lenin’in ölümünün ardından, hızla ve daha güçlü bir biçimde reaktive oldu. Ekim devrimi ile oluşan de facto durum, Üçüncü Enternasyonal tarafından sistematize edilerek bütün dünyaya model olarak sunuldu. Sovyet deneyimine ait ne varsa ders kitabı şeklinde dünya devrimcilerine reçete edildi. Ama ilerlemeciliğin, bu dönemdeki ana karakteri ve buna paralel olarak Marksizmin bünyesinde yarattığı esas büyük tahribat, kendini, sosyalizmin uygulanması pratiğinde gösterdi. Bu, sosyalizmi bir kalkınma modeline indirgeyen, her şeyi üretici güçlerin geliştirilmesine ve üretimin artırılmasına bağlayan bir sosyalizm yorumu ve uygulamasıydı. Sosyalizm kapitalizme göre daha ileri bir toplum biçimi olduğuna göre, mesele artık, refah düzeyini artırarak sosyalizmi dünya halkları için çekim merkezi haline getirmekti. Bu, “dünya devrimi”ne hizmet etmenin en iyi yoluydu. Buradan sosyalist anavatanın savunulması politikasına varıldı ve bu uğurda birçok ezilen ulus mücadelesinin emperyalistler tarafından boğazlanmasına sessiz kalındı. “Tarih bilimi”nin kavramlarının kötüye kullanımı yoluyla, kendine Marksizm içinde geniş bir tahribat alanı oluşturan ilerlemecilik, artık eskisinden çok daha güçlü bir biçimde, iktidardaydı, “devletli”ydi.

Ancak, bu dönemde, Komintern’in reçetesini uygulayan Çinli komünistlerin Şangay ayaklanmasında ağır bir yenilgi almaları, bir bakıma Aydınlanmacı Marksizme karşı yeni bir devrimsel yükselişin de fitilini ateşlemiş oldu. Mao Zedung, Şangay ayaklanmasının yenilgisinden çıkardığı dersler ışığında vardığı sonucu, “Çin’de olacaksa bir köylü devrimi olacak ya da hiç olmayacaktır” diyerek özetliyor ve buna uygun olarak da uzun süreli halk savaşı stratejisini geliştirerek, Uzun Yürüyüş’le başlayıp, Çin Halk Cumhuriyetinin ilanına kadar giden muzaffer Çin devriminin mimarı oluyordu. Çin devrimi, Mao Zedung’un şahsında cisimleşen “doğulu” Marksizmin Aydınlanmacı paradigmayı yerle bir etmesi ile başarıya ulaşabildi. Daha sonra Mao bu durumu, “doğu rüzgarının batı rüzgarına galip gelmesi” olarak tanımlayacaktı.

Modernizme karşı en büyük mücadele: İdeolojik devrim

Batılı ana akım Marksizmin Çin devrimini hiçbir zaman içine sindiremediğini belirtmek gerekir. Ancak muzaffer bir devrimin karşısında söyleyebilecek fazla bir söz bulunmadığından, “Teori” hızla yeni duruma adapte edildi, yeni paradigmalar üretildi ve bir miktar sarsılsa da Aydınlanmacılık, Marksizm üzerindeki egemenliğini korumakta başarılı oldu. Ancak korunmaya çalışılan statüko fazla uzun sürmeyecekti.

Aydınlanmacılık ile Marksist devrimcilik arasında tarihteki en şiddetli muharebe kısa bir süre sonra başladı. Bu muharebe, tarihe “Büyük Proleter Kültür Devrimi” adı ile geçen ve yaklaşık 10 yıllık bir süreci kapsayan Çin kültür devrimidir. BPKD, sosyalist toplum biçimi bakımından altyapı-üstyapı, üretici güçlerin gelişmesi, emek üretkenliğinin artırılması gibi ilerlemeci “Marksizm”in dayanak olarak kullandığı bazı “tarihbilimsel” kavramları sorguladığı için, Aydınlanmacı ana akım tarafından peşinen Marksizm-dışı ilan edildi. Onlar açısından, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile sosyalist altyapı kurulmuştur, ve bu fiilen sınıfların yok olması demektir. Burjuva ideolojisinin “kalıntıları” varlığını sürdürmektedir ama zamanla sosyalist ekonomi güçlenip refah arttıkça yok olacaktır. Sosyalizm için tek gerçek tehdit, dışarıdaki kapitalist dünyadan gelmektedir. Bu nedenle merkezi devlet aygıtı güçlendirilmeli, “dışarıdan” gelen kapitalist tehdide karşı güçlü parti-devlet-ordu ile caydırıcı olunmalıdır. Kitleler adına her şeye parti ve devletin karar verdiği bu sosyalizm modelinde, doğal olarak kitlelere düşen rol de daha çok çalışmak ve daha çok üretmektir. Yönetim işi yöneticilere bırakılmalıdır.

Dünya nüfusunun yaklaşık üçte birinin “sosyalist” devletlerde yaşadığı bir dönemde Marksizme egemen olan bu “yorum”, sosyalizm pratiğinde çok vahim sonuçlar üretti. Kitlelerin uzağına düşen devletler ve komünist partiler, bürokrasi üzerinden yeni sömürücü sınıflar üretti ve iktidar giderek bu “yeni tipte” burjuvazinin eline geçti. Aydınlanmacılık burjuva aslına rücu ederek, bu durumun rasyonalize edilip savunulmasında büyük işlev gördü. İşte böyle bir dönemde patlak veren BPKD, sosyalizmin bir “devrimci geçiş dönemi” olduğu tezine vurgu yapıyor, kaybedilmekte olan iktidarın kitlelerin yaratıcı gücü ile yeniden ele geçirilmesini amaçlıyordu. Kullandığı temel yöntem, fikri olan herkesin devletin tüm olanaklarından koşulsuz yararlanarak fikrini ifade etmesi, her türlü yönetim organının doğrudan halk meclisleri tarafından seçilmesi ve istendiği zaman geri çağrılmasını içeriyordu. Amaçlanan, bu kez kitlelerin gerçekten iktidar olmasıydı. Her devrim gibi şiddeti kullanan ve yine her devrim gibi aşırılıklar içeren bu büyük kitle hareketi bir süreliğine de olsa iktidarı ele geçirmeyi başardı.

BPKD’nin sorguladığı ve sosyalizmin gerçekleri ışığında yerli yerine oturttuğu kavramlar ilerlemeciler için tabu niteliğindeki kavramlardır. Bu nedenle, BPKD, Aydınlanmacı “Marksistler” tarafından, sürekli bir karalama ve dezenformasyon ile devrimci kitlelerden gizlenmeye çalışılmış, bugün de devam eden sonu gelmez saldırı ve iftiraların hedefi olmuştur.

Aslında yakından bakıldığında, Mao Zedung’un bütün politik yaşamının modernist-Aydınlanmacı “Marksizm”le mücadele içinde geçtiği kolaylıkla görülecektir. Daha 1926 yılında “Çin toplumunda sınıfların tahlili” makalesinde Çin’de köylülüğe ve onun devrimci potansiyeline yaptığı vurgu ile genel kabul gören modele itiraz ederek Çin devriminin yolunu açmasıyla başlayan mücadele, iktidarın alınmasından sonra daha da şiddetlenmiş, makas giderek daha fazla açılmıştır. “1957 deklarasyonu” ve 1963 polemikleri, modernizmin çizdiği sosyalizm modeli ile bağların kesin olarak atılmasını sağlamış ve bu süreç en sonunda, “burjuva karargâhları bombalayın” sloganı ile başlayan BPKD’ye varmıştır. BPKD, sadece iktidarın yeniden alınmasına dönük bir devrim hareketi değil, aynı zamanda, sosyalizmi ekonomik bir model olarak tanımlayan ilerlemeci teoriye karşı, “devrimci geçiş dönemi” Marksist önermesine göre yeniden şekillendiren bir sosyalizm modelinin hayata geçirilerek dünya halklarına sunulmasıdır. Kimin kazanacağının hâlâ belli olmadığı tezinden hareketle sosyalizm şartları altında sınıf mücadelesinin teori ve pratiğidir. BPKD’nin hedefleri arasında, iktidarda yeniden kendini var eden Çin burjuvazisi olduğu kadar, ilerlemeci “Marksizm” de yer almaktadır. Bu büyük devrimci kitle hareketinin gücüyle bombalanan burjuva karargâhların ilk sırasında, Aydınlanmacılığın bütün kaleleri, bütün kavramları yer almaktadır.

BPKD’nin dünya ölçeğinde etkilerinin de çok görkemli olduğunu belirtmek gerekir. BPKD’nin etkisiyle, iki yol arasındaki uçurum giderek büyüdü, sosyalist ülkeler ve uluslararası komünist hareket iki kampa ayrıldı. Bir yanda ekonomi, parti ve devlet vurgusu yapan SSCB ve diğer Avrupalı sosyalist devletler, öte yanda kitlelere ve devrime vurgu yapan Çin Halk Cumhuriyeti. Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin, “Avrupa komünizmi”ne doğru evrilmekte olan reformist ve eski komünist partileri, SSCB’deki devlet kapitalizmini sosyalizm olarak savunmaya devam ederken başta Asya olmak üzere bütün dünyadaki devrimci kitle hareketleri BPKD’nin dönüştürücü etkisiyle tüm dünyayı saran yeni bir yangını ateşledi. Avrupa’daki 68 devrimci gençlik hareketinin de BPKD’den büyük ölçüde etkilendiğini belirtmek gerekir.2

Dünya genelindeki bu ortam, doğal olarak Türkiye’yi de etkisi altına alarak 71 devrimci çıkışının politik iklimini oluşturdu. Bu politik iklimin etkisi ile 71 devrimci çıkışının politik önderlerinin üçünün de Mao Zedung’u “bir biçimde” sahiplenmelerine rağmen, bu “bir biçimde” sahiplenmenin daha fazlasını Kaypakkaya, “Hareketimiz BPKD’nin ürünüdür” diyerek ortaya koydu.

Kopuşun ideo-politik temeli: Kaypakkaya Kültür Devriminin izinde

Kaypakkaya bahsinde “kopuş” değerlendirmesi sıklıkla ve haklı olarak yapılır. 71 devrimci çıkışının ortak özelliği hiç şüphesiz Türkiye soluna egemen olan reformizmden ayrılarak devrimci yöntemlerin ve tabiî ki şiddetin kullanılmış olmasıdır, ki bu konuda Mahir ve Deniz de Kaypakkaya’dan aşağı kalmaz. Ancak yine çoğunlukla kabul edildiği gibi, Kaypakkaya’nın kopuşunda, dikkatlerden kaçırılamayan bir derinlik ve kapsam vardır.

Onun kopuşu resmi ideolojiden, resmi tarihten ve burjuva-feodal devletin bütün kurumlarından tam ve geri dönüşümsüz bir kopuştur. Bu, aynı zamanda, o güne kadar bu topraklarda sol ve sosyalizm adına hüküm sürmüş modernizm biçimlerinden de tam bir kopuş anlamına gelmektedir. Bu, Kaypakkaya’yı diğerlerinden ayıran ana noktadır. Burada sorulması gereken esas soru şudur: Neden bu kopuşu diğerleri değil de Kaypakkaya başarabildi? Diğerlerinden daha mı zekiydi? Ya da daha eğitimli? Veya daha tecrübeli?

Bu sorulara cevap vermeden Kaypakkaya bahsinde ilerlemek mümkün değildir. İzlediği yöntemi görmeyerek, sadece ulaştığı sonuçlarla değerlendirip alkışlayanlar, onu anlamak ve savunmaktan çok uzaktır. Kaypakkaya’nın, Türkiye’nin temel meseleleri ile ilgili değerlendirmelerinin ve bunlardan çıkardığı politik sonuçların ne kadar önemli olduğu tartışma dışıdır. Ancak vurgulanması gereken, bu sonuçlara ulaşırken seçtiği yol, tuttuğu taraftır. Sorunun yanıtı Kaypakkaya’nın eserinde apaçık yer almaktadır. O, “Hareketimiz BPKD’nin ürünüdür” diyerek, izlediği yolu tartışmasız bir şekilde ve büyük bir özbilinçle ilan etmiştir.

Lafı hiç dolandırmadan açıkça söylemeli; Kaypakkaya Maoisttir. Bunun için ispata ihtiyaç yoktur. Maoizmin yöntem ve terminolojisi, onun bütün eserlerinde tartışmaya yer vermeyecek biçimde içerilmiştir. Bu, pek çoklarınca, yüzeysel bir biçimde, Mao’nun taklitçisi, basit bir kopyalayıcısı olmakla itham edilmesine bile neden olmuştur. Onun Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu ile ilgili bugün bile hayranlıkla karşılanan saptamaları, ancak, Aydınlanmacılık ve modernizmle arasına çektiği kesin çizgiler sayesinde mümkün olabilmiştir. Bu çizginin çekilebilmesinde Maoizmin izinin sürülüyor olması belirleyicidir. O, en baştan, safını Maoizmin yanında Aydınlanmacılığın karşısında kurmuştur. Türkiye’de modernizmin ete kemiğe bürünmüş şekli, Aydınlanmacılığın ülkedeki idolü durumundaki Kemalizmin Kaypakkaya tarafından hedefe konulması, bu perspektiften bakınca anlaşılırlık kazanmaktadır. Aksi halde, devrimcilerin İstiklal Marşı ile eylem yapıp, “anti-emperyalist” Türk ordusuna ve Kemalizme methiyeler dizdiği, Kürt sorununun “k”sini bile ağzına almaktan imtina ettiği yıllarda nasıl olup da Kaypakkaya’nın bu kadar cesaretle ezenlere ait bütün paradigmaları yerle bir edebildiğini anlamak ve anlamlandırmak mümkün olmaz. İşte bu nedenle, onu anlamak için yükseklere çektiği bayrağa bakmak gereklidir. Bu bayrak, yinelemekten bıkmamalı, Maoizmin ve BPKD’nin bayrağıdır.

Genel olarak Türkiye ve Kürdistan sosyalistlerince Kaypakkaya’nın sansürlenip yok sayılmaya çalışıldığı doğrudur. Bunda hayıflanılacak bir durum yoktur. Aydınlanmacı-modernist çizgiye kopmaz bağlarla bağlı olanların Kaypakkaya’yı görmemelerinde anlaşılmayacak bir şey olamaz. Kaypakkaya’nın, son birkaç yıldır “ortak bir değer” olarak sahipleniliyor gibi görünmesinin de aldatıcı olduğunu belirtmek gerekir. Aslında, ona uygulanan sansürün daha tehlikeli ve sinsi bir şekilde devam ettiğini ifade etmek daha uygun olur. Bugün Kürt özgürlük hareketinin yarattığı politik iklimin zorlaması ile birçok sosyalist grubun bu iki konuda Kaypakkaya ile benzer tezler savunuyor olması ve sadece bu nedenlerle Kaypakkaya’yı ortak değer olarak sahiplenmeleri, ancak onun tezlerinin arka planını oluşturan ve kaynağını Maoizmden alan anti-modernist duruşunu görmezden gelmeleri, yok saymanın devam ettiğini gösterir. Bu bakış açısı, Kaypakkaya’yı sadece tarihsel bir ilgi konusuna indirger; Kaypakkaya’nın güncel önemini ve kurduğu politik Marksizmin hâlâ Türkiye’nin biricik Marksist-komünist platformu olduğunu kavrayamaz. Bu şekilde, modernizmin karşısına ancak post-modernizm konulabilir. Post-modernizmin ise Marksizmle uzaktan yakından ilgisi olmadığını söylemeye sanırım gerek yok.

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde bir ayağını Aydınlanmacılığa basmayan bir Marksizm aranıyorsa en önemli referansımız hiç şüphesiz, Lenin ve Mao –onun büyük eseri BPKD dahil edilerek– olmalıdır. Bu Marksizmi Türkiye’de temsil eden en önemli simge hâlâ Kaypakkaya’dır ve bu nedenle, Kaypakkaya’yı bu topraklarda politik Marksizmin kurucusu saymak gerekir. Kaypakkaya’ya yönelik, Maoist özünden ayırarak yapılan her türlü övgü ve sahiplenme, ona yapılmış büyük bir haksızlık, politik platformuna saygısızlık olarak görülmelidir.

Kaypakkaya, sadece, bazı şeyleri yıllar öncesinden fark etmiş öngörülü bir devrimci değildir. Onun, el yordamıyla ilerlerken bazı gerçekleri gördüğünü ve bu nedenle çağdaşlarından biraz daha ileri olduğu, kabul edilebilir bir argüman değildir. O, çağdaşı devrimci liderlerden kategorik olarak ayrılır. Onu, çağdaşı olan ve devrimcilikleri Jakobenizmden ileri gidemeyen diğer devrimci liderlerden ayıran özelliği Marksist-Leninist-Maoist olmasıdır.

Bugün, Kaypakkaya’nın layıkıyla savunulması sorumluluğu, doğal olarak herkesten önce, devamcısı olduğunu iddia eden politik öznelerin omuzlarındadır. Kaypakkaya buzu kırmış yolu açmıştır. Onu savunmanın en iyi yolu, açtığı yoldan ileriye yürümektir. Ancak mekanik bir Kaypakkayacılığın, değişen koşullar göz önüne getirildiğinde kaba bir doktrinarizm anlamına geleceği açıktır. Bu yolda mesafe kat etmenin ön koşulu, ezenlerin dünyasına ait her şeyi elinin tersiyle iterek ezilenlerden yana taraf olmak adına hiçbir mazerete sığınmamaktır. Kaypakkaya bu topraklardaki Aydınlanmacı-modernist geleneğin anti-tezidir. Onu bu referansla savunmak mümkündür, ancak anlamak istiyorsanız Kültür Devrimine bakın; köklerini orada bulacaksınız.

1 Burada dikkat çekmek istediğim, Kaypakkayacı politik öznelerin Türkiye devrimci hareketi içindeki ayrıksı durumudur. Ayrıksılık, onların genellikle “köylü devrimciliği” ile nitelendirilmesine neden olan politik çizgilerinin temelini oluşturan Maoizme tutunma çabalarına ilişkindir. Yoksa teorik külliyatlarında Ferhat Şirin’in bulduklarından çok daha fazlası kolaylıkla bulunabilir. Ancak her şeye karşın, Maoizmde ısrar çabaları önemsenmelidir.

2 Burada Küba ve Vietnam devrimlerini anmadan geçmek olmaz. Her ne kadar her iki ülke de devrim sonrası siyasal ilişkilerini ve tercihlerini SSCB’den yana koysalar da, henüz Sovyetler’in “barış içinde bir arada yaşama” politikasının tam devreye sokulamadığı özgül bir momentte başarıya ulaşan Küba devriminin “soğuk savaş” ortamında sürmesini ve Vietnam devriminin dünya çapında etkiler yaratarak başarılmasını BPKD’nin yarattığı politik iklim bağlamında görmek gerekir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar