Ana SayfaArşivSayı 41Türkiye’de Ermeni olmak ve ezen/ezilen kimliği

Türkiye’de Ermeni olmak ve ezen/ezilen kimliği

Anahid Hazaryan

Azınlık terimi liberal düzende, sınırları belli bir coğrafi bölgede siyasi erki elinde tutan çoğunluğa tabi, din ya da milliyet olarak başka bir kökene ait, çoğunluğu oluşturarak ortak bir din ve ulusal kimliği paylaşan toplumla bir arada gözükmesine rağmen aslında iç içe değil yan yana yaşayan ve kendi içinde kapalı bir cemaat hayatı süren topluluklar için kullanılır; azınlık edilgenlik kavramını da içerir, azınlık kimliğini taşıyan toplulukların kendilerine tanınan belli haklar çerçevesinde “suya sabuna dokunmadan” yaşamaları uygun görülür. Azınlığın kapalı cemaat hayatı dünyaya bakışını, yaşam felsefesini de belirler; azınlık sınırları belli bir yaşam alanı içinde döner durur.

Türkiye’deki Ermeni azınlığı ise genel olarak azınlık kimliğinin doğasında var olan sınırlamalar dışında ilave zorlukları da sırtlamak zorunda kalan daha karmaşık bir konuma sahiptir. Belki de, dünyadaki tüm diğer azınlıklara kıyasla çoğunluk konumundaki ulusal kimlikle arasında en çok kalın duvarlar örülmüş vaziyette yan yana yaşayan ender topluluklardan biridir. Kuşkusuz bunun başta din ayrımı gibi pek çok nedeni olsa da başlıcası, 1915 yılında yaşanmış olan acıların adeta kan davası gibi kuşaktan kuşağa aktarımıdır. Her ne kadar Türkiye’deki günümüz Ermenileri bu konuya diyaspora Ermenilerine kıyasla çok daha az hassasiyet gösterse de, 1915 bazılarında daha hafif bazılarında daha baskın ortak bilinç altıdır.

Türkiyeli Ermeni iş v.s. gibi günlük kamusal yaşamın pek çok alanını egemen ulusal kimlikle sorunsuz paylaşır; hatta iş, ticaret gibi alanlarda Türkiyeli-Müslüman kimliğine göre –günümüzde artık pek geçerliliği olmasa da geçmişten gelen “Ermeni usta” gibi saygın bir özelliğin atfedilmesiyle– daha fazla itibar gördüğü de bir gerçektir.

Ancak Ermeni, bireysel hayatlar ve devletle ilişki söz konusu olduğunda bazen açık bazen ise dolaylı bir baskının altındadır. Bu baskı bireysel yaşamı etkileyen sosyal ve kültürel alanda çift yönlüdür ve bu bağlamda asıl baskı daha çok kendi toplumundandır.

İlk önce bireysel düzeyde bakacak olursak, Ermeni, Müslüman-Türkiyeli kimliğiyle belli sınırlar içinde yakınlaşabilir; her alanda olduğu gibi bu konuda da sınırlar çizilmiştir ve kültürel, sosyal yaşamın sınırlarını belirleyen gelenekler, değer yargıları hukukun belirlediği sınırlardan çok daha katı, aşılması çok daha zordur. Ancak bu sınırların katılığında ortak bir kaynaşmış toplumsal yapı oluşturmaktan kaçınmış devlet anlayışının rolünün de sorgulanması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, sosyal anlamda ortak paydalarda buluşabilen değil alabildiğine ayrışan kimliklerden oluşan bir yapıya dayanmaktadır.

Türkiyeli Ermeni “sürüden ayrılanı kurt kapar” atasözünün sadık bir uygulayıcısı olarak özel yaşamının gereklerini de kendi cemaati içinde halletmek (!) zorundadır; cemaati çoktan içten içe çürümeye yüz tutmuş, dışardan bakıldığında gövdesi yerinde ama kendi köklerini çoktan yitirmiş, çoğunluğu oluşturan ulus-kimliğin köklerine de tutunacak zeminden yoksun bir yapıya bürünmüştür; bu koşullarda, gittikçe elinden kayanların son kırıntılarını koruma pahasına her gün biraz daha gerilemekte, bu gerileme-savunma pozisyonunda varlığını güç bela sürdürebilmektedir. Bu tür bir varlığı sürdürme çabası dışardan bakıldığında absürd ve yanlış görülse de, kendi içinde, kendi koşullarında haklı gerekçelere dayanabilir.

Ancak öte yandan, dünya doğası gereği sürekli değişmekte ve bu değişim kaçınılmaz olarak Ermeni toplumunun da kapısını çalmaktadır. Doğal olarak, ister olumlu ister olumsuz olsun değişim gençliği etkileyen bir dalgadır ve Ermeni gençliğinde de son yıllarda 50-60 bin kişilik cemaat yerine nüfusu 70 milyonu aşan daha ferah (!) bir alana çıkma ve tüm itirazlara, baskılara rağmen evlilik gibi bağlarla o egemen kimlikle yan yana değil de iç içe yaşama arzusuna tanık olunmaktadır. Tabii, rutin bir hayatın sıradan gelişmeleri olan duygusal yakınlaşma, evlilik gibi konular bir Ermeniyle bir Türk arasında söz konusu olduğunda iki taraf için de toplum, aile v.s.’den kaynaklanan yerleşik düşüncelerin aşılması önem taşımaktadır.

Yukarda anlatmaya çalıştıklarım sorunun daha çok kültürel, sosyal ilişkiler boyutuna ayna tutuyor. Ermeni toplumunun sınıfsal anlamda ülkedeki konumuna bakıldığında ise, bu topluluk Türkiye ortalamasının hayli üzerinde, “ezenler” kategorisindedir. Gerçekten de, refah düzeyi hayli yüksek Ermeni topluluğu ülkenin üst sınıfına rahatlıkla yerleştirilebilir. Ancak aynı zamanda ne tuhaftır ki, bu “ezen” kimliği yalnızca maddi anlamda söz konusu olup, devletle ilişkileri söz konusu olduğunda maddi açıdan en “ezilen” kesimden bile daha aşağı, daha mağdur bir konumdadır. Kısacası maddi açıdan son derece rahat ama ister devletle ilişkilerinde, ister çoğunluğu oluşturan kimlikle kültürel-sosyal etkileşiminde olsun alabildiğine rahatsız, tuhaf ve marazi bir kimlik taşır Türkiye Ermenisi.

Son yıllarda ise Türkiye, sosyalist rejimin iflasıyla dünyada oluşan modern köle pazarına düşen halklardan biri olan Ermenistan Ermenilerinin iş ve aş umudu için yoğun bir biçimde başvurdukları ülke konumundadır; böylece ezen/ezilen kimliğini bir arada bünyesinde barındıran Türkiyeli Ermenilere sayıları nerdeyse onlar kadar olduğu savlanan (50.000 – 60.000) kaçak konumdaki Ermenistanlı Ermeniler eklenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi vatandaşı, refah düzeyi yüksek Ermenilere bile kuşkuyla bakarken, bir de Ermenistanlı yoksul Ermeni gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.

Ermenistanlı yoksul, tüm diğer eski sosyalist ülkelerin halkları gibi köle pazarına düşmenin onursuzluğuna maruz kalmanın yanı sıra Türk devletinin uygulamak gibi bir niyeti –şimdilik– olmasa da her fırsatta dile getirdiği sınır dışı etme tehdidini, “bizleri soykırımla suçluyorsunuz ama biz sizleri lütfedip kabul ediyoruz” şeklindeki çifte onursuzlaştırma tavrını sineye çekmek zorundadır. Kuşkusuz, tüm bu sorunları zalimler/mağdurlar şeklinde naif bir mantıkla açıkladığını düşünmek çocukça olur ancak ister Türkiyeli Ermeni ister Ermenistanlı Ermeni gerçeği olsun durumu en iyi tanımlayacak sözcük dışlanmışlıktır. Ermenistanlı Ermeninin Türkiye’deki varlığı eğreti ve geçicidir; sonuçta o yoksul, mağdur v.s. ne olursa olsun bir başka yurdun insanıdır. Ancak Türkiyeli Ermeni farklıdır. Türkiyeli Ermeni tıpkı Türk, Kürt v.b. Müslüman çoğunluk gibi bu topraklarda yaşayan nüfusun bir parçasıdır; bunu söylerken amaç ne “biz bu toprakların evladıyız” gibi zırva sevimlilik gösterilerine soyunmak ne de bundan dolayı hayıflanmaktır; bu yalnızca bir durum saptamasıdır. Bu dünyada her insan adına yurt/ülke denilen bir toprak parçası üzerinde doğar; Ermenilerin payına da bu topraklar düşmüştür.

Bu koşullarda da, keşke çoğunluk dininin dayatmacı bir kimlikle değil de diğer dinler gibi eşit düzeyde, bir tür gelenek olarak yaşandığı, sosyal ve kültürel açıdan kaynaşmış bir toplum yaratılabilseydi demek geliyor bir Ermeni olarak içimizden. Acaba bu tür bir dilek çok mu hümanist çok mu naif olurdu?…

Ermeni soykırımı ve solun tutumu

Avrupa ülkeleri arasında Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu ülke sıfatını taşıyan Fransa, gerek bu nüfusun oluşturduğu güç, gerek Ermenilerle Fransa arasında geçmişten gelen bağlar nedeniyle sık sık Ermeni soykırımını gündemine taşımakla ünlü. Nitekim yıllardır art arda kotarılan ve Türkiye’yle Fransa ve Ermeni diyasporası arasında taktik savaşlarına yol açan soykırım kabul/inkar v.s. tasarılarında, 2001 yılında somut olarak Ermenilerin lehine bir gelişmeye tanık olundu ve 29 Ocak 2001’de Fransa’nın Ermeni soykırımını resmen tanıdığına dair yasa kabul edildi. Bu yasanın kabulünün ardından bir adım daha ileriye gidilerek, soykırımın inkarını suç sayan yasa teklifi hazırlandı ve bu yılın mayıs ayında Ermeni tartışmaları yeniden alevlendi. Yasa tasarısı 10 Mayıs’ta meclis komisyonunda tartışıldı ve reddedildi. Ardından 18 Mayıs’ta oylanmak üzere Fransız Ulusal Meclisi’nin gündemine alındı ama bu kez de zaman yetmediği savıyla rafa kaldırıldı. Taraflar arasında adeta nefes nefese oynanan gerilimli bir maça dönüşen bu son yasa tasarısı nihayet mecliste 12 Ekim’de oylanarak, Ermeniler açısından henüz mutlu sona (!) ulaşmasa da –yasanın resmen yürürlüğe girmesi için cumhurbaşkanına kadar onay gereken bir dizi prosedür söz konusu– ciddi bir adım atılmış oldu.

Fransa ile Türkiye arasında Ermeni soykırımından dolayı yaşanan sürtüşmeler kuşkusuz yeni değil; nitekim 1971’de Marsilya’da bir Ermeni anıtının açılması üzerine dönemin Paris Büyükelçisi Hasan Esat Işık Türkiye’ye geri çağrılmıştı.

Ermeni diyasporasının Avrupa ülkelerinde 1970’lerde gündeme taşımaya başladığı Ermeni soykırım tartışmaları, ASALA militanlarının 1980’lerde Batılı ülkelerde Türk diplomatlarını hedef alan saldırılarıyla çok daha güçlü bir biçimde dünyada duyulmaya başlandı. Günümüzde Ermeni soykırımının liberal dünyada siyasi zeminde bu kadar hararetli bir şekilde yer almasında ASALA’nın çok önemli bir rolü var.

Ancak tabii ki, liberal dünyada bu tür etnisite sorunlarının ne şekilde ele alınacağını emperyal devletlerin hesapları/çıkarları belirler.

Nitekim Fransa’nın özellikle son birkaç yıldır art arda Ermeni soykırımını gündeme getirmesinde de doğal olarak bazı politik gerekçeler var.

Bu yasa tasarısı da, AB içinde Türkiye’yi görmek istemeyen Fransa’nın, Türkiye’nin ateşli savunucusu İngiltere’ye çalımı sayılabilir. AB, Anglo-Sakson temelli yeni dünya düzeninin neo-liberal bir projesidir; bu senaryoda Türkiye’nin de rolü vardır. Ancak kapitalizm anlayışı biraz daha geri (!) olan Fransa’nın kafasındaki AB modeli daha derli topludur; Fransa, Türkiye ile Batı dünyası arasında evlilikten (!) değil daha mesafeli bir ilişkiden yanadır. Ermeni soykırımının sürekli gündeme gelmesinin de bu amaca az çok hizmet edebileceği düşünülmektedir. Nitekim Fransa’da Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasa teklifinin mecliste kabul edildiği 12 Ekim’de Fransız TV5 kanalına çıkan Fransız bir siyasi yorumcunun, Türkiye gibi nüfusu kalabalık ve hızla artan, kültürel değerleri de kendilerininkiyle bağdaşmayan bir ülkenin AB’ye dahil edilmesinin Avrupa’nın tüm dengelerini altüst edeceğini belirterek, Türkiye’yi istemediklerini açıkça söylemekten çekinmemesi yasa tasarısının hangi amaçlarla gündeme getirildiğini ortaya koyuyor. Fransa’nın AB içinde Türkiye’ye açıkça cephe almasının, AB’nin küresel ruhunu tam olarak özümsemiş olan Avrupalı liberalleri rahatsız etmesi de şaşırtıcı değil.

Kuşkusuz tüm bu tartışmalar kapitalist dünyanın kendi içinde değerlendirilmesi gereken doğru/yanlış, haklı/haksız birtakım çıkar hesaplarıdır.

Ancak öte yandan, Ermeni soykırımı tartışmaları her ne kadar Batılı emperyal devletlerin kurtlar sofrasına meze olsa da, bu konunun tüm bu oyunlardan bağımsız olarak soykırım gerçeğini yansıttığını belirtmekte yarar var.

Türkiye’de solun bir bölümü bu toprakların tarihsel bir gerçeği olan Ermeni soykırımıyla ilgili tartışmalarda, devletin ekmeğine yağ sürmekten kaçınmıyor. Böylece saplar samanlar birbirine karışıyor.

Türkiye solunun bazı çevreleri bu nafile tavırlarıyla kaçınılmaz ve paradoksal olarak, devletin tavrına karşı çıkan ama aslında tam da bu küresel vahşi düzenden beslenen liberallerin değirmenine su taşımaktadırlar.

Kuşkusuz, günümüzde radikal sol çok küçülmüş ve hem Türkiye’ye hem de dünya olaylarına yön verebilecek kapasitesini çoktan yitirmiştir. Ancak unutmamak gerekir ki, dünyada yaşanmış ve yaşanan soykırım, vahşet ve katliamlarda her zaman ezilenin yanında yer alan solun bu zincirin bir halkası olan, üstelik kendi yaşadığı toprakların da tarihsel gerçeğini yansıtan Ermeni soykırımını artık kalıplaşmış gerekçelerden bağımsız olarak değerlendirmesi gerekir.

Ermeni soykırımının kabulü marazi ve biçare Ermeni toplumunun geleceğini kurmaz ama bu konuda emperyal/sömürgeci Batı gibi dönüp dolaşıp aynı lafları tekrarlayan solun bir kesiminin ufkunun genişlemesine az da olsa katkıda bulunabilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar