Ana SayfaArşivSayı 58Dini Görüngülerle Sınıfsal Özün Bağının Kurulması

Dini Görüngülerle Sınıfsal Özün Bağının Kurulması

Dini Görüngülerle Sınıfsal Özün Bağının Kurulması

Ortadoğu Örneği

 

Sedat Ot

Dine yaklaşım, günümüzde de en fazla tartışılan konulardandır. Din, insanlık tarihinin ilk dönemlerinden burjuva toplumuna kadar, felsefe, ideoloji, siyaset, hukuk vb. ile özdeş olarak bir baş aktör konumundayken, kapitalizmde bu özdeşlik bozulmasına rağmen, etkinliğini farklı biçimler alarak bu toplumsal formasyonda da sürdürmekte ve gündemde olmayı korumaktadır.

Sol çevrelerde, ortak bir çıkış noktasında materyalist bir temelde ele alınmasına rağmen, dinin, çok farklı biçimlerde değerlendirildiğine tanık oluyoruz. Dini, Ortaçağdan kalma bir hurafeler yığını olarak görüp tamamen gerici ilan edenden; onu sosyalizmle özdeşleştiren (Alevilik, İslami Sosyalizm vs.) anlayışlara kadar geniş bir yelpazede tanımlayan solun –özelde Türkiye solunun– din ve dindarlara karşı genelde dışlayıcı, sekter, tek yanlı ve önyargılı davrandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede resmi din olan Sünni-Hanefiliği “gerici”, ezilenler arasında yer alan Alevilerin dinini ise “ilerici” ilan edip her ikisinin de aynı öze, aynı felsefi çıkış noktasına vb. sahip oluşunu silikleştiren çevreler mevcuttur. Ya da, dini teolojiye ya da bir başka ifadeyle Tanrı fikrine indirgeyip tanrısız dinler olan –ve en az bir milyar insanı kapsayan– Budizm, Cainizm, Konfüçyanizmin veya materyalist görünümlü olan dogmatizmin, görecelilikçiliğin, deneyciliğin vs. dini öze sahip olduğunu ve klasik dinlerle aynı ters bilinci paylaştıklarını göremeyen çok sayıda sol çevre bulunmaktadır.

Dini, yekten karşısına alan da yücelten de, onun ikili niteliğini bir arada değerlendirememektedir. Dine çok yönlü bakış açısını özetleyen Marx’ın din eleştirisi, referanslarımızdan birisi olmalıdır:

“Dini insan yaratır; insanı din yaratmaz. Ve din, ya henüz kendini bulamamış ya da yeniden yitirmiş insanın özsaygısı ve özduygusudur. Fakat insan soyut, dünyanın dışına çömelmiş oturan bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, ters bir dünya bilinci olan dini yaratır; çünkü onlar ters bir dünyadır. Din, bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, popüler biçimdeki mantığı, manevi onur sorunu, coşkunluğu, ahlaki onaylayışı, resmi tamamlayıcısı, evrensel avuntu ve haklılık temelidir. İnsanın özünün hayalde gerçekleşmesidir; çünkü insanın özü, somut gerçekliğe sahip değildir. O nedenle dine karşı mücadele, dolaylı olarak dinin manevi aroması olduğu o dünyaya karşı mücadeledir. Dini sefalet hem gerçek sefaletin ifadesi hem de gerçek sefalete karşı protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi. Din, halkın afyonudur. Halkın hayali mutluluğu olarak dinin kaldırılması, onun gerçek mutluluğunun talebidir. Onun durumu hakkındaki hayallerden vazgeçme talebi, hayale ihtiyaç duyan bir durumdan vazgeçme talebidir. Yani dinin eleştirisi, özünde, halesi din olan çileli dünyanın eleştirisidir.”[1]

Görüleceği gibi, bu pasajda din tek yönüyle ele alınmamış, onun ikili yönüne vurgular yapılmıştır. Marksizm, dinin insanlık üzerindeki baskısını, esasta ekonomik baskının bir ürünü/yansıması olarak görmekle de diğer akımlardan ayrışır. Marx, “Dini yabancılaşma yalnızca bilinçlilik alanındadır, insanın iç hayatındadır; oysa iktisadi yabancılaşma gerçek hayattaki yabancılaşmadır”[2] derken, tüm yabancılaşmanın ve kötülüklerin kaynağı olarak özel mülkiyeti işaret eder. Bu çıkış noktasından hareketle, nihai hedef olarak özel mülkiyetin kaldırılmasının aynı zamanda dine olan ihtiyacı da ortadan kaldıracağını, dolayısıyla, dine karşı mücadelenin esasının ideolojik/felsefi alanda olması gerektiğini vurgulayalım. Lenin, dine karşı mücadeleyi ekonomik mücadeleden soyutlayan ve uzun erimli bir görev olmaktan çıkarıp, politik bir görev ilan eden anarşistlere ve diğer sol sekter akımlara karşı bu yüzden mücadele etmişti.

Dinin sadece “afyon” özelliğini görüp de, dini yaratanın insan olduğunu ve dini kuralların/inançların esasta dünyevi ve toplumsal yasaların farklı bir biçimdeki ifadesi ve yansıması olduğunu görmekte zorlananların, tek yanlılığa düşmesi kaçınılmazdır. Bu tek yanlılık dini savaşları “medeniyetler arası/kültürler arası savaş” tezi çerçevesinde ele alma zeminini genişletir, ya da tersinden dine karşı mücadeleyi sınıf savaşımının merkezine koyar. Her halükarda, emperyalizmin “ılımlı İslam” veya “terörizm” tezi bu uç yaklaşımların yarattığı zeminde büyüme olanağı bulur. Taliban ve Hamas’ın ilerici ve haklı talepleri ile dinsel özlerini ayrıştırmayıp, bu örgütlerin verdiği direnişlere ve haklı mücadelelere, “gericiliğe, teröre, bağnazlığa vs. destek vermemek adına” gözünü kapayan –ve aslında böyle yaparak emperyalistlere hareket alanı yaratılmasını sağlayan– sol/demokrat çevreler az değildir.

Bu uç yaklaşımlar ile çeşitli renkteki türevlerine karşı geniş bir mücadele yürütmeksizin ve bunlarla kapsamlı bir tartışma içine girmeksizin, dine karşı yaklaşımın materyalist temellere oturtulması olası değildir. Bu çerçevede sorunun kökenlerine ve tarihsel gelişim hattına yönelmek, bize, geniş bir bakış açısı ve referans sağlayabilir.

Dinin ortaya çıkışı ve gelişimi

“Din, sürüden topluma geçiş yapan insanın doğayı algılama biçimi olarak ortaya çıkmıştır” şeklindeki genel tanımla başlamak yanlış olmayacaktır. Devletsiz ve sınıfsız topluluklarda kendilerini doğa ile özdeş gören insanlar, doğa ve doğa güçlerini, ters bir bilinçle yorumlayarak, onlara kutsallık atfettiler. Ve böylece doğa güçlerinin egemenliğine girdiler. İnsanlığın ilk dini ve doğa dini olan totemcilik, sınıflı ve devletli toplumlara kadar hakimiyetini korumuştur.

Üretimin genişlemesi, nüfusun artması ve ilk işbölümünün gelişmesi sonucunda tarımın gelişmesi, üretimin, mevsimler ve yıldızların konumuyla olan ilişkisinin daha fazla gözlemlenmesini sağladı. Böylece yıldızlara ve güneşe tapınma başladı. İlk olarak Mısır’da görülen güneş tapınıcılığı, daha güçlü tanrıların var olduğu fikrini yaratmıştır. İlkel insan, fikirlerinin ve rüyalarının gerçek kaynağını bilmediğinden ve doğa güçlerinin egemenliğinde bir zihinsel şekillenişe sahip olduğundan dolayı, fikirlerin, rüyaların ve doğa güçlerinin asıl kaynağı olarak “öte dünya, ruhlar dünyası” fikrine sahip olmuştur. Ölümün de bilincine varan insan “öte dünya”ya ölümsüzlük ve sonsuzluk atfederek ölümü anlamlı kılmaya çalışmış ve dinsel dünyası bu temelde genişlemiştir.

Özel mülkiyet ve sınıfların ortaya çıkması sonrası devlet de tarih sahnesinde yerini almıştır. Devlet, önceleri bir güvenlik aracı iken kısa sürede halka yabancılaşıp, onun üstünde bir konuma yerleşmiştir. Bilimsel bilgi birikimine sahip olmayan insan toplulukları, egemenliğine girmiş oldukları doğa güçlerini devletle ve yeni toplumsal güçlerle özdeşleştirdiler. Böylece, devlet, dinle özdeş bir halde, sınıf savaşımının merkezine yerleşmiştir.

Doğada çok çeşitli güçlerin varlığı, çok tanrılı dinlerin yaratılmasına zemin sunmuş ve ilk devletler (site devletleri) birer tanrının koruyuculuğunu –her doğa gücünün hakim olduğu sınırlı bir alanın var olması algısına dayanarak– kabul etmiştir. Devletin başı ve temsilcisi olan krallar, ya tanrılarla özdeştiler ya da onların yeryüzündeki temsilcisiydiler. Devlet, böylece, dinle özdeş halde, egemen sınıfın ve hanedanın doğrudan kontrolü altında sömürünün temel aracı olarak kurumsallaşmıştır.

Üretimin ve nüfusun artmasına paralel olarak iç kaynakları yetersiz hale gelen site devletleri, genişlemek zorunda kalmışlardır. Böylece “tanrılar adına” savaşlar yaygınlaşmıştır. Analık hukukunun yerini ataerkilliğe bıraktığı bu süreçte, devletlerin büyüyüp gelişmesiyle imparatorluklar oluşturulmuştur. Büyüyen bu devletlerin tebaasının farklılıklarını nötralize edebilecek yeni ve etkin manipülasyon / egemenlik araçları ihtiyaç haline gelmiştir. Önceleri tek bir tanrının diğerlerine üstünlüğü devletçe mutlak bir biçimde kontrol edilip “zayıf tanrılara” tapınma yasaklandıysa da bu yöntem pek faydalı ve verimli olmamıştır. Bunun yerine tek tanrılı dinler, devlet dinine dönüştürüldü. Ticaret ve keşiflerin genişlemesine paralel olarak artan üretim ve doğa bilgisi de, geniş bir coğrafyaya yayıldığından dolayı tek tanrılı dinlerin oluşması ve yayılması için entelektüel – kültürel zemin hazırdı. Böylece tek tanrılı dinler (ilk olarak Yahudilik), büyüyen imparatorluklarla genişlemiş ve derinleşmiştir. Doğu ve Güney Asya’da, tek tanrılı dinlerin işlevini, devlet dini haline getirilen Budizm, Konfüçyanizm gibi dinler yerine getirmiştir. Dinin, biçim değiştirerek egemenlik alanlarını genişletmesi, toplumların doğadan kopuşunu ve doğaya yabancılaşmasını iyice arttırmıştır. Doğadan iyice kopan insan, kendisini devletin ve toplumsal güçlerin (ve elbette egemen sınıfın) egemenliğinde ifade etmeye başlamıştır. Bu özdeşlik, burjuva toplumuna kadar sürdü.

Dinin, ideolojinin tüm alanları ile özdeş olması ve bu alanların ifade biçimini (ve dilini) oluşturması dolayısıyla, sınıf mücadelelerinin yansımaları, burjuva toplumuna kadar, dini biçimlerde gerçekleşmiştir. Her din, kendisini “mutlak ve evrensel doğru” olarak ilan ettiğinden ve her dinin kutsallığı/dogmaları değişmez ve değiştirilemez bir mantık birliğini dayattığından dolayı, sömürü sistemine karşı çıkışlar, bu sisteme ve devletle özdeş haldeki dine bir başkaldırı olarak değerlendiriliyordu. Bu nedenle sınıf savaşımları yeni din veya mezhepleri/tarikatları yaratmış veya bu savaşımlar genelde dini/mezhepsel görünümlere bürünmüştür. İslam’daki mezhepsel ayrımların kökenine ilişkin Muhammed Ammara “Siyaset ve özellikle imamet, İslam’da ayrılık kıvılcımını ilk üreten etkenler olmuştur”[3] derken iktidar savaşlarının belirleyici rolünü öne çıkartmıştır. Benzer biçimleri Hıristiyan dünyasında da görebiliriz. Engels 15. yüzyıldaki köylü savaşlarının/isyanlarının kilisenin otoritesi yüzünden mezhep sapkınlıkları olarak ortaya çıktığını belirtmiştir. “Bu sapkınlıklar, kısmen ataerkil Alp çobanlarının üzerine varan feodalizme tepkisinin; kısmen feodalizmi aşmış şehirlerin ona karşı muhalefetinin; kısmen de düpedüz köylü ayaklanmalarının ifadesiydi” diyen Engels, şöyle devam eder: “Eğer bu sınıf savaşımları, o çağda dinsel nitelik taşıyor; eğer çeşitli sınıfsal çıkarlar, gereksinme ve istemler din maskesi altında gizleniyor ise, bu, hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolaylıkla anlaşılabilir.” Anadolu’da ise Şeyh Bedrettin isyanı ile Baba İshak isyanı, zulme ve eşitsizliğe karşı dini biçimli isyanların öne çıkanlarındandır.

Din ile devlet özdeşliğini parçalayan burjuva toplum, devleti dinden özgürleştirerek bireyi de “özgür” kılmıştır. Köleci ve feodal toplumlarda devlet, bireyin siyasal varlığını yadsıyarak, bireyin kendisini cemaatlerde ifade etmesini zorunlu kılıyordu. Köleci ve feodal toplumlarda hakim olan teolojik devlet, bireyle değil, esasta dini cemaatlerle ilişkilenirdi. Din ile devletin özdeşliği ve hakim sınıfların da devletle özdeşliği böylesi bir ilişkiyi zorunlu kılıyordu. Burjuva toplum bu ilişkiyi parçaladı ve bireyi, doğrudan devletle ilişkili hale getirdi; onu vatandaş yaptı; dini de bireyin özel meselesi haline getirerek ekonomik güç ile siyasal gücü ayrıştırdı ve dini “bireysel özgürlükler” alanına hapsetti.

Din ile devletin özdeşliğinin ortadan kalkması ile bireyin vatandaşa dönüşmesi, insanlığın gelişimi açısından bir devrime tekabül eder. Devletin siyasal evriminin de önemli bir halkası olan bu gelişme, devletin demokratikleşmesinin, bireyin özgürleşmesinin ve bilimde/kültürde büyük sıçramalar yaşanmasının zeminlerini genişletmiştir. Ancak, devletin dinden ayrışması/özgürleşmesi, dinin yok olması anlamına gelmediği gibi, siyasal özgürlüklerin artması da, toplumların/halkların gerçek özgürlüğü anlamına gelmemiştir. Burjuvazi dini devletten ayırarak devlet işlerini sekülerleştirdiğini (dünyevileştirdiğini) iddia ederken ne kadar ikiyüzlüyse; siyasal özgürlükleri, insanlığın gerçek ve nihai özgürlüğü olarak ileri sürerken de o kadar ikiyüzlüdür.

Burjuva toplum, devleti dinden özgürleştirerek dindar insanla siyasal insanı ayrıştırdı. Marx’ın ifadesiyle, “Dindar insanla vatandaş arasındaki fark, tüccar ile vatandaş, gündelikçi ile vatandaş, toprak sahibi ile vatandaş, yaşayan birey ile vatandaş arasındaki farktır. Dindar insanın siyasi insanla çelişkisi, burjuvanın vatandaşla, burjuva toplumunun bölünmüş üyesinin bölünmüş olduğu siyasi arslan postuyla çelişkisiyle aynı çelişkidir”. Yani “İnsan, dini, siyasetten özgürleştirerek onu, tüzel hukuk alanından özel hukuk alanına sürer. Din, artık insanın –kısıtlı bir tarzda, özel bir şekilde ve özel alanda da olsa– tür olarak, diğer insanlarla birlikte hareket ettiği devletin ruhu değildir; burjuva toplumun, bencillik alanının, herkesin herkese karşı savaşımının ruhu haline gelmiştir. O, artık topluluğun özü değil; ayrı gayrılığın özü olmuştur.”[4] Dinin devletten ayrılması, siyasi özgürlükleri arttırdığı halde, dinin yok olmasını değil; değişik biçimlerde varlığını ve etkisini sürdürmesine zemin sağlamıştır. Bu zeminde etkin bir manipülasyon ve sömürü aracına dönüştürülen din, burjuvazi tarafından, sistemin ve devletin meşruluğunu sağlamak için geniş biçimde ve çok yönlü kullanılmıştır.

Burjuvazi, kilisenin zorbalıklarına karşı –Avrupa’da– proletarya ve köylülere “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” vaat etmiştir. Protestanlık, Avrupa burjuvazisinin yeni dini olarak Hıristiyanlığın kapitalizme uygun hale getirilmiş biçimi olmuştur. Proletarya ve köylülerin yardımıyla aristokrasiyi mağlup edip iktidarı tamamen ele geçiren burjuvazi, bu sefer de iç pazarını korumak ve yabancı burjuvaziyle rekabet edebilmek/savaşmak için bu iki sınıfı yanına çekmek zorundaydı. Bunun için en etkin araçlardan birisi dindi. Burjuvazi, milliyetçiliği ve ulus devleti de dinle kutsayarak, ulusal sınırlarına (pazarına) kalın duvarlar ördü.

Emperyalistler de dini etkin ve geniş bir biçimde kullanmayı ihmal etmemişlerdi. “Böl-parçala-yönet” politikasında din, merkezi bir role sahip olagelmiştir. İngiltere’nin Osmanlı’yı parçalarken dini cemaatlerin birbirine nefret duymasını sağlaması ve halkları birbirine kırdırma zeminini diri tutması, günümüzde de tüm emperyalistlerin daimi politikalarından olmuştur.

SSCB’nin dağılması sonrasında kendisini “tek kutup” ilan etmesini takiben başlattığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir ayağı olan “Ilımlı İslam Projesi” ile ABD, bir taraftan kendisine eskiden bağlı olup da sonradan düşman olan silahlı radikal İslami örgütleri/hareketleri tasfiye ederken; diğer taraftan da Batı kapitalizminin ürünlerinin tüketimini azaltan Batı karşıtlığını zayıflatmak ve aynı zamanda neo-liberal politikaların hakim hale gelmesini sağlayarak sermayenin hareket alanını genişletmeyi hedeflemiştir. Bu proje, İslam’ın, kapitalizm ve emperyalizmin yeni sürecine uyumlu hale getirilmesi anlamına geliyordu. Bu amaçla sivil toplum örgütleri (STK’lar), aydınlar, üniversiteler ve medya aracılığıyla yoğun faaliyetlere/kampanyalara girişildi. Bu sürecin en önemli başarısının da tüm Ortadoğu’da onlarca radikal örgütün kurulmasına vesile olan Mısırlı Müslüman Kardeşler örgütünün pasifize edilerek silah bırakmasının (silahlı mücadeleye son vermesinin) ve sistem içerisine çekilmesinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu başarıya paralel, AKP gibi model partilerin yıldızı da aynı amaca hizmet için parlatılmıştır.

Din, emperyalistler arası çelişmelerde de etkin biçimde yer almıştır. Afganistan’da Sünni Müslümanlara karşı savaşan ABD, Basra Körfezindeki en büyük destekçileri olan Sünni Müslümanları da arkasına olarak İran ve Suriye’nin Ortadoğu’daki gücünü kırmayı ve buna dayanarak bu iki ülke üzerinden Ortadoğu’da etkinlik kurmaya çalışan Rusya’yı sıkıştırmayı hedeflemiştir. Yanı sıra, Ortodoks Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Rusya’yı sıkıştırmak isteyen ABD, kendi güdümündeki Ortodoks İstanbul Fener Rum Patrikhanesini “Ekümenik” (Dünya Ortodokslarının lideri) ilan ederek, patrikhanenin –Rusya’nın güçlü olduğu Doğu Avrupa ve Balkanlar’da– etkinliğini arttırmasını sağlamıştır. ABD, Çin’e karşı Budistlerin ruhani lideri Dalay Lama’yı ve Tibet’in bağımsızlığını desteklerken; himayesine almaya çalıştığı Hindistan’ın Budistlere baskı uygulamasına hiç ses çıkarmamaktadır. Bu örnekler fazlasıyla arttırılabilir.

Dinin aldığı biçimlerin üzerindeki kutsal örtünün kaldırılması, ekonomik ve sınıfsal çıkarların açığa çıkmasını sağlar. Tarihsel koşullar içerisinde dinin hangi biçimlere bürünebildiğini bilmek, bugünün biçimlerini ve olası değişim hattını öngörebilmemizi de sağlayabilir. Ekonomik ve sınıfsal zeminde analiz edilecek ilişkiler, bize, dini biçimlerin nasıl ve neden farklılaştığını göstermeyi sağlayabilir. Kısacası, dinin özü ile büründüğü ideolojik ve siyasal biçimler arasındaki bağı kavramsallaştırmak ve açığa çıkartmak, din incelemelerindeki başat sorunlardan birisini oluşturur.

Din, bir taraftan artan yoksulluk ve sefaletle birlikte her dakika kendisini yeniden üretebilecek ve biçimlendirebilecek bir zemine sahip olurken, diğer taraftan da dinin mutlak öğretilerinin bilimsel-teknolojik gelişmeler ve ekonomik-toplumsal yasaların kendisini dayatmasıyla yıpranmaya maruz kalması sonucu sürekli bir değişim eğilimine girmesine neden olur. Bu çelişkiyi, güncel gelişmelerle ve ekonomik yasaların belirleyiciliğinde (indirgemeciliğinde değil!) incelemek, dini biçimlere bürünmüş savaşların veya politik hamlelerin sınıfsal özünün görülmesinde referanslar sunabilir.

Dinin ideolojik olarak girdiği biçimin felsefi özünün, ezenlerin ve özel mülkiyetle ilişki ve bağının ayrıştırılması; aynı zamanda bu genel ideolojik biçim ile politik arenadaki dini görüngülerin birbirinden ayrıştırılması gerekir. Dini bir hareketin, halkın somut ihtiyaçları ve çıkarlarına yönelik talepleri sahiplenilmeli iken, bu sahiplenme, dinin uyuşturan, manipüle eden yönü ile –siyasal değil!– ideolojik/felsefi mücadele etme gereğini ortadan kaldırmaz. “İlerici-gerici” kavramlarının günümüzdeki “esnek” ve muğlak kullanımını da hesaba katınca, böylesi ayrımların daha hassas yapılması gereği daha çok açığa çıkar. Bir dini, kendi teolojik zeminlerinden ziyade, aldığı biçimlere ve verili koşullardaki etkilerine göre değerlendirmek zorundayız. Bu da sürekli bir değişimin sürekli bir incelemesini zorunlu kılar. Dine karşı mücadelenin özünü ve esasını, özel mülkiyete, sermayeye ve sömürüye karşı mücadelenin oluşturduğunu ve bunun uzun erimli olduğunu çıkış noktamız olarak ele alırsak dini hareketlerin ne kadar ve nasıl desteklenmesi gerektiğini daha net görebiliriz.

Dinin, doğa yasalarıyla ekonomik-toplumsal yasaları ters bilinçle ele aldığını bilirsek, hiçbir “hurafe”nin gerçekliğin dışında ortaya çıkmadığını; dua etmenin, insanın çaresizliğinin ürünü olduğunu; Allah’ın devletini veya cenneti vazeden birinin böylece aynı zamanda sömürüsüz, sınıfsız, açlığın ve yoksulluğun olmadığı bir dünya hayalini dışa vurmuş olabileceğini vs. görebiliriz. Anlamak, adil olmanın ön koşulu ise, dinin sadece uyutan/manipüle eden değil, “dünyanın genel teorisi ve ezilen yaratığın iç çekişi” olduğunu da anlamak gerekir. Yanı sıra böylesi bir ele alış, her şeyin ekonomiye indirgenemeyeceğini ve dinsel nefretin ekonomi-toplum yasalarını etkileyip biçimlendirilebildiğini –ya da Norveç’te yaşanan katliamda olduğu gibi sosyal yaşamın içine “nefret bombaları” yerleştirilebileceğini– de daha net görebiliriz.

Bu kısa tarihsel bilgi ve referans noktaları çerçevesinde Ortadoğu’da kısa bir gezinti yapmak, güncele dair daha somut bir bakış açısı sunacaktır.

Ortadoğu’da din ve siyaset

Ortadoğu’nun din savaşları ve şiddetle anılmasının nedeni, bu coğrafyanın “medeniyetler çatışması ve terörizm” tezlerinin uygulama sahası olarak öne çıkmasını sağlamaktı. Bu tezlerin esas amacı, dünya enerji kaynaklarının yüzde 60 civarını barındıran, önemli ticaret yollarına sahip olan bu bölgenin daha geniş ve derinlemesine bir hegemonyaya tabi olmasını sağlamanın meşruiyet araçlarını yaratmaktı. Böylece din, eski biçimlerin yanına eklenen yeni biçimlerle, sınıf savaşımındaki merkezi rolüne devam etmiştir.

Ortadoğu’daki çatışmalarda din/mezhep ayrımlarının öne alınarak ekonomik çıkarların geri planda bırakıldığına sıkça rastlarız. Her ne kadar artık herkes Irak’ın “kitle imha silahları” için işgal edilmediğini biliyorsa da, bu durum, dinsel görünümlü çatışma ve gerilimlerin bitmesine yetmemiştir. Gerçeklerle görüngülerin iç içe girdiği bu coğrafyada, kafa karıştıran en önemli olgu, sermayenin (ve sermayenin vücut bulmuş hallerinin) sosyal tabanı ile nasıl bir ilişkiye girdiğinin yeterince incelenmemesidir. Hakim sınıflar, sömürüyü idame etmek ve yoğunlaştırmak için, mutlak olarak manipülasyona ihtiyaç duyarlar. Yeniden üretimin de bir koşulu olan bu zorunluluk, devleti sınıf savaşımının merkezine yerleştirirken, din gibi etkin araçların farklı biçimlere girmesine de yol açar. Dolayısıyla hakim sınıflar, varlıklarını sürdürebilmek için bir sosyal tabana ihtiyaç duyarlar ve bunu ideolojik ve askeri aygıtlarla korumayı esas alırlar. Dini, dili, rengi, imanı olmayan sermayenin, pratikte bir sosyal tabana ihtiyaç duyması; sermayenin, bunlardan en uygun olanını, birincil manipüle aracı olarak öne çıkartmasını sağlar. Güney Afrika ve ABD’de ırkçılık, Ortadoğu’da din geçmişte ya da bugün ön plana çıkan manipülasyon araçlarıdır. Böylece, bu “verimli” manipülasyon aracının varlığı sayesinde, görüngülerle gerçeklerin, dini biçimlerle sınıfsal özün karıştırılması, ve görüngü ile biçimlerin gerçek ve özü örtmesi başarıyla sağlanır.

Sınıfsal, ideolojik, siyasal ve sosyal olguların dinle ve birbirleriyle iç içe geçtiği bu ortamda, görüngülere nasıl bakmamız gerektiğine dair Ortadoğu örneğini, dini ve etnik yapıyla (yani hakim sınıfların sosyal tabanları, halkların kırılma noktaları ve olası çatışma alanları) sergileyebiliriz.

Tablo: Ortadoğu’nun Etnik ve Dini Görünümü[5]

 

Etnik yapı

%

Dini yapı

%

 

Irak

Arap

75

Şii

62

(İmamiye Şiiliği çoğunlukta)

(Hanefi-Sünni

çoğunlukta)

 

Kürt

17

Sünni

36

 

Türkmen

6

 

 

İran

Farisi

60

Şii

89

(İmamiye Şiiliği

çoğunlukta)

 

Azeri/Türk

25

Sünni

9

 

Kürt

7

 

 

Filistin

Arap

85

Müslüman

80

(Hanbeli-Sünni

çoğunlukta)

 

Yahudi

15

Yahudi

15

 

 

 

Hıristiyan

5

İsrail

Yahudi

80

Yahudi

76,5

 

 

Arap

18

Müslüman

15,9

 

 

 

Hıristiyan

7,6

Lübnan

Arap

93

Müslüman

70

(Şii ve Sünniler

çoğunlukta)

(Maruni, Katolik,

Ortodoks, Protestan)

 

Ermeni

5

Hıristiyan

30

S.Arabistan

Arap

95

Sünni

90

(Hanbeli Sünni

çoğunlukta)

 

 

 

Şii

10

Mısır

Hami

98

Müslüman

94

(Hanefi ve Şafi

Sünni çoğunlukta)

 

 

 

Hıristiyan

6

Suriye

Arap

90

Sünni

70

(Şafi-Sünni

çoğunlukta)

 

 

 

Şii/Nusayri

11

 

 

 

Hıristiyan

15

Ürdün

Arap

98

Müslüman

92

(Şafi ve         Hanefi

Sünni çoğunlukta)

 

 

 

Hıristiyan

6

Yemen

Arap

82

Müslüman

99

(Zeydi-Şii

çoğunlukta)

 

Afrikalı

15

 

 

 

Güney Asyalı

3

 

 

B.A.E.

Arap

50

Müslüman

78

(Şafi-Sünni

çoğunlukta)

 

G. Asyalı

42

Hıristiyan

11

Kuveyt

Arap

75

Sünni

45

(Şafi-Sünni

çoğunlukla)

(İmamiye-Şii

çoğunlukta)

 

 

 

Şii

40

Katar

Arap

45

Müslüman

85

(Hanbeli-Sünni

çoğunlukta)

 

Pakistanlı

18

Hıristiyan

6

 

Hintli

18

 

 

 

Farisi

15

 

 

Umman

Arap

75

İbadi-Harici

75

 

 

 

 

Sünni ve Şii

13

Bahreyn

Arap

73

Şii

60

(İmamiye – Şii

çoğunlukta)

 

G.Asyalı

13

Sünni

25

 

İranlı

8

 

 

 

Not: Bu oranlar, gerek çeşitli kaynaklardaki farklılıklar, gerekse Ortadoğu’da güvenilir istatistiklerin pek bulunmayışının etkisiyle, tam değerler olarak değil; sadece yaklaşık veya tahmini değerler olarak ele alınmalıdır.

 

Gezintimize Suudi Arabistan’dan başlayalım. Dünya petrol rezervlerinin en büyüğüne ve en uzun ömürlüsüne sahip olan Suudi Arabistan, aynı zamanda en büyük petrol üreticilerindendir ve gelirinin büyük kısmını petrolden sağlamaktadır. Yani siyasal ve sosyal yaşamda petrol belirleyici role sahiptir; haliyle dini biçimlerin oluşmasındaki katkısı da malumdur.

Suudi Arabistan monarşi ile yönetiliyor ve kadın hakları, insan hakları veya işçi hakları savunucuları bu ülkeye hiç uğramıyor. Yaklaşık 10 bin emirin (prensin) bulunduğu bu ülkede gelirler bu prensler ve kral tarafından paylaştırılıyor. Kadınlara oy hakkının hâlâ tanınmadığı ve işçilerin hiçbir sosyal güvencelerinin veya örgütlenmelerinin bulunmadığı bu ülkede resmi din, İslamın en katı yorumlarından biri olan Hanbeli-Sünni mezhebinin özümlenmiş halinin Haricilik radikalizmine bulanmış bir örneği olan Vahhabi Tarikatıdır. Kuran’ın anayasa olarak kabul edildiği bu ülkede, İran en büyük düşmanlardan biri olarak görülür; yani Müslüman bir ülke düşman ilan edilmiştir. Oysa, bu ülkenin resmi dininin teorisi/teolojisi, kafirlerle iş yapmayı bile yasaklar ve kafirin ölümü hak ettiğine, şeytanla işbirliğine girdiğine vs. inanılmasını vazeder. Ancak bu teolojik kural, petro-dolarların himayesinde epeyce esnetilerek, petrolün üretimini, pazarlanmasını ve petro-dolarların değerlendirilmesini emperyalistlerce sağlayacak biçimde değişime uğratılmıştır. Bu ilişki temelinde, Sünni-Şii çatışması öne çıkarılarak, S. Arabistan’ın Şii İran’ın yayılmacılığına dini nedenlerle değil de ekonomik nedenlerle yeni sınıf çıkarları gereği karşı çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı temelde yükselmeye devam edersek, Şiileri kafir ilan eden S. Arabistan’ın, Şii olan (Zeydi Şiiliği) Yemen’i, ABD himayesine girdiği 1990’lardan beri paraya boğarken, ABD karşıtı cephede yer alan Suriye’yi de yıllarca ezeli düşman ilan etmesinin, son yıllara doğru Suriye’nin ABD’ye yanaşması sonrası bu ülkeyi dost ilan etmesinin, ülkede büyükelçilik açmasının vs. ekonomik-siyasal temellerini anlayabiliriz.

Benzer biçimde S. Arabistan’ın, ABD’yle ortak biçimde “komünist” Rusya’ya karşı örgütleyip finanse ettiği silahlı radikal örgütlerin, 1990’larla birlikte “gerçek şeytan” olduğunu fark edip silahlarını ABD’ye doğrultmalarından sonra, bu örgütlerin tasfiyesinde de başat rol oynamasını “din kardeşliğine” değil, sınıfsal/ekonomik çıkarlara bağlamak gerekir. Demek ki Ortadoğu’nun en katı/radikal görünümlü dini bile, dinsel/teolojik ilkelere göre değil; ekonomik/sınıfsal çıkarlara göre hareket edebilecek biçimi çabucak yaratabiliyor. Sınıfsal/yaşamsal çıkarları bilmek, dinsel terminolojinin nasıl ve ne yönde “esnetileceğini” de gösterebilir. Faiz gelirlerini haram ilan eden bu katı dini yorum, bu gelirlerden mahrum kalmamak için, faizi, “kâr payı” adıyla “helal” kılabilmiştir. Aynı katı dini yorumun Filistinlilerin işgale karşı direnişinde ve anti-emperyalist bilincinin biçimlenmesinde başrol oynadığını ve politik taleplerle ilerici bir role büründüğünü hatırlatırsak, teolojik önermelerin genelde belirleyici bir öneme sahip olmadığını; ekonomik ve politik zorunlulukların en katı dini yorumu bile çok çeşitli biçimlere çevirebildiğini söyleyebiliriz.

Diğer bir örneğimizi, dini çatışmalarla bir arada yürüyen etnik çatışmaların da bulunduğu Irak’tan verelim. Pek çok araştırmacı, milli gelirinin çoğunu petrolden sağlayan Irak’ta iktidarın Sünnilerin elinde olduğunu yazar. Bu görüngü olarak doğru, ancak sınıfsal öz açısından yanlıştır. Sünniler, Irak’ta hiçbir zaman iktidarın mutlak sahibi olmamıştır. Irak’taki Şiilerin kaymak tabakası (aşiret liderleri, tüccarlar, burjuvazi vs.) iç pazarlarını ve zenginliklerini, kendilerinden daha güçlü olan ve aynı sosyal tabanı kullanan İran’dan korumak için Sünni sosyal tabanı esas alan hakim güçlerle ittifak yapmıştır. Sünni hakim kesimler de, iç pazarlarını ve zenginliklerini S. Arabistan ve Ürdün gibi kendileriyle benzer sosyal tabana sahip ülkelerden korumak için Şii sosyal tabanı esas alan hakim güçlerle ittifak yaptılar. Bu ittifak, rekabeti hiçbir zaman yok etmez, ama daha büyük bir rakibin varlığı koşullarında süreli olabilir. İktidarın büyük ortağı Sünnilerin, kendileri gibi Sünni olan Kürtlere karşı Şiilerle birleşmesi, ulusal sınırları Araplaştırma eğiliminden kaynaklanmıştır. Sünniliğin teolojisinde kardeş kanı dökmek günahtır; ama bu katı teolojik kuralın, Arap milliyetçiliğine bulanarak biçimini değiştirmesi sağlanmıştır ve Irak’ın kurtuluşundan bu yana “kardeş kanı” dökülmüştür. İktidar sahipleri, bu kuralın yeni biçim verilmiş halini, diğer Arap devletlere karşı, Irak milliyetçiliği ekseninde ve ulusal sınırlarını korumak amacıyla büyütmüşlerdir.

Başka bir örnek de Suriye’den verelim. 1970’lerin başından beri iktidarın sahibi olduğu söylenen Aleviler, hiçbir zaman tek başlarına iktidarda olmamışlardır. Aleviler ve Dürziler askeri alanda güçlü iken Sünniler –askerliği ayak takımı işi olarak gördüklerinden– ekonomik alanda güçlenmişlerdir ve bu üç mezhep, devleti 1970’lerden beri ortak olarak yönetmektedir. İktidarın büyük ortağı Aleviler, haliyle daha fazla söz sahibi olmuş ve süreç içerisinde bunu ekonomik olarak güçlenmede kullanmışlardır. Tıpkı Irak gibi, Baas rejimi/partisi altında görece geniş mezhepli bir sosyal-siyasal yönetimi zorunlu kılan demografik yapı, ekonomik zenginliklerin ve iç pazarın korunması için, ittifakı dayatıyordu. Ancak sermayenin merkezileşme eğilimi, azami kâr hırsı, hakim sınıflar arasındaki daimi rekabet ve yoğunlaşan sömürüye isyan eden emekçilerin tepkileri bu ittifakı bozma eğilimi yaratıyordu; ki “Arap Baharı” dönemecindeki kargaşanın bazı nedenleri de buydu.

Bahreyn’de de “Sünnilerin Şiileri ezdiği” tezi çok işlenmiştir. Bu biçimsel doğru, bazı sınıfsal niteliklerin özünü örtmektedir; tıpkı Suriye ve Irak’ta olduğu gibi. Şiileri sadece Sünni monarşi değil, Şii egemenler de sömürüyor. İşin can alıcı noktalarından birini, Irak ve Suriye’de olduğu gibi, Şii egemenler Sünni egemenlerle ittifak yapmasaydı, sömürünün idamesi ve iç pazarın korunmasının hayli zor olacağı gerçeği oluşturuyordu. İç pazarı Şii egemenlerin İran’dan, Sünni egemenlerinse S. Arabistan’dan koruma kaygısı bu iki egemen kesim arasında bir ittifak doğurmuş ve bu ittifak emperyalizmin himayesinde daha fazla pekiştirilmiştir. Yoksa, yüzde 60 çoğunluğa sahip Şiilerin sadece zor aracılığıyla Sünni egemenlerin sömürüsüne tabi olması mümkün değildir.

Ortadoğu’nun prototipi sayılabilecek Lübnan’da, Fransız emperyalistlerinin mirası olan ikrarcılık sistemi uygulanmaktadır. Buna göre, anayasal kural olarak cumhurbaşkanı ve genelkurmay başkanı Maruni Hıristiyan, başbakan Sünni ve meclis başkanı ise Şii olmak zorundadır. 18 dini grubun bulunduğu Lübnan’da emperyalistler bu sistemi –Hizbullah’ın güçlenmemesi adına– sürdürmeye çalışırken, Hizbullah ise siyasal ve askeri gücüne güvenerek, herkesin eşit vatandaşlık hakkına sahip olduğu bir parlamenter sistemi istiyor.

Hizbullah’ın bu talebi –dini niteliği ve İran-Suriye-Rusya desteğine rağmen– ilericidir; çünkü halkların dinsel bölünmesi dini nefretin büyümesini sağlıyor. Hizbullah’ın dini özü ile siyasal talebinin ilericiliği ayrıştırılırsa bu talebin desteklenmesi gereği daha iyi anlaşılır. Hizbullah’ın “dini gericiliği ile uzlaşmamak” adına çekilen desteğin emperyalistlerin hareket alanını genişleteceği –bu talebi daha güçlü bir şekilde savunan demokratik bir hareketin de olmaması sebebiyle– malumdur. Yani hem Hizbullah’ın dini yanı hem de emperyalistlerin manipülasyonları ile mücadele ederek, ilerici talepleri öne çıkartmak zorunludur.

Benzer kafa karışıklığının yaşandığı Filistin’de, işgale karşı direniş ile anti-emperyalist bilinç birlikte geliştiği için kafalar yine de daha az karışıyor denebilir. Ancak Hamas’ın –tıpkı Hizbullah veya Taliban gibi– dini ve siyasal yönü ayrıştırılmadığından dolayı, İsrail ve ABD’nin kuklasına dönüşmüş olan El-Fetih’in desteklenmesi eğiliminin genelde ağır bastığı söylenebilir. Hamas’ın silahlı direnişi, hem İsrail’in işgali farklı biçimlerle yayma girişimini ve barışa aslında hiç niyetlenmediğini, hem de El-Fetih’in uzlaşmacı/kukla niteliğini açığa vurmuştur. Hal böyle iken, Filistinlilerin haklı direnişini savunan solcuların, “tarafsız” kalması veya Hamas’a kısmi destek vermemesi El-Fetih’le İsrail’e yarayacaktır. Kaldı ki, “terörizm” dalgası içinde karalanmaya çalışılan Hamas’ın, bu yüzden desteğini görece kaybettiği malum, ve ayrıca Filistin davasının küresel çapta sahiplenilmesi de bu temelde zayıflatılabilmiştir. Yani diyebiliriz ki, ideolojik öz ile siyasal talepler arasında yapılmayan ayrım, Filistin davasının görece zayıflamasına neden olmuştur.

Ortaçağ’da köylü isyanlarının dini biçimi yeni ve daha ileri bir toplumsal sisteme geçişi engellemedi, tam tersine bu yeni sistem geniş bir alan açtı. Haliyle Hamas’ın işgale karşı dini biçimlerle direniş sergilemesi, bu direnişin haklılığını ve ilericiliğini gölgelemez. Bir devrim veya toplumsal dönüşüm için tüm toplumun “bilinçlenmesini” beklemeyeceksek, kitlelerin dini ifadelerinin sınıfsal özünü açığa çıkartmak ve bu temelde bir ideolojik, felsefi ve siyasal bir hat çizmek gerekir.

2011 yılında meydanlarda “Allah-u Ekber” nidaları ile diktatörlüğe karşı mücadeleler verilmiştir; bu biçim, ilerici olan bu mücadeleleri gölgelemez; gölgelememelidir. Dinin etkisi, daha uzun yıllar sürecektir. Dindarlar da, din de solun düşmanı değildir. Dinin girdiği biçimler ezenin de ezilenin de ideolojisine bürünebildiğinden dolayı, dine toptancı, önyargılı, tek yanlı ve sekter yaklaşmak, solun, daha da daralması dışında bir sonuç yaratmayacaktır. Dinin felsefi özü olan idealizme karşıt olmakla özdeşleştirilen ideolojinin tüm alanları, bu indirgemeciliğe kurban edilen ilerici ideolojik biçimlerle politik taleplerin hasıraltı edilmesine neden olmaktadır. Dine karşı felsefi mücadele ile dinin büründüğü biçimlerin ayrıştırılması çok geniş etkileri yaratabilecek bir sorundur. Bu soruna çok yönlü bakmak solun zorunlulukları arasındadır.

 

 



[1] Marx-Engels, Din Üzerine, İnter Yayınları, (2000), s. 86

[2] Marx, 1844 El yazmaları, Birikim Yay. (2000)

[3] M. Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin Yay. (2000), s. 59

[4] Marx-Engels, Din Üzerine, s.59

[5] Veriler şu kaynaklardan derlenmiştir: Ortadoğu Yıllığı 2009, Küre Yay. (2011); A. Manaz, Siyasal İslamcılık, Ayraç Yay. (2005); Dinler Atlası, NTV Yay. (2007)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar