Ana SayfaArşivSayı 63Marksizm Bir Üretim Hümanizmi Değildir

Marksizm Bir Üretim Hümanizmi Değildir

 

Marksizm Bir Üretim Hümanizmi

Değildir!

Baudrillard’ın Marksizm eleştirisi üzerine

İ. Meriç Velioğlu

    • Pythagoras sayılara inanmaz, Platon idealara inanmaz, Epikuros atomlara inanmaz. Fanatiğe nazaran filozof, kuşkusuz kendisinin dile getirdiği ve ne denli şüpheli olduğunu herkesten daha iyi bildiği bir hakikati Nuh deyip peygamber demeyen insan gibi savunmayacak kadar bilgeliğe sahiptir.(…) Filozofun, tavsiye ettiği hakikatte, herhangi bir başkasından daha az ikna olması olgusu fazlasıyla paradoksal görünebilir. Yine de bu olgu, şüphe götürmezdir ve felsefi ‘hakikatin’ kendine has tabiatına uygundur.(…) Hatta bir anlığına, her ne kadar kesin gözükse bile bilimsel bir hakikat; kendinin takipçisi olan ve bu hakikati başka bir biçimde, hakikatin terimlerini kökten başkalaştıran yepyeni bir teori çerçevesinde yorumlayan kavramlarla teması esnasında hızlı bir şekilde yitip gider.”1

Bu yazıda Jean Baudrillard’ın Marksizm eleştirisi2 ve Çin’de Marksist Toplum Teorisi Araştırmaları Merkezi Başkanı Zhang Yibing’in savunusu3 bağlamında ‘üretim’ meselesi tartışılacak, Althusser’in, tartışmanın seyrini değiştirecek bir hat üzerinde sağlam bir noktaya kazık çaktığı vurgulanacaktır.

Öyle ki Althusser’in açtığı teorik yol dışında, felsefi ya da ekonomik ideolojilerden kopmamış bir mirası kabul eden, Marksist eserlerin ‘ortalama’sını alan bir bakış açısıyla Baudrillard ile tartışmaya hayli avantajsız başlanacaktır. Baudrillard’a cevap vermekten de önemlisi, bu konumdan, Marksizmin tarihsel ve güncel pratik problemlerine yeterli bir çözüm üretilememesidir.

Marx’ın düşüncesinin gelişim istikametini gözden kaçırmamak, politik sorunlara ilişkin teorik olarak tutarlı, pratik olarak işlevsel ve devrimci bir konum almak için elzemdir. Bu istikamet, “homo economicus ve onun hukuki ya da ahlaki soyutlaması varsayımı”ndan4 gittikçe uzaklaşarak bir bilimin kurulmasıdır.

Söz konusu istikametin bir başka ifadesi ise, Marksizmin Marx-Engels, Lenin ve Mao’da özgülleşen ‘Tarihsel devrimci diyalektiği’dir. “Marksizmin politik tarihi devrimci diyalektiğin zengin bir belirişi olarak anlaşılabilir. Marksizm, bütün tarihi boyunca kendini politik olarak hep devrimcileşerek yeniden-üretmiş ve kurmuştur. Politik devrimcileşme diyalektiği, şiddetli iç-kopuşlar şeklinde cereyan ederek Marksizmin bilim ve felsefe bileşeninde de dışsal ontolojik ‘katkı’lar yapmıştır.”5

Marksizmin teorik bunalımı, çatışkılı varlığı ve Althusser’in açtığı yol

Althusser, 1977 yılında verdiği bir konferansta6, ‘Marksizmin Bunalımı’ndan, burjuva sınıfının mücadelesinin yararına; işçi hareketinin zorluklarını, çelişkilerini ve yenilgilerini istismar ederek birçok kez söz edildiğini oysa hasımların onu istismar edişini bir kenara bırakarak bunalımı kendi hesabımıza geçirmek gerektiğini söyler. Bunalımı görmemek için gözleri kapayarak ya da bu kadar önemli bir tarihi fenomen üzerinde asgari bir düşünümde dahi bulunmaksızın işçi ve halk hareketinde umut gerekçeleri arayarak yaşamak mümkün değildir.7

Ona göre bunalıma tepki vermenin en uygun tarzı onun yapısını, anlamını ve erimini keşfetmeye çalışmak üzere, ona kıyasla yeterli tarihi, kuramsal ve politik mesafeyi almaktır. Eğer bunu başarırsak, ‘sonunda yaşamsal ve de yaşayan bir şeyin bu bunalımla ve bunalım içinde kurtulabileceğini’ yüksek sesle ifade edebiliriz.

Bunalımın, 1930’larda oluşurken bastırıldığını ve uzun bir kuluçkadan sonra sonunda patlak verdiğini belirten Althusser; Marksizmin birleşik ve tamamlanmış bir tümlük olmadığını, aslında zorluklar, çelişkiler, boşluklar içeren çatışkılı bir varlık olduğunu belirtir. “Esasen bir maddeci için ‘arı ve eksiksiz bir kuram’ ne anlam taşıyabilir ki?” diye sorar. Egemen ideoloji ile bağlarını kopararak oluşan Marksizm, politik ve ideolojik tarihi içinde geri dönüşler ve egemen ideolojinin sirayetlerine karşı, son tanımayan bir kavga içindedir.

Büyük ve çatışmalı bir geçmişin sonuçlarından kurtulamadığımız açıktır Althusser’e göre ve herhangi bir suçlu bulup sorumluluktan kurtulamayız. Marksizm adına yapılmış bir tarihin tatminkâr bir Marksist açıklaması yapılmalıdır, fakat kuramsal bilgilerimizin halihazırdaki durumu içinde, bu, imkânsız denecek kadar zordur. Bunalım sadece örgütsel ve politik değil kuramsal erim ve anlama da sahiptir.

Althusser, Marx’ın eserinde bulunan son derece soyut görüntüler ve felsefece atıfların altında yatan esas amacın, tarihte determinizmin ve sınıf mücadelelerinin kavranışı olduğunu, ama Hegel ile münasebetin pozitivizme ve evrimciliğe götüren yolu açtığını belirtir. Kapital’deki (Marx’ın bir kuramın doğru olmak için kazanmak zorunda olduğu birliğe ilişkin olarak kafasında taşıdığı belli bir fikre açıkça tekabül eden) serimleme düzeni tarafından dayatılmış kuramsal birliğin büyük ölçüde sanal olduğunu söyler. Serimleme düzeninin dayattığı artı-değerin hesaplanabilir sunumunu, sömürünün ‘eksiksiz’ bir kuramı olarak almanın ve emek koşulları ile emeğin yeniden üretiminin koşullarını ihmal etmenin mümkün olduğunu, oysa Marx’ın, somut ya da tarihsel başka bölümlerde, yani serimleme düzeninin dışında, bu koşullardan söz ettiğini belirtir. Artı-değerin hesaplanabilir sunumunu sömürünün eksiksiz bir kuramı olarak kabul eden bir yanlış anlamanın pratik sonuçları da olduğunu belirten Althusser, bunun, sömürünün koşullarının ve biçimlerinin dosdoğru bir şekilde kavranması için kuramsal ve politik bir engel teşkil ettiğini vurgular. Althusser’e göre, sömürünün (basit hesap özeti olarak) ve emek gücünün (basit mal olarak), –bir noktadan sonra işçi ve halkçı sınıf mücadelesinin biçimlerinin genişletilmesini frenleyen– sınırlayıcı bir kavranışının, sınıf mücadeleleri içinde, görevlerin ekonomik mücadele ile politik mücadele arasında klasik bir paylaşımına katkıda bulunup bulunmadıklarını sormak mümkündür.

Marksizmin felsefi ve ekonomik ideolojilerden kopuşunu vurgularken Althusser’e yönelik yaygın eleştiri, “Marx’ın giderek daha fazla yapıtını epistemolojik kopuş öncesi metinlerin pre-Marksist Araf’ına terk” etmesidir. Öyle ki sonunda, Hegelci etkinin her tür izinden bütünüyle muaf olarak geriye bir tek “Gotha Programının Eleştirisi” (1875) ve “Wagner Üzerine Sayfa Kenarı Notları” (1882) kalır.8 Baş aşağı duran diyalektiğin ayakları üzerine oturtulması, Hegelci diyalektik ile Marksist diyalektik arasındaki farklar gibi meseleleri tartışmayı reddeden bu eleştiri, ortalamasını alarak, hareket halindeki bir düşüncenin istikametini gözden kaçırmaktadır. Oysa, Marksizmin karşılaştığı temel problemlere tutarlı ve sarih bir çözüm bulunması, bu istikameti izlemekle mümkündür.

Baudrillard’ın cevapsız kalan eleştirisi

Yibing’e göre, Baudrillard, Marksizmin gelmiş geçmiş en derinlikli ve tehlikeli teorik düşmanıdır. Tartışmada Baudrillard’ın en çok önem verilen eseri, 1973 tarihli Üretimin Aynası’dır. Öyle ki Yibing, okuduğu andan itibaren kalbinde biriken öfkeyi zor yatıştırdığını, çünkü bu kitabın eleştirisinin Marksizmin ‘iç mantığı’na yöneldiğini, tarihsel materyalizmi ayakta tutan başlıca ilkelere, maddi üretim teorisine ve Marx’ın tarihsel fenomenolojisinin mantığına doğrudan ve tam bir vuruş yaptığını, suçlamalarının Marksizm açısından ölümcül nitelikte olduğunu söyler. Bütün bunlara rağmen Yibing, Baudrillard’ın yazdıklarının, günümüz çağdaş tarihinin kapsamlı bir eleştirisini içerdiğini teslim eder.

Yibing, Baudrillard başarılı olsaydı, tehlikelere karşı 160 yıldır direnen tarihsel materyalizmin yapısının çökmüş olacağını, oysa bu ölümcül düello çağrısının Marksistlerce 30 yılı aşkın süredir hâlâ yanıtlanmadığını belirtir: “Bunun nedeni ne olabilir? Bizim slogancı ‘solcu teorisyenlerimiz’ ve ‘kusursuz Marksizm’ şarkısını söyleyen parlak Marksizm savunucularımız nerede? O Ortodoks Marksizm bekçileri neden Baudrillard ile yüzleşmiyor ve üst perdeden heyecanlı itirazlar koymuyorlar?”

Yibing’in sorusu çok anlamlıdır. Yoksa Marksistler politik güçlerinin doruğunda oldukları bir süreçte Batılı bir entelektüelin zırvalamalarını dikkate almadılar mı? Böyle olsa bile, Marksistlerin, bu türden bir eleştiriyi karşılayacak herhangi bir yönelime de girmedikleri söylenebilir. Marksizmin teorik ve politik pratiğine ilişkin sorunlar, tarihsel sosyalizm deneyimlerine ilişkin sorunlar hep görmezden gelindi. Sorunları görenlerse kendilerine yeni teorik avadanlıklar aradılar, entelektüel akıntıların seyrine kapıldılar. Böylece, Marksizm adına hareket eden bir ortalama, bir bulamaç ortaya çıktı.

Bu bulamaca göre, neredeyse önsel olarak doğru teorik ve politik bir hat üzerinde bulunan Marksizmin, kitlelerle buluşmuş, büyük mücadelelerde sınanmış, bilenmiş ve devrimcileşerek yeniden kurulmuş bir teori olarak sorunlarla baş etmede kıyas kabul etmez bir avantajı vardır.

Üretimin Aynası’nın Marksizme teorik eleştirisi

Üretimin Aynası, Komünist Manifesto’ya nazire yapan bir cümle ile başlıyor: “Bir hayalet devrimci imgelere musallat olmuş ve onların peşini bırakmıyor: Üretim hortlağı. Her yerde dizginsiz bir üretkenlik romantizmi sürüyor.”9 Devam ediyor: “Hem sistem hem de sistem eleştirisi, üretimi bir leitmotif olarak kullanmaktadır ki, terimler konusunda sağlanan bu türden bir uzlaşma insanda kuşku uyandırmaktadır.”10

Baudrillard, üretkenlik metaforunun kök salmasında asal rolü oynayan Marx’ın homo economicus denen efsaneyi yıktığını, ama bunu emek gücünün, çalışmanın insanın değer üretmesini sağlayan özgün bir güç olduğunu göstermek için yaptığını söyler. Ona göre, “Maymundan insana geçişte emeğin rolü”nün incelenmesinde bu görüş ifrata varmıştır.

Baudrillard’a göre, böylece, J. Lacan’ın ‘ayna evresi’ betimlemesine benzer biçimde, ‘üretim aynası’ vasıtasıyla dünyada ‘insan’ adlı düşsel bir varlık bulunduğunun farkına varılmıştır. Üretim sürecini zihinsel bir düzeyde yeniden canlandıran üretim söylevi, iktisadi sistemin kendi kendini zihinsel bir şey olarak yansıtmasını ve belirleyici bir süreç olarak yeniden üretmesini sağlayan bir aynaya benzemektedir.

Baudrillard’ın, Marksizmin ahvali karşısında bu eleştirisinde haklı olduğu söylenebilir. O, “Politik düşüncelerine kadar aynı ekonomi politiğe ait kavramsal virüsleri kapmış devrimci kuşaklara hâlâ anlatılan ekonomi politik adlı masal” diyerek bu ahvale adeta isyan etmektedir. Baudrillard’a göre, bu üretim mantığı, dur durak tanımadan tarih dışına çıkararak, bizi, doğanın nesnelleştirilme süreci çerçevesinde algılanabilen diyalektik bir varlık olarak ‘evrensel insan’ tanımına göndermektedir. Marcuse’den yaptığı aktarmalara, eğer Hegelci bir akım değilse, Marksizm adına da isyan etmemek ve Baudrillard’a hak vermemek gerçekten elde değildir: “Emek ekonomik bir kavram değil varlıkbilimsel, başka deyişle insanı yaşayan bir varlık olarak betimleyen bir kavramdır. […] [E]şyalar dünyasına ait bir gereksinim ve hoşnut etme kavramından yola çıkan ekonomik kuramların hiçbiri emeği bütün boyutlarıyla açıklayamamaktadır. Emeğin temelinde eşya sıkıntısı değil, insan denilen varlığın herhangi bir duruma indirgenemezliği vardır. […] İnsanın kendi kendini fethedebilmesi için kendinden başka bir şeye benzemesi, dışsal bir görünüme sahip olması ve bir yabancılaşma sürecinden geçmesi gerekir.”11

Baudrillard, aslında Marx’ın düşünsel gelişimindeki hümanizmle eş tutulabilecek bir natüralist uğrağı ve Feuerbachçı etkileri istismar etmektedir. Baudrillard, haklı olarak, çağdaşı ‘Marksist’lerin, Marx’ın 1844 Elyazmaları, Alman İdeolojisi vb. ilk dönem metinleriyle paylaştığı yumuşak karnına indirir darbelerini. Bu metinler, Marksist diyalektiğin, insanı, Hıristiyan etik anlayışının en saf biçimine nasıl sürükleyebileceğini göstermektedir. Baudrillard, Marksizmi, gereksinimler ve emek antropolojisi üzerine kurulmuş hümanist felsefi soyutlamalar dizisi olarak mahkûm eder: “Mantıksal bir kapitalizm çözümlemesi yaparken radikal bir tavır sergileyen Marksist kuram, sıra 18. yy burjuva düşüncesiyle birlikte açıklık kazanan Batı rasyonalizminin tercihlerine geldiğinde sırtını antropolojik bir konsensüse yaslamaya çalışmaktadır. Bilim, teknik, gelişme, tarih… Burada bütünüyle kendi gelişmesinden sorumlu tutulan bir uygarlığın, tüm dünyayı kapsama ve mutluluk terimleriyle açıklanan diyalektik gücünü insanlığı tek bir çatı altında buluşturma yönünde kullanılmasından söz edilmektedir.”12

Bununla birlikte Baudrillard, Marx’ın geç dönem eserlerini de eleştirmektedir. Marx’ın, Almanya’daki partinin Gotha’da benimsediği program taslağında yer alan “emeğin, her türlü zenginlik ve kültürün kaynağı olarak tanımlanmasını” eleştirmesini yetersiz bulmaktadır. Aynı biçimde ona göre, “Wagner Üzerine Notlar”da, kendisini kullanım değerini ihmal etmekle suçlayan Wagner’e karşı Marx, mantıksal açıdan değişim değerine bir öncelik tanımakla birlikte, gene de bu yapının içinde yer alan kullanım değerine somut, olumlayıcı anlamda bir öncelik tanımakta, ekonomi politiğin işleyiş biçimiyle ilgili birtakım öğeleri korumaktadır. Marx, şemaya radikal bir görünüm kazandırırken, işi, kullanım değerinin değişim değeri tarafından üretildiğini söylemeye kadar götürmemektedir. Baudrillard’a göre, ‘kullanım değeri’ adlı gösterilen, varlığını bir kod oyununa borçlu olup, bir değer yasasının aceleyle büründüğü en son görünümdür.

Baudrillard, karşı çıktığının hiç de ‘basitleştirilmiş’ Marksizm olmadığını, Marksizmle arasında, bir kitle diniyle felsefi bir kuram arasındakinden daha büyük bir fark olmadığını belirtmektedir. Baudrillard’a göre, Marx’ın değişim değeri konusunda yaptığı gibi, kullanım değerinin toplumsal ve tarihsel geçmişini yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. O, emek gücü ve üretim kavramlarının genel değer sistemiyle dayanışma içinde olan ideolojik kavramlar olduğunu ileri sürmektedir.

Baudrillard’a göre Marksizm, Aydınlanmacı burjuva ideolojisinin gelebileceği en son noktadır: “Burjuva ekonomi politiğinden daha üstün bir üretim anlayışına sıkı sıkıya sarılan Marx’ın ele geçirdiğini sandığı silahlar geri tepmiş ve bu kuram diyalektik sayesinde ekonomi politiğin en üst aşamasını temsil etmeye başlamıştır. Çok daha üst düzeyde ele alındığında Marx’ın eleştirisi, dini içeriklerin radikal eleştirisi yine dine başvurularak yapılamaz savıyla karşı çıktığı Feuerbach’ın savına benzer bir konuma düşmüştür.[…] Diyalektik: Batı’da ekonomi politikle birlikte aynı anda ortaya çıkan, belki de Aydınlanma dönemine ait akılcı düşüncenin özünü temsil eden bu kavram uzun vadede sistemin tüm toplumsal alanlara yayılmış yeniden üretiminin kurnazca ifadesinden başka bir şey değildir.”13 Baudrillard, Marx’ınkine benzer bir devrimci bir yaklaşımla ekonomi politik eleştirisinin ötesine geçerek, simgesel değiş tokuş düzeni ve kuramı düzeyine geçtiğini ve bunu, ‘gösterge ekonomi politiğinin eleştirisi’ olarak adlandırdığını belirtir.

Baudrillard’ın Marksizm eleştirisinde haklı olduğu birçok unsur bulunmaktadır. Bu bakımdan, Baudrillard’ın Marksizm eleştirisi, genel ve ayrıştırılmamış bir Marksizm manzarası karşısında, Teori ve Politika tarafından kategorileriyle ayrıştırılmaya çalışılan Marksizm anlayışının silahlarını bilemek için bir alet olarak değerlendirebilir. Aydınlanmacı Marksizm Baudrillard’ın keskin eleştirileri karşılarında bir hayli avantajsız konumdadır. Emek gücünü, insanın türsel doğası üzerinden tanımlayan, tarihi insan merkezli anlayan bir görüş Baudrillard karşısında tutunamayacaktır.

Yibing’in Marksizm savunusu

Bununla birlikte Baudrillard da, Aydınlanmacılığın cenderesinden kurtulmuş bir Marksizm karşısında hayli zayıf görünmektedir. Yibing’in eleştirisi, bu bakımdan, Althusser’in oluşturduğu hat boyunca, güçlü argümanlarla ilerlemektedir.

Yibing, Marx’ın, 1845’te tarihsel materyalizmin temelini attıktan sonra, emeği artık felsefi ontoloji anlamında insanın türsel doğası olarak düşünmediğini belirtiyor. Yibing’e göre, Baudrillard adil davranmamakta ve geride bırakılmış bir mantıksal yapıya ateş etmektedir. Bu konuda Yibing’in Althusser’den bir hayli yararlandığı görülmektedir.

Batılı araştırmacıların, erken dönem Baudrillard çalışmalarını (Nesneler Sistemi, Tüketim Toplumu, Gösterge Ekonomi-Politiği) Marksizmin tarihsel fenomenolojisine bulaşıklığı yüzünden neo-Marksizm kapsamında değerlendirmesine rağmen, Yibing, Baudrillard’ın hiçbir zaman Marksist olmadığını ileri sürer. Yibing tarafından Baudrillard’ın entelektüel öncülleri Georges Bataille, Marcel Mauss, Henri Lefebvre, Guy Debord ve Roland Barthes olarak tespit edilmektedir. Baudrillard’ın post-modern dahi olmadığını belirten Yibing, onun, temelde Mauss-Bataille hattını izleyen uygarlık karşıtı bir ‘avamcı romantizm-radikalizm’ akımına dahil olduğunu belirtir. Bu bakımdan, Marcel Mauss ve Bataille’den kısaca bahsetmek gerekecektir.

Marcel Mauss ve Georges Bataille

Yibing, Mauss’un ilkel toplumda ‘simgesel kültür’ün maddi varoluşa egemen olduğunu, günümüz toplumunun pek çok maddi göstergeyle belirsizleştirdiği bu simgesel ilişkiyi en gerçek varoluş biçimi olarak ortaya koyduğunu belirtir. Yibing’e göre, Mauss’un ilkel toplumlardaki yaşamın ontolojisine ilişkin görüşü çağdaş antropoloji çalışmaları açısından önemli bir başarıdır.

Fakat Yibing, idealist bir özlemle ilkel kabile yaşamını modern insanlığın sahici varoluşu olarak önerdiğinde, Mauss’un, ‘zavallı bir filozof’ haline geldiğini düşünmektedir. Mauss, “insanı ekonomik bir hayvan haline getirenler bizim Batı toplumlarımızdır ve bu çok yakın zamanda olmuştur. Fakat henüz hepimiz böyle değiliz. Yığınlar içerisinde saf ve irrasyonel tüketim son derece yaygındır, eski soyluluğumuzun taşlaşmış bir karakteristiği olmaya devam etmektedir”14 der. Yibing, Bataille’in, Mauss’un antropoloji ve sosyoloji konusundaki başarılarını mevcut toplumsal gerçekliği eleştirmek için yeni bir felsefeye dönüştürmeye karar vermesine karşı; sonradan Mauss’un kendi teorilerinin fazlaca felsefeleştirilmesi ve politize edilmesine karşı olduğunu açıkça dile getirdiğini belirtmektedir.

Yibing’in yapısal antropolojinin argümanlarına karşı sıkıştığını tespit edebiliriz. Çağdaş toplumlardan farklı olarak, ilkel toplumlarda simgesel kültürün maddi varoluşa egemen olduğu tezini kabul etmesi çifte ontoloji anlamına gelmektedir.

Bataille ile uğraşmak görece daha kolay görünmektedir. Bataille, sistemsiz biçimde hareket eden, uçmuş felsefi fikirlere sahiptir. Nasıl ki Baudrillard, ‘üretici insan doğası’ üzerinden erken dönem Marksizmi ‘üretim hümanizmi’ ile eleştirdiyse, benzer biçimde Bataille de ‘tüketim hümanizmi’ ile eleştirilebilir. Bataille “nasıl ki otçul, bitkiye kıyasla bir lüksse, etçil otçul karşısında bir lüksse, insan da bütün canlı varlıklar arasında, yaşam baskısının hareketinin güneşsi kökenine uygun kor gibi yanmalara sunduğu enerji fazlasını yoğun bir şekilde, lüks olarak tüketmeye en elverişli olanıdır”15 diyerek tüketimci ‘türsel bir insan doğası’ tanımlamaktadır. Baudrillard, Marx’a karşı, “insan neden hep hayvandan ayrılma eğilimindedir ki? İnsanlığın bizde sabit bir fikir haline gelmesine neden olan şey yine ekonomi politiktir” der.16

Yibing, bir devlet kurumunun görevlisi olarak “devlet ideolojisi”ne aykırı davranamayacağını hatırlatırcasına, teorik bir nedenden ötürü karşı çıkmak istediği Bataille’e karşı Çin Kültür Devrimi ile ilgili ipe sapa gelmez şeyler söylemektedir: “Bu noktada, insanların maddi çıkarları tümüyle inkâr ettiği Çin Kültür Devrimi aklımıza gelmeli. Çin’in kırsal bölgelerinde o günlerde, insanlar yararcı üretimi tümüyle inkâr etmekteydi ve maddi çıkara karşı çıkıyorlardı, ilgisiz bir biçimde tarladaki mısırların büyümesini izliyorlar, körlemesine bir biçimde sözde kapitalist olarak adlandırdıkları şeylere hücum ediyorlardı. Ya da duygulu bir biçimde ‘Sadakat Dansı’ gösterisi yapıyorlardı. İnsanlar inanılmaz bir coşkuyla simgesel devrimci faaliyetlere katılıyorlardı ve mutlu bir biçimde nefret ettikleri ekonominin nihai çöküşüne izin vermişlerdi. Daha sonra yaşanan acı sonuçları tahmin etmek zor olmayacaktır.”17

Yibing burada, devrimin azameti karşısında, Gezi Ayaklanması’na karşı ‘üretici güçler’ savunusu yapan Engin Ardıç’a, “fışkıyeyi kırdılar” diyen Melih Gökçek’e, bir gösteri sırasında yollar kapandı diye sızlanan Ayşe Teyze’ye, “ekmek bulamadım, evime serseriler doluştu” diyen Doktor Jivago’ya benzemektedir. Böyle bir bakış açısıyla, yerel çapta bir fabrikada süren bir greve dahi üretici güçleri gerilettiği sonucuna vararak karşı çıkmak zorunludur.

Kültür Devrimi, bu türden kısa erimli değerlendirmelerle harcanacak bir deneyim değildir. Kültür Devrimine dönük eleştirinin tarihsel ufkunun Yibing gibi memurların çapına sığmayacağı açıktır.

Mauss’da ise daha sistemli bir düşünce bütünü vardır. Bununla birlikte ilkel yaşamın simgesel ontolojisine ilişkin fikirlerini kabul etmek tutarsızlığı ve çifte ontolojiyi onaylamak anlamına gelecektir. Marksist bakış açısından ontolojinin simgesel boyutu tüm tarihsel üretim biçimlerinde ancak üstyapı alanında tartışılabilir. Ya bu simgesel ontoloji Baudrillard’ın yaptığı gibi tüm insanlık tarihine yayılacak ya da Marksizmin maddi olana dayalı deterministik yapısı korunacaktır.

Marx’ın serimlemede kullandığı metaforik akıl yürütmeleri (“Anlatılan senin hikayendir”, “Maymun anatomisinin sırrı insan anatomisindedir”) istismar eden Baudrillard, Marx’ın düşüncesinin “birincisi kapitalizm öncesi Batılı toplumlarda, var olmayan şeyin bu toplumsal yaşamlara diyakronik (artsüremli) bir şekilde dayatılması; ikincisi ise, Batılı toplumların sahip oldukları şeylerin Batılı olmayan toplumlara senkronik (eşsüremli) bir şekilde dayatılması”18 olduğunu ifade etmektedir.19 Oysa kendisi de simgesel değiş-tokuş mantığını tüm tarihe dayatmaktadır.

Mauss’un eserinde, kendi politik ve felsefi sonuçları hilafına okunduğunda, aslında gizli bir determinizm ışıldıyor. Tabii, Weberci yorumlayıcı sosyolojiyi kabul etmiyorsak görülecek türden bir determinizmden söz ediyoruz. “Weber’in yorumlayıcı sosyolojisi (verstehende sociology) gözlemcinin yorumlarını ve kategorilerini toplumsal gerçekliğe keyfi bir şekilde dayatarak aktörün gerçeklik hakkındaki tanımını görmezlikten gelen pozitivizmin değişik biçimlerinin güçlü bir eleştirisini teslim eder. Weberci sosyolojide, aktörün öznel dünyasına ilişkin açıklamalar yapmadan önce bu öznel dünyanın uygun bir değerlendirilmesi ya da betimlenmesiyle araştırmaya başlamamız gerekmektedir.”20 Baudrillard üretime dayalı determinizme karşı Weberci bir sosyolog gibi davranıyor: “Hayatta kalma diye bir ilkeden bihaber olan ilkel toplumlar”ın varlığını ifade ettikten sonra, “hayatta kalma ilkesini biz ürettik. Çünkü ilkel insanlar için yemek, içmek ve yaşamak her şeyden önce değiş-tokuş edilen eylemlerdir”21 diye ekliyor. Baudrillard, Marksizmin ilkele hayatta kalma ilkesini dayattığını, oysa ilkel aktörün kendisi hakkındaki fikirlerine yönelmemiz, onun gerçek hakkındaki tanımını sormamız gerektiğini belirtiyor.

Mauss’daki gizlice ışıldayan determinizme gelince; Bağış (hediye) Üzerine Bir Deneme: Arkaik Toplumlarda Mübadele Biçimi ve Nedenleri ve bundan çıkardığı felsefi ve politik sonuçlarda idealist olan Mauss’da, Genel Büyü Teorisi Üzerine Bir Deneme’de ve özellikle Bedensel Teknikler’de materyalizm ve determinizme yaklaşan unsurlar bulunmaktadır.

Bedensel Teknikler’de22 Mauss, “insanların bir toplumdan diğerine geleneksel olarak kendi bedenlerinden yararlanma biçimlerini” örneklerle açıklamaktadır. Bedensel teknik burada günlük pratiklerde; cinsellikte, doğumda, yürüyüş biçiminde, koşmada, oturmada vb bir ‘habitus’ (alışkanlıktan ziyade Latince anlamında edinme, yetenek anlamında) olarak sunulur. Teknik geleneksel ve öğretilebilir bir şeydir; öğretilenler cinsiyetlere ve yaşlara göre değişmektedir. Beden insanın ilk ve en doğal aracıdır. İnsanlar, hayvanlara uygulanan yöntemleri gönüllü olarak kendilerine ve çocuklarına da uygulamışlardır. Burada ekonomiden de altta bir düzeyde ‘üreyim’ determinizmi işler. Mauss’un çalışmalarıyla Hikmet Kıvılcımlı’nın eserinin karşılıklı değerlendirilmesi gerekmektedir.23

Üretimin Aynası’nın Marksizme politik eleştirisi

Baudrillard’ın Marksizme politik eleştirilerini tarihsel ve güncel olarak karşılamak durumundayız. Bu çalışmayı, bu yükümlülüğün tanınması ve ifasının başlangıcı olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu, aslında bir Marksizm anlayışıyla da hesaplaşmak demektir ve Teori ve Politika’nın varlığı bir yönüyle bu hesaplaşmaya adanmıştır. Söz konusu görev, aynı zamanda, Marx’tan günümüze kadar Marksizm adıyla hareket eden politik hareketlerin karşılaştığı problemler ve buldukları çözüm yollarıyla hesaplaşmayı da kapsamaktadır.

Althusser’in, “emek koşulları ve emeğin yeniden üretim koşulları”nın göz ardı edilmesi ile “görevlerin ekonomik mücadele ile politik mücadele arasında klasik bir paylaşımı”na ilişkin değerlendirmesi, Marksizmin politik pratiğe ilişkin ciddi sıkıntılarının varlığını tespit etmektedir.

Baudrillard sorar: “Daha Marx döneminde üretim biçimi kuramı toplumsal davranışları olağanüstü bir şekilde basitleştirmemiş midir?” Baudrillard, yoğun sanayileşme süreci, katı disiplin, saat hesabıyla çalıştırarak zanaatçı ve köylüleri yok etme gibi durumlara, Marksist kuram ve işçi örgütlenmesinin tarihsel bir akılcılık kazandırdığını belirtir. “Marx yazmaya başladığı sıralarda işçiler makineleri parçalamakla meşguldüler. Marx da onlara sesini duyurmaya çalışmıyordu, çünkü söyleyebileceği bir şey yoktu. Hatta onların haksız olduklarına inanmaktaydı. Çünkü ona göre devrimci olan sanayi burjuvazisiydi.[…] Ütopya gelecek zaman kipinde yazılacak türden bir öykü değildir.[…] Bu hareketlerin (20. yy Marksist devrimleriyle karşılaştırıldığında) başarısızlığı geçerli bir kanıt olamaz.[…] Marksizm toplumsal ayaklanma ya da olayları hep devrimin satır aralarında bir türlü olgunlaşmayan bir gerçeklik şeklinde çözümlemektedir.”24 Baudrillard’ın bu görüşlerini, Marksizmin devrimci teorisini ve tarihini göz önüne aldığımızda, belirli kayıtlarla kabul etmenin hiçbir sakıncası bulunmuyor.

Burjuvazinin modernleşme denilen arabasına binmeyi başlıca ayırt edicisi kılan bu tür bir Marksizme karşı çıkmanın sağlam argümanlarını yine Marksizmin devrimci tarihinde bulacağız. Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğini (devrimcileşerek yeniden kurulmalarını) izlemeyen bir Marksizm, Baudrillard’ın bu eleştirilerine karşı hayli zayıf durumdadır. Baudrillard’ın eleştirdiği Marksizmin izlerini bugün Nepal’de görüyoruz. Marksizmin devrimci diyalektiği dışına düşmenin güncel bir örneği, bir ara “21. yüzyılın başarılı Maoist önderi” sayılan Prachanda’nın kişi başına düşen milli geliri arttırmak üzerine kurulu seçim stratejisinden tutun, Hindistan’ın ve emperyalizmin saldırması olasılığına karşı devrimci mücadelenin tatil edilmesine kadar Nepal’de görülmektedir.25

Şu anlatımlar, Marksizm ve Maoizm adına hareket edenlerin pay sahibi olduğu bir tarihin belgelenmesidir:

Tahılı artık elle öğütmeyen 33 yaşındaki üç çocuk annesi Tul Kumari Sharma, şimdi küçük bir elektrikli değirmen işletiyor. Sharma sevinçle, ‘Elektrik olunca hayat cennet gibi’ diyor. Rangkhani’de elektriğin kilovatsaat fiyatı 80 sent. Ortalama bir hane, ayda 12 kilovatsaat elektrik kullanıyor. Yeni iş fırsatlarıyla artan gelir, insanların bu parayı ödeyebilmesini sağladı. Rangkhani’de şimdi küçük tahıl değirmenleri, dükkânlar, bıçkıhaneler ve restoranlar var. Cep telefonları için baz istasyonları kuruldu.”26

Nepal’in İstanbul Fahri Başkonsolosu, “Nepal, krallıktan cumhuriyete döndü ve siyasette devrim yaptı, şimdi sıra ekonomik devrimde”27 diyerek Türk işadamlarına, HES projeleri ve yatırımlar için vergi alınmadığını müjdeliyor.

Bu örneklerin, Lenin’in ünlü “Sosyalizm elektrifikasyondur” sözünü hatırlatmaması mümkün değil. Büyük devrimcinin anlayışı ve pratiği de elbette eleştiriden muaf değil ve Lenin’li yıllar dahil sosyalizm deneyimleri devrimci eleştiriye tâbi tutulmalıdır, ama Sovyetler Birliği’ndeki Marksistlerin dünyaya karşı verdiği devrimci yaşam savaşı ile Nepal’de henüz iktidar olmadan iktidar ve uygarlığın yüce tarihsel sorumluluğuna girmiş bazı ‘Maoistler’in kıyaslanmasına gerek bile yoktur.

Baudrillard’ın şu sözleri bizleri Marksizm adına derinden düşündürmelidir: “Eğer iktidar geciktirilmiş ölüm demekse, o zaman, bu ölüm suspens’i sürdüğü müddetçe iktidarın da sürüp gideceği söylenebilir. Eğer iktidar hemen her zaman ve her yerde yapılmış olan tanımına göre geriye dönüşü olmayacak bir şekilde vermek demekse, o zaman iktidar ancak, efendinin köleye yaşamını tek taraflı olarak lütfetme gücü –geciktirilmeyen bir ölüm– karşılıklı hale getirildiğinde ortadan kalkmış olacaktır. […] Her devrimci stratejide köle, ölme hakkına sahip olmalıdır.”28

1 Clement Rosset, Zalimlik İlkesi, Çev.: Kübra Gürkan, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 31-33.

2 Jean Baudrillard, Üretimin Aynası ya da Tarihi Materyalist Eleştiri Yanılsaması, Çev.: Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2013.

3 Zhang Yibing, Derrida’nın Marx Hayaletleri, Baudrillard ve Debord’un Yeni Toplumu: Postmarksizmin Temel Eserlerinin Analizi II, Çev.: Aylin Muhaddisoğlu, Kalkedon Yay., İstanbul 2011.

4 Charles Bettelheim, Sosyalist Ekonomiye Geçiş Sorunları, Çev.: Kenan Somer, Bilgi Yay., Ankara 1973, s. 225

5 Metin Kayaoğlu, “Marksizmin Kaypakkaya’da Özgülleşen Devrimci Diyalektiği”, Teori ve Politika 42-43.

6 Althusser, “Sonunda Marksizmin Bunalımı!”; L. Althusser, Makyavel’in Yalnızlığı ve Başka Metinler/ Althusser’in Mirası, Çev.: T. Ilgaz, A. Şenel, S. Çarmık, Epos Yay., Ankara 2003, s. 313-331.

7 Marksizm, işçi ve halk hareketlerinin kendiliğinden deneyim ve ideolojilerinden ayrılmasını sağlayan, tarihsel olarak teorik ve politik; güncel olarak teorik unsurlar içermektedir. Öyle ki bunun semptomları yaygın olarak görülür. Örneğin, George Rude, ‘doğuştan’ ve ‘türetilmiş’ ideolojiler ayrımı yaparak Marx’ın “tarihin belki de en büyük ‘türetilmiş’ fikirler yaratıcısı” olduğunu belirtir. İki ideoloji arasındaki ayrımın sınır çizgisini sorgulayan Rude, ‘doğuştan’ ideolojilerden, örneğin, köylünün tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa sahip olduğu toprak üzerindeki hakkını, gelenek ve deneyimle belirlenen ‘adil’ ücret ve fiyat hakkını vb. anlar. Ona göre bu ideoloji, kitleleri, bırakın devrime götürmeyi, burjuvazinin ikinci dereceden ortağı bile yapamaz. Rude’a göre, ‘türetilmiş’ fikirler popüler deneyimin ve insanların ‘doğuştan’ gelen inançlarının, karmaşık bir yoldan tasfiyesidir; dolayısıyla tek yönlü değil iki yönlü bir alışveriş söz konusudur. İkincisi, bu tasfiye, ortam zaten hazır değilse mümkün değildir. Bununla birlikte, Rude’un semptomatik ve teori dışı ifadesi, ‘belki de en büyük’tür. Rude ‘türetilmiş’ ideolojiler arasında teorik bir ayrım yapmaz. Rousseau’nun demokratik fikirleri ile Cenevre’de ücretli olmak için verilen demokrasi mücadelesi, Lyon’lu ipek dokumacılarının deneyimi ile Louis Blanc ve Proudhon’un fikirleri arasındaki ilişkiyi tartışır. Rude tutarlı olmak adına ya ‘belki de en büyük’ sıfatını atmalı ya da Marksizmin temel ayıracı olan bilim niteliğini teslim etmeliydi.(Bkz: George Rude, İdeoloji ve Popüler Protesto, Çev.: Billur C. Yılmazyiğit, Sarmal Yay., s. 31-44.)

8 Jean-Marie Brohm, “Louis Althusser ve Maddeci Diyalektik”; D. Avenas ve diğerleri, Althusser’e Karşı Marx İçin, Çev.: Osman S. Binatlı, Yazın Yay., İstanbul 2010, s. 21-2.

9 Baudrillard’dan aktaran: Z. Yibing, a.g.e., s. 127. Oğuz Adanır’ın çevirisinde bu cümle şöyle: “Devrimci düşlere musallat olan bir hortlak varsa o da gerçeklikle ilişkisi kalmayan üretim adlı hayali görüntüdür. Hiçbir şey bu hayal ürünü düşüncenin üretkenlik sürecine duygusal bir şekilde yaklaşmasını engelleyememektedir.” J. Baudrillard, a.g.e., s.11

10 A.g.e., s. 12

11 A.g.e., s.28-29

12 A.g.e., s.26

13 A.g.e., s. 43-44

14 Marcel Mauss, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev.: Özcan Doğan, Doğu-Batı Yay., Ankara 2011.

15 Georges Bataille, Lanetli Pay, Çev.: Işık Ergüden, Dost Yay., Ankara 2010, s. 60.

16 J. Baudrillard, a.g.e., s.15.

17 A.g.e., s.117

18 Yibing, a.g.e., s. 222

19 Althusser’in konumunun bu tartışmada da ne kadar tutarlı bir yerde olduğu konusunda bir tartışma için bkz: Bryan S. Turner, Marx ve Oryantalizmin Sonu, Kaynak Yay., Ankara 1984, s.135. Turner’a göre, “Çağdaş Marksizm oryantalizmin sonunu hazırlamak için fazlasıyla hazırlıklıdır, ancak kendi içsel kuramsal sorunlarını sergilemekte, kendisini Hegelciliğe, on dokuzuncu yüzyıl politik ekonomisine ve Weberci sosyolojiye bağlayan analitik bağları açığa vurmaktadır. Bu yüzden oryantalizmin sonu aynı zamanda, Marksist düşüncenin kimi biçimlerinin sonunu ve yeni bir tür çözümlemenin yaratılmasını zorunlu kılmaktadır”.

20 Bryan S. Turner, Max Weber ve İslam: Eleştirel Bir Yaklaşım, Çev.: Yasin Aktay, Vadi Yay., Ankara 1991, s. 21

21 A.g.e., s. 73

22 M. Mauss, a.g.e., s. 463-490

23 “Kıvılcımlı’da Tarih ve Ezilenler”; Metin Kayaoğlu, Hangi Tarihin Mirasçısıyız?, Akın Yay., İstanbul 2012.

24 Baudrillard, Üretimin Aynası ya da…, a.g.e., s. 151 ve 154.

25 Nepal’de bu türden bir Marksizmi izleyen Maocuların trajik öyküsünü Ercüment Özkaya’nın bu sayıdaki yazısında okuyabiliriz.

26http://www.sabah.com.tr/NewYorkTimes/2012/07/23/mini-hidroelektrik-santralleri-nepalin-kirsal-bolgelerini-kalkindiriyor

27http://www.emlaktasondakika.com/haber/Yurtdisi/Nepal_HES_projeleri_icin_yatirim_bekliyor/45836.aspx

28 J. Baudrillard, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, Çev.: Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul 2001, s. 80.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar