Ana SayfaArşivSayı 62Gezi’nin Üç Kırmızısı

Gezi’nin Üç Kırmızısı

İnayet Aksu

Giriş

Bir ucunda oğlu Ethem Sarısülük’ün öldürülmesinden sonra “kapitalist ahlak yaptı yapacağını” diyen Muzaffer Sarısülük’ün, diğer tarafında Cem Boyner’in olduğu Haziran isyanını üç kırmızıya sabitlemek olanaklı görünüyor. Sabitlemek mi? Ele avuca gelmeyen, kavramların kifayetsiz kaldığı, yazıya indirgenmeye girişildiği andan itibaren eksik olan ve bizzat kavramlar, kelimeler nedeniyle eksiltilecek olan Haziran isyanını sabitlemek mi? Ayaklananlar soluklanıyorken, aflarına sığınarak, üç kırmızı denebilir: Solun/devrimcilerin kızılı; ulusalcıların alı; “kırmızılı kadın”dan mülhem liberter orta-sınıfın kırmızısı.

Her üç kırmızı da, hareketin göz kamaştırıcı bir hız ve kuvvetle ilerlediğini, yayıldığını görerek, devrimci an’a geleneksel ideo-politik alanlarını terk ederek katıldılar. Ve ancak bu koşulda, bu büyük, kendiliğinden devrimci an’ın parçası olabildiler. Bu durum, hareketin fiili varlığı boyunca devam etti.

Bir boş gösteren olarak ‘kırmızılı kadın’

Üç kırmızıdan belirsizlik katsayısı en yüksek olanın, kırmızılı kadında anlamlandırılan liberter orta-sınıf olduğu açıktır. Solu, devrimcileri ve ulusalcıları Gezi aynasında netleştirmek olanaklıyken, kırmızılı kadında temsil olunan kesimin resmini vermek aynı oranda karmaşık bir dizi temanın yan yana getirilmesini işaret ediyor. Kırmızılı kadına dair anlatım güçlüğünün bir boyutu orta-sınıflık iken diğer yüzü kırmızılı kadının, Laclacu bir ifadeyle söylenirse, bir boş gösteren olarak Gezi zaman ve mekanına yayılmasındaki hız ve temsil kabiliyetidir. Kırmızılı kadının, Türkiye sokak politikası tarihinde sıklıkla görülen polisten dayak yiyen solcu, Alevi ve elbette Kürt figürünü içeren ama onların her birinin cemaatsel kısıtlılığını parçalayan gücü nereden gelmektedir? Kırmızılı kadın üzerinden üretilen bu soru, Gezi’nin tümüne şamildir.

Kırmızılı kadının Türkiye sokak mücadelesinin geleneksel özneleri olan solcular, Kürtler, Alevilerin maruz kaldığı bildik muameleye tâbi tutulurken, bedeninde taşıdığı bütün sembollerin, aidiyet aksesuarlarının geleneksel öznelerin ötesini de işaret etmesidir kritik bağlam. Benzer bir beden-kişi ile politika-temsil ilişkisinin kurulduğu bir başka örnek Hrant Dink’tir. Orada da sınırlı politik anda, geleneksel oyuklarından çıkmayan politik gruplar, Aleviler, Kürtler, Türkler, CEO’lar, medya babaları, orta-sınıfın ayrıcalıklı bireyleri hemen orada, Dink’in öldürüldüğü yerde Hrantlaşmışlardır.[1] Bu, politik verili düzenin radikal biçimde bozulmasını takip eden an’da ortaya çıkıp yukarıda sayılan öznellik hallerini yerinden eden başka bir radikal bozulmayı da tetikleyendir. Kırmızılı kadının bedeninde kendine yer bulan büyük nüfus ve sınıfsal çoğulluk, kırmızılı kadın imgesinin boş gösteren olmaya müsait yapısıyla olanaklı hale gelmiştir. Böylece Cem Boyner-Muzaffer Sarısülük zinciri oluşmuştur.

Kırmızılı kadının somut bir bedenden sıyrılıp boş gösterene dönüşmesi ve Haziran isyanındaki anadiller çoğulluğunu şehirli liberterizmin evrensel diline tercüme edebilme kabiliyeti ve bu kabiliyetle anadillerin birbirleriyle konuşmasına imkan tanıması, Haziran isyanının taşıyıcı ideo-kültürel gramerini de ele vermektedir.

1917 Şubatının hemen ardından, Çarlık iktidarı tümden çökmüş ama henüz yeni düzen kurulmamışken, Lenin, Rusya’nın dünyanın en özgür ülkesi olduğunu yazıyordu. O güne kadar anayasalarda, kanunlarda tanımlanarak hukuka hapsedilmiş özgürlük, birden bire pratik, gündelik, duyumsanan bir hal almıştı. Haziran isyanını var eden, sürdüren ve kendinden öncekilerden farklılaştıran kurucu politik durum da özgürleşmedir. Haziran isyanında pratik-politik bir durum olarak özgürleşme, evrensel bir hikmete referansla ve yalnızca bu evrensel hikmetin sırrına ermişlerin tasarruf ettikleri ibadetten temelli ayrım çizgilerine sahip. Bu, özgürlüğün evrensel bir talep olmaktan çıkıp verili isyanda özgürleşme haline dönüşmesidir. Özgürleşmenin Haziran isyanı konjonktüründe kurucu temaya dönüşmesi, Gezi’de çoğul bir bütünün oluşmasının politik zeminini yarattı. Rancière, anlatılmaya çalışılanı, ikna edici biçimde ifade etmiş görünüyor. Rancière, “özgürleşme süreci, herhangi konuşan bir varlığın herhangi bir başkasıyla eşitliğinin doğrulanmasıdır. Bu süreç, daima kendilerine bu eşitliğin ilke olarak ya da sonuçları bakımından tanınmadığı bir kategori –emekçiler, kadınlar, siyahlar ya da başkaları- adına işleme konur. Bir haksızlığın mağduru olan ve haklarını gündeme getiren bir kategorinin adı daima adsızın adıdır, kim-olduğunun-önemi-yok’un adıdır”la bir tür Gezi tasviri yapmaktadır.[2] Gezi, kırmızılı kadının boş gösteren uzamında, kim olduğunun önemi yok’ların isyanıdır.

Ulusalcılar

AKP iktidarını takip eden ilk beş yılın ardından laik-cumhuriyetçi bir politik hat üzerinde gezinen İstanbul-Ankara-İzmir merkezli ulusalcıların, AKP’nin ikinci beş yılında parti-devlet rejimine doğru operasyonel adımlarla ilerlemesini müteakip, devletli laik cumhuriyetçilikten, adalet talep eden mağdur demokratlığıyla karışık muhalif bir söyleme de yüzlerini döndükleri görülmekteydi. Şöyle de formüle edilebilir: AKP’nin devletleşme düzeyiyle laik-cumhuriyetçi sosyo-politik alanın devletli ideolojiyle kurduğu ilişki ters orantılıdır. AKP’nin, TSK’nın üflemesiyle yürütmenin tepesinden alaşağı edileceği zehabının, bu kesimlerde umumi bir vaziyet olduğu 2007 civarlarındaki Cumhuriyet mitinglerinin devletli formundan, okumuşlukla plebyenliği diyalektik bir momentte var eden AKP “genç siviller”inin günahkar bir ikon haline getirdikleri “cehepeli teyze”nin elinde Türk bayrağıyla “diren Lice” diye Kadıköy sokaklarını dolaşabilmesi için Gezi’yi beklememiz gerekti. Ve evet, bu da oldu: İki ulusun egemenlik ve kahramanlık alametleri aynı anda Gezi mekanında boy gösterirken Türk bayraklı TGB’liler, Öcalan’ın posterine göre değil, TOMA’nın hareketine göre pozisyon aldılar Haziran isyanında. 2007’den beri, kanaat önderleri, askerleri tutuklanan, politik baskıya, kültürel horlanmaya maruz kalan geniş bir laik-cumhuriyetçi kesim de Haziran isyanına kırmızılı kadının liberter eğik düzlemine kendilerini bırakarak katıldılar.

Haziran isyanında eklemleyici liberter kuvvet, ideolojik-politik düzlemde demokratik söyleme gayet mesafeli olan TKP ve İşçi Partisi/TGB gibi iki politik özneyi bile geleneksel duruşlarını, politik dillerini, estetik sergilemelerini farklılaştırmaya varan bir noktaya kaydırdı: TKP MK üyesi Kemal Okuyan’ın Gezi günlerindeki bir yazısında, daha önce olmayan biçimde, mücadelenin taşıyıcı politik kavramlarını açıklarken, kendileri açısından kategorik önemdeki laiklik yerine sekülerizmi tercih etmesi, TGB’li gençlerin Aydınlık’ın Gezi eklerini bütünüyle liberter bir tema üzerine hazırlamaları bu çevrelerde yaşanan kaçınılmaz kaymaları anlatmaktadır. Zira, Türk bayrağının liberter ve sol çevrelerde uyandırdığı negatif çağrışımların ciddi biçimde törpülenmesinde bu kayma belirleyici oldu. Devlete “dur” diyen bir barikatın tepesine çakılmış ya da Tunalı’da akrebin karşına dikilmiş bir TGB’li militanın dalgalandırdığı Türk bayrağı hakkında kim ne diyebilir!

Aynı durum devrimciler ve genel olarak sol için de geçerlidir. Yirmi yıldır kapalı devre yayın sistemi içinde kültürlenen ama sokakla temasını asla koparmayan devrimciler ve genel olarak sol da, Haziran isyanına liberter politik bir dil ve fiille katıldı. Ulusalcıların ve solun, geleneksel ideolojik-politik çizgilerini –görmezden gelinebilecek bazı tereddütleri kayda geçmezsek– Gezi konjonktüründe paranteze almaları, isyana hakim olan politik ve kültürel özgürleşme halinin kuvvetinin zorunlu sonucudur: Ya eklemlenilecek ya da kuvvetin etkisinden kurtulmak için mesafelenilecekti: Politik ve devrimci olan tercih edildi.

Devrimcilerin mahçup güzelliği

Berbat, çok berbatlarmış Gezi’de![3] Oysa Gezi’nin ortasına yerleşmiş Lafuma marka çadırların çeperine, nenelerinden kamulaştırdıkları eski palazları, solmuş kilimleriyle ilişebildikleri; Gezi’nin tangosuna halayla katılabildikleri; Gezi’nin kapısını açan 31 Mayıs direnişinde her cephede en önde oldukları; hiç bilmedikleri kırmızılı kadının dilini “siyasi abi” olarak öğrenme ve yılların bayrak düşmanlığını bir kenara bırakma cesaretini gösterebildikleri; 40 yıldır sokakta olmanın imtiyazını kimseye karşı kullanmadıkları; Gezi’nin kırmızılı kadınla çizilmiş sınırlarını Alevi, yoksul mahallelere doğru kaydırabildikleri; Çarşı’nın yaratıcı kalabalığı karşısında mahçup, İtalyan liselilerin afili graffiti ve mizahı karşısında üzgün olup da kıskanmadan sahiplendikleri; Ethem Sarısülük kadar komünist, kırmızılı kadın kadar özgürlükçü, Abdullah Cömert kadar Türk, Medeni Yıldırım kadar Kürt oldukları için güzellerdi. Ve şenlik dağıldı. Fatura yine devrimcilere kesildi. Allah da biliyor, Devlet de biliyor, Kul da biliyor, yıkıcının kim olduğunu. Bu nedenle güzeller.

Sonuç yerine: Gezi’deki modernlik

Üç kırmızının Haziran isyanında, kırmızılı kadının ideo-kültürel belirleyiciliğinde olduğu devrimci an’da heterojen bütün olarak varlık kazanması başka bir kategorik zemini ifade etmeyi de beraberinde getirmektedir: Modernlik. Şehirli, seküler, liberter bir isyan olarak Gezi, tüm özellikleri nedeniyle, geniş anlamda, modern olanın içinde anlamlandırılabilir. Gezi’deki farkları birbirine eklemleyen ve muhafazakar devlet otoritesinin tam karşısında pozisyon alan kapsayıcı liberter eylemin esrarı burada aranmalıdır.

Üç kırmızı da, aralarında görülen bütün politik, örgütsel, sosyal, kültürel, ekonomik ve sınıfsal ayrımlarını yatay kesecek modernizmin geniş, yaygın ideolojik alanında bulunuyor. Tarihsel olup, kayıtsız ve sürekli biçimde politikaya indirgenemeyecek olan bu ideolojik alan, parti-devlet modeli operasyonlarında İslami, muhafazakar, otantik akslara yaslanan AKP karşısında Haziran isyanında politikleşmiştir; cumhuriyetçi-laiklerin, solcuların ve elbette devrimcilerin Aydınlanmacılığıyla şehirli orta sınıfın Gezi’ye taşıdığı liberterizm, Haziran isyanının seküler yüzeyinde buluşmuştur. Haziran isyanı, İslami ideolojik referanslarını arttıran; muhafazakar, otantik, otoriter parti-devlet girişimine, şehirli ve liberter bir itirazdır.

 



[1] Ziya Kaya, “Ranciere’i Selamlayarak; Gezi Parkına ‘İmkansız Kimlik’ Yakışır”, http://www.birikimdergisi.com, (21 Haziran 2013).

[2] Jacque Rancière, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, Metis, 2007, s. 73. (Ziya Kaya’nın uyarısıyla…)

[3] Metin Solmaz, Birikim’in Gezi Sayısındaki yazısında böyle diyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar