Ana SayfaArşivSayı 35-36Irak: Herkesin Savaşı ya da Bir Savaşın Anatomik Özeti

Irak: Herkesin Savaşı ya da Bir Savaşın Anatomik Özeti

İraklis Gökoğlu

Trakya yerlisi ona Pers okçularının ne kadar kalabalık olduklarını anlatmak için attıkları okların güneşin yüzünü örttüğünü söylemişti. Dienekes buna yanıt olarak gülmüş ve “İyi. Öyleyse biz de gölgede savaşırız,” demiştir.

Herodot[1]

 

İşgale genel bir bakış

ABD’nin, Afganistan saldırısından hemen sonra, Irak saldırısının lojistik ve mühimmat hazırlığını tamamlayabilmesi için yaklaşık bir yıla gereksinimi vardı. ABD, Körfez Savaşı’ndan sonra, askeri olarak önemli oranda yıkım yaşayan, uzun yıllar süren ambargo nedeniyle bir türlü belini doğrultamayan, “karşı koyabilmek için ucuz silahlardan ve iğrenç yaratığa meydan okuyacak kadar gözü pek adamlarının cesaretinden başka bir şeyi” olmayan[2] Irak’a saldırılarını hava bombardımanları ve basın vasıtasıyla kesintisizce sürdürüyordu. ABD ve İngiltere, 1988-99 yılları arasında dönem dönem yaptıkları bombalamalarda tam 8 bin ton bomba kullandılar ve aralıksız ambargo uyguladılar. Bunun sonucunda 750 bini çocuk 1,5 milyon insanı katlederek sarsmaya çalıştıkları Irak’a karşı başlattıkları yeni topyekün saldırılarına Pentagon’un fikir babaları “Şok ve Dehşet” adını vermeyi uygun gördüler. “Şok ve Dehşet”in fikir ve isim babası Harlan Ullman, bu isimlendirmenin kaybı azaltmak gibi bir maksadının olduğunu, yanı sıra düşmanı, karşısındaki gücün karşı koyulamayacak kadar büyük olduğunu düşündürecek ölçüde şaşırtmayı hedeflediğini belirtti.

Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılan, “2. Dünya Savaşı”nı bitirmekten çok soğuk savaşın başlatılmasının ilk adımı olarak kabul edilmesi gereken atom bombalarının yüz binlerce insanın anında ölümüne, milyonlarcasının da radyasyon nedeniyle günümüze kadar süren yıkıcı etkilere maruz kalmasına neden olduğunu dikkate almaksızın bu bombaları fiili bir gereklilik görerek olumlayan Ullman bunun gerekçesini de açıklıyor ve 9,5 tonluk uydu güdümlü “bütün bombaların anası”nın Irak’ta kullanılabileceğine dair tehditler savuruyordu:

“Fakat 2. Dünya Savaşı sırasındaki Japonya’ya bir bakın! Siviller, kitleler halinde intihar ediyordu ve biz adalara bir gecede 100 bin Japon’u yakarak ortadan kaldıracak yangın bombaları atıyorduk. Bu inanılmaz bir dehşetti. Japonları açlıktan öldürüyorduk, çünkü bütün sevk kanallarını bloke etmiştik.

“General George Marshall, bir Amerikan işgalinin bir milyon Amerikan askerinin hayatına mal olacağını öngörüyordu ve Japonya’yı insandan arındırabilirdik, dünyada Japon kalmayabilirdi. İki atom bombası attık ve savaşı bıraktılar. İntiharların eşiğine gelmişlerdi. Ve 1000 bombayı, 100 bin ölü Japon’u idrak edebilirlerdi, fakat bir uçak ve bir bombayla bir şehrin silinmesini anlamaları mümkün değildi. Bunun insanlık dışı olduğunu söyleyenler var; uzun vadede hayatları kurtarmaktan bahsediyorsanız ve buna inanıyorsanız, atom bombası atmak hiç de insanlık dışı değildir. Peki şimdi bunu asgari miktarda bir güç kullanarak yapabilir misiniz? Biz yapılabileceğini düşünüyoruz.”[3]

Devasa askeri gücüyle, Birinci Körfez Savaşı’ndaki yıkımı takip eden ambargonun da verdiği cesaretle, savaş karşıtlarının uluslararası boyuttaki kitlesel gösterilerini, savaş karşıtı devletleri ve Birleşmiş Milletler’i umursamayan emperyalist ABD, çok kolay bir zafer beklentisiyle hareket ediyordu. Dahası, uzun yıllar boyunca Saddam’a karşı mücadele eden ve bu mücadeleden gelen belli bir örgütlenme gelenekleri bulunan başta Şiiler olmak üzere, tüm muhalefetin, ABD’nin onlara dağıtılmak üzere önceden hazırladıkları yüz binlerce ABD ve Irak bayrağını sallayarak çiçeklerle kendilerini karşılayacaklarını düşünüyorlardı. Askeri gücüne güvenerek “zafer”den son derece emin olan ABD, savaş başladıktan bir hafta sonra ayaklanma çağrısı yapan Iraklı muhalefete öfkeleniyor ve Bush’un Irak özel temsilcisi Zalmay Halilzad aracılığıyla onları uyarıyor; “Amerika’nın kontrolü dışında bir isyana izin vermeyiz”[4] diyordu.

ABD, Saddam’ın bu savaşın Umm el Mahare (Bütün Savaşların Anası) olacağına dair tehditlerine aldırmıyordu. ABD’nin, Irak’ın işgalini, Irak bataklığına girmeden önce, pek savaş denemeyecek, yüksek perdeden savurduğu tehditler eşliğinde bir operasyonel müdahale olarak öngördüğü basına yansıyan şu demeçten anlaşılıyordu: “Merak etmeyin, 8 günde Bağdat’ın varoşlarına girip, 10’uncu günde Saddam’ı devireceğiz.” Operasyon planı da şöyle açıklandı: “1. gün: Pilotsuz uçaklar, Scud’lara karşı Irak semalarını izleyecek. 2. gün: Özel timler, Scud füzesi avlamak için Batı Irak’a girecek. 3. gün: B2’ler ve gemiler, Bağdat, Tıkrit, Basra’ya Cruise füzeleri yollayacak. 4. gün: ABD uçakları, Irak kontrol merkezlerine bomba yağdıracak. 5. gün: Bağdat’taki prestij göstergesi sembollere bomba yağacak. 6. gün: Kuveyt’ten girilecek. Basra’dan çıkarma yapılacak. 7. gün: Kuzeydeki birlikler güneye, güneydekiler Bağdat’a ilerleyecek. 8. gün: Bağdat’ın varoşları düşecek, Saddam kimyasal silah deneyecek. 9. gün: Muhafızlar, Bağdat’a girişi engellemeye çalışacak. 10. gün: Bağdat ve Tıkrit düşecek, Saddam izini kaybettirecek.”[5]

Vietnam’da kaybettiği ulusal prestijini, “Şok ve Dehşet”le atlatmayı düşünen, Körfez Savaşı’nda bu amacına kısmen ulaşan, Afganistan’da ise hedeflerine önemli oranda yaklaşarak özgüven kazanan ABD, Körfez Savaşı döneminde Dick Cheney vasıtasıyla hızlı bir zafere gereksinimlerinin olduğunu şöyle ifadelendiriyordu: “Savaşı mümkün olduğu kadar erken kazanmakla, ABD bütün dünyanın gözünde daha güçlü gözükecek. Ve yeni bir dünya düzeni oluşturmak için gerekli kudrete sahip olduğunu kanıtlamış olacak.”[6]

ABD’nin bütün dünyadaki karşıtlarına karşı savurduğu tehditlerden ve yukarıdaki 9 günlük operasyonel müdahale planından etkilenen ve sonuna kadar inananlar kendi propagandacıları, siyasal takipçileri ve işbirlikçileri oluyordu. Türkiye egemen sınıflarının en yüksek örgütlülüğü olan TÜSİAD savaş sonrası Türkiye’nin çıkarlarının bir listesini sunarken, bu örgütün önde gelen üyelerinden Sakıp Ağa ise şöyle buyuruyordu: “Savaşa karşı çıkmayı kimse tekeline almasın. Ertuğrul Özkök, yurtdışına asker gönderme ve Türkiye’de yabancı asker bulundurma tezkeresinin çıkmaması halinde, asıl savaşın o zaman olacağını söylemişti. Bir Özkök böyle söyledi. Sayın başka bir Özkök var. O da dün bu yönde bir söz söyledi. Bundan dolayı da çok mutluyum.” Aynı günlerde Müteahhitler Birliği Başkanı; “Irak’ın yeniden inşasında işlerin yüzde 20’si Türk müteahhitlerin olacak, ilk yıl 2 milyar dolarlık yol, köprü ve okul yapılacak, yani Türkiye’nin payı 400 milyon dolar olacağı ve 100 bin kişiye iş imkanı sağlanacağı için Türkiye kazanacak, herkes mutlu olacak” diye ellerini ovuşturuyordu.[7]

Ertuğrul Özkök ise şöyle buyuruyordu: “Şimdi hepimizin oturup şu sorunun cevabını vermesi gerekiyor: ‘10 gün sürebilecek bir savaş için, çok etkili bir müttefiki kaybetmenin ve bölgeyle ilgili karar sürecinin dışında kalmanın yararı var mı? ‘Var’ diyorsanız, politikamız doğrudur.”[8]

TBMM’den tezkerenin geçeceğinden son derece emin olan, hatta onları yönlendirmek için elinden geleni yapan basın, operasyonun ayrıntılarını tartışırken, televizyonlarda arzı endam eyleyen tecrübeli ve savaş uzmanı erkan Tayyip Erdoğan’ı etkilemiş olacak ki, çiçeği burnunda AKP başkanı bu koroya katılmıştı: “Denklemin dışında kalan, karar mekanizmalarında da yer alamaz, savaş bittiğinde kazananın masasında oturmak istiyoruz. Mönüde değil, misafir listesinde olmak istiyoruz”. Birkaç gün sonra tezkere meclise gelmeden önce AKP grubunu yönlendirmedeki sözleri daha yaratıcıydı: “Ya tarihe seyirci ya da metin yazarı olursunuz.”[9]

Emekliliği düşünürken eşi Cathy’nin “Git ve demokrasi için dünyayı daha güvenli bir hale getir”[10] ricası ve Pentagon’un emriyle “Irak’a Özgürlük Operasyonu”nun baş kumandanı olan Tommy Franks’ın komutasındaki müttefik orduları, sınırlı direniş dışında hiçbir engelle karşılaşmadan Bağdat’a doğru hareket etmeye başladılar.

Savaşın başlamasıyla birlikte, bölge halklarıyla gerilimli ilişkiler içinde olan, kendi topraklarında kimyasal silah dahil her türlü silah ve yöntemi kullanarak ulusal baskı altında tuttuğu Kürtler ve 1954’lerden beri sık sık ayaklanan ama sert müdahalelerle bastırılan, önderleri katledilen, Körfez Savaşı döneminde ABD’nin “ihanet” ettiği Şiiler başta olmak üzere birçok kesimle ciddi sorunları bulunan Saddam Hüseyin, ulusal bütünlüğü, kendi yakın akrabalarına kadar her çevrede sağlamaktan yoksundu. Bu yüzden Irak askeri örgütlülüğü tümüyle çöktü/dağıldı.

Bütün bunlara karşın, Pentagon tarafından hazırlanan yüz binlerce ABD ve Irak bayrağı, ilk işgal bölgelerinde kısmi de olsa yaşanan direniş sonucunda üreticilerinin ellerinde kaldı, böylece emperyalist işgalcilerin ilk hayal kırıklıklarının tohumu da ekilmiş oldu. Umm Kasr ve Fav’daki zayıf direniş, ABD’nin yolunu ve Bağdat’a doğru hareketinin hızını kesmeye yetmedi. ABD’nin ve onun müttefiklerinin büyük bir sevinçle ‘Tam Gaz Bağdat’a[11] doğru ilerleyen tanklarının namlularında şöyle yazıyordu: “Bütün yollar Bağdat’a çıkar”.[12] Paletli savaş makinelerinin artırılamaz hızından başka bir engel olmadan, duvarına çarpacakları Bağdat’a doğru ilerlerken, Irak halkının bütün dünyadaki düşmanları büyük bir sevinç ve coşkuya kapıldılar.

Savaş öncesinde etkili bir propaganda yürüten, “çoğu hükümetin neredeyse ajanları ya da uzantıları haline gelmiş” (Chomsky) 4. kuvvet görsel ve yazılı medya vasıtasıyla savaşı kazanmak isteyen işgalci güçler, tam 7 ay önce İngiliz Sunday Mirror Gazetesi aracılığıyla aktarılan şeyi savaş başlar başlamaz gerçekmiş gibi göstermeye başladı. Sunday Mirror, Kuveyt’in kuzey sınırındaki tatbikatı savaş başladı sanan Irak askerlerinin ellerinde beyaz bayraklarla teslim olmak istediklerini yazıyordu. 21 Mart’ta televizyonlar, 7 ay önceki haberlerin doğrulandığını müjdeleyerek, ellerinde beyaz bayraklar olan ve elleri kafalarının üzerinde askerler ve sivillerin İngiliz birliklerine teslim olmaya başladıklarını haber veriyorlardı. Sevinç naraları atan medyaya göre, Irak ordusundan yüzlerce asker müttefik ordularına yalvarıyordu: “Lütfen bizi teslim alın.”

Savaş borazanı gazeteler, uluslararası sermayenin bayraktarlığını yapıyor, tam sayfa fotoğraflarla, General Tommy’nin zaferini kutluyordu. Şükür duası yapan Iraklı kadını, Teksaslı Coni Pepe Ramirez’in Iraklı yaşlı bir adamla el sıkışırken sırıtan yüzünü, kurtarıcıları erkenden karşılarında gördükleri için zafer işareti yapanları, el sallayarak Amerikan birliklerini selamlayanları ve nihayet teslim olmaya bile “zamanı kalmamış beyaz bayrak”lı bir asker ölüsünü gösteriyorlardı. E. Özkök ise, bu dramatik görüntü karşısında nasıl hareket edeceğini şaşırdığı için hem sevincini gizleyemiyor, hem de bu “zavallılara” ağıtlar yakıyordu: “Gecikmiş bir beyaz bayrak… Fişekliklerinde bir, bilemediniz iki şarjörlük mermi. Ve ceplerinde birer beyaz çaput. Teslim bayrağı… Belki de işlerine yarayacak tek hayat cephanesi…”[13]

9 Nisan’da Saddam’ın heykeli törenle yıkılmaya başlanınca, heyecandan birbirini ezen medya ordusunun aktardığı görüntüler, onu andırdığı için Kızıl Meydan’daki Lenin’in heykelinin yıkılışı görüntüleri eşliğinde yayınlanıyordu. Görüntüleri yayınlayan gazetecilerin sayısından bile az olan topu topu 100 kişinin sevinç gösterileri eşliğindeki heykelin yıkılışı esnasında çok ilginç bir ayrıntı Irak halkının gerçek duygularını yansıtmaya yetiyordu. Yıkılışı esnasında heykelin başına örtülen Amerikan bayrağı hızla değiştiriliyor ve yerini Irak bayrağına bırakıyordu.[14]

Her şey hazırlanmıştı, yönetim kademeleri de bütün ayrıntılarıyla belirlenmişti. Kolay bir zaferin ardından, gerekli düzenlemeleri yaptıktan, belki işbirlikçi bir hükümet kurulduktan sonra perde arkasına çekilinecekti. Yeni Irak yönetimine girecek isimleri Savunma Bakanı Wolfowitz belirlemişti bile. Yeni çekirdek kabine şöyle oluşturulacaktı: Gölge Başkan: Paul Wolfowitz – Savunma Bakan Yardımcısı. Sivil Yönetim Başkanı: James Wolsey – Eski CIA Başkanı. İmar ve Güvenlik: Jay Garner – Emekli General. ABD’li komutan Tommy Franks’e rapor verecek. Bağdat Valisi: Barbara Bodine – ABD’nin eski Yemen Büyükelçisi. Ortadoğu uzmanı ve siyasallaşmış İslamın en büyük karşıtlarından. Propaganda: Robert Reilly – Soğuk Savaş döneminde, Amerika’nın Sesi Radyosu’nun Başkanı. Iraklılara yeni düzeni radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarıyla tanıtacak yetkili. Memur atama: Douglas Feith – Savunma Bakanlığı’nın 3 numaralı ismi. BAAS memurları yerine muhaliflerden bürokrasiyi oluşturacak olan isim.[15]

Bilinçaltı aklı teslim alır, istek algıyı dumura uğratır. Tercih taraf olmayı dayatır. İdeoloji, prizmalı gözlük gibi nesnelerin şeklini değiştirir, görmeyi engeller. Herkes görmek istediği gibi görür, olmasını istediği gibi algılar ve buna göre öngörür. Yüksek istekleri ve propagandayı içerdiği için, politikacıların analizi, kimyasal bileşimi analiz eden bilim insanının titizliğini gerektirmez.

Sömürgeci bir imparatorluğa evrilen ABD, Irak’ı işgal eder etmez, bu ülkenin bütün tarihini yağmalayarak, daha önceki imparatorlukların yaptıklarının aynısını yapıyordu. Daha önceden listesi ve krokisi çıkarılan Bağdat’a girdikten sonra, fakat kitlesel yağma hareketinden önce Müzedeki paha biçilmez 170 bin esere el konuyor, sadece Tommy’nin ilgi göstermedikleri yağmacı askerler tarafından paramparça ediliyordu. ABD’nin müzelerine koyma gereksinimi duymadıkları ise “embedded” (iliştirilmiş) gazetecilere savaş ganimeti olarak sunuluyordu.[16]

Cihat ve ibadet

“Ben cihad değerinde bir ibadet bulmuş değilim ki…”

Hz. Muhammed[17]

Reuters Haber Ajansı, 2004 Ağustos’unun ortalarında dünya basınında geniş yer bulan bir fotoğraf yayımladı. Aynı fotoğrafa Türk basını da geniş yer verdi. Milliyet Business, bu fotoğrafı “Hava, petrol ve kan kokuyor” manşetiyle 57. sayısında tam sayfa yayımladı.

Fotoğraf Necef’te çekilmiş. İki direnişçi duvara yasladıkları uzun namlulu ve dürbünlü tam otomatik bir tüfekle bir roketatarın önünde secdeye durmuş olarak gösteriliyor. Direnişçilerin amacı namaz kılmak, fakat, her ihtimale karşı savaş araçlarını, savaşa ara verdikleri sırada bir saldırı ihtimalini göz önünde tutarak tam önlerinde hazır bulunduruyorlar. Fotoğrafta, kutsal bir araçmış gibi silaha secde ediyorlar gibi bir görüntü oluşmuş. Önlerinde duran silahlar olmasaydı hiç de gönüllü olmamalarına rağmen işgalcilerin önünde secdeye varmak durumunda kalacakları tartışılamaz. Sınırlar çok nettir: Ya işgalcilere ya da silahlara secde!

Bu fotoğrafa, tanrıya inanan bir Müslümanla, ateist bir komünist aynı coşkuyla bakabilir/bakmalıdır. Pratik bir savaşın ya da direnişin ortasında, yakın hedefleri örtüşmüş insanların tanrıya inanıp inanmamalarının zerre kadar önemi yoktur. Nasıl kimyasal bir tahlile ideolojik yaklaşılamazsa, pratik bir savaşa da ideolojik yaklaşılamaz. Şii ya da Sünni olmasa, Budist ya da Hıristiyan olacak. Protestan ya da Katolik olmasa Harici ya da Alevi olacak. Komünist ya da devrimci olmasa, ulusalcı ya da herhangi başka bir “şey” olacak.

Eskiye ait inançları dışlayarak, tümüyle herhangi bir soyut düşünceden ya da önermeden hareketle, insanların savaşacakları, hatta örgütlenebilecekleri düşünülemez. İnsan toplulukları amaçlarını gerçekleştirmek için, kolektif inançları etrafında kümeleşirler ve inanç ve hedeflerine mutlaka ölümüne bağlanabilirler. Bir Fransız ya da Alman’ın Protestanlığı, bir Rus’un Ortodoksluğu, bir İtalyan’ın Katolikliği bizi ne kadar ilgilendiriyorsa, Iraklı direnişçinin de dinsel görüşleri o kadar ilgilendirir. Fotoğrafı süsleyen iki kişinin pratik toplumsal model tasarımı, kukla yönetimle ortak hareket eden Irak Komünist Partisi’nin hayali toplumsal model tasarımından çok daha mükemmeldir!

Direniş; Arapların namusu, bütün anti-emperyalistlerin gururu ve bölge halklarının cesareti durumundadır. ABD saldırganlığını dizginliyor, kendini çevreleyen ülkelere kalkan pozisyonu görüyor olan Irak direnişine, Sünniler, “eski”ye özlem duyan Saddam yanlıları, işlerine son verilen askerler ve devlet memurları, etkinliklerini artırmak isteyen Şiiler katılıyor diyerek uzak durmak; “kendi çıkarları için” savaştıkları iddiasıyla direnişçileri eleştirmek, “politik ilişkinin bir devamı, politikanın başka araçlarla uygulanması”[18] olan savaş hakkında hiçbir şey bilmemektir.

Bölge ülkelerinin ilk saldırıyla birlikte yaşadıkları trajik dönüşümlerin en kötüsü Libya’nın[19] ABD ile yeniden “iyi” ilişkiler kurması olmuştur. Hareket alanı sınırlanmış, herhangi bir askeri ve ekonomik gücü olmayan Libya’nın “Şok ve Dehşet”ten önemli oranda etkilendiği anlaşılıyor. Savaşla birlikte yüksek perdeden tehditlerini sürdüren ABD’ye, İran’ın cesaretle meydan okumasının arkasında ise Irak halkının övgüye değer direnişi bulunuyor.

Birgün Gazetesi’ndeki röportajında, bütün bu söylediklerimizin aksini iddia eden Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu ve Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) Yürütme Kurulu Üyesi Tayfun Mater’in söylediklerini, salt kendi siyasal pozisyonuyla değerlendirmek gerekiyor.

Tayfun Mater, engin iyimserliğini şu sözlerle ifade ediyordu:

“15 Şubat 2003’te dünya tarihinde görülmemiş bir şekilde, 24 saat içinde, 600 kadar şehirde, çok ciddi büyüklükte kitleler sokaklara çıktılar… Savaş engellenemedi ama bu öyle bir ders oldu ki, Irak’tan sonra Amerika’nın artık kolay kolay başka tarafa saldıracak gücü kalmadı.”[20]

Mater’e sormak gerekiyor; Irak’ta 1,5 yıldır savaşan emperyalist koalisyonun yöneticileri, bu büyük gösterilerin mesajını hala algılamamış olabilirler mi? Ya da, bu kadar hazırlık yaptık, şimdi savaşıyoruz ama “bir daha asla!” demiş olabilirler mi?

Geçtiğimiz günlerde, yaptığı nükleer araştırmalardan dolayı ABD tarafından tehdit edilen İran, Rafsancani aracılığıyla ABD’ye şöyle sesleniyordu: “ABD’nin, deneyimlerinden, hiçbir zaman İran’ın topraklarına girmeye çalışmayacağını öğrendiğinden eminim.” Bu anlayışla fikir birliği içinde olanlar sadece bölge ülkelerin liderleri değildi. İstihbaratçı kökenli olduğu için bölgeyi iyi bilen ve bir dönemler Türkiye’de büyükelçilik yapmış olan Morton Abramowitz de, birkaç gün öncesinde şunları itiraf ediyordu: “Irak’ın ardından Amerikan kamuoyunun İran gibi bir başka ‘haydut’ devlete karşı, potansiyel tehdit gerekçesiyle girişilecek tek taraflı bir askeri harekâta destek vereceğine inanmak çok zor. Amerikan ordusunun bir başka önleyici savaşa kapsamlı şekilde seferber edilmesine ne kamuoyu ne de askerler hevesli; bu durum, başkanlık seçimlerine bir yıl kala mevcut yönetim tarafından da kesinlikle hesaba katılacaktır.”[21]

Güç gösterisinde bulunanlar, bütün imparatorlukların başına gelenlerden hareketle tarihten ders almıyorlarsa, onlara “kutsal kitab”ın sözleri ile seslenebiliriz: “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akibeti nasıl olmuş görmezler mi? Halbuki onlar bunlardan daha güçlü idiler. … Yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü tuzak kurmaları sebebiyle (nefretleri arttı). Halbuki kötü tuzak sahibini yakalar.”[22]

Liberal bir Kürt’ün teslimiyet vaazları

Batı hayranları, türlü türlü liberaller, bazı Kemalistler, laik ve ilerlemeciler, bölge halkının dinsel görüşleri dolayısıyla, onları “gerici”, köktendinci, şeriatçı gibi vasıflarla değerlendirerek, Irak halklarının ulusal direnişine burun kıvırıyorlar. Böylece gerçek siyasal kimliklerini açığa vuruyor ve pratik olarak işgalcilerin arkasında saf tutuyorlar. Bunlardan biri de solcu kamuoyuna sesini duyurma imkanı bulan Muhsin Kızılkaya’dır.

Muhsin Kızılkaya tırnak içine aldığı “Iraklı direnişçiler!”[23] başlıklı bir makale yazdı. Direnişi tırnak içinde yazdığı için, direnişi eleştirmekle yetinmiyor, direnişi tümüyle direniş olmaktan çıkarmaya çalışıyor. Elbette, Muhsin Kızılkaya’nın bu makalesini hedefleyen bir eleştiri yazmak çok gerekmeyebilirdi. Fakat, “Güney Sapması”na[24], önemli oranda Kuzey’in bir başka yönde sapması eşlik ettiği için eleştiriyi hak ediyor. Milliyetçi bir liberal olarak, kendi ideolojik hattında tümüyle doğru noktada duruyor Kızılkaya, bu anlamda onun bir eğilimi dillendirmek dışında “suç”u da yok.

Yazının girişinde şöyle diyor Kızılkaya: “Kaç zamandır düşünüyorum Irak’taki ‘direnişçiler’ üzerine… Matbuata bakıyorum, Allah rızası için, söz konusu ‘direnişçilerin’ kimliği üzerine ne bizim gazetede, ne de başka bir gazetede teferruatlı bir malumata rastlayamıyorum. Bir ‘direnişçiler’ lafıdır gidiyor ve bu haberleri okuyanlar da, Irak halkının, Arap’ı, Kürt’ü, Türkmen’i, Süryani’si, Sünni’si, Şii’siyle topluca, ülkelerini işgal etmiş olan emperyalistlere karşı, elde kılıç, belde hançer, kanlarının son damlasına kadar ‘direnişe geçtiklerini’ sanıyor.”

Kürtleri dışta tutarsak, diğer sayılanların önemli güçleriyle direndikleri çok açık. Bu o kadar somut ve elle tutulur bir şey ki, matbuatın ayrıntılı haber vermesini gerektirmiyor. Iraklı savaşçılar, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğuna, kanlarının son damlasına kadar direniyor. Bu bir direniş ve Müslümanların kutsal kitabının söylediği ile de tümüyle uyumlu: “Cihat eden ancak kendisi için cihat eder.”[25]

Muhsin Kızılkaya soruyor: “Canlı yayında kafa kesmenin adı, ne zamandan beri ‘direniş’ oldu.” Irak direnişinin resmi, önemli oranda belirginleşmişse de henüz tümüyle açığa çıkmış değil. Fakat sormak lazım; direnişçiler kafa kesmez diye bir kaide mi var? Canlı yayında kafası kesilen Amerikalı Nicholas Berg’in Savaşı Durdurun Koalisyonu’na katılan babası Michael Berg bile Pentagon’u, Bush’u ve Rumsfeld’i suçlarken, size ne oluyor diye sormak gerekiyor? Misket bombası, Napalm bombası ya da başka silahlarla yüz binlerce insanın öldürülmesi, daha mı “estetik” oluyor. İşgalcilere duyulan nefretin boyutlarını, konvoy saldırısında öldürülen ABD’li askerlerin yanmış cesetlerinin köprüye asılması yeterince göstermiyor mu? Bu öfke yoğunluğunun “kafa kesmesi” asla şaşırtmamalı/yadırganmamalı. Yine de bütün bunlara karşın, herhangi biri, direnişi samimi bir şekilde bütün yüreğiyle desteklerken, bu tür şiddet gösterilerini, gerek insani yönden gerekse de düşmanın eline propaganda malzemesi vermesi yönünden taktik olarak eleştirebilir. Bu, tümüyle anlaşılabilir bir olgudur. Fakat Kızılkaya’nın derdi bambaşka. Kızılkaya karşı tarafta!

Amerika’nın, Irak direnişinde “İslam ve terörizm” retoriğine kanıtlar toplamak için bazı eylemleri ön plana çıkardığını dünya alem biliyor. Avrupa’nın değişik ülkelerini de kapsayan Müslümanlara yönelik devlet terörü, en üst boyutta hakarete ve psikolojik savaşa dönüştürülerek sürdürülüyor.

Kendisini “savaş karşıtı” olarak tanımlayan, birçok ilerici/devrimci önderle röportajlar yapan, ABD kuşatması altındaki Necef’e Mukteda el-Sadr ile röportaj yapmaya giden İtalyan gazeteci Enzo Baldoni’nin öldürülmesi; Irak halkının özverili dostlarından, Amerikan bombardımanında bile onları terketmeyen “Bağdat’a Bir Köprü” gönüllülerinden İtalyan Simona Toretta, Simona Pari’nin[26] kaçırılmaları; Georges Malbrunot ve Christian Chesnot adlı gazeteci iki Fransız vatandaşının kaçırılması hiç de direnişçilerin işleri gibi görünmüyor. Hatta, İtalyan yardım kuruluşu elemanlarının ve Fransız gazetecilerinin kaçırılması ile ilgili direnişçilerin basına yaptığı açıklamalar ve açık bilgiler, bu kaçırma eylemlerinin arkasında işgalci istihbarat örgütleri ve onun kukla yönetiminin olduğunu açıkça gösteriyor.

Noam Chomsky’nin dikkat çektiği üzere, 1980’lerde Honduras’ta görev yapan ve orayı bir CIA üssüne dönüştüren John Dimitri Negroponte’nin Irak Konsolosu olarak atanması gözardı edilebilir mi? MOSSAD, MI6 ve CIA’in tescilli profesyonel katillerinin elleri kolları bağlı oturup direnişçilerle kurallı bir savaş yürüttükleri, direnişçilerle ilgili istihbarat toplamakla yetindikleri düşünülebilir mi?

Kızılkaya devam ediyor: “Bu genel belirleme ışığında Irak’taki ‘direniş hareketine’ baktığımızda farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. Rehin aldıkları tamamı sivillerden oluşan kamyon şoförleri, mühendis, işçi ve işadamlarının, televizyon ekranı karşısında kafalarını kesmek, bir eliyle kesik kafayı tutup, öteki eliyle zafer işareti yapmak, direniş kanunlarından hangisine sığar Allah aşkına?”

Bu şiddet korkusunu haklı kılacak bir pratik vardır, hem de “Allah aşkına” yapılmaktadır. İbni Hüreyre, İbni Mesut, Ebu Zercil ve Ebu Said’in aktarımıyla “Allah indinde en makbul şey cihattır” diyen Muhammed’i, mesela Amerika’dan hoşgörü vaazları veren Fethullah Gülen kılıçtan arındırabilir mi? Hoşgörüden, barıştan dem vurmak, Ebu Hureyre’ye Kureyş’ten iki kişinin ismini söyleyerek “onları bulduğunuz yerde yakınız” diye emreden, “Düşmanın kalbine korku düşürerek zafere eriştirildim” diyen Muhammed’e ve onun Allah’ına “küfr” değil midir?

Kızılkaya için bunlar ikna edici örnekler olmayabilir ama ona da sol tarihten ‘vahşet’ örnekleri bulabiliriz. Ezilenlerin, işgal edilenlerin, açık saldırıya uğrayanların hoşgörüsü; sefil bir teslimiyetten, düşmanlarına boyun eğmekten başka ne anlama gelebilir ki?

Talabani ve Barzaniler de 9 Temmuz 2003’te New York Times gazetesi için kaleme aldıkları yazıda, aynen Kızılkaya’nın dile getirdiklerini söylüyorlardı: “Amerikan askerlerine yapılan saldırılar, yabancıların işgaline karşı direniş değil. Bunlar daha ziyade Saddam Hüseyin rejiminden kalan Baasçıların terör eylemleri. Irak’ta bu kişilere öylesine sövülüp sayılıyor ki saldırılar için dışarıdan gönüllüler getirmek zorunda kaldılar, çünkü kendileri için silaha sarılacak Iraklı’yı kolay kolay bulamazlar.”[27]

Irak’a gayrimeşru müdahalenin tek meşru ürünü Güney’de bir Kürt devletinin temellerinin atılması olmuştur. Bir “tecavüz” sonucu doğan, fakat “gerici” babası tarafından öldürülme ihtimali her zaman bulunan bir Kürdistan. Kızılkaya, milliyetçi duygularını açık bir şekilde ifade etmeli. Tıpkı İsmail Beşikçi’nin yaptığı gibi. İsmail Beşikçi, kendisiyle yapılan bir röportajda Kürtlerin ABD’yle ortak hareket etmeye çalışmasını, yaşama tutunma arzusunun bir göstergesi olarak değerlendiriyordu. Lafı dolandırmadan duygularını en iyi dillendiren Kürdistan Sosyalist Partisi Lideri Kemal Burkay oldu. Adında “sosyalist” ibaresi bulunan PSK adına yayınladığı bildiride şu utanç satırlarına yer veriyordu: “Son Körfez Savaşı’yla Irak’taki acımasız diktatörlük rejimi çöktü, ordusu dağıldı ve rejim sorumluları kaçıp saklandılar. Bu başarı koalisyon güçlerine ve Irak halkına kutlu olsun! … Güney Kürdistan halkımıza ve tüm Kürt halkına kutlu olsun! Kürdistan Sosyalist Partisi olarak bu gelişmelerden dolayı son derece sevinçliyiz.”[28]

Sevincini bildiriyle duyurmayan ama sonuçta bu durumdan memnun olanların bir hayli çok olduğu tartışılamaz bir gerçeklik. Kendi siyasal pozisyonu ve mekanının verdiği rahatlıkla, lafı dolandırmadan en doğrusunu söyleyenlerden biri de Osman Öcalan’dır: “ABD ile işbirliğine karşı çıkan Kürt ahmaktır.”

Henüz “hain” durumuna düşmeden, Hüseyin Aykol’un sorduğu soruya Osman Öcalan şöyle yanıt veriyordu:

“Türk Solu, ‘Kahrolsun Amerika’ deyip işin içinden çıkmak istiyor. Tamam, Amerika kahrolsun da, şu anda ne yapacaksın!… Ben ABD’nin şu andaki durumunu anlamak için, sömürgecilik anlayışına yeni tanımlar getirmeye çalışıyorum. Klasik sömürgecilik, yeni sömürgecilik ve demokratik sömürgecilik diye tanımlanabilir yaşanan süreç. ABD’nin bölgede yapmak istediğine demokratik sömürgecilik denebilir. Yeni sömürgecilik ilişkiden ileri bir konumdur bu; ama bizim KADEK olarak savunduğumuz bağımsız demokrasi anlayışımızla çatışması kaçınılmaz görünüyor. Şu anda ABD ile aramızda geçici bir denge durumu var.”[29]

Güneyli Kürtlerin Amerika ile işbirliği, etnik ve mezhepsel bakımdan bölünmüş Irak halkının direnişini zayıflatmakta ve zora sokmakta, bölge halklarının kolektif belleğinde onarılması güç güvensizlik ve düşmanlık tohumları ekmektedir. Kürtlerin, işgal gününü “Ulusal kurtuluş günü” olarak bayramlaştırmaları ve ABD bayraklarıyla resmi geçitler düzenlemeleri, işgalcileri kırmızı halılar sererek, gül konfetileriyle karşılamaları, bölge halklarıyla aralarında aşılamaz derin uçurumlar oluşturmaktadır. Mücadele yoldaşlığı, Şiileri, Sünnileri ve Türkmenleri kaynaştırdığında, bu duygudaşlığın Kürtleri de kapsayacağını arzulamak ve beklemek, direnişe gönül vermiş bütün ilerici insanların ortak istemidir.

Güce tapan ve kendi “ulusal” çıkarları için zorbalarla, işgalcilerle işbirliği yapan Mısırlı elçinin, Spartalı komutan Dienekes’e yaptığı, Perslerle kendilerinin yaptığı gibi işbirliği çağrısı ve aldığı cevap, Kızılkaya ve onun gibi düşünenlere dönük eleştirimizin bir özeti olarak algılanabilir:

“Majestelerimiz siz Spartalılar ya da daha başka büyük savaşçılar aklınızı kullanıp onun bayrağı altına gönüllü olarak girerseniz, sizleri en az biz Mısırlılar kadar onurlandırır. Yunanlılarda olmayan bir şeyi öğrendik. Bu çark döner, insan da onunla beraber dönmelidir. Karşı koymak yalnızca akılsızlık değil, deliliktir de.

“Sen hiç özgürlüğü tatmamışsın dostum. Yoksa onun altınla değil, çelikle kazanıldığını bilirdin.”[30]

Savaşın asli unsurları

ABD’nin dünyada hegemonyasını sürdürebilmesi için, askeri gücünü kullanmak zorunda olduğu ve emperyalist rakiplerini dizginlemek ya da geri adım attırmak, ekonomik alanlarını daraltmak, petrol ve enerji hatlarını kontrol etmek için Ortadoğu’nun belirleyici bir öneminin bulunduğu biliniyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel ve başlangıç ayağını Irak oluşturuyor.

Doğal olarak, bölgedeki savaşın, önemli oranda rakip emperyalist ülkeleri de kaygılandırdığı ve savaş öncesi ve sonrası tutumlarda siyasal sürtüşmeler yarattığı, uluslararası ilişkileri gözlemleyen herkesin rahatlıkla görebileceği bir olgudur. Dolayısıyla, Irak direnişine bırakın bölge ülkeleri, rakip emperyalist ülkelerin de destek vermesi, onların siyasal gelecekleri açısından da büyük önem taşımaktadır. Herkesin kendisi için savaşacağı genel kuralından yola çıkarsak, tersi bir durumun gerçekleşmesi yani yardım edilmemesi, bölge ülkelerinin ve rakip emperyalistlerin de geleceğe dönük iddialarından tümüyle vazgeçtikleri anlamına gelecektir.

Sadece devletler düzeyinde değil, iktidara alternatif bölgedeki devrimci unsurlar için de güçlü bir müttefik durumunda olan başlangıç aşamasındaki direnişin örgütsel öznelerinin bir kısmını sayabiliriz:

Sünnilerin uzun süredir devlet yönetiminde ağırlıklı kesimi oluşturduklarını düşünür ve en şiddetli çarpışmaların “Sünni Üçgeni” denilen Tikrit-Samara-Bağdat bölgesinde başladığını, ilerleyen dönemde Felluce-Hilla-Bağdat bölgelerine yayıldığını göz önüne getirirsek Irak askeri yapılanmasının çözülmesinden önce, teknik önemli hazırlıkların yapıldığı, Irak ordusuna ait silah ve mühimmatın neredeyse tümünün halka dağıtıldığı anlaşılır.

“Totaliter Baas rejimini ortadan kaldırma hedefi dışında, pek az ortak noktaları bulunan” Şiiler “militan fundamentalist İslam, ılımlı liberal İslam, Batı liberalizmi, ılımlı Arabizm, Kürt milliyetçiliği ve Marksizm gibi çeşitli ideolojik eğilimlere sahiptirler.”[31] 1958’den 1980’lerin ortalarına kadar illegal koşullarda örgütlenmelerini sürdüren Şiiler, işgalin ardından Geçici Yönetim Konseyi’nin (GYK) oluşturulmasından sonra izlenen politikayı eleştirdiler ve o zamana kadar kısmen de olsa barışçıl-kitlesel gösterilerle süren Şii hoşnutsuzluğu, Mukteda el-Sadr öncülüğünde 500 kişi ile kurulan ve hızla büyüyerek 10 bin kadar milis gücüne ulaştığı söylenen Mehdi Ordusu somutunda silahlı direnişe dönüştü. Babası Muhammed Sadık el-Sadr yerine geçen, ayetullah ya da kıdem ve üstün teolojik bilgilerden yoksun olduğundan dolayı din adamlarının onayını almamış olan Mukteda el-Sadr’ın gücü, siyaseti sokakta yapmasından geliyor.[32]

Hangi siyasal ya da mezhepsel örgütlenme olursa olsun, emperyalist işgale karşı mücadele yürütenler her zaman nesnel olarak ilerici/devrimci rol oynamışlardır. Bu hareketlerin siyasal hatları ve uluslararası bağlaşıkları nesnel bir değerlendirmeye tâbi tutulduktan sonra, onlara yönelik özgün bazı özel politikalar geliştirmek sakıncalı olmadığı gibi, gereklidir de. Günümüz konjonktüründe sayılmayacak kadar devrimci olanak yarattığı için Irak direnişini kıskançlıkla sahiplenmek gerekiyor. Irak direnişçilerinin dinsel görüşlerini ön plana alan yaklaşım, ister istemez, “Dünya çapında medeniyet, bugüne dek görülmemiş bir olgunun resmini çizerek barbarların önünde boyun eğmişe benziyor, bu belki de insanlığın üzerine çöken bir Karanlıklar Çağı’dır”[33] diyen ve Pentagon’un siparişi üzerine Medeniyetler Çatışması’nı ortaya atan Huntington’un teorisini olumlamaya doğru yol alır. İsrail devletini kanatları altına alarak “… yeni Cermen Haçlıları seferine ancak İngiltere ile birlikte girişebilir”[34] diyen Hitler’in öngörüsüyle hareket ederek Irak’ı işgal eden ABD’nin amacı eğer Hıristiyanlığı yaymak olsaydı, bu koşullarda Irak direnişinin de İslam’ı savunma amacı taşıdığı iddia edilebilirdi.

Direnişçilerin Iraklı olmadığını söyleyen ABD, yakalanan birçok direnişçinin çevre ülkelere mensup İslamcı teröristler olduklarını iddia etmektedir. Çevre ülkelerden insanların Irak direnişine katılmış olması, ancak büyük bir sevince ve kıvanca yol açabilir.

“Hayalete benzeyen Arap düşmanlarımızın kimler olduğunu, kaç kişi olduklarını, kimin kimle ne suikast planlarını yaptığını, ellerinde hangi silahların olduğunu, Irak’a nasıl girdiklerini, nerede saklandıklarını, kimler tarafından finanse edildiklerini ve kimler tarafından örgütlendiklerini kesin olarak bilmiyoruz”[35] dedirtenlerden biri olan Iraklı balıkçı Selahaddin, “Gündüz balık geceleri de Amerikan askerlerini avlıyorum. Amerikalıları avlamak daha kolay” diyor ve ekliyor: “Direnişe katıldığım ilk günlerde Amerikan askerlerinin yeteneklerini bilmiyorduk, ancak daha sonra ödlek olduklarını ve bizi takip edemeyeceklerini öğrendik.” Bu denli berrak düşünceleri dillendiren balıkçı Selahaddin’in dini ve siyasi görüşlerinin hiçbir önemi yoktur?

 

 


[1] Aktaran: Steven Pressfield, Ateş Geçitleri, Çev.: Senem Sancaktaroğlu, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul 2001, s.10.

[2] İlich Ramirez Sanchez (Carlos), Devrimci İslam, Çev.: Simla Ongan Kocaoğlu, Elips Kitap, Ankara 2004, s. 9.

[3] Radikal Gazetesi, 26 Mart 2003. Savaştan bir ay önce de Washington Times gazetesinde çıkan bir habere göre, Bush imzaladığı bir belge ile, ABD’ye kimyasal silahla saldırı olması koşullarında atom bombasının kullanılması için yetkili kurumlara izin vermişti. Aynı günkü gazeteler İsrail’e yapılacak büyük bir saldırının karşılığında da İsrail’in Bağdat’ı atom bombası ile vuracağına dair haber ve yorumlara yer veriyordu.

[4] Radikal, 30 Mart 2003. Birinci Körfez Savaşı esnasında ABD’nin çağrılarını olumlu karşılayan Kürtler ve Şiiler ayaklanmıştı. Şiiler 14 şehirde etkinlik kurmayı da başarmışlardı. Fakat, ayaklanmanın ABD’nin inisiyatifinin dışında gelişmesi onun ürkmesine yol açmış ve Irak uçaklarına hava sahası kapalı olmasına rağmen helikopter uçuşlarına istisna getirmiş, Saddam’ın 250 bin kişiyi katlederek Şii hareketini bastırmasına meydan vermişti.

[5] Hürriyet, 25 Aralık 2003.

[6] La Tribune, 5 Şubat 1991’den akt.: BM Eski Silah Denetçisi Scott Ritter, Irak’a Savaş: Bush Yönetiminin Bilmenizi İstemediği Gerçekler, Röportaj: William R. Pitt, Çev.: Çiçek Öztek, Metis Yayınları 2002.

[7] Posta Gazetesi, 4 Nisan 2003. Sakıp Ağa hızını alamamıştı, zaferden pay almak için hemen girişimlerden yanaydı: “Omuzumuza talih kuşu konmuştu. Talih kuşunu kışkışladık… Bundan sonra görüşmeleri görüyoruz. Polonya 200 asker göndermiş. Onun için masada yer alıyorlarmış gibi lafları gazetede takip ediyorum. Onları okuyunca ‘vah vah’ diyorum. Kaçmış fırsatın geri gelmesi kolay değildir. Ama insanlar ömür boyunca yeni işler yaparken geçmişten ders almalıdır.” (Akt.: Yıldırım Türker, Radikal, 21 Nisan 2003.)

[8] Hürriyet, 25 Aralık 2002.

[9] Hürriyet, 5-19 Şubat 2003. Erdoğan “metin yazarı” derken, tarihin yapıcısı/öznesi olmayı kastediyor. Yoksa, salt metin yazmak “tarih dışı”nda kalmış seyirciliktir. Tezkere konusunda yalpalayanlardan biri de Abdullah Gül’dü. 1992 yılında Çekiç Güç’le ilgili TBMM’de yaptığı konuşmada “İran ve Irak’ı senelerdir birbirine düşüren emperyalist güçler”i eleştirip, “Kuveyt’in işgalinden birkaç gün önce Saddam Hüseyin’le yaptığı konuşmaların zabıtları açıklandığında, bütün Amerikan kamuoyu ve dünya kamuoyu birbirine girmişti” diyerek yüksek perdeden konuşurken, şimdilerde yelkenleri suya indirmesinin nedenini konuşmanın devamında şöyle itiraf ediyordu: “Değerli arkadaşlar, iktidarda farklı, muhalefette farklı bu kanaatlerin sebebi, bizce dış baskılardır.” (Akt.: Tuncay Özkan, Entrikalar Savaşı, Alfa Yayınları, Şubat 2003, s.602 ve 606.) Eleştirilenler Demirel ile İnönü’dür.

[10] Hürriyet, 21 Mart 2003.

[11] “Tam Gaz Bağdat”, Hürriyet’te 9 sütuna manşettir.

[12] Atasözünün devamını biz hatırlatalım: “Yanlış hesap Bağdat’tan döner!”

[13] Hürriyet, 23 Mart 2003.

[14] Le Monde Diplomatique Türkiye, 15 Mayıs-15 Haziran 2003, s. 14.

[15] Hürriyet, 7 Nisan 2003.

[16] “Yağma Saddam’dan iyidir” diyen Blair’e Donald Rumsfeld de “Özgür insanlar yağmada da özgürdür” diye katılıyordu. Yağmalama esnasında, Çin’in Bağdat’taki elçiliği de yağmadan kurtulamadı! Fakat, herhangi bir füze yolunu şaşırıp Yugoslavya’da olduğu gibi bu ülkenin elçiliğini vurma “gafletinde” bulunmadığı için şanslı sayılabilir! 1991’deki 123 cami ve mescit, Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesi, Musul, Duhok, Erbil, Süleymaniye, Kerkük, Nasiriye, Kut ve Maysan’daki yerel müzeler, arkeolojik ören yerleri, medreseler, türbeler ve kiliseler. 4 bin tarihi eserin yağmasının yarım kalmış işi böylece tamamlanmış oluyordu.

[17] Hz. Muhammed, Sahih-i Buhari, Sekizinci Cilt, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Çev.: Kamil Miras, Sekizinci Baskı, 1987, s. 252.

[18] C. V. Clausewitz, Savaş Üzerine, Çev.: H. Fahri Çeliker, Özne Yayınları, İstanbul 1999, s.35.

[19] Libya lideri Muammer Kaddafi, Irak direnişini bölgede en iyi değerlendiren liderlerdendi. “Irak 2. Vietnam olacak” diyen Kaddafi, direniş için şöyle bir değerlendirmede bulunuyordu: “Saddam’ı yakalamak sorun değil. Iraklılar, Saddam aşkı için değil bağımsızlıkları uğruna dövüşüyorlar.” Hürriyet, 3 Ağustos 2003.

[20] Birgün, 25 Ekim 2004.

[21] Radikal, 3 Ağustos 2003.

[22] Kur’an-ı Kerim, sure 35, sırasıyla 44 ve 43. ayetler.

[23] Birgün, 21 Temmuz 2004. Aynı yaklaşımı ifade eden bir başka yorumu da, nispeten erken bir tarihte 28 Aralık 2003 tarihli Yeniden Özgür Gündem’in ‘Dış Pencere’den’ köşesinde Cemal Uçar “Irak’ta direniş var mı?” diye sorarak yapıyordu.

[24] Ali Avcı, “Irak’ın İşgali, Kürtler ve ‘Güney Sapması’”, Teori ve Politika, S. 30, Bahar 2003, ss. 5-31

[25] “Sure 29, ayet 6”, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Mahmut Toptaş, Anadolu Gençlik Dergisi Yayınları, 2004, s. 395.

[26] Naomi Klein ve Jeremy Schill’in yazısı, Birgün, 23 Eylül 2004.

[27] Akt.: Radikal, 11 Temmuz 2003.

[28] PSK’nin 14 Nisan 2003 tarihli Genel Sekreter Kemal Burkay imzalı bildirisi. http://www.kurdistan.nu

[29] “KADEK ABD’ye nasıl bakıyor” başlıklı röportajdan, Yeniden Özgür Gündem, 18 Ağustos 2003.

[30] Steven Pressfield, a.g.e., s. 61.

[31] Faleh A. Cabbar, Irak’ta Şii Hareketi ve Direnişi, Agora Kitaplığı, 2004, Çev.: Hikmet Halis, s.10.

[32] Daha geniş bilgi için bkz.: Faleh A. Cabbar, a.g.e.

[33] Gilbert Achcar, Barbarlıklar Çatışması, Çev.: Diren Kahriman, Everest Yayınları, İstanbul 2002, s.137.

[34] Adolf Hitler, Kavgam, Çev.: Refik Özdek, Yağmur Yayınları, 6. baskı, Kasım 2002, s.134.

[35] Aktaran: Radikal, 31 Ağustos 2003.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar