Ana SayfaArşivSayı 40Marksist Teori ve Kitle İdeolojisi Olarak Marksizm

Marksist Teori ve Kitle İdeolojisi Olarak Marksizm

Rethinking MARXISM, Volume 8, Number 4 (Winter 1995)

 

 

 

Marksist Teori ve Kitle İdeolojisi Olarak Marksizm

“Gerçekte Varolan Sosyalizm”in Çöküşünün

Batı Avrupa Marksizmi Üzerindeki Etkileri

 

John Milios

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Doğu Avrupa ve eski SSCB’deki “varolan sosyalizm”in çöküşü Batı Avrupa’da Marksist teorinin genel bir geri çekilişi ile aynı zamana denk düşmektedir. 1970’lerde batı ülkelerinde gerçekten de bir “moda” olan Marksizm, neredeyse tüm kalelerinden (entelijensiya ve bilim adamlarından oluşan unsurlar ve “ciddi” gazetelerin sayfaları vb.) geri çekilerek alanı, Marksizm karşıtı diğer teorik eğilimlere bıraktı. Toplumsal bilimler “Marksizmden arındırılmış” bir hale büründü.

Bu koşullar altında, birçok anti-Marksist entelektüel ve gazeteci, bir kez daha,[1] Marksizm’in yaklaşan “nihai” ölümünü öngördü. Argümanlarını desteklemek için genellikle ilkel bir ampirisizme başvurdular: Marksizm, “varolan sosyalizm”in yaşandığı ülkelerde “gerçekliğini bulmuştur”. Bu rejimlerin çöküşü, Marksizmin başarısızlığını kanıtlamaktadır. Marksizm bir hataydı ve bu yüzden sonu geldi.[2]

Eğer işler bu kadar kolay olsaydı ve eğer toplumsal evrim, toplumsal antagonizma dinamiklerinden (sınıf mücadelesinden) değil de teorik düşünce sistemlerinin “gerçekte uygulanışlarından” (aslında bunlardan “doğru” olanı nihai hakimiyetini kurar) kaynaklanıyor olsaydı, bu durumda, örneğin bugün Kutsal Sorgunun gerçekliğinde başarısızlığı gözler önünde olan Hıristiyan inanışı gibi çok sayıda çelişkili ve saçma inançtan kurtulmuş olurduk.

Fakat bunlara rağmen, Marksizmin geri çekilişi “varolan sosyalizm”in çöküşü ile ne dereceye kadar ve hangi koşullar altında bir ilişki taşımaktadır. Avrupa’daki “varolan sosyalizm”in çöküşünün, zorunlu olarak, tarihsel evrimin esas olarak “iki toplumsal sistem” arasındaki antagonizma tarafından belirlendiğini ve kapitalizmin krizinin “sosyalizm”in yükselişinin kaçınılmaz sonucu olduğunu savunan “Sovyet Marksizmi”ne ait belirli bakış açılarını da beraberinde götürdüğü açıktır. Ancak, Marksizm, “Sovyet Marksizmi” olarak adlandırılan teorik sistemle aynı değildir ve Marksizmin her versiyonu Doğu rejimlerine referansla tanımlanmamaktadır. Marksizm her zaman çeşitli (Marksist) eğilimler ve düşünce okulları biçiminde varolmuştur. Bunun yanı sıra, Marksizm yalnızca bir teorik sistem olarak algılanamaz: o aynı zamanda bir kitle ideolojisi de teşkil etmektedir. Bir kitle ideolojisi olarak Marksizmin geri çekilişi, Doğu rejimlerinin çöküşünden en az bir on yıl önce başladı.

Marksist teori hiçbir zaman “tek ve biricik” olmamıştır

Marksist teorinin ve Marksist analizin birden fazla yorum içerebileceği ve tek ve benzersiz bir teorik yönelim temelinde evrilmeyeceği Marx’ın öldüğü andan itibaren zaten açık bir hale gelmişti. Marksizmin varoluşu her zaman, çeşitli Marksist eğilimlerin veya okulların oluşturulması ile iç içe geçmiştir. Bunlar esas olarak, çelişkili ve karşıt teorik ilkeler, konumlar ve sonuçlar temelinde oluşturulmuştur.

Fenomen evrenseldir ve Marksizmin geliştiği tüm ülkelerde hayat bulmuştur. Aşağıda, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında, çeşitli Marksist eğilimler arasındaki en önemli teorik tartışmaların tipik özellikleri yer almaktadır:

  • Danielson şahsında (Kapital’i Rusça’ya çevirmiştir ve Marx ve Engels ile, mektuplar aracılığıyla düzenli diyalog içerisindedir) Rus Narodnikleri ile Plehanov (ve daha sonra Lenin) şahsında Rus Sosyal Demokratları arasında gerçekleşen, kapitalizmin gelişimi ve uygun sosyalist strateji sorunuyla ilgili tartışma; bu tartışma Plehanov’un 1877’de Narodnikler’in politik örgütünden ayrılmasıyla başlayıp 1905 Rus devrimine kadar sürmüştür (Milios 1992).
  • Engels’in ölümünden (1895) kısa bir süre sonra doruğa ulaşan ve sosyalist devrim sorununa odaklanan Alman Sosyal Demokratları arasındaki iç teorik tartışma. Tartışma “Revizyonistler” (Bernstein) ile “ortodoks Marksistler” (Kautsky, Luxemburg) arasındaydı. Ölümünden kısa bir süre önce[3] bir dereceye kadar Engels’in belirli görüşlerini ifade eden Bernstein, esasen, (devrimci) Alman sosyal demokrasi teorisini kendi (reformist) politik taktiğine uyarlamayı denedi (Bensussan, 1986, 723; ayrıca Fuelberth 1972, 22 ve sonrası). Ana tezi, sosyalizme geçişin, silah olarak parlamentarizmi kullanarak ekonomik ve politik bir reform süreci yoluyla gerçekleştirilebileceği ve gerçekleştirilmesi gerektiğidir.[4]
  • Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan ve uluslararası sosyalist hareketin dağılmasından sonra dünya savaşları arasındaki dönem boyunca devam eden esasen Batı’nın “ortodoks” Marksist safları içindeki uzun teorik tartışma. Bu tartışma, kapitalist ekonomik krizlerin karakteri, kapitalizmin “çöküşü” teorisi ve benzeri konularla ilgiliydi. Bu tartışmadan ortaya çıkan teorik cepheler büyük oranda bugüne kadar varlığını korumuştur (Milios 1994).
  • İkinci Enternasyonal (Kautsky) ve Üçüncü Enternasyonal (Lenin, Luxemburg) teorisyenleri arasında, uluslararası sosyalist hareketin Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki kopuşundan sonra savaş konjonktüründeki toplumsal değişim, devlet ve sosyalist devrim, sermayenin uluslararasılaşması ve emperyalizm, dağılım teorisi ve benzeri sorunlarla ilgili olarak vücut bulan tartışma.
  • Başlangıçta Rus Sosyal Demokratları[5] arasında, daha sonra ise Bolşevik parti içinde 17 Ekim devriminden önce ve devrimin ilk döneminden sonra devrim stratejisi, devlet teorisi, ulus ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sosyalist inşa, değer, adalet ve hak teorileri ve benzeri sorunlarla ilgili olarak vücut bulan oldukça bol tartışmalar (Bkz. Bettelheim 1974).
  • 1920’lerin sonundan 1930’ların sonuna kadar, bir yanda Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) Stalinist önderliği ve Komünist Enternasyonal ile diğer yanda muhalif Marksist gruplar ve entelektüeller arasında, Sovyet rejimiyle de alakalı olmakla birlikte esasen politik strateji ve sosyalist inşa hakkında vücut bulan tartışma (Labica 1992)

Bu Marksist eğilimler çokluğu ve aralarındaki tartışmalar, 1940’lar ve 1950’lerde “Sovyet Marksizmi’nin şaşırtıcı teorik stabilizasyonuna rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir. Bu stabilizasyon, bu dönemde SSCB’nin ve geleneksel Sol’un büyük etki yaratan politik başarılarının sonucuydu. Bu başarılar şöyle sıralanabilir: a) SSCB ile Batılı kuvvetlerin, “Sosyalist Sistem”in SSCB’ye komşu olan altı ülkeye yayılmasına yol açan itilaf kuvvetleri karşıtı muzaffer askeri ittifakı ve b) ilgili unsurlar (Yugoslavya, Arnavutluk, Çin ve Güney Doğu Asya’nın diğer bölgeleri) nezdinde politik iktidar varsayımına ya da geleneksel Sol’un (Savaş sırasında İtilaf kuvvetlerince işgal edilmiş pek çok Batı Avrupa ülkesinde) önemli oranda güçlenmesine yol açan etkili anti-faşist, işgal karşıtı cepheler politik stratejisi.

Savaş sonrası ilk dönemde şaşırtıcı stabilizasyonuna rağmen “Sovyet Marksizmi” hiçbir zaman tek Marksizm versiyonu olmadı. Özellikle Sol’un saflarında SBKP’nin Yirminci Kongresi ile bağlantılı olan politik yeniden dağılımın ardından Sovyet ordusunun komşu “sosyalist” ülkelere (Macaristan, Doğu Almanya ve Çekoslovakya) müdahalesi, 1960’ların sonunda Batı Avrupa ülkelerindeki radikal işçi ve gençlik hareketleri (Fransız 1968 Mayısı, vb.), Çin Kültür Devrimi, Çin-Sovyet tartışması ve SBKP ile ÇKP arasındaki teorik karşıtlık ve Üçüncü Dünya olarak adlandırılan bölgelerin tümünde pek çok yeni ulusun inşasına yol açan anti-kolonyalist hareketler.

Batıda, eş zamanlı olarak ya bir bütün olarak “Sovyet Marksizmi”nden veya bazı yönlerinden ya da onun post-Stalinist versiyonundan kopuşlarını deklare ederek teorik konumlar yaratan ve/veya kendi ülkelerinin politik konjonktürüne müdahale etmeye çalışan Marksist entelektüel grupları, Marksist teorik eğilimler ve Sol’un politik örgütlerinde bir gelişme yaşanıyordu.

Çeşitli Marksist eğilimler şahsında Marksizm, kapitalist toplumların neredeyse her alanıyla ilgili yeni bilgiler üretmeye girişti ama sadece bunlarla yetinmedi: pre-kapitalist toplumsal biçimler de araştırıldı. Ekonomi ve ekonomik kriz, kapitalist gelişim, pre-kapitalist üretim biçimleri ve kapitalizmdeki geçiş süreçleri, kapitalist devlet ve aygıtları, ulus, sosyalizm ve “gerçekte varolan sosyalizm”, sermayenin uluslararasılaşması ve dünya piyasası, kültür ve eğitim, ideoloji ve felsefe, tarih ve tarihsel yorum, yani kısacası son otuz yılda toplumsal gerçekliği ilgilendiren fiili teorik konular bütünlüğüne farklı Marksist bakış açılarından yaklaşıldı.

Marksist teorinin tarihsel seyrine dair bu nükteli özetten sonra, başlangıç olarak bir sonuç çıkartabiliriz: Marksizm hiçbir zaman “yekpare” bir teori olmamıştır. Aslında varolan, aralarında sürekli teorik, ideolojik (ve hatta politik) çekişmeler yaşanan çeşitli Marksist eğilimlerdir.[6]

Bu sonuç, tesadüfi bir tarihsel sonuç olmaktan ziyade, Marksist teorinin dahili yapısal özelliklerini ortaya koymaktadır. Bu durumda, gelecekte de, Marksizmin yalnızca, birbirinden ayrı olan bu teorik eğilimler formu altında varolacağını iddia edebiliriz. Althusser’in doğru bir şekilde belirttiği gibi, “Marksist bilim bize zorunlu olarak çatışmalı ve hizipçi bir bilim paradigması sunmaktadır” (Althusser 1977a, 93). Aslında, “Marksist bilim ve Marksist araştırmacı, nesnesi Marksist teorinin kendisi olan çatışma içinde bir konum almalıdır” (Althusser 1977a, 94).

Yukarıdaki sonuç temel alındığında, yukarıda kısaca özetlediğimiz Marksist teorinin tarihsel seyrine “Marksizmin krizi” olarak yaklaşabiliriz: “Marksizmin krizi” (Çeşitli Marksist, eğilimler arasında sürekli teorik, ideolojik ve politik çekişme), bir başka deyişle, Marksist teorinin normal varoluş koşuludur[7] (Ayrıca bkz. Labica 1992; Balibar 1984, 1986).

Bu durumda incelenmesi gereken soru, “Marksizmin krizi”nin bir yanda Marksist teorinin daha fazla geliştirilmesine dönük nüvelerinin diğer yanda ise etkisinin daralmasının nüvelerinin hangi koşullardan kaynaklandığıdır.

Bu soru, bugün, girişte belirtilen şekilde ortaya atılmaktadır: “Varolan sosyalizm”in çöküşü neden kendisini, işçi örgütlerinde ve sol partilerde de bulunan ve “Sovyet Marksizmi”ne muhalif, eleştirel bir Marksist eğilim olmayan, hakim ideolojinin en tutucu versiyonlarına teslim etti.

Bu soruya cevap vermeye girişmeden önce, Althusser ve meslektaşlarının analizleriyle ve Marx-Engels ve Lenin’in metinleriyle ve aynı zamanda Dünya savaşları ve Çin Kültür Devrimi arasındaki dönemin bazı Marksist yazarlarıyla bağlantılı olarak birkaç yıl önce açıklamış olduğum Sovyet Marksizmi (ve “gerçekte varolan sosyalizm”) eleştirisini özetleyeceğim (Milios 1988, 1990). Bu sayede, sadece “nesnesi Marksist teorinin kendisi olan çatışma içinde bir konum alma” (Althusser 1977a, 94) tavsiyesine cevap vermekle kalmayıp kendi özel boyutunda sorulması gereken soruyu da ortaya koymaya çalışacağım.

Türev A: “Sovyet Marksizmi”nin Marksist bir eleştirisi

Stalinizmin yükselişinin ardından, kabaca 1920’lerin sonlarından itibaren SSCB’ye hakim olan Marksizm versiyonu, sadece Sovyetler Birliği’yle de sınırlı kalmayan, binlerce Marksist, yüz binlerce Komünistin ölümü ve zorla susturulmasıyla, diğer Marksist ve Komünistlerin uyguladığı susturma ve ölümle damgalanmıştı. Bu süreçte ortaya çıkan Marksizm versiyonu, burada “Sovyet Marksizmi” olarak adlandırabileceğimiz versiyon, aşağıda biraz da nükteli olarak ifade edeceğim üç ideolojik alt bütünlüğe dayanmaktadır:

1) Enstrümantalist, mekanistik bir devlet ve egemen sınıf algılayışı, Lenin’in Hilferding ve Hobson’dan ödünç aldığı belirli görüşlerin dogmatik olarak düzenlenmesi, çarpıtılması ve seçici bir tarzda okunmasından doğan bir algılayış. Bu algılayış çerçevesinde Marksist sınıf mücadelesi ve sermaye ilişkisi teorisi, kapitalist toplumsal ilişkileri “tekeller” olarak, kapitalist devleti ise yalnızca bu tekellerin elinde bir “araç” olarak kavrayan basit şema ile değiştirilir.

2) “Tekelci kapitalizm” ve devletin mekanistik kavranışıyla yakından alakalı olan Sovyet Marksizmi, kendisini, şematik olarak katastrofizm olarak adlandırılacak olan ve kapitalizmin ölümcül çöküş, “çürüme” ve dağılma aşamasında olduğunu iddia eden bir dizi teorik kavrama dayandırmıştır. Bu kavramlar, ilk olarak 1920’lerde, “kapitalizmin genel krizi” teorisinde formüle edilmiştir (ancak başlangıçta hakim bir rol oynamamıştır) (Varga 1969).

3) Son olarak, Sovyet Marksizminin sabit temeli, Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Enternasyonal’den miras aldığı “klasik” ekonomizm olarak ortaya çıkmaktadır: ekonomizm, toplumsal evrimin, sınıf mücadelesinin değil, üretici güçlerin üretim ilişkileriyle çatışmaya girecek bir düzeye kadar gelişmesi ve bu sayede üretim ilişkilerinin dönüşümünü kaçınılmaz kılmasının sonucu olarak kavramaktadır. Bu kavram çerçevesinde, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçler için bir engel olduğu ve kapitalist ekonominin kendisini sürekli bir durgunluk içinde bulduğu varsayılmaktadır (ayrıca bkz. Althusser 1984).

Türev B: “Gerçekte varolan sosyalizm” sosyalizm değildi

Görüşlerimin ait olduğu Marksist gelenek, Doğu toplumlarına, “Sovyet Marksizmi”nin aldığı konumların tam karşısında yer alan bir dizi analiz ve konum temelinde yaklaşmaktadır. Burada, bu konumların en önemlilerini özetlemeye çalışacağım:

İlk olarak, sosyalizm belirli bir üretim biçimine karşılık gelen bir rejimden değil, kapitalizmden Komünizme geçiş işlevi gören bir toplumsal rejimden oluşmaktadır: İşçi sınıfı iktidarı rejimi (Balibar 1976).

İkinci olarak, tüm sosyalizm dönemi boyunca yürütülen sınıflar mücadelesi, esas olarak iktidarın işçi sınıfı tarafından alınmasından öncekiyle aynıydı; bu işçi sınıfı ile burjuvazi arasında, ya (işçilerin elindeki) iktidarın korunması ve genişletilmesi ya da aynı şekilde iktidarın (burjuvazi tarafından) alınmasına dönük bir iktidar mücadelesiydi.

Devrim öncesi dönemle karşılaştırıldığında, sosyalizm koşulları altındaki sınıf mücadelesi radikal olarak farklı biçimler almaktadır. Sonuç olarak sınıflar farklı formlarda görünür: sınıflar Marx’a göre, sınıf mücadelesi çerçevesinde tanımlanmalıdır.[8]

Kapitalizmden Komünizme tarihsel geçiş dönemi sırasında üretim düzeyindeki sınıf mücadelesi[9], üretim araçları ve üretim çıktısı üzerinde denetim sağlama mücadelesidir; bu nedenle, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında üretim araçlarına güçlü bir şekilde sahip olma mücadelesidir. Üretim araçları üzerindeki “devlet mülkiyeti”, bazı koşullar altında işçi sınıfına üretim araçları üzerinde denetim gücünü vermekle birlikte tek başına denetimi garanti etmez: Politik olarak hareketli ve politik olarak hakim proletaryanın üretim araçlarını ekonomik olarak denetleme için müdahale etmesi temelinde yasal bir biçim oluşturabilir ancak olaylar bu yönde gelişmeyebilir de (Bettelheim, 1970, 87).

“Üçüncüsü, “varolan sosyalizm” rejimleri ile batı kapitalizminin ülkeleri arasında en önemli fark kapitalist iktidarı yerine işçi sınıfı iktidarının, işçi demokrasisi ve halk iktidarının toplumsal ve politik kurumlarının veya sosyalist üretim ilişkilerinin varolması değildir. Fark, ekonominin kurumlar üzerindeki devlet denetimi dahilinde “tekelci bir biçimde düzenlenmesi” ve farklı ekonomik sektörlerdeki kapitalist rekabetin sınırlandırılmasıdır. Bu çerçeve dahilinde, beklenen talep ve bununla ilgili olarak, piyasadaki bir sektör üzerinde tekelci bir denetime sahip olan her bir devlet tröstünün “üretim planlaması” ve aynı zamanda devletin finansal makamları (bakanlıklar) tarafından üretilen artı ürünün belirli bir yüzdesinin alıkonulması (ve yeniden dağıtımı) “sosyalist planlama” olarak adlandırılmıştır. Bu ekonomik sistemde, münferit bir şirketin [enterprice] eylemlerinin sınırlandırılmış olması durumuna rağmen, işçilerin üretim araçlarından ve üretilen üründen ayrılığı, klasik kapitalizmdekine benzer koşullarda yeniden üretilmeye devam edilmiştir (Milios 1990). Ayrıca, fark, politik diktatörlükte, yani tek partili sistemde ve gerçekte “varolan sosyalizm” rejimlerinde vatandaşların en temel politik haklarından (gösteri, grev, basın vb. özgürlüğü) yoksun olmalarındadır.

Yukarıda belirtilenler doğrultusunda, Doğu Avrupa rejimleri devlet kapitalizmi rejimleri olarak kabul edilebilir (ayrıca bkz. Resnick ve Wolff 1994a, 1994b)[10]

Yukarıdaki iki gerilemeden sonra, havada bıraktığımız soruya geri dönebiliriz: “Sovyet Marksizmi”ne karşıt olan Marksist eğilimler Doğu rejimlerinin ve bunların resmi ideolojilerinin çöküşünden neden faydalanamadı? Bu soruya cevap vermek için Marksizmin ikili karakterini kavramamız gerekir: bir tarafta teorik sistemi, diğer tarafta ise kitlelerin ideolojisi.

Marksist teori ve ideoloji

Marksist teorinin tarihsel varoluş dönemini kısaca gözden geçirerek “çatışmalı” bir çifte yapıya sahip olduğunu gördük: a) Marksizm, analizinin merkezine hakimiyet, egemenlik ve sömürüye dayalı sınıf ilişkilerini yerleştirdiği için, hakim burjuva ideolojisi biçimleriyle çatışma (bu çatışma, burjuva ideolojisi ve onun ürettiği “toplumsal bilimler” tarafından gizlenmeye ve meşrulaştırılmaya[11] çalışılır) ve farklı Marksist eğilimler arasında vuku bulan Marksizm dahilindeki çatışma. Marksist teorinin gelişimi, “iç çatışma” veya “Marksizmin krizi” dahilinde gerçekleşir.

Marksizmin evriminin tarihsel olarak incelenmesi sonucunda, bir başka sonuç daha kolayca çıkartılabilir: Marksizmin gelişimi, her zaman sınıf mücadelesinin evrimi ve toplumsal, politik ve ideolojik konjonktürün dönüm noktaları ile belirlenir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Sovyet Marksizminin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki hegemonyası ve ayrıca 1968 Mayıs’ından sonra eleştirel Marksizm versiyonlarının ortaya çıkışı, sınıf mücadelesinin özgül konjonktürü ile bağlantılı olarak ele alınmadıkça yorumlanamaz.

Ancak bu noktada, şu konuda ısrar etmeliyiz: Marksizm, yalnızca toplumsal ve politik koşullarla ya da toplumsal mücadelelerle “uyarılan”, şöyle ya da böyle akademik karaktere sahip bir teori oluşturmaz. Ayrıca Marksizm, sadece teorik bir sistem olarak değil, bir kitle ideolojisi olarak, işçi sınıfı örgütleri ve hareketlerinin politik eylemini belirleyen bir ideoloji olarak da inşa edilmiştir.

Gerard Bensussan’ın doğru bir şekilde belirttiği gibi, “Marksizm, Marx’ın kendisinin teorisi bile olsa sadece Marksist teoriye indirgenemez. Kitlelerle buluşur, tarihle iç içe geçer, toplumsal pratiklere katılır: Bu durumda aynı zamanda bir (belki de birden fazla) ideolojidir de. Krizleri, bu sorunlu durumun krizleridir (Bensussan 1986, 729).

Kitlelerin ideolojisi olarak Marksizm, kendi başına Marksist teori değildir. Elbette, Marksist teorinin, işçiler ve daha geniş halk hareketi için “savaş konumları” ve politik strateji ilkeleri olarak işlev görebilen sonuçlarındandır. Kapitalizmin sınıf sömürüsüne dayalı karakteri, üretim-dağılımın birliği ve artı değerin işçilerden sermaye lehine alınması, sermaye ile emeğin özünde varolan çatışma, devlet ve onun biçimsel olarak tarafsız –medeni eşitlik- aygıtlarının gizli sınıf karakteri, bu kapitalist politik iktidarın sosyalizmin ön koşulu olarak devrilmesi ve benzerleri, Marksist teorinin, çeşitli tarihsel koşullarda kitle ideolojisi olarak Marksizme (kitle Marksizmi) temel teşkil eden sonuçlarıdır.

İşçi hareketinin pratik ideolojisinden[12] bahsediyoruz. Bu ideolojinin öğelerinden bazıları, Marksizm öncesi kapitalizm eleştirilerinde de mevcuttu. Günlük politik ve sendikalist mücadele içerisindeyken işçi sınıfı, bu Marksist ideolojinin belirli konumlarına (genellikle reformist versiyonlarına), herhangi bir Marksist yazın bilgisinden bağımsız olarak, neredeyse kendiliğinden yaklaşmaktadır.

Tam aksine, örneğin Marx’ın değer biçimi ve para, toplam toplumsal sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi veya üretimin fiyatı ve genel kar oranının eşitlenmesi ve benzerleri ile ilgili yazılarında yer alanlar türünden teorik tezler, Marksist teorinin, kural olarak soyut teorik karakterleri nedeniyle kitle ideoloji olarak Marksizm olarak adlandırdığımız şey içerisinde yer almayan ana öğelerini oluşturur. Bunlar, teorik bir sistem olarak Marksizmin parçasıdır.

Burada, teorik bir sistem olarak Marksizmin, politik ve toplumsal sınıf mücadelesinden ayrı bir teorik sistem anlamında “akademik Marksizm”i ifade etmediğini de belirtmeliyiz. Tam aksine, bir kitle ideolojisi olarak Marksizm, dogmatizm ve reformizmden sadece teorik bir sistem olarak Marksizm ile beslendiği ve zenginleştirildiğinde kurtulabilir. Aslında bu durumda, teorik bir sistem olarak Marksizm, doğrudan sınıf mücadelesi konjonktürü ile bağlantılı analiz öğelerini (ve sonuçlarını) çıkartabilir.

Sadece bu koşullar altında, (Tugan-Baranovski’den Althusser ve Poulantzas’a kadar) akademik Marksistlerin çalışmaları Sol’un ideolojik konjonktürüne hayati müdahaleler yapıp doğrudan politik sonuçlar ortaya çıkartırken (ideolojik cepheleri ve politik güç ilişkilerini etkilemişlerdir) Hilferding veya Luxemburg gibi Sol’un politik liderlerinin kesinlikle teorik bir sistem olarak Marksizmin parçası olan çalışmalar (Finans Kapital, Sermaye Birikimi) kaleme almış olmasını anlamlandırabiliriz. Tam aksine, teorik bir sistem olarak Marksizm, bürokratik sosyalist ve Komünist partilerin önderleri tarafından es geçilmiştir çünkü bu partilerin ve bu önderlerin oluşumu ve yeniden üretiminde temel teşkil eden özgül kitle Marksizminin yanılmazlığına bir tehdit oluşturmaktadır.

Marksizmin ikili karakterinin (teorik sistemi/kitle ideolojisi) konumu Marksizmin mevcut geri çekilişinin tam olarak ne anlama geldiğini kavramak açısından özellikle önemlidir. Marksizmin geri çekilişi, Marksist teorinin kendisini ilgilendirmez. Kapitalist gerçekliği anlamak ve eleştirmek için kendilerini araç olarak sunmaya son verenler Marx’ın örneğin Kapital’de kurduğu teorik kavramlar değildir. Bu kavramlar çağdaş analiz açısından önemini kaybetmediği gibi bu Marksist analizlerin üretilmesine de son verilmedi. Ayrıca, bunların kapitalizme dönük savunmacı burjuva teorilerine üstünlüğüne dair hiçbir şüpheye de yer yoktur. Basitçe ifade edersek, Marksizmin geri çekilişi teorik bir analiz sistemi olarak yanlışlandığı anlamına gelmez. Ancak bu, içinde bulunduğumuz aşamada, Marksizmin bir kitle ideolojisi olarak yeniden üretilme yeteneğinde bir geri çekilme olduğu anlamına gelir. Bu daha sonra elbette, teorik bir sistem olarak Marksizmi de etkilemektedir. Mevcut bazı Marksist analizleri “istenmeyen” durumuna düşürür ve Marksist entelijensiyadaki birey sayısını azaltır, çünkü entelektüel alanda Marksizmi teorik bir versiyon haline getiren şey ve devletin ideolojik aygıtları kesinlikle kitle Marksizminin, bir kitle ideolojisi olarak Marksizmin gücünün yattığı yerdi.

Marksizmin mevcut krizi, Marksizmin tarihindeki en akut haline bürünmüştür. Sistematizasyonu ve yayılması devletin ideolojik aygıtlarının (eğitim, aile, medya, kilise vb.) ezici üstünlüğüyle desteklenen burjuva ideolojisiyle mücadelesinde Marksizmin sadece bir avantajı vardır: İşçi sınıflarının mücadele koşullarıyla iç içe geçme kapasitesi; bir başka deyişle işçi sınıfına nüfuz etme, kitlelerin ideolojisi olarak yeniden üretilebilme yeteneğidir (ayrıca bkz. Althusser 1977b). Marksizmin bu yegane avantajını kaybetmesi, mevcut krizi tanımlayan şeydir.

Ancak bu noktada, bu makalenin başında ifade ettiğimiz sorunla tekrar karşılaşıyoruz: Kitlelerin ideolojisi olarak Marksizmin güçlü formu 1980’lere kadar “Sovyet Marksizmi” idi. Marksist eğilimlerin kitleler üzerindeki etkisi, esasen “içerden” (diğer Marksist eğilimlerden) hiçbir tehdit görmeyen “Sovyet Marksizmi” ile karşılaştırıldığında son derece sınırlı idi.

“Sovyet Marksizmi”nin hegemonik konumunu bir kitle ideolojisi olarak yorumlamanın gerekçeleri, daha önce de belirttiğimiz gibi başlangıçta 1940’lar ve 1950’ler sırasındaki tarihsel gelişime kadar izlenmiştir. Elbette, burada, her bir ülkedeki politik ve toplumsal gelişime dönük somut analizlerle daha da derinleştirilmesi gereken bazı genel açıklamalar yaptığımız ortadadır. Yine de bunu –açıklamamızın her bir ülkedeki politik gelişimin bir şekilde bazı özelliklerini ve özgül biçimlerini ihmal ettiğini- aklımızda tutarak birçok Batı Avrupa ülkesinde Sol ve kitle ideolojisi olarak Marksizmin gelişiminde bazı temel benzerlikleri izleyebiliriz ve bu benzerlikler, 1980’lerin sonundan bu yana gerçekleşen Marksist etkinin geri çekilişini açıklar gibi görünmektedir.

“Türev A”da kısaca açıklanmış olan “Sovyet Marksizmi”nin tüm teorik binası, özgül bir politik stratejiyle son bulur: Bu, daha sonra yeniden Marksist strateji olarak öne çıkan bir tür hükümetçilik-reformizmdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu strateji, “sosyalizme yavaş, aşamalı ve barışçıl geçiş olarak düzenlendi. Geleneksel Komünist Sol, sadece, gelişen sosyalist partiler tarafından ablukaya alınan sistemin yönetilmesi için “ilerlemeci” bir alternatif çözüm oluşturdu.

1980’lerin başlarına kadar bu ideoloji, halk sınıflarının ekonomik ve toplumsal konumunu iyileştiren belirli politik sonuçlar ürettiği için savunmacı karakterini gizleyebilmiştir: “sosyal devlet” ve “refah devleti”, eğitim reformu, gelirin ücretlere yansıyacak şekilde yeniden dağıtımı, sendikaların kurumsal olarak güçlendirilmesi ve benzeri gibi hususlar, geleneksel Sol’un, gözle görünür bir zafer ihtimaliyle birlikte uğruna mücadele ettiği hedeflerdi.

Birinci Dünya Savaşı döneminde, sosyal reformların gözle görülür etkililiği ve savaş öncesi dönemde Avrupa’da devrimci hareketlerin yenilgisi, reformizme kaymanın neden Marksistleri cezbettiğini açıklamaktadır. Ayrıca, sosyalizme giden yolu açacağı varsayılan Sol bir hükümet perspektifi de giderek Sol’u, varlığını sürdürebilir herhangi bir Marksist çatı halinde yapılandırılmasına son verilen “pragmatik” bir politik program benimsemeye itti.   Sol’un “kapitalist tekellerin ulusallaştırılması” talebinin, sosyalizmle değil sol partilerin egemen ideolojiye tabi olmasıyla aynı anlama geldiği görüldü.

Böylece, geleneksel Sol’un içinde bir ideolojik değişim süreci başladı: Savaş sonrası ilk dönemin bir kitle ideolojisi olarak Marksizmi, varolmak için Marksizme ihtiyaç duymayan bir reformist (“sosyalist”) hükümetçilik lehine geri çekilmeye başladı. Aslında bahsettiğimiz şey, bir kitle ideolojisi olarak Marksizmin, gizliden gizliye gerçekleşen bir geri çekilmesi ve reddedilmesi sürecidir.

Bu sürece gizliden gizliye diyorum çünkü resmi parti kararları sözsel olarak “Sovyet Marksizmi”nde ısrar ediyordu. Ancak bu yine de gerçek bir süreçti çünkü, geleneksel Sol’un üyelerinin ve destekçilerinin “pratik ideolojisi” hızlı bir şekilde (“ilerlemeci”) bir burjuva ideolojisi türüne dönüşüyordu: “kurumsal reform”, “sosyal devlet” ve “ekonomik gelişim” retoriği.

Bu süreç, kapitalist ekonomik krizin sosyalist hükümetleri bile (Fransa, İspanya, Yunanistan…) “gelirin yeniden dağıtımının” artık sistemi yönetmek için “gerçekçi” bir politika oluşturamayacağına ikna ettiği bir zaman olan 1980’lerin başlarında yoğunlaştı. Sol’un kadrolarının bir kısmı bu noktada, reformizm “Ütopyası” üzerinden “ekonomik stabilizasyon” pragmatizmi ve “realizmi”ni tercih etti ve gelişim retoriğini “yenilenmiş” Sağ’ın “modernizasyon” hakkındaki hezeyanıyla ilişkilendirdi.

Sol’un ideolojik değişimi, egemen sınıfların işçi kuvvetlerine, bir dizi sert ekonomik program yoluyla uygulamaya koyulan cepheden (ekonomik, politik, ideolojik) saldırı aşamasına denk gelmiştir (ayrıca bkz. Ioakimoglu ve Milios 1993).

Klasik burjuva ideolojisi alt toplamlarının Sol’un pratik ideolojisi üzerinde hakimiyeti (yani kitle Marksizminin geri çekilişi) bu aşamada, “varolan sosyalizm” rejimlerinin çöküşü gerçekleştiğinde zaten tamamlanmıştı.

Bu süreçler, Sol’un 1970’ler ve 1980’lerde bir hükümet kurma şansı bulduğu Avrupa ülkelerinde (İngiltere, Almanya, Fransa, Yunanistan, İspanya ve İskandinav ülkeleri) hızla ilerlemiş gibi görünmektedir. Solun her zaman muhalefette kaldığı İtalya gibi ülkelerde, işler başka bir yoldan yine aynı sona ulaşmış gibi görünmektedir: Sol, “kararsız” seçmenleri “politik güvenilirliğine” ikna etmeye dönük nafile bir çabayla, giderek, tutucu hükümetlerin konumları ve argümanlarına yaklaşan politik argümanlar benimsedi. Ancak “kararsız seçmenler” genellikle orijinalini (Muhafazakarlar), taklidinden (Sol) daha güvenilir bulurken geleneksel olarak Sol’u destekleyen toplumsal sınıflar ve tabakalar bu politikalardan ötürü günden güne daha da hayal kırıklığına uğradı.

Sonuç notları

Bu durumda Doğu rejimlerinin çöküşünün sonucu, “Marksizmin krizi” (Marksizmle birlikte varolan bir durum) veya kitlelerin ideolojisi olarak Marksizmin geri çekilişi (Doğu Avrupa ve eski SSCB’de 1989-91 olaylarından birkaç yıl önce başlamış olan bir süreç) değil, Marksizmin bu geri çekilişinin pratik bir kitle ideolojisi olarak ortaya koyulması ve genele yayılmasıdır.

Bu, Doğu Avrupa toplumlarında meydana gelmiş olana simetrik bir fenomendir. Bu ülkelerde “Sovyet Marksizmi”, belirli bir toplumsal politikayla da (tam istihdam, garantili ücret seviyesi) bağlantılı bir şekilde sadece bir devlet ideolojisi, devletin bir baskı ideolojisi olarak iş gördü ve halk kitlelerinden bir hoşgörü onayı aldı. Bu olgu, yani Doğu Avrupa’daki “Sovyet Marksizmi”nin artık kitlelerin desteğine sahip pratik bir ideoloji veya entelektüeller arasında güçlü desteğe sahip bir teorik sistem bile olmayışı rejimlerin çöküşüyle birlikte yüzeye vurdu: “Sovyet Marksizmi”, Doğu Avrupa’da, “varolan sosyalizm” rejimleriyle birlikte bir gecede ortadan kayboldu. Doğu Avrupa’nın sosyalist (eski Komünist) partileri, artık “Sovyet Marksizmi” değil, muadilleri Batı Avrupalı sosyalist partiler gibi “ılımlı” reformizm ve “toplumsal duyarlılık” ideolojileri temelinde hareket ediyor. Buna paralel olarak, kurulan diğer partilerin (muhafazakar, milliyetçi ve hatta faşist) politik kadroları da, çoğunlukla Komünist partinin ve devletin, birkaç ay önce “Sovyet Marksizmi”nin muhafızları olarak kabul edilen memurlarından oluşuyordu.

Elbette, kitlelerin ideolojisi olarak Marksizmin geri çekilişinin genele yayılması, Batı’daki hakim burjuva ideolojisinin “muhafızları”na “Marksizmin krizi ve ölümü”nü ilan etme ve bu sayede (eski) Marksist entelektüellerin bir kısmını geleneksel burjuva ideolojilerine itme fırsatını vermektedir.

Sonuç olarak ortaya konulan soru, Marksizmin geri çekilişinin ne derece kalıcı (veya geçici) olduğunun düşünüldüğüdür. Marksizmin gücünün kaynağını, işçi hareketine nüfuz etme ve onunla iç içe geçme yeteneğinde bulduğu ve bu sürecin bu hareketin gelişim koşullarının doğasından ortaya çıktığı dikkate alındığında sadece tek bir cevap verebiliriz: Marksizmin geri çekilişi, işçi sınıfının sosyalist (yani, antikapitalist) hareketinin (yeniden) ortaya çıkışıyla son bulacaktır.

Burada ifade ettiğimiz konum hiçbir şekilde, tüm Marksistlerin tek yapması gereken şeyin hareketin dirilmesini beklemek olduğu anlamına gelmemektedir. Marksizmin işçi hareketine “içkin” oluşu, çatışmanın (egemen ideolojiye muhalefet) kesinlikle hiçbir zaman son bulmayacağını göstermektedir. Ayrıca, bu “içkinlik” başka bir anlama daha gelmektedir: Marksist entelektüelin bir Marksist olarak işlev görebilmesi için, öncelikle, sınıf mücadelesi bağlamında devrimci proleter bir duruş benimsemiş olması gerekir.

Louis Althusser’in doğru bir şekilde belirttiği gibi:

“Bu kavram, kişinin, sınıflı bir toplumda neler olup bittiğini anlayabilmek için proleter sınıf konumlarını benimsemesinin mutlak gerekliliği olgusuna dayanmaktadır. …insan her yerden her şeyi göremez şeklindeki basit bulguya dayanmaktadır. Kişi, bu çatışma gerçekliğinin dokusunu, çatışmanın kendisinin içinde herhangi bir konumu değil sadece belirli konumlar alırsa ayırt edebilir çünkü pasif bir şekilde bazı diğer konumları benimsemesi, egemen ideoloji olarak adlandırılacak olan sınıf yanılsamaları mantığına kapıldığı anlamına gelir. Doğal olarak bu önkoşul, burjuva ideolojisinin doğal bilimlerin pratiğini yorumlamakta kullandığı tüm pozitivist geleneğin karşısındadır. Esas olarak, Marx, tüm çalışması boyunca farklı bir şey söylememektedir. Kapital’in son sözünde bu eser “proletaryayı temsil etmektedir” diye yazarken, son tahlilde, kapitali anlayabilmek için proletaryanın konumlarını benimsemek gerektiğini ortaya koymaktadır” (Althusser 1977a, 94).

Marksizmin gelişiminin taşıyıcılarının proleter konumuna dayanacak olması şeklinde ifade edebileceğimiz bu koşul altında, gelecekte işçi ve halk hareketiyle bağlantı kuracak olan Marksizmin “Sovyet Marksizmi”nin bir tekrarı veya varyasyonu olmayacağını; geleceğin sosyalizminin “gerçekte var olan sosyalizm” olmayacağını umabiliriz.

 

 

 

Kaynakça

Althusser, L. 1977a. “Uber Marx und Freud” Ideologic und ideologischeStaatsapparate [İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları] içinde. L. Althusser, 89-107. Hamburg: VSA-Verlag.

1977b. “Anmerkung uber die ideologische Staatsapparate.” Ideologic und ideologische Staatsapparate [İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları] içinde. L. Althusser, 154-68. Hamburg: VSA-Verlag.

1978. “Enfin la crise du marxisme!” Paris: Maspero.

1984. “Reply to John Lewis.” Essays on ideology [“John Lewis’e Cevap” , İdeoloji Üzerine Makeleler] içinde. L. Althusser, 61-139. New York: Verso.

1990. Philosophy and the Spontaneous Philosophy of the Scientists and Other Essays [Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi ve Diğer Makaleler]. New York: Verso.

Balibar, E. 1976. Sur la dictature du prolétariat. Paris: Maspero.

1984. “L’idée d’une politique de classe chez Marx.” Les Temps Modernes, no. 451: 1357-1406.

1986. [Marksizmin krizi, Marksizmin gerçekliği]. Theseis 6: 103-110.

Bensussan, G. 1986. “Krisen des Marxismus.” In Kritisches Worterbuch des Marxismus,vol. 4, ed. G. Labica and G. Bcnsussan, 719-34. Berlin: Argument.

Bettelheim, C. 1970. Calcul économique et formes de propriété. Paris: Maspcro.

1974. Les luttes de classe en URSS. Premiére période, 1917-1923. Paris: Maspero/ Seuil.

Engels, F. 1976 [1895]. “Einleitung.” Marx-Engels Werke, vol. 7, 511-27. Berlin: Dietz.

Fuelberth, G. 1972. Proletarische Partei und bügerliche Literatür. Neuwied: Luchterhand.

Gayman, J.-M. 1986. “Liquidatoren.” In Kritisches Worterbuch des Marxismus, vol. 4, ed. G. Labica and G. Bcnsussan, 783-85. Berlin: Argument.

Ioakimoglou, E. and Milios, J. 1993. “Capital Accumulation and Over-Accumulation Crisis.” Review of Radical Political Economics 25 (2): 81-107.

Labica, G. 1992. “Le pari perdu. Essai sur la crise du Marxisme réel.” Les Études Philosophiques 1 (January-March): 41-54.

Marx, K. 1991. Capital vol. 3. London: Penguin Classics.

1992. Capital vol. 2. London: Penguin Classics.

Milios, J. 1988. [Yunan toplumsal formasyonu: yayılmacılıktan kapitalist gelişime]. Athens: Kritiki.

1990. [SSCB’de devlet planlaması ve şirket]. Theseis 33: 19-54.

1992. [Lenin’in kapitalist gelişim sorununa yaklaşımı, 1893-1900]. Theseis 38: 93-126.

1994. “Marx’s Theory and the Historic Marxist Controversy on Economic Crisis (1900-1937).” Science and Society 58 (2): 175-94.

Resnick, S. and Wolff, R. D. 1994a. “Between State and Private Capitalism: What Was Soviet ‘Socialism’?” Rethinking Marxism 7 (1): 9-30.

1994b. “Capitalisms, Socialisms, Communisms: A Marxian View.” In Current Perspectives in Social Theory, vol. 14, ed. B. Agger, 135-150. Greenwich, CT: JAI Press.

Science and Society 1994. “Socialism: Dead Again, Born Again.” Science and Society 48 (2): 130-34.

Ste. Croix, G. E. M. de. 1984. “Class in Marx’s Conception of History, Ancient and Modern.” New Left Review, no. 146: 92-111.

Varga, E. 1969. Die Krise des Kapitalismus und ihre politischen Folgen. Frankfurt: EVA.

 
 


[1] G. Masaryk, 1898 gibi erken bir tarihte “Marksizmin Krizi” üzerine yazan ve bu krizin kaçınılmaz şekilde aşılmasını öngören ilk kişiydi. (Bensussan 1986, 720).

[2] Bu yaklaşıma dönük yakın tarihli Marksist bir eleştiri için bkz.: Science and Society (1994, 130-34)

[3] Bernstein, Engels’in yakın bir dostu ve iradesinin uygulayıcısı idi. Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde büyük bir yetkiye sahipti. Yaşlanan Engels’in “revizyonist” görüşleri Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşı çalışmasına 1895 tarihli önsözünde görülebilir (Engels 1976).

[4] İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, diğer ülkelerin sosyalist hareketlerinde “revizyonistler” ile “Ortodoks” Marksistler arasında vuku bulan tartışmanın aktarımı ve O. Bauer, A. Gramsci, K. Korsch gibi entelektüellerin görece özerk teorik varoluşu için bkz. Bensussan (1986).

[5] 1905 Rus devriminin yenilgisinden sonra ve 1912’de Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin kopuşuna kadar Rusya sosyalizminin akımları, eğilimleri yalıtılmış entelektüelleri arasındaki teorik karşıtlıklar sona ermedi. Son derece şematik bir tarzda bu tartışmalar içinde üç teorik eğilimin ayırt edilebildiğini söyleyebiliriz: “Sol” (Otzovistler, “Pravda” grubu-Troçki ve diğerleri), “merkez” (Bolşevikler-Lenin, Partiye sadık Menşevikler-Plehanov ve diğerleri) ve “Sağ” (Menşevikler, legalistler, ve diğerleri). Ayrıca bkz. Gayman (1986). Benzer bir şekilde, Alman “ortodoks Marksist” saflarında da iki akım ayırt edebiliriz: “Sol” (Luxemburg, Liebknecht ve diğerleri) ve “merkez” (Bebel, Kautsky ve diğerleri).

[6] Bu nedenle, bugün Marksizmin “yekparelik”, “partiye boyun eğme” ve benzerinden başka bir şey olmadığını söyleyenlerin tümü, ya hiçbir şey anlamamıştır, ya da ucuz propaganda yoluna gidiyordur.

[7] Althusser (1978) “Sovyet Marksizmi”nin (Stalinizm) oluşumunu ve Marksist teori üzerindeki hegemonyasını, Marksist krizin derinleşmesi ve aynı zamanda “engellenmesi” olarak tanımlamaktadır. Engelleme, Marksizmin krizinin açık eklemlenmesinin yönünü değiştirmiştir ve bu nedenle, Stalinizmin hegemonyasından başka bir yönde evrilmesi muhtemeldir.

[8] Marx’ın da yazdığı gibi, sanayi sermayesinin “varoluşu kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki sınıf antagonizmasının varoluşunu da içerir” (Marx 1992, 136). Veya bir başka formülasyonla ifade edersek: İçerisinde en gizli sırrı, tüm toplumsal yapının gizli temelini ve ayrıca bu sayede, egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin politik biçimini gördüğümüz şey … her durumda, üretim koşullarının sahiplerinin üretenlerle doğrudan ilişkileridir” (Marx 1991-927). Ste. Croix’in (1984, 100) doğru bir şekilde gözlemlediği gibi, Marksist teoriye göre, “sınıf … sömürü olgusunun, içerisinde sömürünün toplumsal bir yapı halinde barındırıldığı yöntemin kolektif toplumsal ifadesidir.”

[9] Yani, sınıf mücadelesi toplumsal ilişkileri hem özgül kuruluşlar hem de tüm ekonomi düzeyinde belirlemektedir.

[10] Doğu rejimlerinin çöküşü, kronik krizlerinin, en önemlileri a) politik diktatörlük rejiminin meşrulaştırılmasındaki eksiklik ve esasen b) “plan” ile şirket arasındaki (yani, egemen sınıfların iki ana fraksiyonu: devlet “bürokrasisi” ile şirketler diktatörlüğü arasındaki) doğal çelişki olan bir dizi faktöre kadar geri götürülebilecek krizin olası sonuçlarından biridir. Ekonominin üretken olmayışı ve sürekli olarak kurumlara (özel kapitalizm türünden) “daha fazla özerklik” talebi şeklinde kendini gösteren bu çelişki, Kruşçev’den Gorbaçov’a kadar tüm “reform programlarının” “gizli nedeni” idi. Prestroyka ile başlayan yeniden dağılma bağlamında şirketlerin özerkliği hayati sınırın ötesine geçti, “varolan sosyalizm”in krizi bir çöküşün özelliklerini kazanmaya başladı.

[11] Althusser’in (1990, 144) felsefe için söylediği şey genel olarak ideoloji için de geçerlidir: “Felsefede her boşluk her zaman zaten işgal edilmiştir. Felsefe içinde, sadece, o konumu tutan düşmana karşı bir konum alabiliriz.

[12] Pratik ideolojiler, nosyonları-temsilleri-görünümleri davranış-hareket-tutum-jeste dönüştüren karmaşık formasyonlardır. Pratik normlar olarak grup işlevleri, insanların toplumsal ve bireysel varoluşlarının gerçek nesnelerine ve gerçek sorunlarına ve tarihlerine dönük olarak aldıkları somut tutum ve konumları yönetecektir (Althusser 1990, 83; ayrıca bkz. 1977b).

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar