Ana SayfaArşivSayı 58Anayasa Tartışmaları Üzerine

Anayasa Tartışmaları Üzerine

Çağdaş Hukukçular Derneği

Genel Sekreteri Hüseyin Aslan’ın, Elektrik Mühendisleri Odası Ankara, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Kocaeli Şubelerinin düzenlediği “Kamusallık Yeniden Çalıştayı”nın (9 – 10 Aralık 2011 Ankara Üniversitesi ATAUM / Ankara) Hak ve Özgürlükleri Güvenceye Alan Yeni Bir Anayasa konulu oturumunda sunduğu bildirinin gözden geçirilmiş metni.


 

Anayasa Tartışmaları Üzerine

 

Hüseyin Aslan

“Anayasalar yaratmaz, sadece saptar.” (Lenin)

Tanım

Hukuk disiplininin genel tanımına göre anayasa, “hukuk devletinde normlar hiyerarşisinde en üst sırayı işgal eden ve kanunlardan farklı ve daha zor bir usulle konulup değiştirilebilen hukuk kurallarının bütünüdür”. Genel olarak anayasa kavram ve metinleri ile anayasal hareketlerin 18. Yüzyılın sonu ile 19. Yüzyılın başlarında ortaya çıktığı görülmektedir. Esasen anayasal hareketler ve anayasacılığın gelişim ve seyri, burjuva devrimleri ile paralel ve genel olarak aynıdır.

Anayasa olarak kabul edilen ilk hukuki metin, 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri anayasası olup ikinci anayasa 1789 devriminden hemen sonra 1791 yılında yapılan Fransız anayasasıdır. Bundan sonra ulusal ve sosyalist devrimlerin yaşandığı ülkelerde anayasalar oluşturulmuştur.

Burada vurgulanması gereken iki husus vardır. Birincisi, tekrar pahasına, 1787 tarihli ABD anayasasına kadar örgütlü toplum yapılarında anayasa türünde bir hukuk metninin olmaması hususudur. Kuşkusuz toplumlar tarihi göz önüne getirildiğinde, anayasacılığın olmadığı zamanların ve toplum yaşamının pekâlâ mümkün olduğu görülmektedir. Anayasanın zorunlu olduğuna ilişkin yaklaşım, bilindiği gibi, İngiltere örneği tarafından da bozulmaktadır. 1215 tarihli Magna Carta anayasal bir metin olarak kabul edilebilir, ancak bugün İngiltere’nin yazılı bir anayasası hâlâ yoktur.

Vurgulanması gereken ikinci husus ise, burjuvaziye karşı zafer kazanan devrimlerden sonra kurulan iktidarların da temel olarak anayasacılığı benimsemiş olmasıdır. “Halk demokrasileri” ve “sosyalist iktidarlar”ın bu hukuki durumu bazı sorunlar taşımaktadır. Bir yandan devrimler ile politik kopuşlar yapılmış, diğer yandan temelini toplum sözleşmeci burjuva ideolojisinde bulan anayasacılık olduğu hali ile edinilmiştir. Tam tamına mirasımız olarak kabul etmekle birlikte, sosyalizm deneyimlerinde ele aldığımız alanda liberal hukuksal alandan ideolojik çıkışın sağlanamadığını eleştirel bir gerçek olarak kaydetmek durumundayız.

Anayasa oluşum süreci

Genel olarak anayasaların yapımı, darbeler, devrim zamanları, sıkıyönetimler, olağanüstü haller yani hukukun yeniden yaratılış süreçleri, nasıl değerlendirilmelidir? Yaygın tartışmaların konusu olan bu durum, hukuk ile politikanın ilişkisi bağlamında nereye konmalıdır? Bu durumu tartışırken, hukuki alanda mıyız yoksa politik alanda mı; veya her iki alanı birden işgal eden bir meselenin mi karşısındayız? Bir başka açıdan, bu durum istisnai bir nitelik mi arz etmektedir, yoksa genel midir?

Giorgio Agamben bu konuda şunları dile getirmiştir: “İstisna hali, son çözümlemede, yasasızlık ile nomos (yasa), yaşam ile hukuk, auctoritas ile potestas arasında bir belirlenemezlik eşiği oluşturarak, hukuki-siyasal makinenin iki yönünü eklemlemesi ve bir arada tutması gereken düzenektir.”[1]

Agamben’e göre, “İstisna hali, hukuki düzenin ne dışında ne de içindedir ve istisna halinin tanımı sorunu, tam olarak iç ile dışın birbirini dışlamadığı, tersine birbirini belirlediği bir eşik ya da bir ‘ne o ne bu’ bölgesi ile ilgilidir.”[2]

Agamben, istisna halini, hukukun olmadığı kriz dönemi olarak nitelemekte ve bu dönemi, “hukuku var olan düzeni yürütmek olan yürütme erki tarafından hukukun, hukuk adına askıya alınması” olarak tanımlamaktadır.

Carl Schmitt’e göre “Egemen olağanüstü hale karar verendir.”[3] Walter Benjamin ise olağanüstü hali ezilenlerin tarihi bağlamında ele almıştır: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız olağanüstü hal istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hal yaratmak bize düşen görevdir. Böylece faşizme karşı mücadelede daha iyi bir konuma ulaşacağız. Faşizm tahlilini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.”[4]

Anayasa yapım süreci tamamen politik bir süreçtir. Politik alanda ise tarafları farklı olan ve çıkarları çatışan çeşitli kesimler, ezenler ile ezilenler, sömürenler ile sömürülenler karşı karşıya gelmektedir. Bu alanda hukukta olduğu gibi bir belirlenmişliğe, bir yasallığa yer yoktur.

“Politikanın alanı oynak, geçici ve iğretidir. Politikada yarın doğası gereği belirsizdir. Politika belirsizlik, geçicilik kaosunda kendi belirlenmişliğini (taktik) her an ve an yeniden kurar. O, biliminki dahil, (somut olarak karşı politik güç, sınıf ve taktik olmak üzere) her türlü dış belirlenimden azade olmak ister. Taktik, bir zorunluluk değil bir ayarlama işlemidir. Taktik işlemi, doğası gereği, soyut olarak kazanma olasılığı eşit olan atlardan birine, ama sadece birine oynamaktır. Bütün atlar seçilmiş ve size oynanacak at kalmamış ya da kötü bir at kalmışsa politik olanın kategorik olarak dışına düşmüşsünüz demektir.”[5]

Dolayısıyla kuralları belirlenmiş olan bir alanda başkaları tarafından adımıza seçilmiş kötü atlar ile oynamayı bir kez kabul ettiğimizde, bu, baştan yarışı ya da oyunu kaybettiğimiz anlamına gelir. Bu nedenle öncelikle sınırları ve argümanları başkalarınca belirlenmiş olan ve politik alanı tamamıyla tahakkümü altına almaya çalışan hukuki ideolojiden kaçınmak gerek. Politikada hukuki ideolojik alanı ve bu alanın bize dayattığı seçenek ve yöntemleri terk etmeliyiz.

Burjuva hukuk ideolojisi toplumu önce bireylere ayırır, daha sonra bu bireylere öncelikle ‘özgür bir özne’likler verir. Hukuki ideoloji bununla da kalmaz; her bireyin eşit ve özgür (iradeli) olduğunu, siyasi haklar sahibi olduğunu iddia eder. Ezilenler ve sömürülenler için tamamı iyi niyetli bir toplumsal tahayyülden ibaret olan bu toplumsal sözleşmeci ideoloji öncelikle reddedilmelidir. Mücadele hattı kategorik olarak başka bir yerden örülerek kurulmalıdır.

Anayasa yapım süreçleri

Bu bağlamda anayasalar, genel olarak tarif edildiği şekilde bir sözleşme, bir uzlaşma değildir. Ve özellikle uzlaşma kavramı egemenler tarafından dillendirildiğinde ezilenler için garip bir ironiye dönüşmekte olup son derece tehlikeli bir durumu ifade etmektedir. Ne için, kiminle, ne kadar uzlaşacağız?

Anayasa yapım süreçleri, ifade edildiği gibi tamamen politik süreçlerdir. İşin tarafları siyasal öznelerdir. Bu özneler gücü oranında vardır. Dolayısıyla anayasayı hukuksal bir metin olarak algılamak yanlıştır. Anayasalar, hukuk profesörleri tarafından, ehil, akil adamlar tarafından da yazılamaz –teknik bir yazım işini meselenin aslı olarak kabul etmeyeceksek. Akil adamlar, belirli bir hakim politik iradenin siparişini yerine getirmektedirler sadece.

Bu nedenle, güya herkes ve her bir kurumun yazdığı anayasa taslaklarının bir yuvarlak masada uzlaştırılması olarak anlaşılan bir “yapım süreci anayasacılığı”nı benimsemek son derece işlevsiz, gerçeksiz ve anlamsızdır. Bu tarz anayasacılık ile herkesin, her kurumun bir anayasa yazması da son derece işlevsiz ve anlamsızdır. Anayasa, esasen onu yazanındır. Lenin’in vurguladığı gibi, “Anayasa yaratmaz, sadece varolan durumu saptar”.

Hal böyleyken, ezilenlerin safında olması gereken bizler bakımından, bir anayasa halk güçleri tarafından yazılıyorsa anlamlıdır.

Türkiye’de anayasacılık

Türkiye’de Tanzimat dönemi ile başlayan ve ulus-devletin kurulmasından sonra da devam eden anayasal sürecin her aşaması, her ne kadar oluşumunu koşullayan bazı iç ve dış dinamiklerin olduğu belirtilse de esasen ülkede bulunan muktedirler tarafından götürüldü, topluma bu aşamalar sonunda yazılan anayasalar sunuldu. Güçlü bir karşı örgütlü güce sahip olmayan toplum, dayatılan anayasaları onaylamak durumunda kaldı. 1921 ve 1924 anayasaları ulus-devletin inşası döneminin, 1961 ve 1982 anayasaları birer restoratif darbenin anayasası olarak tarihe geçti.

Her anayasa, devletin inşası veya restorasyonu için ihdas edildi. Her anayasadan sonra devletin bazı temel stratejik, politik ve sosyal yönelimleri açığa çıktı ve bu ihtiyaçların sınırları bir anlamda anayasa ile çizildi.

Bugün dünyanın genel atmosferinde belki darbe ile anayasa yapmak mümkün değil, ama özellikle anayasa yapım sürecine büyük ya da küçük, ne hacim ya da şekilde olursa olsun katılacak, ses çıkaracak, politika yapacak herkes bir devlet operasyonu ile karşı karşıyadır. Türkiye’de bugün yaşadığımız anayasa yapım süreci de aynen bu şekilde seyretmektedir. Talepleri en belirgin olan, bu taleplerini en güçlü bir şekilde dile getiren Kürt halkına ve başta belediye başkanları olmak üzere tüm temsilcilerine KCK adı altında yapılan operasyonları bu çerçevede değerlendirmek pekâlâ mümkündür.

Bugün anayasa meselesiyle ezilenlerin hakiki ve somut ilgilerinin yegâne gerekçesi Kürt Hareketinin hakiki ve somut bir güç olarak yeni bir ilişkiyi isteyecek konumda olmasıdır. Dolayısıyla yeni anayasa tartışmalarının operasyonel anlamını esasen Kürt Hareketi oluşturmaktadır ve KCK operasyonlarının bir nedeni de Kürtlerin anayasa sürecine etkin bir özne olarak müdahale etmelerinin önüne geçmektir.

Bu bakımdan, sürece, sürecin gerçek bir aktörü olan Kürtler çerçevesinde yaklaşılmadıkça girilecek bir anayasa tartışması solu ancak liberalize eder. Kaldı ki, Kürt Hareketinin bile bu tehlikeden azade olduğu söylenemez.

Diğer yandan, Türkiye soluna yönelik saldırılar münferiden sürmektedir. En ufak basın açıklamaları örgütsel kapsamda değerlendirilmekte olup, her grup için ayrı davalar açarken, yasadışı bir örgüt ile ilişkilendirilemeyen yasal oluşumlar için Devrimci Karargâh’a dönük operasyonlar haricinde bir “devrimci karargâh torbası” yaratılmıştır. Bütün keyfiliğe rağmen, yine de bu torbaya sokulamayanlar için, çok önceden feshedilmiş örgütlerin “canlandırılması” yoluna gidilmektedir. THKP/C Dev-Yol gibi, Odak / Direniş Hareketi gibi… Burada amaçlanan, Kürt Hareketini güçten düşürmek, Türkiye solunun ise devrimci damarını kazımaktır.

Bir başka başlık olarak, “ulusalcı” diye tabir edilen çevreler bakımından da, bu sürece aktif müdahale edecek olanlar “Ergenekon kervanı”na katılmışlardır. Devlet katında egemenlik kavgasında galebe çalanlar, rakip kanadı kriminalize ederek ezmek istemektedir.

Yeni bir anayasa ihtiyacı var mı?

Bugün toplumda görece örgütlü kesimlerin başta anayasada tarif edilen vatandaşlık tanımı olmak üzere, kendilerini özgürce ifade etmek, temel hak ve özgürlüklerini diledikleri gibi kullanmak, örgütlenme hakkı önündeki engelleri kaldırmak şeklinde bir talebinin olduğu açıktır. Ancak, bu taleplerin bir anayasa ile güvence altına alınacağı, ya da anayasa ile karşılanacağı şeklindeki algı yanlıştır. Zira anayasalar ne kadar güzel yazılırsa yazılsın, hak ve özgürlükler ne kadar geniş kapsamlı ifade edilirse edilsin, “hukuk devleti”nde bunun bir önemi yoktur. Bilindiği üzere hukuk devletinde hak ve özgürlükleri düzenleyen özel yasalar mevcut olup, hukuk tekniği açısından da bir olayda öncelikle bu özel yasalar uygulanmaktadır.

Hukuk devletinde yasalara anlam kazandıran, kolluk kuvvetlerinin bir eylem ya da davranış hakkındaki yorumudur. Bireylerin eylemleri kolluğun yaptığı yorum ile hukuki anlam kazanmakta ve bu eylemler hakkında gerekli görülen soruşturma ya da kovuşturma bu aşamadan sonra yapılmaktadır. Hukuk devletinde “yargı” olarak tarif edilen makam, önüne gelen bir olayın suç olup olmadığına esas olarak kolluk kuvvetleri tarafından yapılan yorum çerçevesinde karar verir. Yani hukuk devletinde belirleyici olan kolluğun işlemidir.

Hak ve özgürlükleri güvenceye alan yeni bir anayasa

Hakların ve özgürlüklerin tek güvencesi ivmesi düşmeyen bir mücadeledir. Bu anlamda anayasa bir güvence teşkil etmez. Güvencenin anayasa olamayacağının bir tuhaf kanıtı da bugün hâlâ yürürlükte olan darbe anayasasıdır. Aslında bugün Türkiye’de temel hak ve özgürlüklere dönük yaygın olarak karşılaştığımız gasp işlemleri, yürürlükteki ve defalarca değiştirilen darbe anayasasına da aykırıdır.

Çıkarılan özel kanunların, Terörle Mücadele Kanununun, Basın Kanununun, Siyasi Partiler Kanununun, ifade ve örgütlenme önündeki engellerin tamamını başka bir yorum ile Anayasaya aykırı bulmak son derece kolaydır. Ancak bugün bu olmamaktadır. (Örneğin, Kürt halkının iradesine ipotek koyan seçim barajı Anayasada değil, Siyasi Partiler Kanununda yer almaktadır.) Bunun iki nedeni vardır. Birinci neden, toplumsal muhalefetin zayıflığında yatmaktadır. İkincisi ise devletin suç ve ceza politikasındaki özel yönelimidir.

Bugün karşı karşıya olduğumuz ve devletin kuruluşundan bu yana varlığını çeşitli adlar altında sürekli koruyan olağanüstü mahkemelerin uygulamaları tam bir devlet terörüne dönüşmüş durumdadır. Aslında ezilenler için gayet olağan olan bu mahkemeler “İstiklal”, “Devlet Güvenlik”, “Sıkıyönetim” ve bugünkü adıyla “Özel Görevli/Yetkili” adıyla politik sürecin önemli bir aygıtı konumundadır. Bu mahkemeler her dönemde “olağanüstü” yetkiler ile donatılmakta, üyeleri özel olarak seçilmekte ve hakim politik grubun öncelikleri doğrultusunda halkı özel olarak yargılamaktadır. Bugün Özel Görev/Yetkili Mahkemelerin vermiş olduğu kararları gördüğümüzde DGM döneminde verilen kararları adeta mum ile aramaktayız.

Bu mahkemeler, poşu takanı, evinde yıllar önce yasaklanmış kitap bulunduranı, sıradan bir basın açıklamasına katılanı, herhangi bir konuda aykırı bir görüş beyan edeni, elinde toplatılmış dergi bulunduranı, internette sadece yazışanı, herhangi bir fiile gerek duymadan örgüt üyeliğinden ve örgütün propagandasını yapmaktan 7,5 yıla varan cezalara mahkûm edebilmektedir.

Burada vurgulamak istediğimiz, özel yargılama yerleri ve mevcut TMK, Siyasi Partiler Kanunu, örgütlenme ve ifade özgürlüğü önündeki engeller mevcut olduğu sürece dünyanın en ‘katılımcı’, en ‘uzlaşmacı’, en ‘demokrat’ anayasası yapılsa da ezilenler için değişen bir şey olmayacağıdır. Bu nedenle öncelikle bu özel kurum ve kanunların lağvedilmesi gerekir. Bu temizlik yapılmadan yapılan hiçbir anayasa bizim için bir anlam ifade etmez.

Bu bilinçle mücadelede ısrarcı olunmalıdır. Mücadele tarafından korunmayan hiçbir kazanımın güvencesi ve sürekliliği olamaz. Mücadelemizin teorik-politik hattını burjuva hukuku ve onun ideolojik sınırlarının dışında ve onun dayatmış olduğu bütün sınır ve yöntemleri reddederek inşa etmeliyiz.

 
 


[1] Giorgio Agamben, İstisna Hali, Çev. Kemal Atakay, Otonom Yay., İstanbul 2006, s. 102

[2] A.g.e., s. 33

[3] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, Çev. Emre Zeybekoğlu, Dost Yay., Ankara 2005, s. 13

[4] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, Çev. Ahmet Doğukan vd., Metis Yay., İstanbul 2008, s. 43

[5] Metin Kayaoğlu, “Marksist Politikanın Teorik Öncülleri”, Teori ve Politika 1, Kış 1996, s. 14

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar