Ana SayfaArşivSayı 38İki Totaliterlik

İki Totaliterlik

İki Totaliterlik*

Slavoj Zizek

Çeviri: Ercüment Özkaya

3 Şubat’taki gazetelerde küçük bir haber –kuşkusuz manşet değil– yer aldı. Avrupa Parlamentosu’nda çoğunluğu eski komünist ülkelerden bir grup muhafazakar parlamenter, gamalı haç ve benzeri Nazi simgelerinin kamusal alanda sergilenmesinin yasaklanmasına ilişkin bir yasa tasarısına aynı yasağın komünist simgelerini de kapsaması talebiyle karşılık vermişti. Sadece orak-çekiç değil, kızıl yıldız bile yasaklanması istenen komünist simgeler arasındaydı. Bu teklif kolayca göz ardı edilebilecek bir girişim değil: Avrupa’nın ideolojik kimliğinde köklü bir değişiklik öneriyor.

Açıkça söylemek gerekirse, şimdiye dek Stalinizm Nazizmle aynı şekilde reddedilmemiştir. Canavarca yönlerinin tümüyle farkındayız, ama daha hala belli bir hayırhahlıkla anmak mümkün: ‘Elveda Lenin! diyebilirsiniz, ama ‘Elveda Hitler” demek düşünülebilir bir şey değil. Niye? Bir başka örneği alalım. Belli bir Doğu Almanya nostaljisinin varlığını sürdürdüğü Almanya’da, ‘Stalin, Freud, Genosse’den tutun ‘Die Partei hat immer Recht‘e varana kadar eski Doğu Alman devrimci şarkılarını ve Parti marşlarını içeren CD’leri kolayca bulursunuz. Ama eski Nazi şarkılarının derlemelerini bulabilmek o kadar kolay değildir. En basit düzeyde bile Nazi ve Stalinist evrenler arasındaki fark açıktır. Stalinizmin göstermelik mahkemelerinde sanıkların suçlarını kamuoyu önünde itiraf ettiklerini ve bu suçları ne gibi saiklerle işlediklerine dair ayrıntılı bir hesap verdiklerini, oysa Nazilerin Yahudilerin kökünü kazımak için tek bir Yahudi’ye bile Alman devletine karşı bir Yahudi komplosunun varlığını itiraf ettirmeye ihtiyaç duymadığını hatırlıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Stalinizm kendisini Aydınlanma geleneğinin bir parçası olarak görür. Bu geleneğe göre, gerçek, her aklı başında insanın erişebileceği şekilde ortadadır ve ne kadar yozlaşmış, ne kadar yoldan çıkmış olursa olsun, herkes kendi suçundan sorumlu tutulmalıdır. Oysa Nazilere göre, Yahudi’nin suçu kendi biyolojik yapısının sonucudur: Yahudilerin suçlu olduklarını kanıtlamaya gerek yoktur çünkü Yahudi oldukları için otomatikman suçludurlar.

Stalinist ideolojik tahayyülde, evrensel akıl tarihsel ilerlemenin amansız yasaları kılığında nesnelleşmiştir. Liderin kendisi de dahil hepimiz bu istisna tanımaz yasaların hizmetçileriyiz. Nutuk çeken bir Nazi lider nutkunun sonunda dimdik durup sessizce alkışları kabul eder. Oysa Stalinizmde liderin nutkunun sonunda mecburi alkış patladığında liderin kendisi de bu genel alkışa katılır. Ernst Lubitsch’in Olmak Ya da Olmamak‘ında Hitler, Nazi selamına karşılık elini kaldırıp ‘Heil Kendim’ diye karşılık verir. Bu hakikatte hiç olmamış hareket som bir mizah ürünüdür. Oysa Stalin ötekilerin alkışlarına katıldığında fiilen ”Yaşasın Kendim” demekteydi. Stalin’in doğum gününde Gulag takım adalarının en acımasız çalışma kamplarından kendisine kutlama telgrafları çeken tutukluları düşünün. Auschwitz’deki bir Yahudi’nin Hitler’e böyle bir telgraf gönderebilmesi tasavvur dahi edilemez. Tatsız bir ayrıcalık, ama Stalin’in idaresinde, hakim ideolojinin, liderin ve uyruklarının Tarihsel Akıl’ın hizmetçileri olarak bir araya gelebildiği bir mekan olarak görüldüğü düşüncesini destekliyor. Stalin’in yönetimi altında, bütün insanlar teorik olarak eşitti.

Nazizmde, Sovyetler Birliği ve uydularında sosyalizmin “bürokratik yozlaşması” olarak kavradıkları gelişmelere karşı canları pahasına mücadele eden muhalif Komünistlerin bir benzerini göremeyiz. Nazi Almanyasında ‘insan yüzlü Nazizm’i savunan tek bir Allahın kulu yoktu. Muhafazakar tarihçi Ernst Nolte gibi Komünizmle Nazizm arasında tarafsız bir konumu savunan –yani, Nazilere uyguladığımız standartların aynısını niçin Komünistlere de uygulamadığımızı soran– tüm girişimlerin hatası (ya da tarafgirliği) işte burada ortaya çıkar. Bu anlayışa göre, Heidegger Nazilerle flörtü yüzünden affedilemiyorsa, Stalinizmle ilişkilerini daha bile uzun süre sürdüren Lukacs ile Brecht neden bağışlanmalıdır? Bu yaklaşım Nazizmi Bolşeviklikte zaten geliştirilmiş uygulamaların –terör, toplama kampları, siyasi düşmanlarla ölümüne mücadele– tepkisi ve taklidine indirger. Yani ‘ilk günah’ Komünizme aittir.

Nolte, 1980’lerin sonundaki şu Revisionismusstreit tartışmasında, Nazizmin 20. yüzyılın benzersiz kötülüğü olarak görülmemesi gerektiğini savunarak Habermas’ın baş muhalifi olmuştu. Bu görüşe göre, ne kadar kınanası olursa olsun, Nazizmin benzersiz olmayışı sırf Komünizmden sonra ortaya çıkmış olmasından kaynaklanmaz: Aynı zamanda, bütün dehşetinin Sovyet Komünizmince zaten işlenmiş uygulamaların kopyası olmasından ötürü de, benzersiz değildir. Nolte’un fikrince Komünizm ile Nazizm aynı totaliter biçimi paylaşırlar ve aralarındaki tek fark, yapısal rollerini yüklenmek için seçilen görgül eyleyicilerdeki farktan ibarettir (‘sınıf düşmanı” yerine ‘Yahudiler’). Nolte’a yöneltilen alışılmış liberal itiraz, Komünist kötülüğün ikincil bir yankısına indirgemekle Nazizmi görecelileştirdiği şeklindedir. Ne var ki, –boşa çıkan bir kurtuluş girişimi olarak– Komünizm ile Nazizm arasındaki yararsız kıyaslamayı bir yana bıraksak bile, Nolte’un temel tesbitinin doğruluğunu gene de teslim etmemiz gerekir: Nazizm, fiilen Komünist tehdide bir tepkiydi; sınıf mücadelesinin yerine fiilen Aryanlarla Yahudiler arasındaki mücadeleyi geçirmişti. Burada terimin Freudçu anlamında (Verschiebung) bir yanlış yerleştirmeyle karşı karşıyayız: Nazizm yanlış biçimde sınıf mücadelesini ırksal mücadelenin içine yerleştirir ve bunu yapmakla sınıf mücadelesinin gerçek doğasını perdeler. Komünizmden Nazizme geçerken değişen şey bir biçim meselesidir ve Nazi ideolojik mistifikasyonu bu değişmededir: Politik mücadele ırksal çatışma şeklinde doğallaştırılır, toplumsal yapıya içkin sınıf uzlaşmazlığı Aryan cemaatinin uyumunu bozan yabancı bir varlığın (Yahudilik) istilasına indirgenir. Nolte’un iddia ettiği gibi, her iki örnekte de var olan şey aynı biçimsel uzlaşmaz yapı olmaktan ziyade, düşmanın yerinin farklı bir unsurca (sınıf, ırk) doldurulmasıdır. Irksal farklılık ve çatışmanın tersine, sınıf uzlaşmazlığı mutlak biçimde toplumsal alana içkin ve bu alanın oluşturucusudur; Faşizm bu özsel uzlaşmazlığı yanlış bir yere yerleştirir.

Öyleyse, Ekim Devrimi’nin trajedisini bu şekilde anlamak doğrudur: benzersiz bir özgürleşme potansiyelidir ama Stalinizmle sonuçlanması da tarihsel bir zorunluluktur. Stalinist temizlik hareketlerinin Faşist şiddetten bir bakıma daha ‘us-dışı’ olduğunu kabul etme dürüstlüğünü göstermeliyiz: Aşırılıkları, Faşizmin aksine Stalinizmin otantik (hakiki) bir devrimin amacından sapması durumu olduğunun şaşmaz göstergesidir. Faşizmin idaresi altında, hatta Nazi Almanyasında bile, hiçbir siyasi muhalif etkinliğe katılınmadığı takdirde (tabii, Yahudi olmamak şartıyla) hayatta kalmak, ‘normal’ bir gündelik hayat görüntüsünü sürdürmek mümkündü. Oysa 1930’ların sonlarında Stalin’in idaresi altında ise hiç kimse emniyette değildi: herkes beklenmedik bir anda gözden düşebilir, tutuklanabilir ve ihanet suçlamasıyla kurşuna dizilebilirdi. Nazizmin us-dışılığı anti semitizmde –bir Yahudi komplosunun varlığına duyulan inançta– ‘sınırlanmışken’ Stalinizmin us-dışılığı tüm toplumsal gövdeye teşmil edilmişti. Bu sebepten, Nazi polis sorgucuları rejime etkin bir muhalefete dair izler ve kanıtlar bulmaya çalışırken, Stalin’in polisleri kanıtlar uydurmakta, hayali komplolar icat etmekte beis görmezlerdi.

Stalinizmi açıklayan tatminkar bir kuramdan hala yoksun olduğumuzu da kabul etmeliyiz. Bu bakımdan, Frankfurt Okulu’nun söz konusu görüngünün sistematik ve tam bir çözümlemesini yapamayışı bir rezalettir. Yararlı istisnalar vardır: Franz Neumann’ın, aynı bürokratik, bütüncül olarak örgütlenmiş, ‘idare edilen’ topluma eğilimli iç büyük dünya-sistemine –New Deal kapitalizmi, Faşizm ve Stalinizm– işaret eden Behemoth‘u (1942); Herbert Marcuse’ün en az tutkulu kitabı, Sovyet ideolojisinin açık bir bağlılıktan yoksun garip biçimde tarafsız bir çözümlemesi olan Sovyet Marksizmi (1958); ve son olarak, 1980’lerde bazı Haber-masçıların büyüyen bir hoşnutsuzluk görüngüsünün yansısı şeklinde, Komünist rejime karşı direniş alanı olarak sivil toplum mefhumunu geliştirmeye çalıştıkları kimi girişimler. Bunların hepsi ilgi çekicidir ama Stalinist totaliterciliğin özgünlüğü hakkında evrensel bir teori oluşturmazlar. Özgürleşme projesinin başarısızlığının koşulları üzerine odaklandığını iddia eden bir Marksist düşünce okulu nasıl olur da ‘gerçekte varolan sosyalizm’ kabusunu çözümlemekten imtina eder? Bunun yerine faşizme odaklanması gerçek travmayla yüzleşmekteki başarısızlığını sessizce ikrar etmek değil midir?

Seçim yapmak gereken yer burasıdır. Solcu ve sağcı ”totaliterciliklere’ karşı ‘som’ liberal tutum –her ikisi de kötüdür, siyasi ve diğer türden farklılıklara tahammülsüzdürler, demokratik ve hümanist değerleri reddederler vesaire– a priori olarak yanlıştır. Taraf tutmak ve temelden bir biçimde Faşizmin Komünizmden ‘daha kötü’ olduğunu ilan etmek zorunludur. Bunun alternatifi, iki totaliterliği ussal biçimde kıyaslamanın bile mümkün olduğu mefhumu, –açıkça ya da zımnen– Faşizmin daha hafif bir kötülük, Komünist tehdide karşı anlaşılabilir bir tepki olduğu sonucunu çıkarmaya meyillidir. Silvio Berlusconi, 2003’te Mussolini’nin Hitler, Stalin ya da Saddam Hüseyin’in aksine hiç kimseyi öldürmemiş olduğu gözlemini dile getirerek şiddetli bir infiali kışkırttığında, gerçek rezalet, İtalya Başbakanının provokatif kişiliği değildi. Bu ifade, şimdiye kadar faşizme karşı birliğe dayanmış olan İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa kimliğinin temellerini değiştirmeye yönelik devam edegelen bir projenin parçasıydı. Avrupalı muhafazakarların Komünist simgelerin yasaklanması çağrısı da bu bağlam içinde okunmalıdır.

 


* LRB | Vol. 27 No. 6, dated 17 March 2005

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar